ENSAR TARAKÇI


Ensar’ı anlatmak çok zor. Yaşamının tümünü insana, insanlığa adayan bir adam. Hem de adam gibi adam… Özü sözü bir, mertliğin vücut bulduğu bir insan… Gözünü budaktan esirgemeyen biri… Okumaya, öğrenmeye doymamış bir yaşam… Okuduklarını, öğrendiklerini herkesle paylaşmak için can atan bir yürek… Yüreğinde yaktığı ışığı, çoğaltarak çevresine yansıtan aydınlık yüzlü bir dost... Yüreklilikle alçakgönüllülüğü özünde eritip birleştiren bir arkadaş… Yüreğindeki sevinci, gülüşüyle yansıtan bir baba… Halkının mutluluğu için çalışmayı ibadet sayan bir adsız kahraman…

Onu anlatmak için yukarıda sıraladığım sıfatların az gediği bir arkadaşımdı Ensar Tarakçı. Onunla Lise 2’de okuduğumda tanıştım. Dede dostuyduk. Ailelerimiz arasında hısımlık vardı. 1974 Yılının sonbaharıydı. Of’un Uluağaç Köyünde halkodası kurmuşlardı. Köylerindeki Öğretmen Mehmet Kıvılcım’la bu işe önderlik yapmıştı. Halkodasının başkanı Ensar’dı. Yanında pırıl pırıl köy gençleri vardı. Hepsinin yüzü güleçti. Hepsi çok kararlıydı. Hepsi köylerinde bir çoban ateşini yakmanın mutluluğu içindeydi. Yaptıkları iş büyük, sorumlulukları çok ağırdı. Bunu en çok omuzlarında duyumsayan ve yansıtan da Ensar Tarakçı idi. Onun yanından hiç ayrılmayan, ona göre daha genç olan Ahmet Azaklı’nın kitaplarla dostluğu ilgi çekerdi ilk bakışta.

Ensar Tarakçı yaşça benden büyüktü. Emekçiydi. Onunla halkodası yönetiminde yer alanlar da emekçiydi. Alınterleriyle evlerini geçindirmekteydiler. Bilinçleri, alınterleriyle yoğrulmuştu. İlmek ilmek örgütlenmişlerdi köylerinde. Neredeyse her yaştan insan vardı aralarında. Kimi çiftçi, kimi de işçiydi.

Ensar’ın asıl işi marangozluktu. Sabırla biçim verirdi ağaçlara. En çok ürettiği ise evlerin ahşap pencere ve kapılarıydı. Kim bilir kaç değişik biçimde kapı ve pencere yaptı? Bunları el emeğiyle üretirken yüreğinden, beyninden neler geçirmişti acaba? Hangi düşlerin, duyguların, düşüncelerin dünyasındaydı? Devrimci bilincinin oluşumunda zanaatkârlığının etkisini yok saymak olmaz.

Dövüş sporlarında ustaydı. Bu, ona özgüven kazandırmıştı. Bu özgüveni, alçakgönüllülük kazandırmıştı ona.

Değerbilir biriydi Ensar. İyilikleri unutmazdı. Toluma hizmet eden kişilere karşı özel bir saygı, sevgi beslerdi yüreğinde.

1975’in ilk yarısında Of Halkevi babamın başkanlığında bir yönetime kavuştu. Bu değişimle halkevinde seminerler verilmeye başlandı. Horon ekibi ve halk müziği korosu kuruldu. Ensar’la korodaydık. Ayrıca Uluağaç’tan Ekrem Şahin ve Kıvılcım Öğretmenimiz bağlama çalmaktaydılar. Ensar’ın solo parçası “Gafil Gezme Şaşkın” türküsüydü. Yüreğiyle söylerdi türküleri. Bu türküyü, ne zaman dinlesem aklıma düşer arkadaşım. Bu türkü, anılarımızı canlandırır belleğimde her daim.

Yaşam, bizi farklı kentlerde yaşamaya zorladı. Eskisi kadar olmasa da görüşürdük. İlişkimiz hiç kopmadı. Fırsat buldukça yüz yüze görüşmeye çalışırdık. Telefonlaşırdık sık sık. Geçmişten, bugünden, gelecekten konuşurduk. Uzun süre Marmaris’te kaldıktan sonra doğup büyüdüğü topraklara döndü.  Marangozluğu sürdürdü. Çünkü marangozluk, onun altın bileziğiydi. Onu kolundan çıkaramazdı.

Son zamanlardaydı telefon açmıştım ona. Sesi kısıktı. “Hasta mısın?” diye sordum. “Evet…” dedi, yorgun. Belli etmemeye çalışsa da konuşmasından, ses tonundan hasta olduğu çok belliydi.

Hastalığını sordum. “Çocukluğundan beri sigara içen biri, hangi hastalığa yakalanır?” diye soruyla yanıtladı beni. Amansız hastalığın pençesinde, zor bir savaşın içindeydi. Umudu var mıydı? Yaşamı boyunca hiç umutsuz olmadı ki… Ancak onu bekleyen gerçeğin de farkındaydı. Çünkü gerçekçi bir adamdı. Somut koşulların somut tahlilini yapmayı, yaşamının ilk zamanlarında öğrenmişti.

Aramalarım sıklaştı. Bir süre sonra telefonlarıma yanıt vermedi. Neredeyse meraktan çatlayacaktım. Kardeşi Mahmut’u arayıp sordum durumunu. Oğlu Mustafa’nın telefon numarasını verdi. Zaman geçirmeden aradım onu. Genç bir adam. Onu gördüğümde çok küçüktü. Bu nedenle beni anımsaması olanaksız. Kendimi tanıttım. Babasının durumunu sorup bilgilendim. Mustafa babasının oğlu. Söyleşmekten hoşlanmakta. Kırk yıllık dost gibiyiz telefonda. İnanın, telefonu kapatmak istemiyorum. Telefonun öbür yanında Ensar’ın gençliği var sanki.

13 Aralık 2021 günü sosyal medyada oğlu Mustafa Tarakçı’nın iletisi gözüme çarptı. Babasının ölüm duyurusunu paylaşmıştı. İnanamadım. Birkaç kez okudum, belki gözüm yanılıyor diye. Önce birkaç akrabasını aradım, sonra Mustafa’yı. Babasını alınterini akıttığı, bilincini geliştirdiği, dostlularını kurduğu, sevdalandığı, yaşamını biçimlendirdiği, canına can kattığı toprağına kavuşturmaya götürüyordu.  

14 Aralık 2021 Salı günü her yanıyla çok sevdiği toprağına verildi. Sonsuza dek var olacağı toprağına… Bedeni topraktaydı; ancak yapıtları, yaptıkları, savaşımı her yerdeydi. O, yüreklerdeydi. İnsan kimliğiyle yaşıyordu ve aramızdaydı. Bakıyorum, muzipçe gülüşüyle hep karşımda…    

                                                               Adil Hacıömeroğlu                                                               23 Aralık 2021              

 

 

 

 

CANLI ÖLDÜRMEK YASAK


Köy enstitülü babam ve öğretmenimi anlatmayı sürdürüyorum.

Ali Öğretmenimin en duyarlı olduğu konulardan biri, avlanmaydı. Ona göre her canlının doğada yaşama hakkı vardı. Bir canlının yaşam hakkını elinden almak, kimsenin elinde olmamalıydı. Ha insan ha hayvan, ne fark ederdi ki?

Çok küçük yaşlardayken bizlere, doğal denge içinde her canlının yaşaması gerektiğini öğretmişti. Doğal dengenin bozulması, başta insanlar olmak üzere tüm canlıların sonunu getireceğini belirtirdi sık sık. Bu nedenle doğal yaşamın sürdürülmesi için canlıların tümünün korunması gerektiğini vurgulardı. Oysa biz ilkokuldayken çevrecilik henüz ortaya çıkmamıştı. Hava, su, toprak kirlenmemiş, ozan tabakası delinmemişti.

Köy enstitülü öğretmenlerin doğanın korunması konusunda toplumun önünde bir bilince ve duyarlığa sahip olmaları aldıkları uygulamalı eğitim nedeniyleydi. Çünkü enstitülerde, doğal işleyişin mantığını iyi kavramışlardı. Bunu kitap okumayla destekleyen bir kuşaktı onlar. Bu nedenle öngörüleri güçlüydü ve ileriyi görmekteydiler. Atatürk’ün “Önemli olan ufku görmek değil, ufkun ötesini görmektir.” özdeyişini yaşam ilkesi yapmışlardı.

Babam, çocukların ellerinden düşürmedikleri kuş lastiklerini (sapanları) toplardı. Kuş lastikleriyle küçücük yaşamların sona erdirilmesini kabul etmezdi. Kuşa, kuş yuvasına, gezinen hayvanlara taş atanlara çok kızardı. Bazı çocuklar, başıboşluklarından olsa gerek ağaçlara tırmanarak kuş yuvalarını bozardı, onların yumurtalarını alırlardı. İşte, babamın tepesinin tasının attığı yer burasıydı. Böyle bir şeyi gördüğünde ya da işittiğinde çok sinirlenirdi. Önce güzellikle anlatırdı. Sonra kızardı.

Kediye, köpeğe, binek hayvanlarına, ineklere, küçükbaş hayvanlara eziyet edilmesine engel olmaya çalışırdı. Hayvanların insan gibi canlarının yanacağını anlatırdı. Her hayvanın yavrusu onun için adeta kutsal bir varlıktı ve korunmalıydı.

Ben ve diğer kardeşlerimin kuş lastiği hiç olmadı. Mahalle arkadaşlarımız, ellerinde kuş lastikleriyle dağ taş gezerken biz, kendi aramızda oyunlar oynardık. Hayvanlara taş atmadık. Sanki arkamızda babamın gözleri varmış gibi ürkerdik bundan. Burada annemin bize anlattığı masalları da anmadan geçemeyeceğim. Anlattığı masalların çoğunda ana düşünce doğayı, hayvanları korumak üstüneydi. Keşke o masalları o günlerde yazsaydım bir yerlere.

Öğretmenim, avcılığı sevmezdi. “Bir canlıyı öldürmekten zevk almak, nasıl bir ruh durumudur?” derdi sık sık. Bu nedenle avcılara, tutmayacaklarını bildiği öğütler verirdi zaman zaman.

Yaşam, köy enstitülü öğretmenleri ve bu okulların eğitim biçimini doğrulayıp haklı çıkardı. Ne yazık ki kendi yarattığımız bir eğitim sitemini, Atlantik sürecine girince ABD, toprak ağaları ve toplumun kanını emen asalakların istekleriyle kendi ellerimizle boğduk.

Yoksul köylü çocuklarını, adam gibi eğitemedi devletimiz daha sonra. Giderek yatılı okul sistemimiz de yozlaştırılıp çökertildi. Yoksul çocuklarının zeki olanlarını tarikat ve cemaatler, geride kalanların bir kısmını suç örgütleri, özellikle Kürt kökenli olanları da terör örgütü devşirdi. Devşirilenlerin önemli bir bölümü halkımıza ve devletimize karşı kullanıldı.

İşte, köy enstitülerin yıkımıyla başlayan sürecin geldiği nokta. Sayfalarca derslerin çıkarılacağı bir durum durmakta karşımızda. Bilmiyorum gerekli kişiler yeterli dersleri aldılar mı?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               22 Aralık 2021

 

 

 

 

 

YİNE DAYAK ÜZERİNE


Dayak ve her türlü şiddet, insanlar arasındaki güven, saygı ve sevgiyi zedeleyip yok eder. Yaşamın her alanında insanlar birbirlerine güven duymalı. Güvenin olmadığı bir yerde işbirliği, yardımlaşma, dayanışma olmaz. Saygı ve sevgi yoksa insan olma özelliklerimizin çoğunu yitiririz. Bu nedenle toplumsal bir varlıksak birbirimize güvenip diğer insanları sevip saymalıyız.

Kişi, yaşamda ne yaparsa yapsın dayaktan, sözlü şiddetten uzak durmalı. Şiddet ve dayak, çalışma aşkını yok ettiğinden iş verimini de düşürür.

“Mehmet Ali, aralık ayında bir defa, on gün izinli geldi. Alayı Eskişehir’de imiş. ‘Rahatız. Yiyecek, içecek bol. Subaylarımız çok iyi. Eskisi gibi dövmek yok, sövmek yok. Ama işsizlikten çok canımız sıkılıyor.’ diyor.” Bu satırlar Y. Kadri Karaosmanoğlu’nun unutulmaz romanı Yaban’dan alındı. Demek ki orduda eskiden, Osmanlı döneminde dayak ve sövmek varmış. Ancak işgal edilen yurdumuzu kurtarmak için oluşturulmakta olan ulusal orduda ne dayak var ne de sövme. Demek ki köylü, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcıyla efendi olmuş ve saygı gösterilmekte ona. Çünkü Mehmetçiklerimizin ezici çoğunluğu köy çocuklarından oluşmaktaydı.

Dayağın, şiddetin, hakaretin, aşağılamanın olmadığı yerde Mehmetçiği birleştiren vatan sevgisinin yanı sıra güven ve saygı. İşte kahramanlık destanlarının yazılması, tansıkların gerçekleştirilmesi bundandır.

Ne yazık ki ülkemiz Atlantik sürecine girince ve ABD etkisi TSK içinde görülmeye başlayınca Mehmetçiğe saygı da azaldı. Köylü, hem günlük yaşamda hem de askerlikte efendi olmaktan çıktı. Önümüzdeki dönem, köylümüzün yeniden milletin efendisi olacağı günlere gebedir.

“Kısacası, Mehmet Ali köyde kaldığı sürece kendisinden bir şey öğrenmek kabil olmadı ve öylece geldiği gibi gitti. Geldiği gibi mi?

Hayır; kasaturasının tersiyle, İsmail’i bir iyice dövüp öyle gitti. Lakin eğitimde dayağın hiçbir rol oynamadığını belki, daima olumsuz bir etkisi olduğunu, bana, bu vaka kadar kesinlikle ispat eden bir şey yoktur. İsmail, dayaktan sonra bir kat daha ahlaksızlaştı. Evin içinde, köyün içinde, adeta, muzır bir yaratık halini aldı. Zaten bir kuş, bir tavşan bakışını andıran gözlerine büsbütün hayvani bir ifade geldi. Öyle ki, ara sıra benimle konuşurken, bir büyük tarla faresi dile gelmiş sanıyorum. (Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim yayınları, 2021, sf 93)” Burada bir kişiye dayak atmanın,       o kişi üzerinde bıraktığı etkiden söz edilmekte. Demek ki dayak eğitim aracı değil. Arsızı, daha da arsız yapmakta.

Peki, günümüzde hala bazı kişilerin dayağı eğitim aracı olarak kullanmaları niye? Anneler, babalar, ağabeyler, ablalar, öğretmenler ve diğerleri; neden çaresizlik durumunda dayağa sarılırlar. Bir çıkmaz sokaktayken başka ve karanlık bir çıkmaza sürüklerler kendilerini?

Anneler, babalar ve öğretmenler; lütfen çocuklarınızı dövmeyiniz. Onlara tinsel baskılar yapmayınız. Çünkü bu davranışların eğitimde yeri yok!

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               21 Aralık 2021

DAYAK CENNETTEN Mİ ÇIKTI?


Atalarımız “Dayak cennetten çıkmıştır.” demiş. Acaba doğru mu demişler? Çok az da olsa bazı atasözlerinin olumsuz davranışlar öğütledikleri söylenir. Ancak bu sözlerin değişmeyen davranışlar karşısında kızgınlıkla söylendiğini biliyoruz.

“Dayak kutsal bir eğitim aracıdır. Dokunduğu bedeni; suç, günah işlemez duruma getirir. (Atasözleri Sözlüğü, Ömer Asım Aksoy)” yukarıda sözünü ettiğim atasözünün anlamı bu. Peki, bu anlamın günümüzde geçerliliği var mı?

Dayağın cennette ne işi var? Olsa olsa cehenneme yakışır. Çünkü dayak, bir işkence aracıdır. Hem bedeni hem de ruhu ezer, yaralar. Bu yaralanma, bilinçaltında yer eder ve insanın yaşamı boyunca izleri yok olmaz. İnsan bedeni unutsa bile dayağı, ruh unutmaz. Unutulmayan bir kötülükse bedenimize de yük olur.

Göçebe toplumlarda çocuklara dayak atılmaz. Neden mi? Korkak olmasın diye. Çünkü korkak kişi, dağlarda yaşayamaz. Yabani, yırtıcı hayvanlarla savaşamaz. Sürüsünü, ailesini ve kendisini yırtıcılara karşı koruyacak yürekliliği gösteremez. Doğa olayları karşısında korkup saklanır bir köşeye. Doğa olaylarını kendi yararı için kullanmayı usuna getiremez, beceremez.

Köylüler çocuklarını döver. Neden mi? Çocukları korkup başka yerlere göçmesinler, toprağına bağlı kalsın diye. İnsanoğlu, köleci topluma geçtiğinde türdeşlerini köleleştirmek için en büyük silahı şiddet olmuştur. Köleleri zorla çalıştırmak ve onların özgürlük isteklerini boğmak için başvurulan en kestirme yol dayaktı. Dayağın bin bir türünü denedi o dönemin egemen sınıfı. Bu dayaklar, ne insanları eğitti ne de o köleci düzeni sonsuza dek ayakta tutabildi.

Feodal toplumda da dayak sürdü. Mülksüz köylüleri, boğaz tokluğuna çalıştırmanın yoluydu dayak ve korkutma. Köleci toplumda da feodal toplumda da toprağın ve üstündeki canlı, cansız her şeyin sahibi egemenlerdi. Dayak, ezilenlerin yaşamını cennete değil, cehenneme çevirmekteydi.

Feodal toplumla başlayan kurumsal eğitim sisteminde dayak eğitim aracı olarak kullanıldı. Eğitim, dinin etkisindeydi. Ruhban sınıfı, toplumun önemli egemen gücüydü. Onlar, emekçileri hem sömürüyor hem de sömürülmesi için dine dayalı birtakım toplumsal kuralları belirlemekteydiler. Halkı ezen bir düzenin ideolojik yapısının oluşmasında ruhban sınıfının büyük payı yadsınamaz.

Eğitim, dinsel etkiden kurtulup bilimsel içeriğe kavuştukça dayak terk edildi. Terk edilmesinin yanı sıra yasaklandı. Eğitenlerle eğitilenler arasındaki saygı, sevgi ve güvene dayalı eşit ilişki eğitimi de öğrenmeyi de hızlandırdı. Özgür ortam, özgür düşünmeyi getirdi. Özgür düşünme ise bilim ve sanatta olağanüstü gelişmelere imza attı.

Bazı eski ve feodal düşünceli kişiler, dayağın cennetten çıktığını söyleseler de bu inandırıcı değil. Dayak, dünyanın hiçbir yerinde eğitim aracı olarak kullanılmamalı hem evde hem okulda hem de yaşamın her alanında. Özgür düşünen kişiler yetiştirmeli. Çünkü özgür düşünme, yaratıcılığın da üretkenliğin de temelini oluşturur.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       21 Aralık 2021

MARTILAR


Deniz kıyısında bulunan kentlerimizin simgesidir martılar. Göl kıyılarında da yaşam alanı bulur bu güzel kuşlar. Bir yerde balık varsa martı da vardır.

Ülkemizde farklı türlerde martılar yaşar. Martıların en çok simgeleştiği kentimiz belki de İstanbul’dur. Boğaz’ı, Haliç’i, Marmara’sı, Karadeniz’iyle bir su ve balık kentidir İstanbul. Bu kadar su ve balığın olduğu yerde martı olmaz mı?

Martıları, İstanbul’la özdeşleştiren en önemli etkense Boğaziçi vapurlarıdır. Bu güzel kuşlar, vapurların peşine takılıp gün boyunca iki yaka arasında yolculuk yaparlar bıkıp usanmadan. Vapurların açık alanlarında oturan ya da ayakta duran yolcular, yedikleri simit, kıstırık (sandviç), tostlarının bir bölümünü kopararak martılara atar. Bazı yolcular, bu iş için hazırlıklı gelir. Ekmek alırlar yanlarına. Ekmeklerden martıların havada yakalayabileceği kadar koparıp atarlar. Martılar, yiyecekleri kapmak için çığlık çığlığadırlar. Neredeyse atılan her yiyeceği havada yakalarlar. Bu konuda dünyanın en ünlü kalecilerine taş çıkartırlar.

Martıların beni, hayran bırakan devinimi ise vapur yavaşladığında onun üstünde havada asılı kalmalarıdır. Birçok canlının yerde ayakları üzerinde doğru düzgün duramadığı düşünülürse martıların havada hiçbir şeyden destek almadan durmaları, ilginçtir.

Atılan yiyeceklerden birisi yakalanmayıp denize düştüğünde kuş, ok gibi denize iner ve yiyeceği mideye indirir. Bu nedenle en küçük yiyecek parçası bile boşa gitmez.

Martı deyince usumuza ilk gelen gümüş martıdır. Sırtı gümüş rengindedir. Gagası ve gözleri sarıdır. Genellikle çatılarda yuvalanır. Onları, kent içinde görmeye alışkınız. Denizlerin kirlenmesi yüzünden balık türleri azalınca bu güzelim kuş, çöp kutularından beslenmeye başladı. Balık yediği için etçil olan bu kuş, zorunlu olarak otçul olamaya evriliyor sanki. Leş de yiyor her türlü yemek artığı da… Camın önüne konan en küçük ekmek parçası için onlarca martı kanat çırpar. Pencereye ulaşmadan gökyüzünde başlar kavgaları.

Son zamanlarda martıların açlıkları gözle görülür biçimde arttı. Öyle ki mutfakta elimde bir yiyecekle cama yöneldiğim anda, karşımızdaki evin çatısından kopup gelmekte birçok martı. Onları gören diğer evlerin çatılarındakiler de kanat çırpmaktalar aynı anda bir lokma için. Çığlıklalar, gagalamalar… Kanatlarıyla diğerlerini perdelemeler…

Son zamanlarda gümüş martıların dışındakileri de çatılarda görmekteyiz. Oysa bu türler, insanlardan uzak dururlar. Onların da gümüş martılarla yiyeceklere saldırmaları ilginç ve onların çok aç olduklarını göstermekte.

Diğer kuşların yanı sıra martıları da beslemeye başladık. Ancak bunlara, yiyecek yetişecek gibi değil. Bütçemiz kısıtlı, martıların çok fazla yiyeceğe gereksinimi var. Ekmek alıyorum kimiz zaman. Artık yemekleri, bir saksıya dökmekteyiz. Birkaç aydır kanat ve kemik alıyoruz, çorbalık. Onları kaynattıktan sonra suyuna çorba ya da pilav yapıyoruz. Katı kısımlarını da martılara vermekteyiz. Bu konuda her yurttaşın olanakları çerçevesinde bu güzelliklerin yok olmaması adına, özellikle kış aylarında yiyecek desteği vermeliler. Bu hayvanlar, saatlerce cam önlerini ve balkonları gözlemekte bir parça yiyecek için.

Belediyeler, yiyecek desteğinde bulunmalı. Kentin kirlenip yok olmasına engel olamıyorlar, hiç olmazsa beceriksizlikleri yüzünden aç kalan hayvanların beslenmesine yardımcı olsunlar.

Unutulmasın ki İstanbul’dan martılar yok olursa kent yarım kalır. Martısız bir Boğaziçi düşünemiyorum bile…

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               20 Aralık 2021

 

KÖY ENSTİTÜLÜ ÖĞRETMENİN İNSANLIK DERSLERİ


Köy enstitülü babam, ilkokulda üç yıl öğretmenim oldu. Birinci, ikinci ve beşinci sınıfta öğretmenimdi. Bizlere okuma yazmayı öğrettiği gibi insanlık eğitimi de verdi. İlkokul arkadaşlarımın çoğuyla görüşmekteyim sık olmasa da. Yüz yüze ya da telefonda konuştuğumuzda en çok dile getirdikleri, babamın verdiği insanlık dersleri.

Enstitülü öğretmenimiz, yalan ve iftiraya çok kızardı. Bu nedenle her fırsatta yalanın, iftiranın kişi ve toplumlara ne denli zarar verdiğini anlatırdı. “Yalan söyleyen, iftira atan kişi, kendini alçaltır.” derdi. Hangi nedenle olursa olsun kişi, yalan konuşmamalıydı. Yalan konuşana çok kızardı. Yalanın çocukluk döneminde öğrenildiği kanısındaydı. Bunu da yetişkinlerin tavırlarına bağlardı.

Enstitülü öğretmenimizin en çok kızdıkları arasında, insanlara ad ya da türlü sıfatlar (lakap) takılmasıydı. Onun için en önemli ve güzel olan kişinin kendi adıydı. Ad takmanın olmaması için zaman zaman bize örneklerle anlatımda bulunurdu. Bu eğitimin asıl noktası, kendimizi karşımızdakinin yerine koymaktı. Bize lakap takıldığında nasıl kızıyor, bozuluyorsak karşımızdaki kişi de en az bizim kadar bundan mutsuz olur. Bu nedenle aynı şeyin bize yapılamaması için biz de yapmayacağız öyleyse.

Beşinci sınıftaydık. Bir doğa gezisine çıkmıştık sınıfça yürüyerek. Ben, şeytana uyup bir kız arkadaşımıza takılan adıyla seslendim. Oysa bütün sınıf bu adı, ders aralarındaki dinlencelerde söylüyordu arkadaşımıza. Takılan ad “derviş”ti. Ben, söyleyince arkadaşım yakınmadı. Yalnızca gülmüştü bana.  Öğretmenimiz bunu işitti ve bana çok kızdı, cezalandırdı beni. Hem de oğlu olduğum halde.  

Eve gelince anneme yakındım, gezide babamın bana kızması konusunda. Öğretmenim, eve gelince annem, ona kızarak gezide beni neden cezalandırdığını sordu. O: “Kendi çocuğum, benim sözümü, uyarılarımı dinlemezse başkalarının çocukları beni niye dinlesin.” dedi annem sustu. Bu arada babama, okulda “öğretmenim” derdim. Öğretmen odasına girmezdim. Okulda, baba-oğul yakınlığı değil, öğretmen-öğrenci ilişkisi söz konusuydu. O zamanın öğretmenleri böyleydi. Her öğrenciye (evladı olsa bile), adaletli ve yansız davranmak temel ilkeydi onlar için.

İnsanlık dersinin en önemlisi şu idi. “Hiç kimsenin dili, inancı, bedensel kusurları, davranışları, ten rengi, giyimi, anne ve babasının yaptığım iş, oturdukları ev, aile yapısı, geçim durumu, hastalığı, aile üyeleri, akrabaları, soyu sopu, alışkanlıklarıyla dalga geçip alay edemezsiniz.” derdi sık sık. Bu kurallara uymayanlara çok kızardı.

Arkadaşlar arasında söylenen “Kel, kör, topal, çolak, kara, şişko, sıska, pepe, eğri bacak, kırmızı burun, büyük ağız, çürük diş, yamalı, asabi, deli, deve, uykulu, pörtlek göz, kambur… gibi” lakaplara çok kızardı. Burada yazamayacağım kötü yakıştırmalar da vardı. İçeriği ne olursa olsun onun için lakaplar kötüydü. İkide bir bunun yasalarımızla yasaklandığını ve böyle bir davranışın suç olduğunu söylerdi. Atatürk’ü savunmak demek, onun devrimlerini yaşam içinde uygulamak ve Ulu Önder’in devrim yasalarına uymak gerektiğini vurgulardı sık sık.

Öğretmenimizin en çok vurguladığı şeylerden biri de insanların dirisine de ölüsüne de saygı göstermek gerektiğiydi. İnsan, ne durumda olursa olsun saygıyı hak ediyordu ona göre. Hayrat’ta ilk kez okulumuzun önünden eller üzerinde taşınan bir tabutun karşısında sınıfça saygı duruşunda bulunmuştuk. Üstelik ölen kişinin kim olduğunu da bilmiyorduk. Bundan sonra arkadaşlarımızın çoğu, gördükleri tabutların karşısında saygı duruşunda bulunmaya başladılar.

İnsanları sevmek gerekliydi. Ancak öncelikle küçük olsun büyük olsun saygı göstermeliydik herkese. Saygısız kişiye çok kızardı öğretmenimiz. Saygının, sevgiyi büyüteceği kanısındaydı. Bu nedenle insan ilişkilerinin temelini saygı oluşturmaktaydı ona göre.

Öğretmenimiz doğa aşığıydı, diğer köy enstitülüler gibi. Doğaya değer verip saygı göstermek, insan olmanın gereğiydi. Hayvanları, bitkileri korumak da insanlık göreviydi. Doğa bir bütündü onun için.

İnsana, insan olduğu için verilmeliydi. Doğada yaşayan her canlı saygıya değerdi. Canlılardan birini diğerine üstün tutmak olmazdı. Her canlının dünyaya gelmesinde bir amaç ve görev söz konusuydu.

Babam, öğretmenim, arkadaşım, dostum, yoldaşım aramızdan ayrılalı yıllar oldu. Ancak verdiği insanlık dersleri, belleğimde ilk günkü gibi capcanlı. Demek ki ölümsüz olmak böyle bir şey. Düşüncenle, yapıtınla yaşayabiliyorsan belleklerde ölümsüzleşiyorsun. İşte enstitülü öğretmenimin yaptığı da buydu.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       20 Aralık 2021

ALMANYA MENDİLİ


“Mendil” deyip geçmeyin sakın! Mendil, kişisel temizliğin önemli bir aracı. Öksürme, aksırma, tıksırma, hapşırma sırasında mendil en gerekli koruyucudur bireyler için. Ayrıca el yüz yıkadığımızda, üstümüz kirlendiğinde mendil gerekir.

Mendillerimizin hepsi yerli üretimdi. Yurdumuzun topraklarında yetişen güzelim pamuklardan yapılırdı mendillerimiz. Çoğu, Sümerbank’ta üretilirdi. Rengârenk desenleri olurdu. Yumuşak bir sıcaklık verirdi insana. Annem, kömürlü ütüyle hiç üşenmeden ütülerdi mendillerimizi. Mendillerimiz karışmasın diye ailemizin her üyesinin mendili farklı renk ve desendeydi. Kimi zaman annem, mendillerimizi kolalardı bile. İlkokul önlüklerimizin ön cebine koyardık onları.

Çocukluğumuzda birçok kişi, bez mendil kullanırdı. Bazı kişiler ise sosyo-ekonomik nedenlerle mendil kullanmazdı. Bu nedenle bazı kişilerce mendili olmak, kişisel bir ayrıcalık olarak görülmekteydi.

1960’lı yıllarda ilkokuldaydık. Hayrat Merkez İlkokulu’nun öğrencileriydik. Çevre köylerden öğrenciler gelirdi çiçek demeti gibi. Her öğrencinin kendine göre bir dünyası ve düşleri vardı. Her aile, çocuğunu en güzel koşullarda okula gönderirdi olanaklarına göre. Olanak dediysem yanlış anlaşılmasın. Çoğu kişinin ekonomik olanakları çok kısıtlıydı. Temel yaşamsal gereksinmelerini bile zorlukla karşılayabiliyordu birçok aile. Yaşam çok zordu her açıdan. Ülkemiz, kendini ekonomik bakımdan yeni yeni toparlıyordu. Türk devriminin getirdiği olanaklar, yurdun her köşesine yayılmaktaydı adım adım. Ancak değişecek, yapılacak çok iş vardı. Yüzyılların biriktirdiği o kadar çok sorun vardı ki bunları bir çırpıda halletmek çok zordu. Bunun için gidilecek çok yol, yapılacak çok iş, gerçekleştirilecek çok amaç vardı. İşte, bu koşullar altında birçok ailenin çocuklarına mendil alması önemli bir ekonomik yüktü.

İlkokul yıllarımızda birçok yurttaşımız başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine çalışmaya gidiyordu. Onlara, halkımız “Almancılar” adını verdiler. Almancıların ailelerinde çok geçmeden gözle görülür bir biçimde ekonomik düzelme başladı. Dilini, kültürünü, yaşam biçimini, alışkanlıklarını bilmedikleri uzak diyarlara gurbete gidenler, fırsat bulduklarında izne gelirlerdi sılalarına. Her gelişlerinde genellikle günlük yaşamımızda pek bilmediğimiz ve ülkemizde üretilmeyen teknolojik ürünler ve kullanım eşyaları getirilerdi. Türk toplumu, birçok yeniliği, Almancılar sayesinde tanıdı.

İlkokulun ilk yıllarıydı. Sınıfımızdaki bir arkadaşımızın babası Almanya’dan izne gelmişti. Gelirken çocuklarına bazı armağanlar getirmişti. Bunlardan biri de mentollü kâğıt mendildi. Arkadaşımız, sınıfta sevdiği kişilere birer tane (Bir paket değil, yalnızca bir tane) mendil verdi. Bu şanslılar arasında ben de vardım. Mendili, herkes gibi sevinçle alıp uzun uzun kokladık. Bu, bilmediğimiz bir kokuydu. İlk kez kâğıttan bir mendil görüyorduk. Mendili kokladıktan sonra hırpalamadan kitabımın arasına koydum ki büzüşüp biçimi değişmesin, yıpranmasın. Bir de baktım ki mendil alan arkadaşlarımın hepsi aynı davranışı göstermekte. Aklın yolu bir… Sınıfımızda kâğıt mendil alan birçok kişi birbirinden habersiz olarak aynı saklama biçimini sergilemekte. Arada sırada kimseye çaktırmadan kitabın yapraklarınca koruma altına aldığımzı mendilleri koklayıp yerine koyardık.

Eee, mendili aldık da bunun bir adı yok! Ne yapacağız? Türk çocukları yaratıcı zekâlarıyla ilk gördükleri kâğıt mendile “Almanya mendili” adını verdiler. Çünkü mendil, Almanya’dan gelmişti.

Aradan epeyce bir zaman geçti. Ülkemizde kâğıttan mendil, elbezi, havlu üretimi başladı. Kâğıt mendiller yaşamımızın bir parçası oldu çok geçmeden. Yeni üretilen mendile de üreten firmanın adı verildi.

Şimdi kâğıt mendil kullandığımda neredeyse her zaman usuma “Almanya mendili” gelir. Kendi kendime gülümser, geriye dönük zaman yolculuğuna çıkarım.                                                                                            

                                                                        Adil Hacıömeroğlu

                                                                       17 Aralık 2021

 

DEVLET, BENİ ÖĞRETMENLİK İÇİN YETİŞTİRDİ

 

Babamın Türkiye’nin çağdaşlaşması ve ilerlemesine dair ülküsü hiç azalmadı yaşadığı sürece. Bir insan düşünün yaşamı boyunca hep eğitimle ilgilensin, onunla yatıp kalksın... Dünyanın hiçbir nimeti, bunun önüne geçmesin… Mala, mülke değer vermedi fazla. “Azıcık aşım, kaygısız başım.” atasözünü yaşamında ilke edindi. Eğer bir varsıllık olacaksa bu, bireysel değil; toplumsal olmalıydı, diye düşünürdü. Bu düşünce de onun ülküsü, ilkesi, düşüncesi ve yaşam biçimiydi.

Parası ve malı mülkü olanları kıskanmazdı. Onun kıskançlığı bilgi ve ekinsel birikimi olanlaraydı. Cumhuriyet aydınlığının tüm yurdu kaplamasıydı ülküsü. Özgür bireylerin çoğalmasının ancak eğitimle olanaklı olacağı düşüncesindeydi. Ortaçağ karanlığının pusunu, Türkiye’nin göklerinden Atatürk rüzgârıyla süpürüp atmaktı düşü. Bu düşü, gerçekleştirmek için elinden geleni yaptı yapabildiğince. Bütün kavgası bunun içindi.

Babam için eğitim, okulla sınırlı bir alan değildi. Yaşamın her alanında olmalıydı eğitim. Ancak böyle olursa yitirdiğimiz zamanı geri alabilir, kaçırdığımız fırsatları yakalayabilirdik. Nerede, kimle,  hangi işte olursa olsun eğitimle ilgili bir düşünce ve davranış ortaya koyardı.

Askerliğini Amasya’da yapmıştı yedek subay olarak. O yıllarda yedek subaylar, teskere bırakıp muvazzaf subay olabiliyordu. Annem, teskere bırakmasından yanaydı. Bunu, ona söyledi. Babam: “Hanımcığım, devlet beni öğretmen olarak yetiştirdi. Yatılı okuttu. Zamanın en güzel okulunda eğittim vererek öğretmen yaptı beni ülkeme yararlı olmam için. Ben, öğretmenlikten ayrılırsam işimi yapmamış olurum. Görevimden kaçmış, sözümü tutmamış sayılırım. Ülkemizde birçok kişi asker olmak istiyor. Onlar gelsin, askerlik görevini yapsın. Ama öğretmenliği herkes yapamaz çok istese bile.” diye yanıtladı annemi. Bu konu bir daha hiç açılmadı. Askerlik bitti ve babam köy öğretmenliğine döndü.

Yıllar çabuk geçiyor, biz çocukları büyüyorduk. Çocukları büyüdükçe gereksinmeleri de artmaktaydı. Ne yazık ki aylık ve kısıtlı köy geliri gereksinmeleri karşılayamayacak düzeydeydi. Annem dikiş diker, oya yapar, kazak örerdi aile bütçemize katkı olması için. Evde ve köyümüzde her işimizi el birliğiyle yapardık. Ailenin her üyesinin az da olsa katkısı olurdu bütçemize. Ama yine de yetmezdi kazancımız.

Birçok öğretmen görevinden ayrılıp başta Almanya olmak üzere yurtdışına işçi olmak için gitmekteydi. Gidişlerinin tek nedeni, ekonomik sıkıntılarını azaltmaktı. Yani bireysel kurtuluştu. Annem, yine babama öneride bulundu Almanya’ya gitmesi için. Babam, düşünmeden reddetti bu öneriyi. “Ben öğretmenim, el kapılarında sürünmek için okumadım. Ülkeme hizmet için dirsek çürüttüm. Sürünürsem de memleketimde sürünürüm.” dedi kararlılıkla.

Cebine biraz para koyan akrabalarımız, komşularımız büyük kentlere yapsatçı olmak için gittiği yıllardı. Gidenlerin birçoğu ilkokul mezunu bile değildi. Bu nedenle babamın eğitimli kişiliğinden yararlanmak için sık sık ortaklık önerileri geliyordu ona. Bir de çevresinde çok dürüst olarak tanınır ve ona çok güvenilirdi. Sınıf atlamasını sağlayacak bu önerileri düşünmeden geri çevirdi. İşsiz değilim, iş aramıyorum.” dedi bizlere.

1960’lı yılların başıydı. Hayat mecmuasının ödüllü bulmaca yarışması vardı. Babam bulmacayı, doğru olarak çözdü ve Ankara’nın Lodumlu Köyünde üç arsa kazandı. Arsaların birini, bir arkadaşına verdi küçük bir bedelle. Sonradan niye verdiğini sorunca “İnsana arkadaş, dost gerek. Onun da bir arsası olsun.” diye yanıtladı beni.

Kemalist ülkücülüğünün niye bu kadar derin olduğunu sordum. Bana: “Yetimdim, camide okuyordum. Zorlukla ilkokula gittim. Beşinci sınıfta sınava girip köy enstitüsünü kazandım. Devlet, beni orada yatılı okuttu. Yoksul yurttaşların verdiği vergilerle eğitimimizi sürdürdük. Cumhuriyet olmasaydı okuyamazdım. Bu nedenle devlete de cumhuriyete de gönül borcum var. Bu borcu ödemek zorundayım. Halktan aldığımı, halka geri vermeliyim.” dedi.

İşte, köy enstitülerinin öğrencilerine verdiği cumhuriyet ülküsü budur. Yüce bir ülküye adanan bir yaşam. O ülküyü gerçekleştirmek için her türlü saldırıya, yalana, iftiraya, suçlamaya katlanıp göğüs geren, eğilip bükülmeyen, yüreği insan ve ülke sevgisiyle dolup taşan cumhuriyet öğretmenleri. Şimdi anlaşıldı mı enstitülerin neden ortadan kaldırıldığı?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               16 Aralık 2021

 

 

 

 

+

“KÖYÜME DÖNÜNCE AĞA OLABİLİR MİYİM?”


Babam, askerlik görevi için kısa bir süre Sivas’ta bulundu. Ardından Amasya’da okuma yazma taburlarında yedek subay olarak bir yılı aşkın bir süre kaldı. Görevi sırasında bizleri de yanına aldı.

Amasya’ya gittiğimizde 1961’in sonlarıydı. Ben, üç yaşındaydım, rahmetli kız kardeşim Hürriyet de bir buçuk. Annem, yüklüydü. Kardeşim Müsavat, Amasya’da doğdu.

Babam, akşama yakın çoğu zaman askeri araçlarla gelirdi eve. Karaya yakın koyu yeşil renkteydi bu cemseler. Ben, bu arabalara “kara araba” derdim. Hava kararmaya başlayınca camın önüne geçer, babamın yolunu gözlerdim. Cemseler göründüğünde içimi sevinç kaplardı. Hele babamın indiğini görünce sevincime diyecek yoktu. Avazım çıktığı kadar bağırırdım: “Anneeee, babam geldi.” diye.

Kimi zaman babam, özel araçla gelirdi. Oysaki ben, cemse gözlemekteyim. İşte, o zaman şaşkınlık yaşardım ve sorardım anneme: “Anne, babam niye kara arabayla gelmedi?” Annem… Canım benim… İki eli kanda olsa ne iş yaparsa yapsın her soruma yanıt verirdi. Yalnızca benim mi? Değil tabi ki… Tüm kardeşlerim için geçerliydi bu davranışı. Sorulara verdiği yanıtlar, karşısındaki inandırdığında susardı. Çocukluğumda hiçbir soruma, “İşim var, sonra gel, konuşalım.” demedi. Ben de hep onu örnek aldım bu konuda. Bu, öğretmenlik görevimi iyi yapmama yardım etti. Öğrencilerimle güven ilişkimi güçlendirdi.

Sorumu sorar sormaz annem yanıma gelirdi ve beni yanıtlardı: “Bu araba arkadaşının. Seni, daha çok sevmek ve seninle daha çok konuşmak için erken geldi.” derdi. Bu yanıt karşısında çok mutlu olur, sevinirdim.

Babam, okuma yazma taburunda çok mutluydu. Çünkü okuma yazma bilmeyen yurdumuzun Mehmetçiklerine aydınlık dünyadan bir pencere açmaktaydı. Mehmetçikler de çok mutluydu, çünkü köylerine okuryazar olarak dönüyorlardı.

Babam, yaşamının sonuna dek öğrencisi olan Mehmetçikleri hiç unutmadı. Onlarla ilgili anıları hep anımsar ve anlatırdı. Bunlardan birisini paylaşayım.

Güneydoğu’nun bir köyünden gelen Haso (Hasan) vardı. Okuma yazma öğrendiği için çok mutluydu. İkide bir babamın yanına gelip sorarmış: “Öğretmenim, ben köyüme dönünce ağa olabilir miyim?” diye.

“Niye ağa olacaksın Haso?” diye soruyla yanıtlarmış onu babam.

“Çünkü bizim köyde okuma yazma bilen tek kişi bizim köyün ağası. Ben, okuma yazma bildiğime göre benim de ağa olmam gerekir.” derdi.

Babam da ona: “Bak Haso, ağa olmanın okuma yazma bilmekle ilgisi yok! Ancak ağalığı yıkıp yok etmenin okuryazarlıkla ilgisi var. Şimdi sen, köyüne gidince çocuklarının, köylülerinin okula gitmelerini sağla. Bu konuda çalış, köyünüze okul yaptırın.” derdi.

Yukarıdaki konuşmalar sık sık olur. Benzer konuşmalar, başka Mehmetçiklerle de yapılırdı. Bu, okuma yazmanın kişiye kazandırdığı özgüvenle açıklanabilir.

Öğrenme, kişiye özgüven ve özsaygı kazandırdığı gibi sevinç de kazandırır. Bu, öğrenmekten ve bilmekten doğan sevinçtir. Bu, her insanın hakkıdır.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       15 Aralık 2021

 

 

 

 

KÖY ENSTİTÜLÜ ÖĞRETMENE İFTİRA


Köy enstitülü babam, üç ayrı yerde öğretmenlik yaptıktan sonra köyümüze atandı. Büyük ülküleri vardı yetiştiği topraklarla ilgili. Ortaçağ uyuşukluğunun, uykusunun yazgıya dönüştüğü bir coğrafyaya çağdaşlığın atılımını, devinimini, aydınlığını getirmekti en büyük ülküsü. Enstitülerin de amacı buydu zaten.

Köy enstitüleri, cumhuriyet ülküsünün yaşama uygulanması için kurulan okullardı. Yaparak, yaşayarak öğrenmenin yeriydi bu kurumlar. Bilgi, kuram olmaktan çıkıp yaşamın içinde uygulanıyordu. Yaşama uymayan bilginin doğruluğu tartışılır.  

Yüzyıllarca okul kapısından geçmemiş köy çocuklarını okutmaktı amaç enstitülerde. Çünkü köylerin zorluklarına, ancak bu köylerde doğup büyüyen kişiler katlanabilirdi. Köylünün sorunlarını, bu köylerden olanlar bilebilirdi. Sorunları bilenler, çözümlere de kafa yorabilirdi. Bu nedenle yoksulluğun, yoksunluğun, bilgisizliğin, karanlığın, kör inançların baskısı altında yıllardır uyuşan köylülerin ve köylerin canlanması içindi enstitüler.

Sağlık, eğitim, tarım, hayvancılık ve birçok alanda yeniliklere kapalıydı köylerimiz. Bir avuç çıkarcının, asalağın, ağanın, dinden geçinenlerin sömürüsü söz konusuydu. Bilgisizlik, neredeyse bir inanca dönüşmüştü. İnandığı kutsal kitabı okuyup anlayamayan bir toplumun dinsel inancını doğru olarak kavrayıp yaşama geçirmesi de çok zordu. Bu nedenle köylüler okuryazar olmalıydı. Bilgiye, kendisi ulaşmalıydı aracısız.

Köylerde verimli bir tarımın gelişmesi için çiftçinin okuryazarlığı ve bilgiye ulaşması zorunluydu. Ayrıca çiftçiye tarımsal çalışmalarında kılavuzluk edecek biri gerekliydi. O da enstitüde, bu yolda eğitim alan öğretmen olmalıydı. Köy enstitülü öğretmen, hem öğrencileri eğitecek hem de köylüye çalışmalarında kılavuzluk edecekti. Bu amaçla kurulan enstitüler, amacına ulaşmaya başlayınca yurttaşımızın bilgisizliğinden beslenen kesimler ayağa kalktı. Enstitüler için yalanlar uydurulup iftiralar üretildi. Bu yalanlar, halk arasında yayıldı. Bir süre sonra bu yalanlara ve iftiralara söyleyenler bile inandı.

Türkiye, 1945’ten sonra ABD ile iyi ilişkiler(!) kurmaya başladı. ABD, ülkemizde ilk önce eğitim sistemini hedef aldı. Ezilen ülkelere örnek olabilecek köy enstitülerinin ortadan kaldırılmasını istedi. Bu amaçla Türkiye ile Aralık 1949’da “Eğitim Anlaşması” imzalandı. Böylece enstitüler, gelişip toprağa kök salmadan yok edildi. Ortaya atılan yalanların asıl kaynağı da ABD idi. Ne yazık ki cumhuriyet yöneticilerinin olağanüstü buluşu olan ve ülkemizi aydınlığa çıkaracak bir sistemi, ABD çıkarları için yok etti zamanın iktidarları.

Neyse biz konumuza dönelim. Köy enstitülü babam, bizim köyün okuluna atanalı birkaç yıl olmuştu. Of merkezde oturan arkadaşı Hasan Tahsin Sarıalioğlu, babamı ziyarete geldi köyümüze. Köy merkezinde bulunan ikinci kattaki kahveye otururlar. Köylülerimiz hoşbeş ederler. Tanıyan ve tanımayanlar masanın çevresine toplanır, çaylar içilip söyleşilir. Köylümüz olan Koyanoğlu Şevki (Öztürk) bir çocukluk anısını anlatır.

Şevki Amca, sosyal birisiydi. Devlet işlerinde yüklenicilik yapardı. İl ve ilçe merkezinde dostları vardı. Babama da saygı ve sevgi duyardı. Babamın konuğunu, kendi konuğu olarak benimsemişti. Zaten bir cemiyet adamının yapacağı iş de böyle olmalıydı. Genç denecek bir yaşta bir kaza sonucu aramızdan ayrıldı.

Şevki Amca’nın evlerinin bitişiğinde oturan Huriye Ablasının (Aralarında epey yaş farkı vardır.) kapısındaki armudu iyice olgunlaşmıştı. Arkadaşlarıyla armut yemek istiyorlar, ancak ablası, ağaca tırmanmalarına izin vermiyor. Bunun üzerine Karadeniz’in zeki çocuklarının çözüm bulan usları devreye girmiş. Akşama yakın uzun bir yaban asmasını kesip gizlice armudun tepeye yakın kısmına bağlamışlar. Hava kararınca evin bahçesine göre biraz alçakta bulunan yola birkaç çocuk saklanıp yaban asmasına asılıyorlar var güçleriyle. Armut silkeleniyor yere. Huriye Teyze, armutların patır kütür yere düştüğünü işitince çıkıyor dışarı. “Armudumu şeytanlar silkeledi.” diye söyleniyor. Karanlıkta, asmayı ve çocukları görememiş. Tabi, burada Huriye Teyze’nin de hakkını yemeyelim. “Şeytan” sözcüğünü gerçek mi, yoksa değişmece anlamda mı kullandı bilmiyoruz. Çocukların armudunu silkmesini anladı da onlara çaktırmadı mı? Yoksa gerçekten kör bir inançla bu işi, şeytanın yaptığını mı düşündü? 

Söyleşi bitiyor. Konuk, Of’a uğurlanıyor. Ardından masadakiler dağılıp evlerine gidiyorlar. Birkaç gün sonra babama iki bildirim geliyor hem savcılıktan hem de ilköğretim müdürlüğünden. Masada oturan ve yalancı tanıklığıyla tanınan bir köylümüz, yemeden içmeden Şevki Öztürk’ün anlattığı anıyı tersyüz ederek babamın İslam karşıtı söylemlerde bulunduğunu ve komünizm propagandası yaptığını söyleyerek şikâyetçi oluyor. Kendisi gibi bir yalancı tanık da bulmayı unutmuyor. Babam, her iki soruşturmacı kuruma anlatım veriyor. Hasan Tahsin ve Şevki beyleri tanık gösteriyor. İkisi de mert insandı. İftiracı düşüklere pabuç bırakacak kişilikte değillerdi. Tanıklar, gerçeği söyleyince   babam bir iftiradan daha aklanıyor böylece.

Yalancı tanıklar, köy enstitülü öğretmene daha önce olduğu gibi yine iftira yoluyla çamur attılar. Çamur öğretmene değil; kendilerine yalancılık ve iftiracılık olarak yapıştı.

Babam, yaşamı boyunca kimseye kin gütmedi. Yalancı tanıklık ederek kendisini uğraştıranlara bile. Onların da çocukları öğrencisi oldu. Onların da çocuklarını sevdi, diğer öğrencileri gibi. Onların yaptıkları kötülükleri, bilgisizliklerine verdi her zaman. Çünkü o, cumhuriyet ülküsü için yola çıkmıştı. Herkes gibi o yalancı tanıkları da eğitme görevi vardı. Zor da olsa bu görevi de yapmalıydı.

Not: Yalancı tanıklar, çoktan bu dünyadan göçtüler. Çoluk çocuklarının bu ayıpları taşımaları haksızlık. Bu nedenle onların adlarını yazmadım.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       14 Aralık 2021


YIKILAN TARİH


Çocukluğumda, köyümüzde bir eski cami vardı, yıllara meydan okuyan. Tamamen ahşaptı. Yağmur, kar, don, fırtına, güneş, rüzgâr gibi birçok hava olayına karşı koymuştu. Karşı koydukça da direnci artmıştı sanki. Tahtaları, ağaçtan direkleri ve dökmeleri çelikleşmişti adeta. Hava olayları ahşabı karatmıştı.

Caminin girişindeki tahtalarda oymalar vardı. Yapan ustaların tüm becerileri, ustalıkları bu tahtalar üzerine işlenmişti. İşte, benim en çok hoşuma giden de bunlardı. Henüz ilkokula gitmiyordum. Arada sırada camiye okumaya giderdik mahalle arkadaşlarımızla. Erken gittiğimizde onları izlerdim dakikalarca. Onlardan anlamlar çıkarmaya çalışırdım kendimce. Bu oymalara dalıp gitmişken büyüklerden beni görenler olmuş mudur acaba? Görenler olduysa benimle ilgili neler düşünmüşlerdi kim bilir?

Benim, caminin oymalarını izlemem, onlara dalıp gitmem mahalle arkadaşlarımın ilgisi çekmezdi. Onlar da oyunlarına dalardı çünkü. Yalnızca oymaları mı incelerdim? Tabi ki hayır! Her tahtayı, her direği ellerdim. Gözlerimle fotoğraflarını çeker, beynime kaydederdim. Son cemaat yerini kaç kez adımladığımı anımsamıyorum. Caminin içine girdiğimde çok mutlanırdım. Sessizlikti kuralım burada. Kışın sıcaklığına, yazın serinliğine doyamazdım. İnsanı sarıp sarmalayan tinsel bir yakınlık vardı orada. Hoşluk duyardım halıların üstüne oturmaktan. Tarihin derinliğinden bir şeyler fısıldardı kulaklarıma sanki.

Köyümüzün ilk camisiydi. Onlarca olaya tanıklık etmişti, İşgal, savaş, kan davası, barış, yardımlaşma, dayanışma, komşuluk, dostluk, düşmanlıklar görmüştü. Nice evliliklerin, doğumların, sayrılıkların, ölümlerin sessiz tanığıydı. Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçenlere kol kanat germiş, yıllarca onların secdesi olmuştu. Nice hutbeler okunmuştu minberinden birçok konuda. Bu hutbelerde, birçok kişi gözyaşı dökmüştü huşu içinde. Köyümüzün en yaşlı yapısıydı. Bu nedenle yıllardır olan biteni görmüştü o kara tahtalar, direkler, dökmeler, oymalar.

Çocukluğumda köyler şenlikti. Köyden göç edenler olsa da kalabalık bir yerdi. Göç edenler de büyüdükleri topraklardan ilişkilerini kesmemişti henüz. Ayrıca köyümüz, ona yakın köyün merkeziydi. Her camide cuma namazı kılınmazdı. Zaten köylerin bazılarının camilerinde yalnızca ramazanlarda imam bulunurdu. Bu nedenle çevre köylerdeki yurttaşlar da bizim köye gelirdi cumaları hem cuma namazını kılmak hem de alışveriş etmek için. Köy merkezinde kahveler, bakkallar ve bazı temel gereksinmeleri sağlayan işyerleri vardı. Cuma günleri ise kasaplar hayvan keserdi. Çevre köylerden gelenler, ilçeye ve bucak merkezine gitmeden gereksinmeleri karşılamak için bir fırsattı cuma günleri. Vakit namazlarında cami yetip artardı bile. Ancak havalar iyiyse cuma günleri, cemaat yola taşardı.

Köyümüzden İstanbul’a göçüp özellikle de yapsatçılık yapanlar varsıllaştılar. Varsıllaşanlar, köylerine vicdani borçlarını ödemek için bir şeyler yapmak istediler. Önce camiye sesbüyülten getirdiler. Ardından eski caminin gereksinime yanıt vermediğini söylemeye başladılar. Eskiyi yıkıp yenisini yapma düşüncesi ağırlık kazandı. Birçok kişi, bu görüşe katıldı. Çevrenin en büyük camisini yapma amacı ortaya kondu. Bunun için kollar sıvandı.

Doğu Karadeniz Bölgesi’nin tümünde olduğu gibi köyümüzde de arazi kıt. Büyük bir cami için arsa bulmak zor. Bu nedenle eskisinin yıkılması zorunlu görülmekte. Biraz da yandaki gömütlükten arsa açmayı düşündüler. Kollar sıvandı. Yapım için gerekli salmalar her eve vuruldu.

Köyümüzde, eski caminin yıkımına karşı çıkan ilk kişi, köy enstitülü babamdı. Eski caminin tarihsel bir yapı olduğunu ve yıkılmaması gerektiği dili döndüğünce anlatmaya çalıştı. Orda, Kuran’ı öğrenmişti. Yine birçok kişiye, Kuran okumayı bu eski yapıda öğretmişti. Yetim geçen çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının sığınağıydı orası. Öğrendiği, öğrettiği yerdi bu tarihsel yapı. Konuşmalarında eski caminin gereksinimi karşıladığını, yenisine gerek olmadığını da söylüyordu.

Köyde bazı kişiler, babama hak verdi. Güçlü olmasa da eski caminin ayakta kalması için bir ses oluştu. Ne yazık ki tarihin güçlü tanığı camimiz yıkıldı oymaların olduğu tahtalar, direkler, dökmeler imamımızın sobasına yakacak oldu. Bir tarih, göz açıp kapanıncaya dek yok olmuştu.

Babam, eski caminin yıkılmasını önleyemediği için hep hayıflandı. Bu nedenle yeni caminin yapımı için salınan salmayı ödemedi uzun süre. Sonunda ödedi, ama gönülsüzce.

Eski bir yapının, köyümüzün tarihini savunmanın bedelini ödedi köy enstitülü öğretmen. Her köyde, yalancı tanıklar bulunur. Böyleleri bizim köyümüzde de vardı. Birkaç softa, yalancı tanıklarla babamı şikâyet ettiler komünizm propagandası yaptığı, cami yapımına ve dine karşı çıktığı  için. Uzun süre hem adli hem de idari soruşturmaya uğradı. Gidip geldi ilçeye haklı olduğunu kanıtlamak için. Köyümüzden tanıklar gidip gerçeği söylediler ve babam aklandı.

Yurdumuzun her yerinde olduğu gibi köy enstitülü öğretmen, ABD’nin Yeşil Kuşak projesiyle kandırılan kimilerinin hedefindeydi. Bu soruşturma, onun için ne ilkti ne de son olacaktı.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       13 Aralık 2021

 

 

 

 

YERLİ MALI, YURDUN MALI


Yerli Malı Haftası gelince içim sızım sızım sızlar. Neden mi? Yoksul bir ülkenin üretim tansığının yok edilişini görürüm de ondan. Üretmemenin getirdiği yoksulluk, Türk Devrimi ile birden ters döndürülmüştü. Çalışıp üretmek, her yurttaşın vaz geçemediği bir ülküsüydü. Bir ulus, Ortaçağ uyuşukluğundan kurtulup üretmek için silkiniyordu karanlıklardan.

Emeğinin karşılığını yıllarca alamayan çiftçi, çağın gereklerine göre ekip biçmek için dev adımlar atmıştı. Tarımda üretim artışı, göz kamaştırmaktaydı. Tohum ıslahı, gübreleme, makineleşme, sulama atılımları yapıldı verimi artırmak için.  Yoksul köylümüz “milletin efendisi” olmuştu.

Türkiye, olağanüstü bir atılımla sanayileşmeye başladı. Şeker, pamuklu ve yünlü dokuma, giyim, demir-çelikkâğıt, uçak, vagon, lokomotif, silah, mühimmat, bitkisel yağ, yem sanayileri hızla üretime başladı.

Madencilik alanında gelişmeler oldu. Etibank, madenciliğin gelişmesinin öncü gücüydü. Ne yazık ki özelleştirmelere kurban edildi. 

Sümerler Mezopotamya’nın, Etiler ise Anadolu’nun ilk uygarlığıydı. Bu adların iki önemli Cumhuriyet kurumuna verilmesi anlamlıdır. Bu adlandırmalarla Türkiye’nin tarihsel köklerinin Sümerlere, Etilere kadar uzandığı anlatılmıştır. “Biz, bu topraklara konuk değiliz. Buraların gerçek sahibiyiz.” demek istenmiştir Sümerbank ve Etibank’la…

Hayvancılıkta fenni yöntemler uygulanmaya başlandı. Verimi artırmak için özellikle devlet üretme çiftliklerinde örnek çalışmalar yapıldı. Kümes hayvancılığı ve arıcılıkla ilgili atılımlar göze çarptı.

Yurttaşlarımızın çarıktan köseleye ayakkabıya geçişini sağladı Sümerbank. Yaşamımda ilk kez “taksitle alışveriş” sözünü, Sümerbank’ta işittim. Babam öğretmendi. Ailemizin tüm üyeleri Sümerbank’tan giyinirdi. Babam, taksitle öderdi her aybaşı borcumuzu. Çiftçiler akın ederdi hafta günleri buraya. Çoluk çocuk giyinip köylerine dönerlerdi sevinçle. Böylece insanımız kırk yamadan oluşan giyim devrini kapatmıştı bu devlet kurumu sayesinde.

Resmi adıyla “Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası” içinde bulunduğumuz haftanın adı 12-18 Aralık). Hem yerli malı kullanacağız hem de tutumlu olacağız.

Yerli malı kullanmak yurttaşlık görevimiz. Ne yazık ki yıllardır dışsatıma dayalı tüketim özendirildi ülkemizde. Bu, yerli üretimin düşmesine neden oldu. Kenti ürettiğimizi tüketmeyince üretim alanlarımız bir bir yok oldu. Halkımız işsizliğe, topraklarımız çoraklığa, ülkemiz borca tutsak edildi. Yerli mallarımız unutuldu neredeyse. Yerli mallarımızı üreten devlet kuruluşları “özelleştirme” adı altında yerli, yabancı çıkarcılara peşkeş çekildi. Yoksul halkın emeğiyle oluşturulan kurumlar, yurttaşlarımıza kötü gösterildi. Ne yazık ki yurttaşlarımızın önemli bir bölümü de bu yalan propagandaya kandı.

Özelleştirmeciler, “Devlet, don satar mı? Domates, hıyar üretir mi?” gibi sorularla gömütlüğe gönderdiler güzelim kurumlarımızı. Şimdi onları yeniden diriltme zamanıdır.

Tutumluyduk. Dünya savaşlarını görmüş, Kurtuluş Savaşı’nın ateşinde pişmiş kuşaklardı büyüklerimiz. Bir kibrit çöpünün değerini bilirlerdi. Kimse tabağında yemek bırakmazdı. Tabağımızda bir pirinç ya da bulgur tanesi kalsa vicdan azabı çeker, üzüntüden kahrolurduk. Çöpe ekmek atmak, yediğimiz nimete ihanetin göstergesi sayılırdı. Bu nedenle ekmekler çöp kutusuna atılmaz, sofrada tüketilirdi. Evde bayat ekmek varken tazesi alınmazdı. Giysilerimiz iyice eskimeden yenilenmezdi.

Kardeşlerimin en büyüğüydüm. Bu nedenle okul kitaplarımı temiz kullanırdım. Aynı kitaplarla dört kardeş idare ederdi yıllarca. Bu yöntemle hem aile bütçemize katkı yapıyor hem ülke ekonomisini zarara uğratmıyor hem de doğayı koruyorduk. Üstelik bu yolla savurganlığı önlemekteydik.

Giysilerimiz küçülünce bizden küçük kardeşimiz giyerdi. Onlara da küçük geldiğinde giysi, hısım akraba ya da komşu çocuklarına verilirdi. Üretmenin mutluluğu yaşanırken tüketimi körüklemekten uzak durulurdu. Gereksiz tüketim, ayıptı hem de çok…

Gösteriş yapmak, görgüsüzce tüketmek hoş karşılanmazdı. Varsılla yoksul arasında uçurumlar oluşmamıştı. Varsıl ve yoksul çocukları aynı mahalle okullarına gider, hatta aynı sırada otururlardı. Komşuluk yapardık insanların ekonomik durumlarına bakmadan. Varsılla yoksul, aynı aşevlerinde yer; aynı kıraathanelerde bir masanın çevresinde toplaşırlardı. Çünkü biz halktık. Halkı bir araya getiren de cumhuriyet, duygu ve ülkü birliğiydi. Varsıl da yoksul da Sümerbank’a giderdi. Aynı fırından ramazan pidesi almak için kuyruğa girerdik. Sıcak pide kokusuyla birlikte iştahlanırdık.

Araç, gereçte savurganlık olmazdı. Kim gereksinim duyarsa ona verilirdi araç, gerecimiz. Komşuyu eli boş geri çevirmek, ayıpların en büyüğüydü.

1979’un sonbaharında öğretmen olarak atamam yapıldı Samsun’un bir köyüne. Sümerbank’a gidip iki tane yün battaniye (Biri tek, diğeri çift kişilik), bir de kösele terlik aldım taksitle. Battaniyeleri hâlâ kullanmaktayız. Kışın fırın gibi ısıtırlar.

Terliklere gelince… Onları, Ankara’da oturan annemin evine bırakmıştım.  Her gidişimde onları giyerim. Ayrıca benim olmadığım zamanlarda da kullanılır. Ancak bunca zamandır eskitmeyi beceremedik. Battaniyeleri de terliği de her görüşümde içim sızlar, üzülürüm. Sümerbank’a ve diğer kuruluşlarımıza el aklıyla kıyanlara binlerce lanet okurum. Bilmem haksız mıyım?

Bir hiç uğruna çıkarcılara peşkeş çekilen kurumlarımızı geri alma zamanı gelmedi mi daha? Tüketim görgüsüzlüğünden kurtularak üretim yapmanın haklı gururunu ulusça yaşamanın günü yaklaşmadı mı henüz?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               12 Aralık 2021

 

                                                              

 

 

 

 


REKLAM PANOLARINDA SIRITAN BELEDİYE BAŞKANLARI


Reklam panoları, kentlerin her yerinde var. Üstgeçitlerde, cadde ve sokaklarda, kent alanlarında, metro istasyonlarında, tren garlarında, iskelelerde… Kısacası usumuza gelebilecek her yerde… Birçoğunda belediyelerin reklamları var.

Bir belediye başkanı, kendi reklamını niye yapar? 12 Eylül 1980 Amerikancı darbesinden önce böyle bir alışkanlık yoktu ülkemizde. 12 Eylül’ün liberal fırtınaları arasında bu da başladı. Darbecilerin atadığı belediye başkanları, kentin görülebilir yerlerine fotoğraflarını astılar adlarını da yazarak. Fotoğraflar neredeyse tek bir örnekti. Zorla gülmeye çalışan (Buna halkımız “sırıtmak” der.), kollarını göğsüne bağlamış bir kişi. Usumuza gelmişken söyleyelim. Kolları, göğüste bağlayan kişi, “İletişime kapalıyım.” demek istiyor. Zaten bu dönemden sonra demokrat belediye başkanlarının yerine kendi çapında diktatör ve kentin getirimini cebe indirenler moda oldu. Hesap sorulamaz belediye başkanları dönemi başladı böylece. 1984’te seçilen başkanlar da aynı yöntemi sürdürdüler. Bu, Özal modasıydı. Amerikancı siyaset anlayışının ülkemizin başına çöreklenme süreci başlangıcıydı. Ne yazık ki sonraki yıllarda iktidarıyla muhalefetiyle nerdeyse tüm belediye başkanları bu reklam furyasının tutsağı oldular.

Belediyeler, halka hizmet etmek zorundalar. Belediye başkanları da bu hizmeti eylemini yönetmek, uygulamak için seçilmekteler. Bir yöneticinin görevi olduğu için yaptığı hizmeti, halkın gözüne sokması doğru mu? Bir memur, görevini yapınca halkın gözüne mi sokacak bunu? Bir baba eve ekmek aldığında bunu, çoluk çocuğunun başına mı çalar? “Ey karıcığım, ey çocuklarım; bakın size ekmek getirdim.” derse gülünç olmaz mı?

Belediye başkanları, bu göreve kendi istekleriyle seçilmekteler. Bu görevleri sırasında ise aylıklarını almaktalar. Nedense başkanlık işi görevden sıyrılıp meslek durumuna getirilmekte. Bu nedenle de bir belediye başkanı, yaşamının sonuna dek koltuğunda oturmak istemekte. Çünkü kentin getirimi, ballı börek.

Bir kişi yaptığı bir işin reklamını niye yapar? O koltuğun sıcaklığını terk etmemek için. Bu reklamlar için belediyenin resmi bütçesinden milyonlar harcanır. Ayrıca yüklenicilerden de reklamlar için kaynak aktarılmakta. Halkın parasını, kendi reklamı için harcayan birilerinden halka hizmet beklenir mi? Belediye başkanları, halkın parasını ya halka hizmet için ya da kendi reklamlarını yapmak için kullanmalı. Bu konuda bir yol ayrımı gerek. Bu da sistemin değişmesiyle olur. Bu çürümüş sistemin her yerinde kokuşmalar var. Bu sistemle halka hizmet üretilmez, bir avuç kişiye dünyalık kurulur.

Belki ilginizi çekmiştir. “… Belediye Başkanlığı” denmiyor. “… Belediye Başkanı Falanca Filanca” deniyor. Anlaşılacağı üzere bu başkanlar, kendilerini yüz yıllık kurumların üstünde görmekte. Sanki kendileri yokken bu belediyeler yoktu ve halka hiç hizmet etmediler. Bu hazretlerin sayesinde belediyeler var olmuş gibi davranmaktalar. Bu reklamlar kurum adına olsalar neyse… Belki birazcık hafifletici nedeni olabilir.

Demokrasi, bir avuç kişiyi varsıllaştırıp halkı yoksul bir yaşamın ilkelliğine tutsak etmek değil. Halkın seçmediği, parti genel başkanlarının belirlediği belediye başkanlarının halkı hizmet edeceğini düşünmek, saflık değil de nedir?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               30 Kasım 2021