“YANGIN VAR” DİYE BAĞIRMAKLA YANGIN SÖNER Mİ?


Mahallenin ortasındaki en güzel yapıda yangın çıkıyor. Alt katta çıkan yangın yavaş yavaş ilerleyip yayılıyor. Soğuk sayılabilecek bir gün. Yapının önünde oturup çaylarını yudumlayan iki arkadaş “Yangın vaaarrrr!” diye bağırıp oturdukları yerden seyredalıyorlar alevleri. Biri: “Bu evi kim yakmıştır sence? İstersen suçluyu bulalım.” diye sorar. Diğeri: “Doğru… Ben, şu anda bu iş için kafa yormaktayım.” Önlerinden elinde su dolu kovayla yanan yapıya doğru koşan biri: “Öncelikli görev suçluyu bulmak değil, yangını söndürmek. Yangını söndürelim yapıyı kurtaralım, ondan sonra suçluyu buluruz.” deyip daldı yangının içine. Nedense iki arkadaş umursamıyor bu kişiyi.

 Yangın, üst katlara doğru yayılıyor göz açıp kapayıncaya dek. Çaylarını tazelerken iki arkadaş gözleri yangında. Biri, diğerine: “Üst katta oturan kişi, evinin içini yeni onartmış, eşyalarının tümünü yenilemişti. Yazık oldu adamcağızın parasına da emeğine de. “Evet!” dedi diğeri. “Döşemelerin dumanı da boğum boğum, çok güzel çıkıyor.” diyerek sözlerini sürdürdü.

Yangının çıkardığı yüksek ısıyla camlar patlıyor birer birer. Perdeler uçuşuyor alevler içinde. Çaylar tazeleniyor yeniden. Arkadaşlardan daha bilgiç olanı, bıyıklarını sıvazlayıp düzeltiyor kendisine bilgece bir hava vererek. Gözlerini alevler içinde uçuşan perdelere dikip ve sağ gösterme parmağıyla arkadaşına dokunup uyarırken: “Bu perdeler, alevden saçlar gibi dalgalanıyor bir ressamın tablosu gibi.” diyor boğuk bir sesle. Ardından öksürüp genzini temizliyor. Diğeri, çayından bir yudum alıp: “Bu alevlerin görüntüsü bulunmaz bir görsel… Senin de dediğin gibi sanat yapıtı gibi…”

 Bir süre sonra o güzelim yapı, alevler ve dumanlar arasında görünmez oldu. İki arkadaş üşüdüklerini sonradan fark ettiler. Daha yaşlı olanı: “Kalk, biraz yaklaşıp ısınalım, istersen.” dedi. Diğeri kabul edince birkaç adım atıp yaklaştılar yangın yerine.

Ellerini alevlere doğru açıp ısındıktan sonra yerlerine oturup bir çay daha doldurdular bardaklarına. Dönüp baktıklarında koca yapı küle dönmüştü. Yangın içten içe yanıyordu. Bilgiç olanı: “Yapı yanıp kül olunca önümüz açıldı. Artık uzakları da rahatça görüyoruz. Aslında bizim için güzel oldu.” dedi bıyık altından gülerek. Diğeri de onayladı onu.

Yukarıda anlatılan yangını izleyen iki arkadaşın yangının söndürülmesi için bir cabaları var mı? Yok… Peki, yangın çıkınca ne yapılır? Tüm mahalleli itfaiyeyi beklemeden eline geçen kova, tencere, kazan, hortum… Ne varsa alıp yangının söndürülmesi için çalışır, elinden geleni yapar. Sonrasında ise yangının neden çıktığı araştırılır. Kundakçı, suçlu varsa bulunur. Yangın çıktı diye sevinilmez. Yangının kendi çıkarlarına yarayacağı usa getirilmez.

AKP iktidarının sayılamayacak kadar yanlışı, eksiği, suistimali, Türkiye’ye zarar veren uygulamaları ve bilgisizce yaptığı işler var. Bunları söylemek, bir durum tespiti ve herkesin de hakkı bunu yapmak… Ancak bir olayı her gün, her saat, hatta her dakika söylemek, bu olumsuzluğu çözmez. Her gün AKP’ye muhalefet ettiğini sanan binlerce kişi, özellikle sosyal medyadan hep aynı şeyi paylaşmaktalar. Bu olumsuzlukların sürekli yinelenmesinin bir AKP’nin yarattığı sorunların çözümüne bir yararı yok!

AKP’ye oy verenler de muhalif olanlar da olumsuzlukların üç aşağı beş yukarı farkında. Sorun, çözüm yolunu bulmakta. Bir olumsuzluğu defalarca söyleyerek çözüme ulaşacağını düşünmek, saflık değil de nedir? Tıpkı bir tarikatın ayininde ardı ardına defalarca “Hu Allah!” diyenlerle aynı tinsel anlayış bu.  Bu yolla muhalif kişilerin bazılarının iktidarla savaşım yapıyor görünerek tinsel doyuma ulaşmaları söz konusu.

AKP’den de bu partinin yarattığı yaşamsal sorunlardan da kurtulmanın yolu, var olan sisteme karşı seçenek oluşturmak. AKP’nin uygulamakta olduğu serbest piyasacı, çoğu zaman emperyalizme teslimiyetle süren bir sistemi kopyalayarak muhalefet olunmaz. 24 Ocak 1980’de emperyalistlerce önerilip Özal tarafından açıklanan ve 12 Eylül Amerikancı darbecilerinin yaşama geçirdiği ekonomik kararlar bugün de uygulamada. Önce bu sistemle savaşmalı. Bu sisteme doğru seçenekler oluşturup onları savunmalı.

Muhalif kişi, demokratik kitle örgütü, sendika, meslek odası ya da partiler iktidarın büyük yanlışalar yapıp ülkeyi uçuruma sürüklemesini fırsat saymamalı kendine. Ülkenin uçuruma yuvarlanmaması için yol gösterici, yapıcı eleştirilerle iktidarı doğru çizgiye getirme görevini d eyerine getirmeli. Çünkü hangi siyasal görüşten olursak olalım aynı gemideyiz. Gemi batarsa toptan yok oluruz. Bu tehlikeyi herkes görüp ona göre davranmalı. 

Sakız gibi aynı şeyleri ağızda çiğneyerek, aynı sözleri yineleyerek ve yangının söndürülmesi için çaba göstermeden sorunlar çözülemez. Ülke, hepimizin… Bu nedenle yangını izleyip ve bundan yarar sağlamak yerine, yangını söndürmek için çalışmalı. Amaç; üzüm yemek olmalı, bağcıyı dövmek olmamalı. İç cepheyi bozarak, halkı ayrıştırarak, ulusu bölüp birbirine düşmanlaştırarak çözüm bulunmaz sorunlarımıza. Hele de emperyalizmin ülkemizi yok etmek için ayakta tuttuğu PKK ve FETÖ gibi terör örgütlerinden medet ummak, tarihsel bir ihanet değil de nedir? Ülkemizin sorunlarını çözmek için emperyalistlerden ve onları işbirlikçilerinden yarar umulur mu hiç? Zaten ülkemizin sorunlarını yaratanlar onlar değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  15 Mayıs 2024

 

 

 

 

ÇİFTÇİLER GÜNÜ


Bugün çiftçiler günü… Ekmeğimizin, aşımızın üç öğün soframıza gelmesini sağlayan çiftçilerimizin günü… Yaz kış, güz bahar, sıcak soğuk, yağmur çamur demeden çalışıp üreten elleri öpülesi çiftçilerin günüdür bugün. Geçimini harcadığı kutsal emeğiyle, akıttığı alınteriyle, çoluk çocuk çalışıp üreterek sağlayan çiftçinin günü bugün… Gece gündüz demeden sürekli üretmeyi düşünen toprak insanlarının günü kutlu olsun.

Ülkemizi, dünyada: fındık, kiraz, kayısıda birinci; bal, elma, kavun, karpuzda ikinci; şeftali, nektarin, zeytinyağında üçüncü; ceviz, soğan, mercimekte dördüncü; erikte beşinci; üzümde altıncı; peynir ve küçükbaş hayvan sayısında yedinci; kümes hayvanı sayısında dokuzuncu; buğday, yumurtada onuncu; bakliyatta yirminci sıraya yükselten çiftçilerimizi kutlamak gerek. Ancak çiftçilerimizin emeklerinin karşılıklarını alamadıklarını da özellikle belirtmeliyim. 

Atatürk: “Köylü milletin efendisidir.” diyerek Türk çiftçisini onurlandırmış, ona saygı göstermiş, onun hak ettiği değeri vermiştir. Yurdumuz tehlikeye düştüğünde en önde koşarak canını vermek için koşan köylülerimiz değil mi? Demek ki çiftçimiz yalnızca alınterini değil, kanını da kutsal yurt toprağına akıtmakta yüz yıllardır. Şimdi de sırası gelince yurdu için canını vermeye hazırdır Türk çiftçisi.  Bunun için ulusun efendiliğine yaraşır görülmüştür Büyük Önder tarafından.

Dün, Odhan Yüksel’le uzun uzun konuştuk tarım üretimi üstüne telefonda. Dr. Yüksel: “Dünyada en ön sıralarda tarım üretimimiz olmasına karşın, neden ülkemizde yiyecek ve içecek bu denli pahalı?” sorusunu sordu. Birlikte konuşup tartışarak sorunun yanıtını birlikte verdik. Ne yazık ki ülkemizde piyasaya egemen olan komisyoncular, tekelleşmiş marketler üreticiyi de tüketiciyi de açıkça soymakta. Devletçilikten vazgeçip serbest piyasa sitemini yeğleyen siyasetçiler, bu soygunun başlıca sorumlusu. Üreticiyle tüketici arasında pazarlama ve alım satım konusunda doğrudan bir bağ yok!

Üretici ve tüketici kooperatifleri tarihe karıştı çoktan. Üretici, malını doğrudan pazara götürüp tüketiciyle buluşamıyor. Tüketicinin üreticiye ulaşma olanağı neredeyse hiç yok! Her türlü tarım ürününün ederi serbest piyasa komisyoncularınca belirlenmekte. Bazı ürünlerde hükümet, taban ederi açıklasa da bu sözde kalmakta. Devletin alımlarının düştüğü, özelleşmelerin yaygınlaştığı piyasa koşullarında üreticinin de tüketicinin de soyulmaması olanaksız. Üreticiden tüketiciye uzanan pazarlama ağında vahşi kapitalizmin tüm acımasızlığını duyumsamak olanaklı.

Serbest piyasa sisteminin soygunu bankacılık alanında da sürmekte. Emeğinin karşılığını alamayan çiftçi, çoğu yabancı olan bankalardan kredi almakta. Yüksek üremli bu paraları zamanında geri ödeyemiyor. Ödeyemeyince de toprağına, malına el konuyor. Ne yazık ki çiftçimiz, devlet eliyle bankalara da soyduruluyor. Böylece çoğu yabancı olan banklar, bu paraları yurtdışına götürüyor. Çiftçimizin emeği, alınteri emperyalist ülkelere akıtılmakta bankalar aracılığıyla.

Bazı kişiler, ülkemizde üretim yapılmadığını söyleseler de Türk çiftçisi üretiyor, hem de dünya ölçülerinin üstünde. Ne yazık ki bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olup düşünsel kirlilik yaratanlar çok! Bu yeterli mi? Doğaldır ki hayır! Tarım ve hayvancılık üretimindeki sorunlar giderildiğinde üretimimiz birkaç katına çıkar.

Yalnızca tarımda mı üretiyor ülkemiz? Tabi ki hayır… Sanayide de üretmekte ülkemiz. Sanayideki sorunlarımız da üç aşağı beş yukarı tarımla aynı. Her alanda olduğu gibi sanayide de hem üretici hem de tüketici devletini aramakta. Devletçiliğin olmadığı yerde vahşi kapitalizmin soygun düzeni yaşanır. Bu soygun düzenine son vermenin zamanı geldi de geçiyor. Bu da Atatürk’ün halkçı-devletçi sisteminin uygulanmasıyla olur. Kurtuluş için önümüzde başka seçenek yok!

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  14 Mayıs 2024

ANNEANNEM


Anneannem Fatma Hanım, 1913’te (!) Denizli’nin Çal İlçesinin İsabey Kasabasında, ailesinin beşinci çocuğu olarak gözlerini dünyaya açtı. İlk çığlığı, gökyüzündeki yerini aldığında ne yazık ki baba yüzü hiç görmedi. Babası, ana rahmine düştükten kısa bir süre sonra uçmağa varmıştı. Babasız bir yaşama “Merhaba!” dediğinde onu bekleyen yoklukların, büyük sorunların farkında bile değildi.

Anneannem, doğduğunda iki ağabeyi (Mustafa ve Halil), iki de ablası (Ümmü ve Hatice) vardı. Balkan Savaşlarının sürdüğü yıllar… I. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri duyulmaktaydı diğer yandan. Annesi Cennet Hanım, evin hem annesi hem de babasıydı. Ailenin büyük erkek çocuğu olan Mustafa Dayı, delikanlılığa adım atınca çok sevindi buna Cennet Ana. Onun eli ayağı oldu Mustafa’sı. Eli ayağı tutan herkes, ev işlerine gücünce yardım etmekteydi. El birliğiyle güçlüklerle savaşıyordu aile. Bu yıllar, yokluk yılları… Hısım akrabanın da durumları iç açıcı değil. Onlar da yaşama tutunmak için tüm güçlerince çalışıp üretmek zorundaydı. Beş yetime yardım etmesine ediyorlardı, ama ne kadar? Onların da ellerinde avuçlarında yok ki bir şey! Öyle bir dönemki savaşlar hem genç erkekleri hem de işgücünü, dolayısıyla üretimi yiyip bitirmekteydi. Üstüne üstlük salgın sayrılıklar da toplumu tüketmekteydi. Bu nedenle üretim azalmış, ekmek neredeyse ulaşılmaz olmuştu.  Yine de konu komşunun, hısım akrabanın, eş dostun tinsel dayanışmasının verdiği içgüç (moral) onların yaşama daha sıkı tutunmalarını sağlamaktaydı.

Birinci Dünya Savaşı başladığında Mustafa Dayı askere çağrıldı. Cepheden cepheye koştu. Ev hem ağabeyini hem de önemli bir iş gücünü yitirdi. Bir yandan da savaş koşullarının yarattığı zorluklar bindi ailenin sırtına. Ne savaş bitiyordu ne de salgınlar.

Zaman yokluklar, acılarla hızla akıp gidiyordu. Derken… Yurdumuz işgale uğramaya başladı. Ülkemizin dört bir yanında direniş odları yakıldı. Giderek bu odların alevleri kadınıyla erkeğiyle bir ulusun içinde büyüdü, kocaman bir yürek oldu. O yürekler bir olup koca bir ulusun sesine, seline, inancına dönüştü. Çallılar, Müftü Ahmet İzzet Efendi’nin öncülüğünde işgalcilere ilk başkaldıranlardan. 15 Mayıs 1919’da İzmir’e ilk düşman askeri çıktığında Çallılar, direniş hazırlıklarına başladılar. Çevre il ve ilçeleri düşmana karşı direniş için yüreklendirdiler. Bu konuda telgraflar çekildi dört bir yana. Çevredeki köy ve kasabalardan gönüllüler silahlarını kuşanıp geldi ilçe merkezine. Toplananlar, Aydın’ın yardımına koştu. Köşk cephesini kurup burada düşmanı karşıladılar. Bu yüreklilik, Anadolu’ya ün saldı. Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas ve Ankara’dan işitildi bu yürekli ses.

Düşman, giderek Anadolu’nun iç kısımlarına doğru işgalini genişletti. Adım adım kentler, kasabalar ve köyler düşman çizmesi altında çiğnenmekteydi. Çal’ın bazı köylerinden düşman toplarının sesi işitiliyordu. Çal’ın bazı köyleri (O yıllarda Baklan ve Bekilli ilçeleri de Çal’a bağlıydı.) de Yunanlıların işgaline uğradı. Eli ayağı tutanlar, toplanıp ilçenin batı ve kuzey yanına siperler kazmaya başladılar. Bazı Türk birlikleri de savaş düzeni aldı Çal’ın milis güçleriyle.

         Ata yadigarı memleketleri adım adım işgale uğrarken ve erkeklerin bazıları genciyle yaşlısıyla siper kazarken kadınlar köylerde oturup bekleyemezdi. Bu arada oluşturulmakta olan siperlere yakın köylerdeki birçok kadının kazmaları ve kürekleriyle koştuğu görüldü.

İsabey, siperlere en uzak köylerdendi. Kasaba halkı, toplanıp bir imeceye girişti çevre köyler gibi. Hamurlar yoğrulup yufkalar açıldı, ocaklar yakılıp saclar kondu üstüne. Ekmekler, bükmeler, dürümler yapıldı ivedilikle. Yanında ayran unutulmadı testiler dolusu. Toprak testiler yetmeyince emziklilere dolduruldu ayranlar. Çoktan uçmağa varmış Mozaların Osman Öztekin’in evinin direği Cennet Ana, düştü yollara birkaç kadın arkadaşıyla atlanarak. Heybelerde sıcak yufka ekmekleri, bükmeler, kuru üzüm ve bademler, peynirler, ne varsa katık olacak yiyecek dolduruldu heybelere ayran testileriyle. Cennet Ana, en küçük yetimi Fatma’sını geri bırakamazdı. Hançalar yanına siperlerin açıldığı yere doğru at sürerken onu, bir kemerle bağlayıp beline oturturdu atın terkisine. Giderken atlar tırıs yürürdü, gelirken ise dörtnala kalkarlardı. Bu yiyecek taşıma için gidiş gelişler günlerce sürdü, düşman yurttan kovuluncaya dek.

Çocukluğumun en güzel anılarıydı anneannemin savaş yıllarıyla ilgili anlattıkları. Can kulağıyla dinlerdim onu. Dinlerken de o günleri yaşar gibi olurdum.

Yurdumuz, düşman işgalinden kurtuldu Atatürk’ün önderliğinde. Düşman yurttan kovulunca sıra Ortaçağ bilgisizliğine geldi sıra. Bu nedenle yurdun dört bir köşesine okullar açılmaya başlandı. İsabey İlkokulu Cumhuriyet’imizle yaşıt bir aydınlanma yuvası. Ağabeyi Mustafa Öztekin, Anneannem Fatma Hanım’ı elinden tutup okula götürdü. Kaydını yaptırdı kendi elliyle. Doğaldır ki bu işi düşünüp oğlunu yönlendiren Cennet Ana. Okul, sonradan belediye yapısı yapılan yerin yanında “Eski Mektep” adı verilen iki katlı küçük bir yerdi. Burada ancak iki derslik eğitim görebiliyordu. Çok geçmeden öğrenci sayısı çoğaldı ve bu eski yapıya sığmaz oldu. Milli Eğitim Müdürlüğü ödenek çıkardı. Ne yazık ki bu ödenek, yetersizdi. Bu ödenekle birkaç derslik yapılabilecekti ancak. Kasaba halkı, daha büyük bir okul istedi. Zamanın kaymakamı, milli eğitim müdürü köylülerle toplanıp öneri getirdiler. Ödeneğin yanı sıra halk da katkı yapacaktı. Kimi taş taşıdı, kimi harç kardı, kimi ise duvar ördü. Herkes gönlünden kopan mendillere özenle sarılmış parasından verdi ve okul çok geçmeden yapıldı. İsabey İlkokulu örnek bir okuldu geniş bahçesi ve öğrenci sayısıyla. Çok geçmeden karşı mahalleye de bir ilkokul yapıldı. Okullar öğrencilerle dolup taştı. Buralarda yetişenler ülkemizin dört bir yanına yayılıp ışık oldu.

İşte, anneannem Eski Mektep’te başladı okula. Okulun ilk öğrencileri arasında anneannemle birlikte üç kız öğrenci vardı. Birisi öğretmenin kızıydı. Üç kızla başlayan okul, zamanla İsabey ve çevre köylerden gelen kızlarla şenlendi. Kızların başarısı, zamanla erkekleri geçti.

Anneannem, 4. sınıftayken ağabeyi Mustafa Öztekin: “Sen büyüdün, genç kız oldun. Bundan sonra okula gitmen olmaz.” deyip onu okuldan aldı. Dört yıllık eğitim, onu aydınlattı. Gazeteleri buldukça okur; çocuklarının, sonrasında ise torunlarının her düzeydeki ders kitaplarına göz atmayı severdi.

1972-73 Öğretim yılında İsabey Ortaokulu’nda orta sonda okumaktaydım. Anneannemin sağlığı bozuldu, ancak yatağa düşmedi. Buna karşın benim derslerimi denetlemekten geri durmadı. Ders kitabımın içine roman koyup okurdum. Yüzüm odanın kapısına dönük olurdu hep. Yer minderlerine uzanır dalardım romanlardaki olaylara. Kapıyı açar açmaz fark ederdi benim ders çalışmayıp roman okuduğumu. “Dayısı kılıklı cavırın dölü!” diye gülerek bağırırdı esmer esmer. Sonradan Türkçe Öğretmeni olan Ahmet Dayım da öyle yaparmış. Anneannem deneyimliydi bu konuda, kül yutmazdı. Yanıma ilişir, saçımı okşayarak anlatırdı bana ders çalışmanın önemini.

Sanırım 1972’nin Aralık ayıydı. Sonbahardan kalan güneşli bir günün serin esintileriyle başladık güne. Bir gün öncesi Fatma Ebe’m (Yörede nineye “ebe” denmekte.) sayrılandı. Benim kitap okuduğum, dam üstüne bakan odaya yer yatağı serildi. Oraya yatmıştı. Sabahleyin uyandığımızda durumu biraz daha kötüleşmişti. Dedem, durumu kolay kavradı. Kuran okumaya başladı başucunda. Elif Ebe’m, yengem, teyzem, dayım başındaydık. Herkes bildiği duaları okuyordu için için. Gözlerini açtı: “Selamı Hakkı Hoca (Kaçar) okusun, namazımı da o kıldırsın.” dedi. Öğle yaklaşırken derin bir soluk aldıktan sonra birden kara gözleri sönüp gitti. Baş hafifçe sağa, dedemlerin olduğu yana doğru döndü. Esmer, yuvarlak yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oturup kaldı. Göz kapakları açılmamak üzere kapandı. Ayak ucuna yakın oturan ben, gözlerine bakıyorum açılır diye. Dedem, elindeki Kuran’ı kapattı. Gözlerinden akan mavi damlalar; yanağına indi, oradan ak sakallarını ıslattı. Herkes ağlamaya başladı. Ben hıçkırıyorum çocuk yüreğimle. Yine de gözlerimi gözlerinden ayırmıyorum, belki bir tansık olur da gözleri açılır diye. Yaşamımda ilk ve son kez bir insanın ölümüne tanıklık ettim acı da alsa. Babamın seslenişiyle “Fatma Ana” önce kuş oldu, sonra belirsiz bir buluta dönüp gökyüzüne ağdı.

Dedem, bana dönüp: “Git, Hakkı Hoca’ya söyle, selasını okusun!” dedi. Demirler Mahallesi’nden koşarak gittim Orta Mahalle’ye. Hakkı Hoca’nın dükkânına girdim. O, durumumu görünce bir şey olduğunu anladı. “Ne oldu çocuğum?” diye sordu yumuşak ve sevecen bir sesle. “Fatma Ebe’m öldü. Dedemin selamı var, selasını okuyacaksınız.” dedim. Bu sözleri nasıl söylediğimi bilmiyorum. Hakkı Hoca çıktı, anneannemin selasını okudu. Sonuna dek dinledim onu bir taşın üstüne oturarak. Gözyaşlarım birer ağı topu gibi yüreğime çarparken anılar geçti gözlerimin önünden.

Sela bitti. Hakkı Hoca: “Tamam, git, dedene söyle namazdan sonra defnedelim Ebe’ni.” dedi. Tam gidiyordum ki elime kefen bezini tutuşturdu. Alıp gittim. Konu komşu toplanmıştı eve. Gömütlüğe gittiğimizde inandım anneannemin uçmağa vardığına. Gece olup yatağıma girdiğimde kendimi o denli yalnız duyumsadım ki anlatamam. Yaşını doldurmadan kuş olup uçan kardeşim Sevil’den sonra yitirdiğim ikinci yakınımdı bilge anneannem. Onun bilgeliği, yaşamım boyunca bana ışık oldu, o da bir melek…

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

   12 Mayıs 2024

 

 

 


KÜÇÜK KAYNARCA VE EGEMENLİK


Devletler, egemenliklerini tamamen ya da kısmen yitirdiklerinde onların tam bağımsızlığından söz edilemez. Devlet, kurulduğu topraklar üzerinde ve bu topraklarda yaşayan insanları yöneten, egemenlik kuran bir aygıt. Halkının bir bölümünün egemenliğini, başka bir devlete terk ettiğinde devlet olma görevi yerine getirilemez.

Kimileri Osmanlı Devleti’nin olağanüstü bir usla yönetildiğini, altı yüz yıl boyunca dünyaya hükmettiğini savlar. Bu kişiler, her padişahı Fatih gibi dahi sanır. Osmanlı, 26 Ocak 1699 tarihinde imzaladığı Karlofça Antlaşması ile hem büyük devlet olma özelliğini yitirdi hem de bundan sonra sürekli kendini savunmak zorunda kaldı. Bu antlaşmadan sonra hızlı bir gerileme dönemine girdi. Askersel ve ekonomik alanda caydırıcılığı ortadan kalktı. Birkaçı dışında girdiği savaşların çoğundan yenilerek ayrıldı. Her savaşın sonunda bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaların birçoğu, tarihten ders çıkarmak açısından incelenmeye değer. Osmanlının gerileme ve dağılması hem savaş alanlarında hem de anlaşma masalarında sürdü. Bu durum, devlet yöneticilerinin birçoğunda büyük bir özgüven yitimine neden oldu. Bu gerileme ve dağılmanın nedenleri üzerin kafa yoranlar olsa da bu kişilerin düşüncelerine değer verilmediğinden etkisiz kaldılar.

Osmanlının Karlofça’dan sonra imzaladığı en kötü anlaşma, Rusya ile 21 Temmuz 1774’te yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması. Bu antlaşmayla Osmanlı Devleti, egemenlik haklarının bir bölümünü Rusya’ya devretti. Nasıl mı?

Küçük Kaynaca Antlaşması’nın maddelerinden biri şöyle: “Ruslar, Osmanlı topraklarındaki Ortodoksları haklarını koruyacak.” Bu maddeden ne anlaşılıyor? Anadolu ve Osmanlı topraklarında Ortodoks Rumlar yaşamaktaydı. Ayrıca Osmanlı egemenliğinde olan Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Balkanlar’ın birçok yerinde yaşayan çok sayıda Ortodoks vardı. Osmanlı Devleti, anlaşmanın bu maddesini kabul ederek Ruslara, Osmanlının içişlerine karışma hakkını verdi.  Rusya, Ortodoksları koruma gerekçesiyle Osmanlı Devleti’nin içişlerine sık sık karıştı. Osmanlının egemenlik haklarının bir bölümünü üstlenmiş oldu. Bu durumdan yüreklenen Ortodokslar, kendi aralarında hızla örgütlenerek bağımsızlık yoluna girdiler. Böylece Osmanlı Devleti parçalanma ve dağılma sürecine girdi bu anlaşmayla.

Küçük Kaynarca Antlaşmasını bir diğer maddesi de şöyle: “Ruslar, İstanbul’da sürekli elçi bulundurabilecek ve Balkanlar’da istedikleri yerde konsolosluk açabileceklerdi.” Bu sayede Rusların Balkanlar’da Panslavizm amaçlarına ulaşmaları kolaylaştı. Konsoloslukları aracılığıyla Slav ulusçuluğunu örgütlediler. Balkanlar’daki Slavları, dinsel ve ırksal temelde Osmanlıya karşı kışkırttılar. Böylece Balkanlar’daki kopmanın, bağımsızlık isteklerinin önü açıldı. Ardından peş peşe başkaldırılar oldu.

Osmanlı Devleti’nin yaptığı birçok anlaşma, diplomatik başarısızlıklarla dolu. Bu anlaşmalarda, Küçük Kaynarca’da olduğu gibi, öngörüsüzlük egemen. Geleceği göremeyen, tarih bilgisi olmayan kişilerin devlet görevinde bulunması yönettikleri ülkeye çok zarar vermekte. Osmanlıda liyakat göz ardı edilince devlet kademelerinde siyasal çürüme başladı. Düşman dışardan saldırırken içerde de liyakatsiz yöneticiler, bir kurt gibi kemirdiler devlet aygıtını. Bu nedenle de yıkım hızlandı.

Büyük Taarruz Utkusu ile Türk Ulusu yenilginin tinsel ezikliğinden kurtuldu. Ulusal bir özgüven yerleşti yurttaşlarımızın yüreğine.  Sonrasında 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile süngüyle kazandıklarımızı masada da aldık. Bu nedenle Lozan, Türk tarihinin dönüm noktası ve ulusça varlığımızın nedenidir.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  9 Mayıs 2024

 

OSMANLIDA DEVLET İÇİNDE DEVLET, REJİ İDARESİ


Dün yazdığım “Osmanlının İlk Dış Borcu ve İflası” başlıklı yazımda, Osmanlı Devleti’nin 1881’de iflas ettiğini açıkladığını söyledim. Alacaklı batılı ülkelerin alacaklarını ödemek için Padişah II. Abdülhamit tarafından Duyunu Umumiye İdaresinin kurulduğunu ve bu kurum aracılığıyla emperyalist tefecilerin Osmanlının gelirlerine el koyduklarını yazmıştım. Buna bağlı olarak kurulan bir kurum da Reji İdaresi…

Halkın “Reji İdaresi” dediği şirketin tam adı, Memalik-i Şahane Duhanları Müşterekül Menfaa Reji Şirketi… Kısa adı ise Tütün Rejisi… Reji; Osmanlı Devleti, Duyunu Umumiye ve üç bankacılık grubunun uzun tartışmalar sonunda yabancı sermaye ile 27 Mayıs 1883 tarihinde kurulan bir şirket. Tütün ticareti tamamen bu şirkete verildi. Bunun yanı sıra tuz ve alkollü içkiler de üretici tarafından Reji’ye verilmek zorundaydı. Bundan da anlaşılacağı gibi kimilerinin yere göğe sığdıramadıkları II: Abdülhamit döneminde Osmanlının dışarıya sattığı en önemli ürünlerden biri alkollü içkiler. Şirketin kurucu sermaye kaynağı; Almanya, Avusturya, Fransa ve İngiltere… Her sermaye grubunun asıl sahibi ya da ortağı ise Rothschild ailesi… Zamanın padişahını Yahudi karşıtı gibi gösterenlerin bu ayrıntıya dikkat etmeleri gerek.

Duyunu Umumiyenin kurulmasıyla Osmanlının vergilerini devletin memurları değil, alacaklı ülkelerin memurları toplamaya başladı. Bu iş için görevlendirilenler de Reji memurları… Bir devlet düşünün ki kendi vergisini yabancıların yönetiminden olan bir şirket topluyor. Bu şirket, kendi silahlı gücünü de oluşturdu. Bunlara “kolcu” denirdi. Kolcular, silahlı bir güçtü. Sayıları yirmi bini aşkındı. Çiftçi, kendisi içmek için bir tutam tütünü evinde bulunduramazdı. Yakalandığında ağır cezalar alırdı. Reji tütünü, üreticinin elinden yok pahasına alırdı. Osmanlı yönetimi, kendi köylüsünü açık bir biçimde yabacı sermayedarların soymasına izin vermişti Reji aracılığıyla. Tuzlalarda neredeyse boğaz tokluğuna çalıştırılırdı Türk köylüsü. Bu nedenle köylü emeğinin karşılığını almak için kaçakçılığa başvurmaktaydı. Özellikle Ege Bölgesindeki tütün üreticileri Yunanistan’ın egemenliği altındaki adalara ürünlerine daha yüksek ederle satmaya çalışırdı. Ayrıca Anadolu ve Rumeli vilayetlerinin çoğunda tütün, tuz, alkollü içki ve kahve kaçakçılığı söz konusuydu.

Reji’nin silahlı kolcuları; evinde içmek için bir tutam tütün, bir şişe içki, bir içimlik kahve ya da kavurma yapmak için bir avuç tuz bulunduran köylümüzü kaçakçılık yaptığı gerekçesiyle öldüresiye döverlerdi. Kaçakçılık yaptığı düşünülen birçok Türk köylüsü kolcuların kurşunlarıyla can vermiştir. Kaçakçıların öldürdüğü kolcular da söz konusu. Kolcuların halka yaptığı haksızlıklar, baskılar, eziyetler türkülerimize de yansıdı. Kolcuların en iyi anlatıldığı türkü ise Muğla-Bodrum yöresinde söylenegelen Çökertme Zeybeğidir.

Devlet egemenliğinin en önemli göstergesi vergi toplaması ve silahlı gücünün olmasıdır. II. Abdülhamit, vergi toplama işini emperyalistlere veriyor. Devletin yasal olarak kurduğu asker ve polis örgütü varken başka bir gücün, özellikle de yabancıların denetimindeki bir kurumun silahlı güç oluşturması devletin egemenliğini başkalarıyla paylaşılmasıdır. Vergi toplamanın yabancı bir kuruma verilmesi devlet egemenliğinin devri değil de nedir?

II. Abdülhamit, vergi toplama ve silahlı güç bulundurma ayrıcalığı tanıdığı uluslararası kuruluşun arkasındaki güç ünlü Yahudi ailesi Rothschildler… Bazı kişilerin ve siyasal görüşlerin Rothschildlerle devlet egemenliğini paylaşan bir padişahı, milli bir lider olarak parlatılıp pazarlanması ilginçtir. Uluslararası sermayeye boyun eğen ve onun dediklerini yapan birinden milli lider olur mu?

Tütün Rejisi,1929’a dek sözleşmesi olmasına karşın 26 Şubat 1925’te lağvedildi. 1 Mart 1925’te Fransızlardan devletçe satın alındı. Böylece Reji’nin tüm yükümlülüklerini devlet üstlendi. Ardından çıkarılan yasalarla TEKEL kuruldu. Böylece birçok alanda olduğu gibi tütün de millileştirildi. Emperyalistlerin elinden bin bir güçlükle alınan TEKEL ne yazık ki yıllar sonra özelleştirme adı altında emperyalistlere beş paraya satıldı. II. Abdülhamit’in ardılları bu milli kuruluşumuzu tıpkı örnek aldıkları padişah gibi emperyalistlerin elinde eritip tükettiler.

Kimileri Osmanlı Devleti’nin cumhuriyetin kuruluşuyla yıkıldığını söylemekteler bilgisizce ve hiçbir dayanakları olmadan. Silahlı güç bulundurma ve vergi toplama hakkını yabancılarla paylaşan bir devletin egemenliğinden, bağımsızlığından söz edilebilir mi ki Cumhuriyet kurucularınca yıkılsın. Zaten İstanbul yönetimi, Mondros ve Sevr anlaşmalarına imza atarak yönettikleri devleti kendi elleriyle yıkmadılar mı?

Not: Yukarıdaki yazıyı tamamlayıcı olmaları nedeniyle aşağıdaki yazılarımı okumakta yarar var.

1.    OSMANLININ İLK DIŞ BORCU VE İFLASI https://adiladalet.blogspot.com/2024/05/osmanlinin-ilk-dis-borcu-ve-iflasi.html

2.    ABD MÜSLÜMAN MI YOKSA? https://adiladalet.blogspot.com/2012/05/abd-musluman-mi-yoksa.html

3.    II. ABDÜLHAMİT HİÇ TOPRAK KAYBETMEDİ Mİ? https://adiladalet.blogspot.com/2012/10/ii-abdulhamit-hic-toprak-kaybetmedi-mi.html

4.    DENGE POLİTİKASI  https://adiladalet.blogspot.com/2022/03/denge-politikasi.html

Adil Hacıömeroğlu

8 Mayıs 2024


OSMANLININ İLK DIŞ BORCU VE İFLASI


Osmanlı Devleti, sanayi devrimini ıskalayınca gerilemeye başladı. Altı yüz yıl boyunca bir tarım toplumu olarak kaldı. Sanayide gelişemeyen ülke, tarımda da ilkelliğe tutsak oldu. Modern tarıma geçemedi. Karasabana dayalı bir tarım söz konusuydu.

Tarımda makineleşme, tohum ıslahı, gübreleme, sulama, ilaçlama gibi üretimi artırıcı uygulamalar yapılamadı. Bu da olmayınca üretim artmadı, toprak verimsizleşti. Böyle olunca da halkın temel gereksinmeleri bile zorlukla karşılandı. Bu da halkın dolayısıyla ülkenin giderek yoksullaşmasına neden oldu.

Ekonomik yoksulluk, siyasal ve askersel alanlarda güçsüzlüğü getirdi. Teknolojik gelişmelere ayak uyduramayan Osmanlı ordusu, ne yazık ki katıldığı savaşların neredeyse tümünü yitirdi. Bu, askerlerde özgüven yoksunluğunu getirdi. Bu nedenle birçok savaşta asker cephelerde tutulamadı. Seyrek de olsa kahramanlıkların olması, bu gerçeği ortadan kaldırmaz.

Ekonomik çöküş, Osmanlı devletini baş düşmanlarına el açmak zorunda bıraktı. Kırım Savaşında (1853-1856) İngiltere ve Fransa, kendi çıkarları nedeniyle Osmanlının yanında yer aldılar. Amaçları Rusya’nın Avrupa’daki sınırlarını genişletmesini engellemek ve sıcak denizlere inmesini önlemekti. Osmanlı, bu savaşın maliyetini karşılayacak durumda değildi. Bu nedenle savaş harcamalarını kendi bütçesiyle karşılaması olanaksızdı. Karşılayamayınca da o dönemin en büyük ekonomik gücü olan İngiltere’nin kapısını çaldı. 1854’te iki İngiliz bankasından toplam beş milyon sterlin borç aldı. Sonrasında bu borçlanmalar arttı. Yalnızca İngiltere’den diğer batılı sömürgeci ülkelerden de borç alındı zaman içinde.

1854’ten 1874’e dek on beş ayrı dış borçlanma yapıldı. Alınan kredilerin toplamı, 239 milyon lira… Oysa Osmanlı hazinesinin eline geçen para ise 127 milyon liradır. Aradaki fark ise borcun üremidir. Emperyalistler, verdikleri paradan peşin olarak üremi kesiyorlardı. O günün koşullarına göre bu borçlanma anormal bir düzeyde ve çok kötü koşullardaydı. 1874’e gelindiğinde Osmanlı yönetimi ödemesi gereken borcun aybölüklerinin yarısını bile ödemekte zorlanmaktaydı. Bu durum, borcu borçla ödeme politikasının sonucuydu.

Öyle bir zaman geldi ki Osmanlı devleti, aldığı borçların ödeme konusunda iyice sıkıştı. 1881’de Osmanlı, ekonomik iflasını açıkladı. Hazine; dış borçlarla Osmanlı Bankası’ndan ve Galata bankerlerinden aldığı paraları ödeyemeyeceğini söyledi.

Avrupalı emperyalistler, alacaklarını almak için İstanbul’a baskı yapmaya başladılar. Padişah II. Abdülhamit, Duyunu Umumiye (Genel Borçlar) yönetimini kurdu. Bu, devlet içinde devlet demekti. Ülkenin önemli gelirlerine el kondu. Tütün, tuz, ipek, damga, balık avı, alkollü içkiden alınan vergilerle devletin tüm geliri iç ve dış borçlarını ödemeye ayrıldı. Borçları ödeme, vergileri toplama görevi Duyunu Umumiyeye verildi. Görülüyor ki kendi vergisini bile toplayamayan bir devlet ortaya çıktı. Bundan anlaşılacağı üzere yabancıların yönetiminde olan bu kuruluş, Osmanlının neredeyse tüm gelirlerine el koydu. Böylece Osmanlı yönetimi, devletin ekonomiyi yönetme yetkisini önemli ölçüde emperyalist ülkelere devretti. Aslında bu, açıkça devletin egemenliğinin büyük ölçüde yabancı güçlere devredilmesi demek. Bu durum, Osmanlının emperyalistlere teslimiyeti anlamına gelir. Lozan Antlaşması ile 1923’te Duyunu Umumiye ortadan kaldırıldı.

Gelelim günümüze… Tarihten ders almayan günümüz siyasetçileri, borçlanma ekonomisini yeğlemekteler. Üretmek yerine, borçlanmayla ekonomiyi yürütmekteler. Kendi ulusal gücüne dayanmak yerine, emperyalistler bel bağlamaktalar. Bu da giderek dayanılmaz bir duruma gelmekte. İçinde bulunduğumuz ekonomik sıkıntıların nedeni, bu borçlanma ekonomisi. Halkımız bu nedenle yoksullaşmakta, ülkemiz bu yolla soydurulmakta emperyalistlere. Ne yazık ki 1938’den sora iktidar olanların giderek üretimden, kendi gücümüzle kalkınıp gelişme anlayışından vazgeçen siyasetçiler, ülkemizi borç batağına soktular. Bu da birçok sorunda ülkemizin elini, ayağını bağladı.

Dış borç yaparak bir ülke kalkınmaz. Emperyalizm, senin kalkınman için borç vermez; seni sömürmek için kesenin ağzını açar. Atalarımız: “Elden gelen öğün olmaz, o da zamanında gelmez.” sözünü boşuna söylememiş. Bu nedenle hiç olmazsa atalarımızın sözüne kulak vermeliyiz ki Osmanlının düştüğü batağa düşmeyelim.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            7 Mayıs 2024

 

 

BİR ÇİFT AYAKKABI MI, OTUZ CİLT KİTAP MI?


Fulya Kırımoğlu ile sosyal medyada tanıştım. Sanırım 2023’ün Ağustos’uydu tanıştığımızda.  İkimizin de yer aldığı bir sosyal medya grubunda oldu tanışmamız. Benim bir yazıma ilgi göstermişti. Derken yazılarımı düzenli okuyan, yorum yapan bir okur ve arkadaş kazandım.  Henüz yüz yüze görüşmedik. Ancak telefonlaşıyoruz gerekli olduğunda. Arkadaşlığımız sanki kırk yıldır sürüyor gibi.

Fulya Hanım, Ankara’da yaşamakta. Sosyal biri… Toplumsal sorumluluklarını eksiksiz yerine getirmeye çalışan yurttaşlarımızdan… En büyük çabası da doğayı korumak için sorumluluklar üstlenmek… Tohumluk Sosyal Yardımlaşma, Eğitim ve Kültür Sanat Vakfı’nın gönüllüsü… Ata tohumlarının korunup yaygınlaşması için büyük emek vermekte bu gönüllü çalışmasıyla. Bu arada Mudurnulu olduğunu söyleyeyim. Mudurnu Sürdürülebilir Kalkınma Derneği’nin başkanlığını yapmakta. Dur durak bilmiyor. Okuyor, dinliyor, araştırıyor, gezip dolaşıyor, anlatıyor; ülkemizin derinleşen yaralarına merhem olmaya çalışıyor.

Memuriyetten emekli oldu, ancak şu an yaptığı iş, çok zamanını almakta. Özveri gerektiren çalışmalarını bıkıp usanmadan yapmakta. Belki de memurken bu denli çalışıp yorulmadı. Yüreğinde ve usunda bitip tükenmeyen bir erke söz konusu.

Fulya Hanım, bana kitap armağan eder zaman zaman. Kadıköy’de bir bankada çalışan kardeşi Didem Hanım’la gönderir kitapları. Amacı, yazılarıma kaynak sağlamak. Bu arada, bana kitap armağan eden başka arkadaşlarımın olduğunu da söylemeliyim.

Henüz yüzünü görmediğim arkadaşım, Ankara’da kitap fuarları oldukça arar beni, ona kitap önermemi ister. Geçtiğimiz nisan ayıydı sanırım. Yine kitaplarla ilgili konuşuyorduk telefonda. Ona, Kaynak Yayınlarının yayımladığı 30 ciltlik Atatürk’ün Bütün Eserlerinin kitaplığında olup olmadığını sordum. ATABE’yi henüz alamadığını söyledi üzüntüyle karışık utanarak ve bunun büyük eksiklik olduğunu belirterek. Ekonomik koşulları uygun olduğunda bu eksikliği gidermesini diledim. Anında kitap dizisini almaya karar verdi. Yayınevini arayıp kitapların indirimli ederini öğrendim. Sonrasında onu arayıp söyledim indirimli ederi, 7.800 lira. Aradan birkaç saat geçtikten sonra kitapları satın aldığını söyledi. İki gün sonra da kitaplarının eline ulaştığını muştuladı bana.

Telefonda: “Yürüyüş ayakkabısı almak için para biriktirmiştim. Bu parayı ATABE’ye verdim, eski spor ayakkabılarımla idare ederim.” dedi. “Bir çift ayakkabı ederine 30 cilt kitap…” diyerek gülüştük. Aslında bu gülüşün altında büyük bir yürek sızısı ve üzüntü vardı. İnsan, yaşamında ve harcamalarında kitabı ön sıraya koymalı.

İki hafta önce Kaynak Yayınları’na uğradım. Mersin’de yaşayan bir arkadaşıma armağan kitap göndermek için. Her gidişimde olduğu gibi yayınevinin kıdemli satış görevlisi Mesut Barış arkadaş, önce güleryüz ve içtenlik, sonrasında ise hiç sormadan çay ikram etti bana. Mesut, her gidişimde yerinden kalkıp çayımı önüme koyar. Ondan sonra da söyleşiriz. Çayımı içerken armağan kitabı hallettik. Dil konulu yeni çıkan bir kitabı da kendime aldım. Söyleşimizde konu, Fulya Hanım’ın aldığı ATABE’ye geldi. Ben: “Fulya Hanım, yürüyüş ayakkabısı almak için biriktirdiği parayla aldı bu kitapları.” deyince Mesut Bey’in yüzü değişti. “Şu işe bak!” diyerek sürdürdü konuşmasını “Bunca emek, onlarca kişinin çalışması bir çift ayakkabı…” dedi kaşlarını çatarak. Çalışma saati bitmişti. Yayınevinden çıkmakta olan birkaç çalışan da söyleşimize katıldı. Mesut, ATABE’lerin nasıl hazırladığını, her metnin nasıl özenle ele alındığını, bir harfin düzeltilmesi için bile metnin kentler arasında mekik dokuduğunu anlattı. Yayın ve danışma kurulunun her sözcüğü ilgiyle okuduğunu anlattı biraz da üzüntü duyarak. Bu arada yayın ve danışma kurullarından uçmağa varmış olanları da saygıyla andık.

ATABE’lerin bin bir emekle hazırlanan eşsiz yapıtlar olduğunun bilincindeyim. Bu nedenle bu eşsiz hazinenin tüm dostlarımın elinin altında bulunması için büyük çaba göstermekteyim. Bunu uzun süredir görev edindim kendime. Arkadaşlarıma: “Kızlarınızın, oğullarınızın çeyizine koyun birer takım. Bundan iyi düğün armağanı olmaz.” diyorum.

ATABE’ler parayla pulla hazırlanacak bir kitap dizisi değil. Böyle bir yapıtı ortaya çıkarmak için öncelikle Atatürk’ü iyi anlayıp içselleştirmek, büyük bir özveri, yüksek bir yurtseverlik gerekmekte. Alma ağacının dibinde oturanların, verici olmayanların anlayacağı bir iş değil bu büyük emek ürünü. Fulya Hanım da vericilerden… Vermeyi, topluma katkı yapmayı, özverili olmayı, dünya malının dünyada kalacağı düşüncesinde olduğu için biriktirmek yerine paylaşmayı yaşam biçimine dönüştürmüş bir koca yürekli kadın. Kadın sözcüğünün kök anlamına uygun olarak topluma, dostlarına, çevresini, yurduna bir şeyler katmakta kendinden, gönlünden. Ne diyelim? Toplumumuzun geleceği, varlığı için Fulya Hanımlar çoğalsın!

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         2 Mayıs 2024