FOMON

 

Doğu Karadeniz Bölgesi’nde en önemli sorunlardan biri, ineklerin kışın beslenmesidir. Çoğu zaman kış mevsimi ağır geçer yörede. Kıyıdan iç kısımlara doğru gidildikçe kışın şiddeti artar. Kar kalınlığı, bazen bir metreyi geçer. Kışın hayvan yiyeceği üretme olanağı olmadığından güz mevsiminden önlem almak gerekmekte.

Çocukluğumda Of yöresinde tarım; fındık, mısır ve fasulye yetiştiriciliğine dayanmaktaydı. Zamanla çay dikimi ve üretimi yaygınlaştı. Fabrikaların yaygınlaşmasıyla çay, diğer ürünlerin ekim ve dikim alanlarını daralttı. Hatta çoğu yerde ortadan kaldırdı.

Temel geçim kaynağı fındık, mısır ve fasulye olunca güz mevsiminde bu ürünler dikkatle istiflenirdi. Fındık, üretici birliği olan FİSKOBİRLİK’e satılırdı. O dönemde dış müdahalelerle üreticinin hakkı gasp edilmemişti. Fındık iyi para ederdi. Köylü, namerde muhtaç olmazdı. Tarla ve bahçesinde ürettikleriyle geçinirdi. 1980’deki 24 Ocak kararlarıyla dış finans çevrelerine teslim olan ülkemizde tarım önce can çekişmeye başladı, sonra da öldürüldü. Böylece de Karadeniz’in üretken, çalışkan çiftçileri kentlere göç etmek zorunda kaldı.

Neyse biz konumuza dönelim. Sonbahar geldiğinde yemyeşil mısır sapları sararmaya başlar. Mısır koçanları çoktan olgunlaşmıştır. Kadınlar, erkekler, çocuklar seferber olur. Ailenin bazı üyeleri mısır koçanlarını özenle toplayarak ellerindeki sepetlere doldururlar. Dolan el sepetleri, daha büyük olan sırtta taşınan sepetlere boşaltılırdı. Tıka basa doldurulan sepetler eve taşınırdı.

Ailenin bazı üyeleri ellerinde oraklarla koçanları toplanmış mısır saplarını yarım metre kadar yukardan keserlerdi. Altta kalan bölüme çeli denirdi. Çeliler ya evde ocağı tutuşturmak için kullanılırdı, çünkü çok kuru olduklarından kolay yanarlardı. Ya da tarlada yakılarak yok edilirlerdi.  Çeli, sert olduğundan inekler tarafından yenmezdi. Çelinin üst kısmını oluşturan mısır saplarına otluk denirdi. Otluk, çok değerliydi. Çünkü ahırda beslenen hayvanların kışı geçireceği en temel yiyecekti. Otlukların sağlıklı olarak saklanması çok önemliydi.

Otluklar önce tarlada düzenli olarak istiflenirdi. Mısır sapları demet durumuna getirilirdi. Demetleri bağlamak için tarladaki otlardan yararlanırdı. Anlaşılacağı üzere kullanılan her araç doğaldı. Demetlerin bazıları dama taşınırdı. Dam yeterli olmayınca fomon yapılırdı.

Fomon, tarlanın orta yerine çakılan yaklaşık iki, üç metrelik bir ağacın çevresinde oluşurdu. Ağaç, yere çok sağlam çakılırdı. Rüzgâra, yağmura ve diğer doğa olaylarına karşı dayanmalı, yıkılmamalıydı. Ağacın boyu, fomonun büyüklüğüne göre değişirdi.

Demetlenen otluklar, yere çakılan direğin çevresine dairesel bir biçimde sıkıca dizilir. Demetleri iyice sıkıştırmak çok önemli. Çünkü gevşek dizildiklerinde araya yağmur suyu girer ve otluklar çürür. Ayrıca gevşek dizilmiş bir fomon sert bir rüzgârda kolayca dağılabilir. Bu nedenle bu işin ustası olmak gerek. Fomonu genellikle erkekler yapar. Mısır saplarının dipleri altta, üst kısımları yukarıda olurdu. Fomonun tabanı, üç dört metre çapa ulaştığında otluklar bir iple sıkıca bağlanırdı. Fomon ustası, mısır saplarını üstüne çıkar, ikinci katın yapımına başlardı. Yerde demet durumundaki otluklar, yukarıdaki fomon yapımcısına uzatılır, o da aldığı mısır saplarını büyük bir özenle direğin çevresine dairesel olarak yerleştirirdi. Sıkı sıkıya yerleştirilen üst kat bitince yumuşak mısır saplarından küçük bir demet otluk, direğin tepesine şaka biçiminde yerleştirilirdi. İş bitince fomon yapıcısı aşağıya iner, alttaki otluklara bağladığı ipi özenle çözerdi. Artık ineklerin kışlık yiyeceği garanti altına alınmıştır.

Kışın karlı, soğuk ve hayvan yiyeceğinin kıt zamanlarında fomondan otluklar sırayla alınır ve ineklere yedirilirdi. Fomon ve damda saklanan mısır sapları, otlar ineklerin sağlıklı bir kış geçirmesini sağlardı. İnek yiyecekleri bunlarla kalmazdı tabi ki... Başta kabak olmak üzere lahana ve başka sebzelerle yal yapılırdı. Yal, gerdel denen ve ağaçtan yapılan kazana benzer ve iki yanından elin girebileceği taşıma yeri olan bir araçtı. Gerdelin tahtaları özenle yerleştirilirdi. Çevresi demir bir kuşakla sıkıca çevrelenirdi. Tahtaların arasında su sızmazdı. Kabak, lahana... gibi yiyecekler sıcak suyun içine konurdu. Sıcak su önemliydi. Çünkü kışın soğuk günlerinde hayvanlarının içinin ısınması düşünülürdü.

Fomonlar, mısır üretimine bağlı olarak giderek azaldı. Kış mevsiminde sılaya her döndüğümde fomon arar gözlerim. Çıplak tarlaları ay ışığında dev gölgeleriyle bekleyen fomonları göremeyince üzülürüm. Çocukluğumun önemli bir anısının yok olduğunu düşünür ve üzülürüm. Aylarca fomonda kalarak kuruyan, hafifçe nemli olan otlukların ot ve nem karışımı kokularını özlerim. Gurbet ellerde belleğimizi canlı tutan, yüreğimizi ısıtan hep sılada doğal ortam içinde yaşadıklarımızı anımsamak değil mi?

                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           28 Nisan 2016

“İNSAN, EVLADIYLA EVLENİR Mİ HİÇ?”


Ninem, medrese hocası olan babasından Kuran öğrenmiş, dinsel eğitim almıştı. Doğduğunda II. Abdülhamit padişahtı. Çocukluğu ve genç kızlığının bir bölümü, bu padişahın döneminde geçti. Ayrıca Sultan Reşat ve Vahdettin dönemlerini de gördü. Medresede her gün “Padişahım çok yaşa!” diye bağırırlarmış.

Biz torunları ulusal bayramlar için şiirler okuyup marşlar söylediğimizde o da bize nispet olsun diye en gür sesiyle “Padişahım çok yaşa!” diye bağırırdı Bağırırken elini yumruk yapıp sağ kolunu dirseğinden bükerek önce göğsüne vurur, sonra sert bir devinimle yana açardı. Bu ritmik devinimiyle bağırması uyum içinde sürüp giderdi.

Padişahlara saygısı çok içtendi. Çünkü onları, bir siyasal kişi olarak değil; bir din ulusu olarak görürdü. Bu nedenle de eleştirilmelerinin İslam’a saygısızlık olduğunu düşünürdü.

Bir gün nineme: “Padişahlar neden Türk kızlarıyla değil de hep yabancılarla evlendi? Bu yolla çocukları hep yabancı kadınlarca yönlendirildi. Böylece de Osmanlı Devleti çöktü.” diye sordum.

O, küçümseyen bir bakışla: “Bütün Ümmet-i Muhammed, padişahımız efendimizin evladı sayılır. İnsan hiç evladıyla evlenir mi?” diyerek yanıtladı beni. Çünkü padişahlar, aynı zamanda halifeydi. Halife olunca da tüm Müslümanların dinsel lideri oluyorlardı. Doğu anlayışına göre devlet de devleti yönetenler de koruyucuydu, babaydı. Halk da onların kulları, evlatları…

Ninem, padişahları sevmesine karşın Atatürk’e derin bir saygı duyardı. Memleketi, işgalden kurtardığı için hep duacı olurdu ona. İyi insan olduğu için erken öldüğünü söylerdi. Bu konuda dedemle benzerlik kurardı. Çünkü dedem elli beş yaşında ölmüştü. “İyileri, Allah erkenden cennetine alır.” derdi. Atatürk’ten sonra gelen yöneticilerin hiçbirini sevmezdi.

Ninemin padişahların evliliklerini savunmak ve onları haklı çıkarmak için benim soruma verdiği yanıt hiçbir zaman usumdan çıkmaz. Bu yanıtını sık sık anımsamam da onu, rahmetle anmama vesile olur.

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   31 Mayıs 2021