DİNLENCEMİZ BAŞLADI (Dinlence Yazıları-1)


         23 Haziran 2023 Cuma günü ikindi vakti yola çıktık. Gedeceğimiz yer, Şarköy-Mürefte... Hava sıcak… İstanbul yolları çok kalabalık…  Her zaman olduğu gibi İstanbul’dan çıkmak bir dert… Trafik adım adım ilerlemekte. Bahçeşehir’i geçtikten sonra yol rahatladı.

         Arabayı, eşim kullanmakta. İvedilik göstermiyoruz. Yolun sağında ve solunda uzanan yapılar arasında ilgimizi çekecek, gönlümüzü okşayacak görüntüler aramaktayız. Ancak Tekirdağ’a gidinceye dek yolun tadı tuzu yok! Neden mi? Plansız yapılan yazlıklar, denizin önünü kapatmış. Evler dip dibe… Beton duvarlar, denizle aramızda engel. Yolun solu da aynı… Yapıların aralarından ayçiçeği tarlaları görünmekte. Az da olsa bu güzellikler, bizi keyiflendirmekte.

         Tekirdağ’ı geçince güneş, kızıllıklar içinde yiyip gitti. Yapılar azaldı, giderek yerlerini ayçiçeği tarlaları aldı. Gecenin karanlığında araba farlarının ve ay ışığının alaca aydınlığında gölgeli sarılar uzanmakta. Köylerin içinden geçmekteyiz zaman zaman. İşte, benim en çok sevdiğim de bu. Perdeler arasından sızan ışıklar, beni türlü düşlere sürüklemekte. Kendimi, sonsuz bir duygudaşlıkla evdekilerin yerine koymaktayım. Kimi zaman evin bir çocuğu ya da bir delikanlısı, kimi zaman da evin babası olmaktayım düşlemler içinde. Bereketli toprakta geçen gün boyu bir çalışmadan sonra yorgunluğu alıp götüren aile çatısının mutluluğunu yaşamaktayım.

         Nedense köy evlerini hep çatısız düşlerim. Çünkü çocukluğumda yaz gecelerini köyde geçirirdim. Uyku, göz kapaklarıma egemen olup bedenimi teslim alıncaya dek yıldızları izlerdim. Annem, önce kutup yıldızını gösterdi bana. Onu tanıyınca gökyüzü gibi sonsuzlaştım sanki. Çünkü o derin sonsuzlukta bir tanıdığım vardı artık. Ardından büyük ve küçük ayı ile samanyoluyla tanıştırdı beni. Her gece evin önüne bir iskemleye oturur, kimi zaman da ayakta evin çevresini dolaşarak yıldızlarla konuşurdum. Onları izlemek, içimi dolduran bir sevinç pınarıydı suyu hiç kesilmeyen.

         Eşim, arada bana bir şeyler sormakta. O da konuşarak uyuşmak ve uyumak istemiyor. Geçtiğimiz yerlerle ilgili konuşmaktayız. O, bana bir şey sorunca düşlerim bitivermekte. Kimi zaman ona düşlerimi anlatmaktayım. O düşler yerine, gerçeklerden söz etmemi yeğlemekte.

         Malkara’ya iyice yaklaştık. “Şarköy” tabelası göründü. Saptık Şarköy’e doğru. Atacan, arka koltukta uzanmış telefonunda oyun oynamaktaydı. Bir de baktım ki uyumuş. Yol, çok dönemeçli. Köy evleri, neredeyse yola bitişik. Sessizlik ve karanlık köyleri derin düşlerin içine gömmekte. Gökyüzü yıldızlı. Yol boyunca ağaçlık alanlar çoğalmakta. Önümüzden seyrek de olsa tilki, tavşan ve sincaplar geçip gitmekte. Beslenmek için yol ortasında kalakalmakta bazıları arabanın keskin ışıkları gözlerini alınca. Eşim, yavaşlayıp ışıkları kısıyor onları iyice yakından görmek için. Işık azalınca hayvan kaçıyor hızla. Yol kıyısındaki çit görevindeki çalıların arasında yitivermekteler. Hayvanları gördükçe sevinmekteyiz. Görmek için de iyice yavaş gitmekteyiz. Bu durum, arkamızdan gelen taşıtların sürücülerini kızdırmakta. Işıklarını yakıp söndürerek bizi uyarmaktalar. Ah, bir bilseler gecenin içindeki güzellikleri…

         Hayvanlar yolumuza çıktıkça Atacan’a seslenmekteyiz görsün ve keyiflensin diye. Bu güzellikler kaçmaz! Çocuk, gözünü açtığı gibi kapamakta. Böyle olunca da artık uyandırmıyoruz onu.

         Kaynım Hakan, bizden birkaç saat sonra çıktı İstanbul’dan. Birden yanımızda gördük onu. Bizi geçerken gülüp takılıyor açtığı sağ camdan. O, geçip gidiyor. Biz ise geceyi keşfedip yaşamaya çalışmaktayız. Balkanda (Sarp ve ormanlık sıradağ) bir yaban hayvanı görmek için çırpınmaktayız gözlerimizi ay ışığında dört açarak. Bu arada şunu söyleyeyim ki,  “balkan” sözcüğünün anlamını Mürefte’nin Mursallı Köyü’nden keçi yetiştiricisi Can’dan öğrendim birkaç yıl önce. Can, bana altı harf öğretti, ona minnettarım.

         Gece upuzun uzamakta önümüzde. İlerde Şarköy’ün ışıkları göründü. Gecenin içinde oynadığımız yaban hayvanı görme oyunumuz bitti. Kıyı kentine girdik. Gecenin sessizliği çökmüş üstüne. Bazı kişiler, ağır adımlarla sahilden evlerine yürümekte. Ayaklarındaki terlikleri sürükleyerek gitmekteler yavaşça. Güneş yanığı tenleri, ışık vurdukça belirginleşmekte. Sahilin böyle sessiz olmadığını düşünmekteyim. Kıyı boyunca gidip gelen insan kalabalığı gözümün önünde canlanmakta.

         Şarköy’ü geçtik kısa zamanda. Sekiz kilometrelik bir yol var önümüzde. Yazlıkların giderek çoğaldığı, zeytinliklerin azaldığı bir yoldan geçmekteyiz. Yol, çok bozuk…Çukurlar var sık sık. Yer yer asfalt sökülmüş. Zaten yol daracık… Her an önümüz bir insan, traktör, tarım aracı ya da pancar motorundan yapılmış pırpırlar çıkabilir. Bunları karanlıkta seçmek epeyce zor. Yazlıkların olmadığı bir yerde solumuzdaki bağdan bir tilki, sağımızdaki zeytinliğe geçerken yakalanıyor arabamızın farlarına. Önce duraklıyor hafiften, sonrasında hızla ağaçların arasında yitiyor.

         Yol bitti. Biz de kaynımın yazlığına geldik. Arabamızı yol kıyısında eyledik (park ettik). Önce Atacan’ı uyandırıp eve götürdük kollarına girerek. Ardından yüklükteki (bagajdaki) yükçelerimizi (bavullarımızı) taşımaya başladık. Hakan da gelip yardım etti. Her şeyi taşıdık elbirliğiyle. Hakan ve kaynanam yolda kağnı gibi gittiğimizi söyleyip biraz olsun eğlendiler bizimle.

         Odalarımıza çıktık. Ay, Karabiga yanından yükselirken kendimizi uyku meleğinin kollarına bıraktık açık camdan gelen poyraz serinliğiyle.

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                31 Temmuz 2023

 

KÖTÜNÜN OLDUĞU YERDE, İYİ DE VARDIR


         Günlük yaşamımızda sık sık karşılaşırız anlatacağım kişilerle. “Falan yerden adam çıkmaz. Filan kentte yaşayanlar dürüst değil. Orada olanların hepsi, kötü adamlar (Adam, insan demek. Bu sözcüğü, cinsiyetçi bir yaklaşımla erilliğe indirgemek Türkçemizi kısırlaştırmakta.)... Komşu kasabanın hepsi hırsız… Şu ilimizden bir tane olsun iyi insan olmaz mı? O ülkenin yurttaşları hep sahtekâr… Komşu ilin insanları çok bilgisiz ve yobaz…” gibi tümceler işitiriz sık sık. Bir de yüz elli yılı aşkın bir süredir “Biz adam olmayız.” diyerek Türk ulusunun özgüvenini yok etmek için söylenegelen bir söz var.  Bu toptancı, genelleştirici bakış açısı yanlış bir bakış, düşünüş ve söylem.

         Yukarıdaki gibi düşünenlerin öncelikle doğaya bakmaları gerek. Orada öğrenecekleri çok şey var. Doğada her şey karşıtıyla bulunmakta. Kış olamasaydı yaz olur muydu hiç? Gündüzü güzel ve özlem içinde beklenilir yapan gecenin zifiri karanlığı değil mi? Acıları, üzüntüleri, sıkıntıları yaşamasak sevinçlerin mutlulukların, erincin değeri bilinir miydi? Kötülük olmasa iyiliğin varlığı olanaklı mı? Yol yürürken inişin düşü kurulmasaydı yokuşları çıkacak içgücünü nasıl bulurduk kendimizde? Doğum olmasaydı ölüm olur muydu? Bir buğday bitkisi kuruyup sararıp yani ölüme giderken başaklarda kuruyan onlarca tane toprağa düşerek bir yıl sonraki yemyeşil buğday filizlerinin çimlenmesini sağlar. Anlaşılacağı üzere ölüm, yaşamı doğurmakta buğday bitkisinde. Bu örnekler çoğaltılabilir. Görüldüğü gibi doğada, yaşamda her şey karşıtıyla var. Bir şeyin karşıtı yoksa o şey de yok.

         Varlık ve yokluk birliktedir. Varlığın olmadığı yerde yokluk, yokluğun olmadığı yerde varlık olmaz. Karşıtlar birlikte var olup birlikte yok olur. Doğa ve yaşamımızdaki karşıtlıkları anlatan sözcükler, kavramların da varlığı, yokluğu birbirine bağlı.

         Durum yukarıda anlattığımız gibiyse birçok kişinin bu gerçeği anlamaması niye? Çok yalın bir doğa gözlemiyle bile anlaşılabilecek bir durum, bir gerçek neden göz ardı edilir?

         Günümüzde birçok kişi, gerçekçilikten uzak yaşar. Kendi dar çevresinde düşlediği bir yaşam ve yaşamın kendince gerektirdiği kuralları düşler. Düşünce, gerçeklerden uzaklaşıp düş dünyasına daldığında kişi, yaşamdan kopar. Yaşamdan kopmak demek, gerçekten kopmak. Bu kişiler tek boyutlu düşünür. Herkesin kendisi gibi olmasını, düşünmesini, davranmasını ister. Oysa insan, hızarda biçimlenen bir kütük değil. Marangoz, kütüklerden birbirine benzer onlarca beşe onlar üretebilir. Bunlar, biçimsel olarak birbirlerine benzeseler bile özünde farklıdır hepsi.

         Gerçeklikten uzak kişi, kendi düşsel dünyasını kurar kafasında. Yaşamda çok az şeyden memnun olur. Mutsuz olmak için hazırdır. En küçük şeyler, onu mutsuz etmeye yeter. Memnuniyetsizlik, onun yaşam biçimi. Her insana kulp takmak için gerekçesi vardır. Toplumsal ve kişisel değişimlerin kendi istediği zaman olmasını bekler. Olmadığında çocukça bir nefret, bıkkınlık, vazgeçme, küsme duygusu ortaya çıkar.

         Memnuniyetsiz kişilerin en büyük özelliği, her konuda ve koşulda her şeye muhalif olmaları. Bu muhaliflik asıl yönü topluma, insanlara, yaşamadır. Kendilerini sırça köşke hapsettiklerinden toplumsal değişim ve gelişmeler için savaşmaz. Kendi yerine, başkalarının ayaklanmasını bekler.

         Kadın ve erkek bazı dostlarım var. “Gençler niye duruyor, niçin ayaklanmıyorlar? Falan parti niye suskun, sokağa çıkmıyor? Dar gelirliler neden isyan etmiyor?” benzeri tümceler kurarlar. Bu sözlerle çevresindekileri kışkırtırlar isyan etmesi için. Ancak kendileri kıllarını kıpırdatmazlar. Bu tür konuşan dostlarıma sorarım: “Bugüne dek bir siyasal partiye, bir demokratik kitle örgütüne üye oldunuz mu?” ya da “Ülkemizde onlarca sokak eylemi oldu, alanlar doldu taştı. Hangisine katıldınız?” derim. Onların yanıtları neredeyse aynıdır. “Bizim yaşımız uygun değil. Biz arkadan destek olacağız onlara.” ya da “Onlar çıksın önce, biz de gereğini yaparız.” diye yanıtlarlar beni. Bu konuşmalardan da anlaşılacağı üzere bu kişiler, yaşamlarının hiçbir döneminde risk almazlar. Hep başkalarının kendi yerlerine savaşmasını isterler. Bir başka deyişle insanları kullanırlar açıkça. Başkalarının sırtından geçinmek yaşam biçimleri.

         Bekledikleri değişim, istedikleri zaman içinde olmadığında toplumu ve kişileri suçlarlar. Hiçbir şey yapmadan her şeyin kendi istedikleri biçimde olmasını beklerler. Toplumsal dinamiklerin nasıl harekete geçeceğini bilmezler. Kendi işlerini olağanüstü biçimde iyi yaptıklarını düşünürler. İşlerini kötü yapanlar hep onların dışındaki kişiler.

         Bizden adam olmazcılara gelince… Onlara göre Türkiye’de yıllardır olumlu olan hiçbir şey yok! Her şey kötü, her şey ilkel, her şey anlamsız. Bu kişiler katıksız batı hayranı. Onlara göre batı, kötü de yapsa iyidir. Batı, sömürse de insanları, bir amaçları vardır. Bu boşu boşuna olmaz. Batılılar, her şeyi iyi ve güzel yapar. Batı’da yaşam kurallarla çok güzel sürer. Kentler, kasabalar, köyler tertemizdir. Orada ne hırsızlık yapılır ne de cinayet işlenir. Oysa elinin altındaki internete baksa görecek dünya istatistiklerini. Ancak bakmaz. Neden mi? Düş dünyası yıkılmasın diye.

         Bizden adam olmazcılar, sağaltımı olmayacak bir aşağılık kompleksi içindeler. Umutsuzluk yaymak, onların vazgeçilmez davranışları. Ülkemizin ilerlemesini, kalkınmasını, gelişmesini gönülden istemezler. Onların istediği olumsuzlukların, kötülüklerin çoğalması. Çoğalsınlar ki, onların söyleyecek sözleri olsun. Olumsuzluk olsun ki, halkı aşağılayacak fırsatı bulsun.

         Bizden adam olmazcılar; Vietnam, Kamboçya, Laos, Irak, Suriye, Libya, Yemen, Yugoslavya, Ukrayna, Afrika, Orta ve Güney Amerika’da kimlerin kan döktüğünü görmezler. ABD, Fransa sokaklarında polisçe öldürülen kara derililerin insan olduklarını düşünmezler bile. En çok karbon salınımıyla ozon tabakasını delen sözde uygarlık elçilerinin farkında olmadan göstermelik doğa koruyuculuğuna soyunurlar. Batı kapitalizminin çürümüşlüğünü özgürlük olarak algılarlar. Batı’nın devrimci dinamiği yerine, emperyalizmini allayıp pullarlar.

         Kendi ilkelliklerini, asosyalliklerini, yaşadıkları toplum ve insan sevgisizliklerini ayna yönetimiyle başkalarına yansıtırlar. Sürekli suçlayıcıdırlar. Başkalarını sorumlu görüp suçladıklarında devrimci bir dönüşüm olacağını sanırlar. Oturarak başarıya ulaşan tek canlı olan tavuğa benzerler diyeceğim, ama uygun olamayacak. Çünkü bunların oturarak kazandıkları bir başarı yok!

         Atalarımız: “Beş parmağın beşi bir olmaz.” demiş. Ne güzel bir söz. Kendi elimizdeki beş parmak birbirine benzemiyorsa milyonlarca insan niye benzesin birbirine? Hele genelleme ve toptancılıkla herkesi aynı görmek nasıl bir sığlık, yobazlık?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       9 Temmuz 2023

 

        

        

 

 

YAĞMURUN BEREKETİ


         8 Temmuz Cumartesi günü kaldığımız yerden Mürefte merkeze yürüdüm. Kaldırım olmadığı için yürümek oldukça zor. Kelle koltukta yürünüyor bu yolda. Yirmi dakikaya yakın sürmekte yürüyüş. Yol yürünebilir, düzgün olsa daha kısa sürede gidilir.

         Yolda yağmur damlaları tek tek düşmeye başladı. Damlalarla adımlarım hızlandı. Çarşıya girince birkaç kişiyle selamlaşıp Yapıncak Çay Bahçesi’ne girdim. Yağmur dinmişti. Havada kurşuni bulutlar egemendi. Hava oldukça sıcak ve nemliydi. Uzaktan gök gürültüleri işitilmekteydi. Önlem için üstü kapalı olan bölümün ön yanındaki bir masaya oturdum. Hemen çay ısmarladım kendime. Bilgisayarımı açıp çalışmaya başladım.

         Çay bahçesi tıklım tıklım… Kadınlar, erkekler, gençler okey oynamaktalar. Arkamda birkaç masa birleştirilmiş bir kız çocuğunun doğum günü kutlanmakta. Çocuğun arkadaşları cıvıldaşmaktalar. Annelerinin sesleri onlardan daha çok çıkmakta. Sürekli komutlar vermekteler çocuklarına. Bu komutlarla çocuklarını kafes maymuna çevirdiklerini farkında değiller. Onların kanatlarını kırıp özgürlüklerini kısıtlamaktalar. Çocuklara nasıl oturacaklarını, susmalarını, tabaklarındaki pastaları nasıl yemeleri gerektiğini, ivedilik göstermemeleri gerektiğini yinelemekteler boyuna. İkide bir çocuklara “Teşekkür ettin mi yavrum?” diye uyarıları beni çıldırtmakta. Onları uyarmamak için sabrediyorum. Çocukları ezim ezim ezmekteler. Tinsel sağlıkları, özgüvenleri ayaklar altında küçük yavruların. Ne yapacaklarını şaşırmaktalar.

         Ülkemizde çok önemli bir düzeyde anne ve baba sorunu var. Üstelik bu annelerin çoğu öğrenim görmüş gibi. Nedense öğrenim görenleri eğitemiyoruz. Koca koca diplomaları var, ancak eğitimleri çok zayıf.

         Çocuklar yanlış yapmasalar, doğruyu nasıl yapacak; deneyin nasıl kazanacaklar? İnsanın yanlışlardan öğrenebileceği gerçeğini niye anlamıyor ebeveynler? Onların yaşam okulunda öğrenip eğitilmelerinin önündeki en büyük engelleri anne ve babaları. Onlara yapma, uygulama, öğrenme fırsatı tanımamaktalar. İşin en kötüsü de toplum içinde çocukları kibarca azarlamak ya da sürekli müdahalelerle şaşkın ördeğe çevirmek niye?

         Çocuk cıvıltıları, anne uyarıları arasında gök gürültüleri sıklaştı. Birden gök yarıldı, yağmur boşalmaya başladı. Çay bahçesinin içi suyla dolmaya başladı. Önümüzdeki kaldırım, su deryası. Yağmur damlaları, yelle savrulmakta. Islanmamak için masalar birbirine yaklaştırıldı. Ortada büyük bir insan ve masa kümesi oluştu. Yağmur epeyce sürdü. Yağmurun kesilmesinden sonra gökyüzü pırıl pırıl oldu. Birden çift gökkuşağı belirdi gökte. Sanki Marmara, Avşa, Ekinlik adalarını kucaklar gibi. Az sonra gökkuşaklarından biri yok oldu. Diğeri daha çok belirginleşti. Marmara Adası’nın başına taç oldu. Çoluk çocuk herkes ayaklandı fotoğraf çekmek için. Atacan’a telefon ettim gökkuşağını görsün diye. O da telefonla bana canlı yayın yapıyor evin önünden.

         Gökkuşağı yitip gitti mavi, gri gökte. Benim de işim bitmişti. Kalkıp daha sessiz bir kahvenin önüne oturdum çay içip sessizlik içinde akşamı yaşamak için. O arada Fatma Yürekli, bana aynı sınıfta okudukları Sema Akdoğan’ın telefon numarasını göndermişti. Bu sessizlik içinde arayayım, dedim. Yıllar öncesinin yaşam dolu sesi var kulağımda. Onu aramama epeyce şaşırdı. Yıllar öncesinin anıları belleğimde capcanlı.

         Anılar uçuşmakta belleğimde. Okuldan çıkıp çocuk kümesiyle söyleşerek yürürdük Samsun-Trabzon karayolunun geçtiği Çengelli’ye. En hızlı yürüyen Sema idi. Yürümezdi, adeta uçardı. Konuşmayı da dinlemeyi de severdi. Ailesi, köyleri, okullarıyla ilgili anımsadıklarımı anlattıkça şaşkınlığı büyüdü.

         Bazı olumsuz anıları da konuştuk. Ona, Maksim Gorki’nin bir kitabını armağan etmiştim. Okul müdürü, kitabı görünce Sema’yı sorguya çekti, benim siyaset yaptığımı düşünerek. Benim aleyhimde konuşsun diye bir zorlama vardı. Müdürün baskıcılığının onları olumsuz yönde etkilediğinden söz etti.

         Biz büyükler, çocukların olan bitenlerden pek haberi olmadığını düşünürüz. Gerçek böyle değil. Okulumuzun müdürü, her işini, her davranışını kendi ideolojik dünyası içinde yapardı. Bu konuda çocuklara baskı yapardı. İstediklerini yapmayan çocukları çok kötü döverdi. Birlikte çalıştığımız sürece bu uygulamalarına karşı çıktım. Öğretmenlik ve eğitimle ilgisi olamayan uygulamalarını, öğrencilere karşı insanlık dışı davranışını kabul etmem olanaksızdı. Sıkça ikimizde soruşturma geçirdik bu savaşımda. Öğrencilerin haberi yok sanırdım olan bitenden. Meğer onlar, her şeyi çocuk belleklerine işlemişlerdi çoktan. Sema’nın her şeyden haberi olduğunu öğrenince çok da şaşırmadım. Çünkü çocuklar çek zeki… Onlar, temiz yürekleriyle görürler her şeyi.

         Birbirimizi görmeyeli kırk üç yıl olmuştu. Bu sürede neler yaptıklarımızı anlattık karşılıklı. Yaşam koşulları, insanları bir yerden diğer yere sürüklemekte. İnsanoğlu kuş misali… Nerede, ne zaman, neden bulunduğu pek de bilinmemekte. Sürekli ekmek savaşımı içinde… Geçimi en iyi sağlayacağı, en mutlu olacağı yerlere göçmekte.

                Kırk üç yıl sonra ortaokuldan ilk mezun ettiğimiz öğrencilerimle buluşmama kim köprü oldu? Aynı sınıfta okuttuğumuz Muhammet Çetin. Muhammet’le yıllardır hem yüz yüze hem de telefonla görüşürüm. İstanbul’da yaşamakta. Sanırım, 24 Kasım 1999’daki Öğretmenler Günü idi. O zaman çalıştığım özel öğretim kurumunu aramış ve sonrasında da beni görmeye gelmişti. İşte, yıllar sonra bazı arkadaşlarının telefon numaralarını verip beni onlarla telefonda da olsa buluşturan o oldu. 

         Sema, bana yağmurun getirdiği bereket oldu. Kırk üç yıl öncesi yaşantımı canlandırdı belleğimde olumlu ve olumsuz yanlarıyla. O tozlu, çamurlu yollarda Çengelli’ye yürüyüşümdü o. Yıllar sonra da olsa sesine kavuştum. Ne güzel…

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                8 Temmuz 2023

KIRK ÜÇ YILLIK ÖZLEM


         Dinlencemiz Mürefte’de, yani bin bir çiçeğin açtığı yerde sürmekte. Bugün günlerden Cuma…  Şarköy’de pazar kurulmakta. Biz de pazara gitmek için yola çıktık eşimle. Arabayı, eşim kullanmakta. Yaklaşık on kilometrelik yolumuz var.

         Arabaya biner binmez telefonum çaldı. Telefonda 1979-80 Öğretim Yılında, yani öğretmenliğe ilk adımımı attığımda, Çarşamba-Çınarlık Ortaokulu’nda okuttuğum Fatma Yürekli’nin sesi. Yalnızca orta sonda okutmuştum onları. Kırk üç yıl sonra sesini işitmekteyim. İster istemez insan heyecanlanıyor. Çünkü telefonun öte başında gençliğim, ülkülerim, öğretmenliğe başladığım ilk günlerin heyecanı, yaşamımda tek başıma kanat çırpmaya başladığım günlerim var.

         Önceleri ahır, sonrasında değirmen olan derme çatma bir yapıdan oluşan bir okul üç yol çatında. Okul bahçesi, köy yoluydu. Traktörlerin, bisikletlerin sıkça geçtiği, arabaların seyrek de olsa gidip geldiği yazın tozlu, kışın çamurlu bir yol.

         Köylüler, yavaş adımlarla çevreyi inceleyerek yürürdü, Okulun önünden geçerken adımlar, iyice yavaşlardı. Bakışlar, camlara yönelirdi selam vermek, fırsat doğarsa ayaküstü de olsa birazcık laflamak için. Ders aralarındaki dinlencelerde, özellikle de öğle arasında bazı yaşlılar dikilirdi öğretmen odasının karşısına. Onları gördüğümde buyur ederdim çay içmek için. Ben yoksam, sorarlardı öğrencilerimizden birine beni. Hal hatır sorduktan sonra sobanın üstünde fokurdayan çaydanlıktan doldururdum çayları. Söyleşirdik karşılıklı onlarla. Onları dinlemek isterdim saatlerce bıkıp usanmadan. Yaşanmışlıkları, belleğime kazırdım usta bir kuyumcu titizliğiyle. Onlarsa beni, çiçeği burnunda öğretmenlerini dinlemek niyetindeydiler. Genellikle amacıma ulaşırdım. Neredeyse her günüm birçoğu velimiz olan köylülerden deneyimlerini, birikimlerini, öngörülerini, sorunları kolayca çözme yöntemlerini öğrendim durmaksızın. Aslında yirmi yaşında gittiğin Çınarlık’ta hem öğrencilerimle hem de köylülerle büyüdüm. Karşılıklı bir öğrenme süreci geçirdim üç yıl boyunca.

         Fatma, dersleri ilgiyle izlerdi. Sınıflarında on iki kişi vardı. Gözlüklü tek öğrenciydi sınıfta. Gözlük camlarının altında sürekli gülümseyen bir çift göz bakardı bana. Defterleri düzenliydi. Not almayı severdi kız öğrencilerinin çoğu gibi. Derme çatma da olsa köylerinde ortaokulun açılması, onlar için bir kurtuluş fırsatıydı aslında. Öğrencilerin çoğu bunun farkındaydı. Tüm olumsuzluklara karşın canla başla tünelin ucunda gördükleri ışığa koşar adım gitmekteydiler. İçlerinde yaşı geçkin çocuklar da vardı. Onların gayreti de ilgi çekiciydi.

         Sınıf dediğimiz avuç içi kadar bir oda. İki adımda baştan sona yürünürdü. Son yıllarda ilk görev yerimi düşünmekteyim hep. Öğrencilerin yüzleri, oturdukları sıralar, onlarla konuşmalarımız siyah beyaz bir film gibi geçer gözümün önünden. Onlarla dinlencelerde söyleşirdik. Öğrendikleri her yeni şey, güneş aydınlığına bir bakacak açardı onlara. O bakacaklardan güneş ışıklarının her gün çoğaldığını görüp duyumsardım onların mutluluklarını.

         Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Şarköy’e gelmişiz çoktan. Eşim, arabayı park edip indi. Ben de indim telefon kulağımda. Eşim, pazarın giyim kuşam satan bölümüne yöneldi. Ben de ters yönde yavaşça gitmekteyim telefonla konuşarak. Fatma’yla konuşmamız bitti. Birkaç gün önce de aynı sınıftan Serpil Kılıç ve Tahsin Öztürk’le konuşmuştum. Onlar da mutluluğuma mutluluk katmışlardı.

         Yavaşça sahile doğru yürüdüm. Oradaki bir köftecinin içindeki kırlangıç yuvasının durup durmadığına baktım. Duruyormuş, bu güzel bir şey. Kırlangıçlar durmaksızın yiyecek taşıyorlardı yavrularına. Dükkân sahibi, beni görünce “Hoş geldin!” dedi. Hal hatır sorduk karşılıklı. “Hayırlı işler!” dileyip ayrıldım. Atatürk Caddesi’ne girdim. Ne yazık ki buranın adı, tabelada “Atatürk Cadde” diye yazıldı. Türkçe kurallarına aykırılığını birkaç kez uyardım, ancak düzeltilmemiş.

         Arkadaşlarım altı kişiydiler. Oturmuşlar, derin söyleşideler. Beni görünce oturdukları yerden ayaklandılar. Görüşmeyeli bir yılı geçti. Özlemlerimiz derin. Beni oturttular sandalyeye. Onlarda oturdu. Söyleşimiz, iyice derinleşti. Bu arada yağmur çiselemeye başladı. Sandalyeleri elbirliğiyle taşıdık. Ben, izin istedim gazete ve su almak için. Niyetim geri dönmek. Markete girip alışverişimi yaptım. Dışarı çıktım ki sağanak bir yağmur göz açtırmamakta. Atatürk Caddesi dere oldu taşıyor. Yeni düzenlenmiş bir cadde. Adım başı kısa ve uzun aydınlatma direkleriyle donatılmış. Ancak mazgallar, suyu alıp götürecek yeterlilikte değil. Bazıları tıkalı… Deniz şuncacık uzaklıkta. Sular denize kavuşamıyor. Tamam, yağış çok fazla; ancak yöneticiler, iklim değişikliğini de düşünerek öngörülü olmalı değil mi? Öngörüsüzlük değil mi birçok şeyi mahveden?

         Marketin içinde beklerken eşim aradı. O da yakındaymış. Bulunduğum yeri söyledim, geldi. Yirmi dakikaya yakın bekledik orada birlikte. Yağmur, az da olsa azaldı. Alışveriş yapmamız gerek. Bulunduğumuz yerden ayrıldık. Islana ıslana, sokaklardaki sulara bata çıka, saçak altlarına sığınarak yürüdük. İstiklal Mahallesi-Kamber Baldak Sokağına çıktığımızda esnaf, mazgalları açmakta. Bu arada yağmur da şiddetlendi. Bir dükkânın önüne sığındık. Dükkân sahibi bizi, görünce acımış olacak ki durumumuza içeri buyur etti. Selam verip girdik. Söyleşmeye başladık. İstanbul’da yaşamış uzun yıllar, eşimle aynı mahallede büyümüş. Çok sayıda ortak tanıdıkları var. Neredeyse akraba çıkacaklardı. Çay söyledi, ancak çaycı caddenin karşısında, dereyi geçip nasıl geçecek? Çaylarımız suyu aşıp gelemedi bu nedenle.

         Yağmur dinmeye başladı. Vedalaşıp çıktık Ömer Bey’in dükkânından. Hafif yağmurda ıslanarak yürüdük. Bir yandan da alacaklarımızı almaktayız. Arabamız, epeyce uzakta. Yürüdük… Nasıl olsa spor yapıyoruz böylece. Sonunda arabamıza ulaştık. Eve dönme zamanı… Islak bir günün sonunda gecenin koynuna girdik. Artık düşlerle yaşama zamanı.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       7 Temmuz 2023

                                                                      

        

KONUT SORUNU


         Ülkemizde en büyük sorunlardan biri, konut pahalılığı. Konutların hem ederleri hem de kiraları çok yüksek. Bunun türlü nedenleri var. Bu nedenlerin neredeyse hepsinin nedeni devletçiliği ter ederek serbest piyasa sistemini benimsememizden kaynaklanmakta.

         İlk neden; ülkemizde planlı bir konut üretimi yok! Konut üretiminin büyük bölümü, yapsatçılarca yapılmakta. Bu üretimin dayandığı temel, yüksek kazanç. Usçu bir planlama ne yazık ki yapılmamış bu konuda. Yapsatçı, konutu nerede yapmayı yeğliyorsa orada yapıyor. Genellikle bunun gerçekleşmesinde kat karşılığı yapılan pazarlıklar belirleyici olmakta.

         Ne yazık ki belediyeler, son yıllarda kent planlamalarını savsaklamaktalar. Kentlerimizin birçoğunda yeşil alan sıkıntısı var. Bu da bu kentlerde yaşayanların oksijen yerine, egzoz solumalarına neden olmakta.

         Kentlerimizin neredeyse hepsinin ortak özelliği otopark eksikliği. Anadolu ve Trakya’nın küçük ilçelerinde bile arabaları park edecek yer bulunmamakta. Bu nedenle de yurttaşlar, arabalarını yol kıyılarına ya da kaldırımlara park etmekteler. Yol kıyıları, arabalarla dolunca yollar daralmakta ve trafik sıkışıklığı olmakta. Kaldırımlara çıkan arabalar yüzünden yayalara yürüyecek yol kalmamakta. Ayrıca apartman terk alanlarıyla genişleyen cadde ve sokaklar, işyerlerinin işgali altında. Bu nedenle de yeşil alan ya da yürüyüş yolu olması gereken terk alanları dükkanların uzantıları durumuna gelmekte.

         Konut üretimi, yapsatçılara bırakılmayacak kadar önemli bir konu. Bu nedenle konut yapımında devlet kurumlarıyla belediyeler, etkin görev almalı ki yurttaşlarımızın gereksinmeleri karşılansın.

         İkinci neden; sosyal konut eksikliği. Bu nedenle konut arzı azalmakta ve talep yükselmekte. Bu da konut ederlerini haksız bir biçimde yükseltmekte.

         Üçüncü neden; ülkemizde konutun yatırım aracı olması. Kazancı yerinde olan birçok kişi parasını değerlendirmek için konut satın almakta. Konut ve dükkânları kiraya veren yatırımcı, bu yolla kazanç elde etmekte. Yüzlerce evi olan kişiler var ülkemizde. Bu durum, kiraların yükselmesinde önemli etken. Bir nevi tekel oluşmakta bu yolla. Bunu önlemek için cebinde parası olan kişilere yeni, yararlı ve özellikle de üretime yönelik yatırım alanları önerilmeli. Birden çok konutu olanlara, konut başına vergi artırılmalı. Bu, çok sayıda konut edinme konusunda caydırıcı olabilir.

         Emlakçıların satış ve kiralamada var olan ederler üzerinden komisyon almaları da hem konut hem de kira ederlerini yükseltmekte. Düşük kira ve düşük eder, az komisyon demek.

         Diğer bir nedense ülkemizde yaşayan milyonlarca sığınmacılar, farklı ülkelerden gelen kaçak işçiler ve oturma izni olan yabancılar. Bu kesim, yaklaşık olarak bir milyona yakın konutta yaşamakta. Bu, önemli bir sayı. Bu nedenle konut alım ve kiralama talebi yükselmekte. Konut arzı, bu talebi karşılayamamakta. Buna koşut olarak yabancılara Türk yurttaşlığı verme karşılığında konut satışı, belirleyici olmasa da talebi artırmakta. Sığınmacı sorunu, usçu yöntemlerle çözülmeli.

         Dünyada, Türkiye kadar yabancıların kolayca yaşadıkları bir ülke yok sanırım. Ülkemiz bu yolla kaçak işçi cenneti oldu. Bu konuda gerekli önlemler, ivedilikle alınmalı. Bu sorunla ilgili çözümler, sorunu kökünden halletmese de konut ederlerinin ve kiraların aşağı çekilmesinde az da olsa etkili olur. Bu arada yabancılara konut satışı zorlaştırılmalı.

         Devlet ve belediyeler eliyle toplu konut projeleri çoğaltılmalı. 6 Şubat depremi gösterdi ki devlet eliyle yapılan konutların ayakta kaldı. TOKİ konutlarında ne can ne de mal yitimi var. Oysa anlı şanlı yapsatçıların yaptığı fiyakalı konutlar yerle bir oldu. Bu nedenle resmî kurumlar, konut üretiminde daha çok sorumluluk alıp üretim yapmalı.

         Sorunlar geçiştirilmemeli. Kalıcı çözüm için sorun, tüm boyutlarıyla ele alınmalı. Sorunun çözümü ertelenirse bu, bazı sosyal sorunlara neden olabilir. Ayrıca ülkemize düşmanlık yapan bazı terör örgütleri, bu sorundan yararlanarak halk arasında yandaş bulabilir. Toplumsal istikrar bozulabilir. Bu nedenle ülkemizdeki konut sorunu ertelemeye gelmez. Hem hükümet hem de belediyeler, ellerini taşın altına koymalı.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       6 Temmuz 2023

 

 

DENİZLİ MÜFTÜSÜ AHMET HULUSİ EFENDİ


         Mondros sonrası işgallerin başlamasıyla Anadolu ve Trakya’daki birçok yerleşim yerinde yaşayan halk, emperyalizme tutsaklığı kabul etmedi. Padişah Vahdettin ve İstanbul Hükümeti’nin tüm engellemelerine, duyarsızlığına karşın ülkemizin her yerinde yurtseverler örgütlenmeye başladı. Bu örgütlenmelerin birçoğunda din görevlilerini görmekteyiz.

         Şeyhülislam Dürrizade’nin fetva üstüne fetva yayımlamasına karşın Anadolu’da din adamlarının çoğunluğu, İstanbul’un bu teslimiyetine karşı çıktı. Sayıları az da olsa bazı din adamları, İstanbul’un yanında yer aldı. Ancak bu, çok etkili olmadı.

         Ahmet Hulusi Efendi, işgaller başlamadan kolları sıvayan, öngörülü bir yurtseverdi. 23-26 Mart 1919’da İzmir’de yapılan kongreye, Denizli sancağını, başkanlığını yaptığı bir kurulla temsil etti. Bu kurulda; Denizli Belediye Başkanı Hacı Tevfik, Tavaslıoğlu Mustafa ve Küçükağazade Ali beyler yer almaktaydı.

         Kongre, İzmir Beyler Sokağı’ndaki sinemada, Nurettin Paşa başkanlığında toplandı. Toplantıda, Ege Bölgesi’nin işgaline şiddetle karşı çıkıldı. Bu amaçla Aydın, Denizli ve Balıkesir’de direnişleri örgütlemek için Müdafaa-i Hukuk ve Reddi İlhak cemiyetlerinin kurulması kararlaştırıldı.

         Müftü Ahmet Hulusi Efendi, Denizli’ye döner dönmez işe başladı. Neredeyse bütün kasaba ve köyleri dolaştı. Acıpayam, Buldan, Çal, Sarayköy ve Tavas’ta müftüler, müderrisler ve eşrafın önderlik ettiği kurullar oluşturuldu. İzmir’in işgal edileceği haberi duyulunca Denizli Mutasarrıfı Faik (Öztrak) Bey; Müftü Ahmet Hulusi Efendi, Askerlik Şubesi Başkanı Tevfik Bey, Belediye Başkanı Hacı Tevfik Bey ile eşraftan bazı ileri gelenleri çağırarak İzmir’den gelen telgrafı okudu. Halkı bu konuda bilinçlendirmek üzere belediye önünde miting düzenlenmesine karar verildi bu toplantıda. Mitingin düzenlenmesi görevi Ahmet Hulusi Efendi’deydi.

         “Ahmet Hulusi Efendi derhal çalışmalara başlamıştır. 15 Mayıs sabahının erken saatlerinde mitingi halka duyurmak üzere bulunup kiralanan tellallar çarşı ve mahalleleri dolaşarak ‘Allah’ını, dinini ve vatanını sevenlerin müftülük binası önünde toplanmaları’ duyurusunda bulunmuşlardır. Bu arada Müftü Efendi, cami imam-hatiplerine de haberler göndererek sabah namazından sonra cemaatle birlikte miting yerine gelmelerini istemiştir. (Recep Çelik, Millî Mücadele Günlerinde Din Adamları, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2017, sf. 49)” Denizli halkı, 15 Mayıs 1919 günü sabahı belediyenin bulunduğu Bayramyeri’nde toplandı.

         “… Kalabalığın artması üzerine yanında din görevlileri, tekke şeyhleri, eşraf, öğretmenler ve yedek subaylar olduğu halde Müftü Efendi önce müftülük binası önüne gelmiştir. Ahmet Hulusi Efendi, müftülük yakınındaki Ulu Cami’de bulunan sancak-ı şerifi asılı olduğu yerden tekbir ve salat ü selamlarla birlikte indirerek caminin çevresinde bekleyen kalabalığın önüne geçmiştir. Bu anda halkta heyecan doruk noktasına ulaşmıştır. Mutasarrıf, belediye reisi ve bazı eşraf, belediye balkonunda daha önce yerlerini almışlardı. Çalınan trampetlerle halk sükûnete davet edilmiştir. (Aynı yapıt, sf. 49)”

         Ahmet Hulusi Efendi, aşağıdaki konuşmayı yaptı mitingde:

         “Muhterem Denizlililer!.. Bugün sabah erken saatlerinde İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Bu tecavüze karşı hareketsiz kalmak, din ve devlete ihanettir. Vatana karşı işlenecek cürümlerin Allah ve tarih önünde affı, mümkünatı yok günahtır. Cihat, tam manasıyla teşekkül etmiş, dini fariza olarak karşımızdadır.

         Hemşehrilerim! Karşımıza çıkarılan dünkü tebaamız Yunan’dır. Onlar öteki düşmanlarımızın vasıtasıdır. Yunan’ın bir Türk beldesini eline geçirmesinin ne manaya geldiğini İzmir’de şu birkaç saat içinde işlenen cinayetler gösteriyor. Silahımız olmayabilir, topsuz-tüfeksiz, sapan taşları ile de düşman karşısına çıkacağız. İstiklal aşkı, vatan sevgisi, haysiyet şuurumuz ve kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi kazanacağız. Bu uğurda canını verenler şehit, kalanlar gazidir. Bu mutlak olarak cihad-ı mukaddestir. Sizlere vatanınızı düşmana teslim etmenin çaresiz olduğunu söyleyenler, düşman esareti altında olanlardır. Onlar irade ve kararlarına sahip değillerdir. Bu vaziyette olanların emri ve fetvası aklen ve şer’an caiz, makbul ve muteber değildir. Meşru olan, münhasıran vatan müdafaası ve istiklal uğruna cihattır. Korkmayınız, meyus olmayınız… Bu liva-yı hamdin altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız. Müftünüz olarak Cihad-ı Mukaddes Fetvası’nı ilan ve tebliğ ediyorum… Elinizde hiçbir silahınız olmasa dahi üçer taş alarak düşman üzerine atmak suretiyle mutlaka fiili mukabelede bulununuz. (Sadi Borak, Öyküleriyle Atatürk’ün Özel Mektupları, İstanbul 1980, sf. 13)”

         Yukarıdaki konuşma tarihsel bir önemde. Çünkü İzmir’in işgalinden dört saat sonra yapıldı. İşgalin nerelere varacağını anlatması bakımından Kurtuluş Savaşı’nın kısa bir izlencesi sayılabilir. Konuşmada, işbirlikçilik mahkûm edilmekte. İşgale karşı savaşmanın dinsel bir görev sayılmakta. Yunanlıların, asıl düşmanımız olan İngiliz ve Fransızların aleti olduğu vurgulanmakta. Müftü Efendi, umutsuz olanların ulusumuza ve bağımsızlığımıza düşman olduğunu da belirtmekte. Bu miting, çevre il ve ilçelere örnek oldu. Direniş ruhu dalga dalga yayıldı.

         16 Mayıs 1919 Cuma günü Acıpayam, Sarayköy ve Tavas’ta, 17 Mayıs’ta da Çal’da mitingler yapıldı. İşgali protesto etmek için İstanbul Hükümeti’ne ve itilaf devletleri temsilcilerine protesto telgrafları çekildi.

         Müftü Efendi ile ilgili Aydın Mebusu Mazhar Bey (Germen) şu bilgileri vermekte: “Denizli’de Müftü Ahmet Hulusi Efendi’nin rehberlik ettiği miting haberi ve onu takiben Müftü Efendi’nin imzasını taşıyan telgraf işte bu saatlerde Aydın’a geldi. Ben, ‘Heyet-i Milliye’ tabirini ilk defa bu telgrafta gördüm. Hükümet doktoru idim. Mutasarrıf olmadığı için bu makama da vekalet eden 57. Fırka Kumandanı Miralay Şefik Bey’in davet ettiği şahsiyetler arasında bulunuyordum. Kumandan, Müftü Efendi’nin gönderdiği telgraf metnini okuyarak dedi ki: ‘Denizli Müftüsü, tutulacak en sağlam ve vatanseverce yolu bize göstermektedir. Ben asker olarak elimdeki bütün imkanlarla vatanımı korumak için namus ve şeref andı içtim. Fakat bunu, Denizli’deki hareketi örnek alarak yapmak akıl ve mantık gereğidir.’ Demişti. (Cemal Kutay, İstiklal Savaşının Maneviyat Ordusu, C 1, İstanbul 1977, sf. 62-63)”

         Ahmet Hulusi Efendi, düşmanın ancak silahla durdurulabileceği inancında. İzmir’deki toplantıda, bu düşüncesini Nurettin Paşa’ya söyledi. Kuracağı ulusal direniş örgütünün sevk ve yönetiminin Nurettin Paşa’nın yapmasını önermiştir. Bunun için de Paşa’nın Denizli’ye gelmesini istemiştir. “… Sizin buradaki çalışmalarınız ve kişiliğiniz onları rahatsız edecektir. Sizi başka yere gönderecek, hatta rütbenizi yükselteceklerdir. Böyle bir durumda, rica ederim, İstanbul’a gitmeyiniz, Denizli’ye geliniz. Bizler gerekli her şeyi sağlamaya hazırız. Yeter ki, başımızda sizin gibi tecrübesi ve şahsiyeti ile itimada şayan yüksek bir komutan bulunsun… (Recep Çelik, Millî Mücadele Günlerinde Din Adamları, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2017, sf. 52)” Müftü Efendi, bu sözleri söyledikten kısa bir süre sonra Nurettin Paşa görevinden alınmış;yerine Ali Nadir Paşa, kolordu komutanlığına getirilmiştir. Bu konuda da öngörüsü gerçekleşti. O da Kambur İzzet Bey’le Yunanlıların işgaline ses çıkarmadı.

         Denizli Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyeti, 29 Mayıs 1919’da Ahmet Hulusi Efendi başkanlığında ilk toplantısını yaptı. Bu ilk toplantıda Müftü Efendi: “Her ne pahasına olursa olsun, Yunanlıların Denizli yöresine sokulmaması kararını almıştır. (Aynı yapıt, s. 52)” Ahmet Hulusi Efendi’nin bu öngörüsü de gerçekleşti.

         Ahmet Hulusi Efendi, Aydın ve Nazilli işgal edilmeden buralara güvendiği adamları gönderip direnişi örgütlemeye çalışmışsa da gerekli desteği bulamamıştır. Ardından Dinar, Afyon, Burdur ve Antalya ile ilişkiye geçildi. Dinar ve Afyon’a bizzat kendisi gitti. Oralarda din görevlileriyle konuştu. İlerleyen Yunan güçlerine karşı direniş için silahlı çeteler kurulması için çalıştı.

         10 Haziran 1919’da Denizli Heyet-i Millîyesi bir bildiri yayımlayarak halkı direnişe çağırdı. Millî Menderes Müfrezesi oluşturuldu. Böylece işgalcilere karşı direniş, milis güçleriyle başlamış oldu.

         “Müftü Efendi’nin Nazilli’de bulunduğu sırada yaptığı bir diğer örnek davranış da şudur: Buradaki bir depoda çok sayıda küflü mataralar olduğunu görmüş, bizzat kendisi bunları çuvallara koyarak İştipli Mehmet Efendi’nin de yardımıyla otele getirmiş, temizlemiş, lamba fitilinden ip takmış, üstüne de kaput bezinden kılıf yaptırarak kullanılır hale getirmiştir. Bu mataralar daha sonra gönüllülere gönderilmiştir.

         27 Haziran günü arife olduğundan Müftü Efendi, o gün Ramazan Bayramı Namazını kıldırmak ve halka vaazda bulunmak için Denizli’ye dönmüştür. (Aynı yapıt, s. 56)” Kurduğu milis gücünün tüm gereksinmelerini karşılamak için koşturdu Ahmet Hulusi Efendi. Tüm olanaklarını, düşmana karşı direniş için kullandı.

         Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, Denizli yöresinde işgale karşı direnişi başlatan koca yürekli bir yurtsever. Ahmet Hulusi Efendi gibi birçok kahramanı var Kurtuluş Savaşı’mızın. Bütün bu kahramanlar, Atatürk’ün önderliğinde birleşerek dünyanın tüm ezilen uluslarına örnek ve öncü oldu. Ulusun varlığı için Padişah’a da İstanbul Hükümeti’ne de Yedi Düvel’e de başkaldırdı bu kahramanlar. Adları ulusumuzun gönül defterine ve tarihimize altın harflerle yazıldı. Bu nedenle tarihimizi, genç kuşaklara öğretmeli. Öğretmeli ki, bir daha aynı eziyetleri çekmeyelim.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       5 Haziran 2023

          

        

        

 

OFLU HACIÖMERZADE HOCA HASAN EFENDİ


         Kurtuluş Savaşı sırasında din adamı denince kimilerinin usuna, işgal İstanbul’unda Şeyhülislam olan Dürrizade Abdullah ile İngilizlerin kurdurduğu İslam Teali Cemiyeti kurucularından İskilipli Mehmet Atıf Hoca ve Mustafa Sabri Efendi gelir. Bu üç kişi, ne yazık ki İslam’ı kalkan ederek halkı direnişten alıkoymak için işgallerden yana çıktılar. Oysa Anadolu ve Trakya’da neredeyse il ve ilçe müftülerinin tamamına yakını Atatürk’ün başlattığı Millî Mücadele’ye halkı örgütleyerek, verdikleri vaazlarla, topladıkları paralarla destek oldular. Birçoğu, bu destekle kalmadılar silah kuşanıp cepheye koştu. Bunlardan biri de Oflu Hacıömerzade Hoca Hasan Efendi…

         İngilizler, 1919’da Samsun’da asker bulunduruyorlardı. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı için örgütlü mücadele, bu ilimizde biraz gecikti. Heyet-i Temsiliye, Ankara’ya geldikten sonra Samsun’da bu kutsal görev için çalışacak kişiler belirlendi. Bu iş için en uygun kişi, Ticaret Odası Başkatibi Şükrü Bey’di.

         “Şükrü Bey, çalışmaları sırasında ülkedeki gelişmeleri yakından izleyen, camilerde irşat (Doğru yolu gösterme, uyarma-AH) faaliyetlerinde bulunan ve halk arasında Oflu Hoca lakabıyla tanınan tüccardan Hacı Ömerzade Hoca Hasan Efendi ile ikili görüşmelerde bulunmuştur. Hoca Hasan Efendi, camilerde yaptığı konuşmalarda işgaller üzerinde durarak halkı aydınlatmıştır. Hasan Efendi ile beraber hareket etmeye başlayan Şükrü Bey, kurulacak cemiyetin halk üzerinde daha etkili olacağı kanaatini taşımaya başlamıştır. Şükrü Bey tüccardan Hacı Hayrullahzade Ömer ve Sultani Mektebi İkinci Müdürü Adil beylerle görüşüp cemiyeti kurmaya karar vermişlerdir. (Recep Çelik, Millî Mücadele Günlerinde Din Adamları, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2017, sf. 91)”

         Hazırlıklar tamamlandıktan sonra Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti Samsun’da kurulur. Reis Boşnakzade Süleyman Bey, Azalar: Şükrü Bey, Tüccardan Hacıhayrullahzade Ömer Bey, Adil Bey, Nemlizade Şeref Bey, Muharrir Ethem Bey, Veysi Bey, İslambeyzade Faruk Bey, Kitapçı Osman Tabrak Bey ve Sultani Muallimi Hayrettin Nadi Bey’den oluştu cemiyet kurucuları. Hoca Hasan Efendi ise cemiyetin hatibi sıfatıyla örgütlenmedeki yerini aldı. Sonrasında Samsun’da düzenlenen bütün mitinglerin konuşmacısı ve halkı Millî Mücadele konusunda aydınlatacısı o olmuştur.

         I. Dünya Savaşı’nda İngilizlerce tutsak edilen Türkler, Mısır’dan Samsun’a getirildi memleketlerine gönderilmek üzere. Hoca Hasan Efendi, bu tutsaklara ülkemizin içinde bulunduğu durumu anlatmak için görevlendirildi. Onlara Millî Mücadele’yi anlattı.

         Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti, ilk olarak evlerde toplantılar düzenledi. Cemiyet’in merkezi, Sadi Tekkesi oldu. Burada Millî Mücadele ile ilgili telgraflar okunup gizlice üye kaydediliyordu.

         “Samsun’da 15 Mayıs 1922 günü Saathane Meydanı’nda bir matem merasimi yapılmıştır. İzmir’in düşman tarafından işgalinin yıldönümü münasebetiyle yapılan bu merasimde Müdafaa-yı Hukuk binasının balkonu ile Saathane Kulesi arasına ‘Ey vatandaş! İzmir’de Yüz Bin Müslüman Katledilmiştir’ yazılı siyah bir bez asılmıştır. Halkın manevi kuvvetinin artırılıp morallerinin diri tutulması gayesiyle Oflu İlyas Efendi, Ünyeli Hoca Arif Efendi, Müdafaa-yı Hukuk Üyesi Hoca Hasan Efendi birer konuşma yapmışlardır. Merasim, yurdun düşmandan bir an evvel kurtulması temennileriyle sona ermiştir. Böyle bir mitingde sadece din adamlarına söz söyleme hakkının verilmesi onların toplum üzerindeki otoritesini göstermesi açısından dikkat çekicidir. (Aynı yapıt, sf. 91-92)”

         Samsun’da Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti’nin kurulmasında öncülük eden ve yaptığı konuşmalarla halkı harekete geçiren Hacıömerzade Hoca Hasan Efendi hem yerdeşim hem soyaddaşım hem de akrabam. Ne kadar çok gururlansan az. Din adamlığını yalnızca Dürrizade’den, Musatfa Sabri’den, İskilip Atıf’tan ibaret sanan kısır, yoz, sığ ve emperyalizme teslimiyetçi zihniyetin gözlerini dört açması gerek. İngilizlerin toplumumuzu, Atatürk ve arkadaşlarını kötülemek için uydurdukları söylentilerden kurtarmalılar belleklerini. Hoca Hasan Efendi gibi nice yurtseverler vardı topraklarımızda. Hoca Hasan Efendileri görmeyen zihniyet ya ihanet içindedir ya da bilgisizliğin sığlığında debelenmektedir.

         Gerçek din adamları, Atatürk’ün yanında oldu başta beri, din üzerinden çıkar sağlamak isteyenler ise karşısında. Din üzerinden çıkar sağlamak isteyenlere “din adamı” demek ne denli doğru acaba?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       3 Temmuz 2023

                                                             

 

YILLARDIR SOSYAL KONUT NİYE YAPILMAZ?


         Sosyal konut, özellikle toplumun alt gelirli kesiminin barınması için yapılan konutlardır. Sosyal konut düşüncesi, etkin olarak sanayileşmeyle ülkelerin gündemine girdi. Çünkü sanayileşmenin getirdiği hızlı kentleşme ve göç sorunu, sosyal konut gerçeğini ortaya çıkardı.

         Sanayileşen kentler, kırsal kesimden büyük oranda göçlerle kalabalıklaştı. Çünkü sanayi üretimi yapmak için çalışan insanlara gereksinme vardı. Özellikle sanayi işçisi, tarlada çalışan köylülerden karşılandı. Kentlerdeki fabrikalarda çalışmaya gelen kırsal kesim insanına kalacak yer gerekmekteydi. Bunun için öncelikle fabrikalar, bu barınma gereksinimini karşılamak için kolları sıvadı. “Lojman” adı altında konutlar yapıldı fabrikalar çevresine. Bu işçi konutları, sanayileşmenin ilk zamanlarında ortak mutfak, ortak ayakyolu, ortak yunaktan oluşmaktaydı. Hatta işçiler, ailelerini kente getirmediklerinden aynı odayı, birkaç işçi paylaşmaktaydı.

         Sanayileşme geliştikçe köy kökenli işçiler kentlerin kalıcı, yerleşik bireyleri oldu. İşçiler, zamanla eş ve çocuklarını da kentlere getirdiler. Sosyal konutlardaki bekâr odaları, ailelerin kaldığı odalara dönüştü. Mutfak, ayakyolu ve yunaklardaki ortak kullanım uzun süre sürdü.

         Toplumlarda sosyal haklar geliştikçe sosyal konutlar da biçim değiştirdi. Her işçi ailesinin kalabileceği bağımsız konutlar yapıldı onlar için. Bu konutların bazılarında kalanlar kira ödemiyorlardı. Ancak birçok bağımsız konut, ucuz kiralama yoluyla işçilerin hizmetine verilmekteydi.

         Sosyal konutların yapılması çarpık kentleşmeyi önlemekte. Kentleri yaşanabilir yerler yapmakta. Çarpık kentleşmenin getirdiği birçok sosyal, yaşamsal sorunu ortadan kaldırmakta. Trafik sıkışıklığı, altyapı eksiklikleri, yeşil alan yoksunlukları, sosyal donatı alanı eksiklikleri gibi günlük yaşamı zorlaştırıcı sorunları ortadan kaldırmakta bu yapılaşma biçimi. Üstelik çağcıl ölçülerde yaşanabilir konutlar, insanları mutlu etmekte. Kentlerde insanların başlarını sokacakları bir yerlerinin olması; onların tinsel ve bedensel sağlığı, sosyal uyumunu iyileştirmekte, iş verimini artırmakta, toplumsal iletişimi, dayanışmayı çoğaltmakta; yarınlara güvenle bakmasını sağlamakta. Ayrıca güvenli bir konutta yaşayan kişi ve ailesinin özgüveni artmakta.

         Sosyal konutlar; ilk olarak boy verdiği ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İsveç, Japonya, Rusya ve Yeni Zelanda’da farklı adlarla anıldılar. Kapitalizm, emperyalizme evrildikten sonra sosyal konut yapımı da azalmaya başladı buna koşut olarak. Hele son yıllarda neoliberalizmin birçok ülkede uygulanmasıyla bu iş unutulur oldu. Çünkü neoliberalizm, “Altta kalanın, canı çıksın!” mantığıyla davranmakta.

         Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda halkçılık ve devletçilik üzerinde yükseldi. Atatürk: “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir.” diyerek Türkiye’nin kalkınma modelini bu sözde simgeleştirdi. Cumhuriyet, yoksul kesimlere sahip çıktı. Devletin ayakta durması, yeniden emperyalistlerin boyunduruğu altına girmemesi için sanayileşme, vazgeçilmez bir koşul olarak görüldü. Sanayileşme de devlet eliyle yapılmaya başlandı. Ülkemizin birçok yerinde fabrika bacaları tüttürülmeye başlandı. Sanayileşmede bölgesel eşitlik ilke edinildi. Bu da nüfusun bir bölgeye yoğunlaşmasını önlemek içindi.

         Sosyal konutların ilk yapıldığı yer, Ankara. Başkent olmasıyla hızla büyüyen bir kentimizdi burası. Bir yandan lojmanlar üretilirken diğer yandan da memur ve bürokratlara ucuz konutlar yapıldı. Bu ucuz konutları yapan devlet, kâr amacı gütmeden bunları memur ve bürokratlara sattı. Çünkü devletçilikte kâr amacı güdülmez. Amaç; kar etmek değil, yurttaşın gereksinmesini karşılamaktı.

         Cumhuriyet’in en büyük uygarlık göstergesi kurduğu kentlerdir. Batman, Karabük ve Kırıkkale Cumhuriyeti’mizin kurduğu sanayi kentleri. Bu kentlerde üretim tesisleri kurulurken yanı sıra sosyal konutlar da üretildi. Bu tesislerde çalışacak yönetici, mühendis, memur ve işçiler için sağlıklı konutlar yapıldı. Bu konutlar, ucuz ederlerle kiralandı çalışanlara. Bu yöntem, birçok kentimizde yaşama geçirildi. Böylece sağlıklı kentler oluşturuldu. Halkçı-devletçi anlayış, yoksulun konut sorununu bu usçu yöntemle çözdü.

         İstanbul’da ilk sanayinin kurulduğu yerlerden biri Bakırköy. Kurulan fabrikalar, hemen yanı başlarına konutlar yaptılar çalışanlar için. Bu konutlarla Bakırköy, önemli bir kent oldu. Ne yazık ki bu sosyal konutlar, günün modasına uyarak neredeyse hepsi yapsatçılığa kurban edildi.

         Ülkemizin Atlantik sürecine girmesiyle sosyal konut işi gündemden düşmeye başladı. Siyasetçiler, gecekondulaşmaya göz yumdu. Buna koşut olarak yapsatçılık desteklendi. Yapsatçılık ve gecekondulaşma, çağcıl kentlerin oluşmasını engelledi. Yapsatçı eliyle konut üretimi, önemli bir kazanç kapısı oldu. Kentler, plansız büyümenin sorunlarıyla karşılaştı. Köyden kente göç yoğunlaştı. Bu da belli başlı kentlerde insanların toplanmasına yol açtı. Birkaç büyük kente yoğunlaşan nüfus yüzünden konut ederleri yükseldi.

         Ne yazık ki 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararlarla ülkemiz, neoliberalizmin egemenliğine girdi. Neoliberalizm, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de devletçiliği tasfiye etti. Devlet, sosyal konut üretmekten vazgeçti. Var olanlar da satıldı. Çalışanların, lojmanlarda oturmaları ayrıcalık olarak topluma algılatıldı. Bu yolla sosyal konutların çoğu özel kişilere satıldı.

         Ülkemizde konut sorunun çözümünün yolu, yeniden sosyal konutların yapılması. Hem devlet hem de belediyeler bu konuda kolları sıvamalı. Bu konutlar, düşük ederlerle gereksinimi olanlara kiralanmalı. Barınma, insanların en temel haklarından biri. Devlet ve belediyeler, konut sorununun çözümünü yapsatçılara bırakmamalı. Belediyeler, lafla peynir gemisi yürütmeyi bırakıp sosyal konut işine el atmalı. Birkaç belediye dışındaki belediyelerin bütçelerinde reklama ayırdıkları payı, sosyal konut yapımına harcasalar sorunun önemli kısmı ortadan kalkar. Ülkemizin her yerinde merkezi yönetim kurumları ve belediyeler, sosyal konut üretme işi için kolları sıvamalı vakit geçirmeksizin. Ucuz kira dönemi, bu yolla başlatılmalı. Liberalizmin tüm özelleştirme tahribatına karşın kentlerimizdeki arazilerin çoğu, devletin ve belediyelerin. Bu nedenle sosyal konut üretmek için her türlü olanak var.

         TOKİ, yaptığı konutları satarken kâr amacı gütmemeli. Amaç; para kazanmak değil, özellikle alt gelirli yurttaşlarımızı konut sahibi yapmak olmalı. Her yurttaşın başını sokacak bir evi olmalı. Bu da anayasasında “sosyal devlet” olduğu yazılı olan bir devletin yapması gereken anayasal, zorunlu görevi.

         Hükümet ve belediye yöneticileri, halk dalkavukluğunu ve göz boyayıcı çalışmaları bırakıp toplumun ivedilikle çözüm bekleyen sorunlarına eğilmeliler. Bunun başında da konut sorunu gelmekte. Bunun için de Cumhuriyet’imizin ilk döneminde uygulanan halkçılık ve devletçilik uygulanmaları örnek alınmalı. Çözümü farklı yerlerde aramak, sorunlardan kaçmaktır. Bu nedenle sosyal konut projeleri ivedilikle başlamalı.

         Sosyal konutlar ancak halkçı-devletçi bir sistem yeğlendiğinde yaşama geçer. Bu nedenle ya serbest piyasadan yana olup varsılı daha varsıl, yoksulu daha yoksul yapıp halkın büyük bir çoğunluğunu evsiz bırakacağız ya da devletçiliği egemen kılarak halkımızın konut sahibi yaparak iki oda bir sofada mutlu olmasını sağlayacağız. Başka bir seçenek yok!

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       7 Temmuz 2023

 

        

ŞÛRA-YI SALTANAT


         Yunan işgal güçleri, İzmir’i işgal etti 15 Mayıs 1919’da. Mehmetçik, usa gelmez hakaretlere uğrayıp öldürüldü. Kentte yaşayan silahsız Türkler, kıyılmaya başlandı. Öldürme, işkence, yağmalama sıradanlaştı. Olanlar, telgraflarla İstanbul’a bildirildi. Hem hükümet hem de halk, olan bitenden haberdardı. Halk, Fatih ve Sultan Ahmet meydanlarında işgali protesto eden heyecanlı mitingler yaptı.

         Meclis-i Mebusan dağıtılmıştı. Halkın sesini duyuracak bir kurum yoktu. Padişah, yalnız istişari yetkileri olan “Şûra-yı Saltanat” adlı bir meclis oluşturuldu.

         “26 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul’da Yıldız Sarayı’nda toplanan, Osmanlı Devleti nazırlarından, ilim ve idare adamlarından mürekkep Saltanat Şurası’nı Padişah Vahdettin bir konuşmayla açtı. Daha sonra Damat Ferit Paşa kürsüye gelerek son olayların bir değerlendirmesini yaptı ve hiçbir umut vermemeğe dikkat etti. Şûra’da önemle ele alınan konu manda meselesi olmuştur. (Mustafa Turan, Yunan Mezalimi İzmir, Aydın, Manisa, Denizli 1919-1923, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2018, 4.Baskı, sf. 219)” Anadolu yakılıp yıkılırken, Yunanlılar her gün daha çok yer işgal ederken ve Türkler kıyım kıyım kıyılırken İstanbul’da Şûra’yı Saltanat’ta manda konusu konuşulmakta. Bu, aymazlık değil de nedir? Bu sırada Atatürk, Samsun’dan Havza’ya geçmiştir tam bağımsızlığı kazanacak yolu açmak için.

         “Eski Moskova Sefiri Galip Kemali (Söylemezoğlu) kürsüye gelerek, Dünya Harbi sırasında birtakım cinayetler işlendiğini, bundan Türk milletinin sorumlu tutulamayacağını, Balkan Harbi sırasında 350.000 Müslüman’ın öldürüldüğünü, insanlık ve adalet namına dünyaya yeni bir düzen vermek isteyen devletler tarafından bunların kanlarının dava edilmediğini, meydana gelen faciaların kısmen intikam hissine sahip olanlarca yapılmış olduğunu ifade ettikten sonra, ‘…bugün memleketimizin en kıymetli bir toprağı olan sevgili İzmir’imiz üzerinde bugün dalgalanan bayrağın sahibi olan milletin hakiki mahiyeti hakkında Fransız ve Şark Orduları kumandanlarından son nefesine kadar bir plebisit yapılmasını teklif ettim. (…) Yalnız Avrupa’ya anlatılması lazımdır ki, savaşa girdiğimiz dakikadan itibaren hakkımızda verilen kararlar insafsızca uygulanacak olursa, bu memleket tek vücut halindedir; buna karşı isyan edecektir.’ demiştir.

         Galip Kemali Bey’in bu konuşması Şûra’da bulunanlar üzerinde büyük bir etki yapmıştır. Veliaht Abdülmecit Efendi, yanındakilere şöyle demiştir: ‘Topkapı Sarayı’ndan çıkarılan Sancak-ı Şerif ile İzmir’in işgalini protesto etmek için toplanan kalabalığın yalnız Türk milleti değil bütün alem-i İslam’dan ibaret olduğunu, İzmir’in işgalini tasvip etmeyenlerin bilhassa Sultan Ahmet Meydanı’nda teşkil ettiği, adeden yüz binleri şimdiden aştığını gördükten sonra bu ümidin yerinde olduğunu söylemek bizim için hakikati ifade etmektir. (Aynı yapıt, sf. 219-220)” Bir yürekli yurtsever kişinin ortaya atılıp gerçekleri söylemesinin birçok şeyi değiştirdiğini görmekteyiz. Demek ki gerçeği görüp söylemeli.

         Padişah ve İstanbul Hükümeti, işgallere karşı duramadı. Ulusuna, toprağına sahip çıkamadı. Kendi yurttaşlarını, işgalcilerin insafına bıraktı. “Bana dokunmayan yılan, bin yaşasın.” düşüncesiyle kendi can güvenliklerini öne çıkardılar. Oysa ulusu kurtarmak için yola çıkan Mustafa Kemal ve arkadaşları, canlarını hiçe sayarak bir savaşa giriştiler. Büyük utkuları, kendi canını ulusu, yurdu için feda edenler kazanır. Kişisel kurtuluşu düşünenler, topluma öncü olup onu kurtaramazlar.

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                                2 Temmuz 2023