EMPERYALİSTLERİN YÜZ YILLIK PLANLARI


                              
Osman Nuri Saral, lise sondayken ben lise birinci sınıftaydım. Of Halkevi’nde seminerler yapılırdı. Bu seminerler, çok öğreticiydi. Bu konuşmalara, tartışmalara düzenli katılanların çok şey öğrendikleri kanısındayım. “Kemalizm, sosyalizm” konuları çok konuşulurdu o yıllarda. Biz de kısıtlı olanaklarımıza karşın bulabildiğimiz kitapları okur, seminer konularıyla ilgili düşünce edinirdik.
Lise ikiye başladığım yıl sol içinde yeni tartışmalarla ayrışmalar başladı. Biz de Osman ve birkaç arkadaşımla kendimize bir siyasal çizgi belirledik. Yıllardır Osman Nuri ile yaşadığımız kent değişse de arkadaşlığımız ve siyasal düşüncelerimiz değişmedi bugüne dek. Bu nedenle de yüz yüze görüşemediğimiz zamanlarda sık sık telefonla görüşürüz. Bu konuşmalarımız da genellikle Türk ve dünya siyaseti olur. Olaylara, gelişmelere çözümleyici bir bakış açısıyla yapılan söyleşilerimizde, çoğu zaman özgün düşünceler çıkar ortaya. Böyle düşünce alışverişleri, ikimiz için de çok yararlı olur.
Birkaç hafta önceydi… Yine telefon başındayız. Konumuz, Libya… Öncelikle Libya ile olan tarihsel bağlarımızdan söz ediyoruz. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Of ve Sürmene kaymakamlığı yapan, daha sonra Hakkâri valiliğine atanan Sadullah Koloğlu’nun (Arap Kaymakam’ın) Libya’da 1948-1952 arası yaptığı başbakanlığı konuşuyoruz. Yeni kurulan Libya devleti, yeni başbakanını Türkiye’den istiyor ve Merhum Koloğlu da bu görevi dört yıl yapıyor. Kaddafi dönemindeki ilişkilerin ne kadar dostça olduğunu bilmem anlatmaya gerek var mı?
Tanzimat kafalı sözde aydınlar, önce İngiltere’ye, II. Dünya Savaşı’ndan sonra da ABD’ye tapınmaktalar. Çağdaşlaşmayı batıcılık olarak anlamaktalar yıllardır. Batılı emperyalist ülkelere karşı sınırsız bir hayranlık duymakta Tanzimat kafalı bu liberaller. Bu hayranlık, bu sözde aydınlarda bir aşağılık kompleksi geliştirdi zamanla. Aşağılık kompleksi onların kendi ülkelerine nefretlerini, kendi ulusuna güvenmemeyi getirdi. Bu durum, onları giderek vatansızlaştırdı. Hangi zaman ve koşulda olursa olsun emperyalistlerin yenilmeyeceklerine, kaybetmeyeceklerine, gerilemeyeceklerine inanırken Türkiye ve diğer mazlum ulusların hiçbir zaman iyi bir iş yapamayacaklarını, hep başarısız olacaklarını, stratejik düşünemeyeceklerini var saymaktalar tıpkı dünün Damat Feritler, Ali Kemalleri, Halit Refikleri, Refii Cevatları... gibi. Bu vatansızlara göre batılılar hep akıllarını kullanırlar, doğulularda ise akıl ne gezer… Bu vatansızlar, emperyalist ülkeleri adeta tanrılaştırmaktalar. Gündemlerinde emperyalizmle savaşım olmadığından AB ve ABD’den gelen demokrasi, barış ambalajına sarılı her türlü ihanet projesini fütursuzca savunurlar.
İkide bir “Bu İngilizler, Amerikalılar yüz yıllık planlar yapar, Oysa bizim hiçbir zaman bir planımız olmadı.” biçimindeki sözleriyle emperyalist projeleri yüceltme görevini eksiksiz yaparlar. Bilmezler ki bu yaptıkları, emperyalistler adına bir psikolojik savaştır. Bu yolla halkın emperyalizme karşı savaşımına zarar vermekteler. Böylece de emperyalizm adına iç cephede gedikler açarlar ve bu giderek bir bozgunculuğa dönüşür.
Neyse… Osman’la konuşmamıza dönelim. Doğu Akdeniz’le ilgili Türkiye’nin Libya ile vardığı uzlaşma karşısında ikimiz de çok mutluyuz. Konuşma konumuz da bu… Ben: “Bir imzayla Doğu Akdeniz’de her şey lehimize döndü.” dedim. Osman: “Hani bunların yüz yıllık planları vardı, ne oldu bu planlara? Bir günde, yüz yıllık planları yok oldu.” diyerek işin özetini yaptı. Bu saptama, emperyalizmle savaşım açısından altın değerinde. Arkasından karşılıklı saymaya başladık: 1919’da Atatürk önderliğinde Türk Milleti, İngiliz planlarını, hesaplarını boşa çıkardı. Sonrasında Gandi ve dünyanın tüm mazlumları ayağa kalktı emperyalizme karşı ve Güneş Batmayan İmparatorluk çöküverdi.
ABD’ye gelince… Vietnam, Laos, Kamboçya’da tarihsel bir yenilgi aldı. Küba’da büyük bir başarısızlık… Suriye ve Irak’tan çekilmek zorunda kaldı. Venezuela’da amacına ulaşamadı. Diğer Latin Amerika ülkeleri giderek uzaklaşmakta Amerika’dan. Ve daha niceleri…
Yüz yıllık planlar bizim vatansızların dilinde… Ancak o planlar, ulusların kararlı dirençleriyle bir anda tuzla buz olmakta. Peki, vatansızlar bu gerçeği görüyorlar mı? Ne gezer… Onlar vatansızlık tarikatında, emperyalizm tapınağında ayindeler.
Dün tarih, İngiliz sömürgeciliğini yıkma görevinde öncü olma görevini Türkiye’ye vermişti. Bugünse tarih, ABD emperyalizmini çökertme görevini yine ulusumuza vermekte. Bu demektir ki hem kendimiz hem de tüm insanlık için yapacağımız çok şey var. Sorumluluğumuz çok ağır, çok…
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           28 Aralık 2019


VATANIN BÜTÜNLÜĞÜ, DEVLETİN BAĞIMSIZLIĞI


                        
“Adalet prensiplerine samimiyetle bağlı olan bir hükümet, her şeyden evvel milletin yüksek menfaatlarını düşünecekti. Her türlü fırka ihtiraslarının, her tür şahsi görüşlerin, hatta her şekilde memleket ve millet kanaatlerinin, nihayet basit ve yüksek bir müşterek sınırı vardı: Vatan ve devletin bağımsızlığı. Bunlar tehlikeden kurtulmadıkça zaten ne şu veya bu görüşün, ne millet saadetiyle alakalı olan şu veya bu kanaatlerin söz konusu olması doğru değildir. Çünkü bütün bu görüşlerin ve kanaatin tatbik zemini tehlikeye girmiş oluyor ve her fikir ve kanaat evvela bu müşterek zemini kurtarmaya mecbur bulunuyordu. Dolayısıyla hangi fırka ve zümreye mensup olursa olsun, adil bir hükümet, her şeyden evvel bunu düşünecek, memleketin kuvvetlerini mümkün olduğu kadar israf ve imhadan kurtarıp vatanın kurtuluşuna yönelik mesaiye yönelecektir. (Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi- Hâkimiyeti Milliye Yazıları, s. 40, Kaynak Yayınları)” Bu satırları, Atatürk’ün 28 Şubat 1920’de Hâkimiyet-i Milliye’de yazdığı başyazıdan aldık. Öncelikle paragrafta vurgulanan düşünce vatan ve devletin bağımsızlığı olduğunu söyleyelim.
Vatanın geleceği devletin bağımsızlığı tehlikede olduğu bir dönemde işbaşındaki hükümet de muhalefet de ulusun yüksek çıkarlarını düşünmek zorundadır. Parti ihtiraslarının, iç siyasal çekişmelerin, ulusun birliğini zedeleyecek kısır çekişmelerin vatan savunmasına zarar vereceğini vurgulamış Yüce Önder.
Bugün Türkiye, ABD’nin başını çektiği bir emperyalist saldırı altındadır. ABD’nin ülkemize karşı başlattığı bu savaşta yandaşları ve piyonları İsrail, Suudi Arabistan, PKK, FETÖ’dür. Bu şer ittifakına karşı ulusun bütün güçlerini birleştirmek iktidarın görevidir. Bu birliği sağlarken muhalefet de her türlü bozgunculuktan kaçınmalı.
“Çünkü siyasette başarı, daima öncekilerden fazla milli menfaatlar temin etmektir. Aynı yapıt, s.41)” Siyasette başarılı olmak isteyen partilerin, siyasetçilerin izleyeceği siyasal yolu da göstermekte Atatürk. “Milli mefaatları” savunmanın dışında hiçbir şey siyasette başarı getirmez. Atlantik’in doğusunda ve batısında iktidar dilenenler, Atatürk’ün bu uyarısını dikkate almalılar.
“Bilhassa memleketin genel hayatında, idarede, adliyede, iktisadiyatta bugüne kadar devam eden intikam ve fırkacılık ihtiraslarının vücuda getirdiği tabii olmayan vaziyetler, adalet prensiplerine ve memleketin yüksek menfaatlarına en uygun tarzda giderilmek için geçirilecek merhaleler vardır. (Aynı yapıt, s. 43)” Siyasette karşıtını düşman olarak belleyerek ondan intikam alma hırsı ülkenin birliğine ve bağımsızlığına zararlı olacağı anlatılmakta bu tümcede. İntikamcı siyaset anlayışı devlet kurumlarını zayıflatır, halkın bu kurumlara güvenini azaltır.
“Milli birlik, dünyanın yaşamaya haklı her milletinde kendi kendine teşekkül etmiş bir dayanışmadır ki, büyük ve vatani bir tehlike anında, dahili ve harici her karışıklık ve kargaşa zamanında derhal tecelli eder ve felaket etkeni olanlar, yalnız onun karşısında mağlup olur. Vatan endişesi tasavvur olunur olunmaz, milli birlik de bunun tabii ve zaruri bir neticesi olarak derhal kendini gösterir. (Aynı yapıt, s. 43)” Bugün içerde PKK ve FETÖ eliyle karışıklık yaşanmaktadır. Bu terör örgütleri halkımıza, devlet görevlilerine silah doğrultmuşlar, ulusumuzun birliğini bozmak için çabalamaktalar. Dışarda ise ABD emperyalizmi ülkemizi zayıflatmak, devletimizi ortadan kaldırmak, vatanımızın bütünlüğünü parçalamak için elinden geleni yapmakta. Bu durumdan bizi kurtaracak olan “milli birlik” duygusuyla omuz omuza savaşmaktır. “Milli birlik” duygusuyla dayanışma ruhundan yoksun olursak ulusumuz, dünyadaki yaşama hakkından yoksun kalır.
“Milletlerde dayanışmayı vücuda getiren, ya müthiş bir tehlike ya uzun ve esaslı bir siyasi terbiyedir. (Aynı yapıt, s. 44)” Ulusunun karşı karşıya bulunduğu dış ve iç tehlikeleri göremeyen siyasetçiler sağlam bir siyasal terbiyeden de yoksundurlar. Bu tür siyasetçiler, milli dayanışma yerine dış ülkelerden umar aramaktaysalar, onların dünün Damat Feritlerinden farkları nedir?
“Esasen milletler sözleşmeler, antlaşmalar, harici kuvvetlerle değil, kendi aralarındaki esas ve toplumsal bağların dağılmasıyla yok olurlar. (Aynı yapıt, s. 44)” Türkiye’ye düşman ülkelerin kendi aralarında ülkemize karşı oluşturdukları her türlü komployu boşa çıkaracak olan ulusal dayanışmamızdır. Ulusal dayanışmamızı engelleyen kim olursa olsun ulusumuzun düşmanıdır. Biz, sağlam durup bir olduğumuzda karşımızda dünyanın hiçbir gücü duramaz.
“Dolayısıyla milli birliğe hücum etmek isteyenler, prensiplerinin yahut meşru muhalefetlerinin müdafaası için değil, memleketin başına bela olmalarını engelleyeceği için feveran edenlerdir. Bu gibilerin artık bu millet arasında mevkii olamaz. (Aynı yapıt, s. 45)” Doğru söze ne denir? Neredeyse yüz yıl öncesinden bugünleri gören Büyük Atatürk’ün bu sözü yorum gerektirir mi?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           14 Aralık 2019





SANATIN BİRLEŞTİRİCİ GÜCÜ


                                         
Elnare Abdullayeva, Azeri bir şarkıcı… Dinlediğinizde içinizi titreten, hayallerinizi derinleştiren, ruhunuza farklılıklar katan, göğsünüze bin bir düğüm atan, günlük yaşamın tüm uğraşlarından sizi koparıp ezginin ve insan sesinin büyülü atmosferinde eriten bir sanatçı.
Azerbaycan’da sanat eğitimi oldukça önemli. Elnare Hanım’ın da diğer Azeri sanatçılar gibi sıkı bir müzik eğitiminden geçtiği anlaşılmakta. Türküleri yalnızca söylemiyor, yaşıyor, yaşatıyor.
Elnare Abdullayeva, çağımızın üç Karacaoğlan’ından biri diyebileceğimiz Neşet Ertaş’tan (Diğerleri Âşık Veysel ve Âşık Mahsuni’dir bana göre.) üç parça seslendirdi (Belki daha da vardır...): Gönül Dağı, Cahildim Dünyanın Rengine Kandım ve Yunus’tan bir ilahi, Ah Yalan Dünya… Üç parçayı da okurken nerdeyse Neşet Ertaş’ın duygularına yakın bir tinsel düzeyi yakalamakta. İnsanın ciğerini söküp alan bir ses, bir yorum…
Abdullayeva’nın işini çok ciddiye aldığı her deviniminden, tavrından belli. İşine saygı duyduğu çok açık. Sevgiyle söylüyor türkülerini. Söylediği parçaların sözlerini içselleştirmiş. İçselleştirmese bu kadar gönülden söyleyemez ve dinleyenleri de alıp götüremez ezginin, sözlerin büyülü dünyasına.
Saz kurulu Abdulleyeva kadar ciddi… Hepsi türküleri yaşayarak çalmakta. Her türlü sazı çalanın yüzünde işine odaklanmanın olağanüstü belirtilerini görmek çok kolay. Yalnızca türküyü okuyan değil, sazları çalanlar da ezginin ve sözün duygusallığını yaşmakta.
Dinleyicilere gelince… Neşet Ertaş parçalarından ikisi “Saray Konseri”nde söylenmiş. Herkesin gözü sahnede. Hapşıran, öksüren, kuruyemişle zaman geçiren, kulaktan kulağa fısıldaşan, uyuklayan, esneyen, saatine bakan, sağı solu inceleyen biri yok! Dinleyicilerden çoğu, gözyaşlarına engel olamamakta. Giyim kuşamda özen var.
Solistiyle, saz kuruluyla, dinleyicisiyle bütünleşen bir salon… Yüzlerce kişi, bir duygu çevresinde bir olmuş. Sanatın büyüleyiciliği, herkesi içine almış.
Sanat ve kültür toplumları birleştiren en önemli öğe. Ne yazık ki liberalizmin egemen olduğu toplumuzda sanat ve kültür popülizme teslim olmuş durumda. Cumhuriyet’in bin bir emekle yarattığı sanatımız, emperyalizmin dayattığı yozluğa yenildi.
Birçok toplumsal sorunu sanatla çözebiliriz. Kötülüklerin yaygınlaşmasının karşısındaki en büyük güç kültür ve sanattır. Sanatın birleştirici gücünden yararlanarak toplumsal ayrışmaları ortadan kaldırma olanağımız var. Tarihin en eski dönemlerinde bile tinsel sayrılıklar müzikle otanırdı. Yaşamımızı sarmalayan şiddete karşı savaşmanın bir yolu neden sanat değil? Gerçek sanatçıları, insanlarımıza örnek olarak neden sunmuyoruz da birtakım asalaklar, sahte kahramanlar olarak boy gösteriyor ekranlarda?

Not: Elnare Abdullayeva'nın sözünü ettiği türkülerden üçü aşağıdadır.

Elnare Abdullayeva-Cahildim dünyanın rənginə "Neşet Ertaş" (Muqam-Meqami... https://youtu.be/YuJV-kcRQP8 @YouTube aracılığıyla

Elnare Abdullayeva-Gonul dağı (Saray Konsert) https://youtu.be/6z86H7lVAlQ @YouTube aracılığıyla

Elnarə Abdullayeva Ah Yalan Dünya (Neşet Ertaş) Antrakt Verlişi https://youtu.be/zZdosgWwal0 @YouTube aracılığıyla

                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       9 Aralık 2019

STRATEJİK MERKEZ, TRABZON


                                    
Uluslararası İpekyolu İşadamları Zirvesi’nin dördüncüsü Trabzon’da yapılıyor. Dün başlayan Zirve, bugün de sürecek. Zirve’ye yirmi üç ülkeden yedi yüz işadamı katılmakta. Böyle bir toplantının hem ülkemiz hem Trabzon hem de Doğu Karadeniz bölgesi açısından önemi çok büyük.
Trabzon, Türkiye’nin en eski liman kenti. Tarihsel öneminin büyüklüğü kadar stratejik önemi de çok büyük. Doğu-batı, kuzey-güney geçişlerinde stratejik bir nokta. Yüz yıllarca Karadeniz, İran, Rusya ticaretinin kilit noktasını oluşturmuş. Tarihin ilk ticari yerleşimlerinden biri. Tüm zamanlarda bu özelliğini koruyan bir yerleşim yeri. Bu nedenle Kuşak-Yol Projesi’nin önemli bir limanı olmaya aday.
ABD, 20 Mart 2003’te başladığı Irak işgalinden önce Türkiye’den bazı isteklerde bulunmuştu. Bunların başında İskenderun ve Trabzon limanlarını lojistik üs edinmek isteğiydi. Trabzon’un stratejik önemini anlamak için ABD’nin bu girişimi önemlidir. Adamlar Irak’ı işgal edecekler, Irak’tan çok uzakta olan Trabzon limanını istiyorlar. Neden mi? Trabzon; Karadeniz, İran, Rusya ve Kafkasya coğrafyasını kontrol eden bir merkez. Ayrıca Orta Asya’nın kilit noktası. TBMM’nin bu ABD bu isteğini reddetmesiyle hem ülkemiz hem Trabzon büyük bir tehlikeden kurtulmuştur.
Türkiye’nin düşmanlarının (ABD, İsrail…) stratejik önemini kavradığı bir kentimizin bugüne dek Türk hükümetlerince ihmal edilmesi anlaşılır bir durum değil. Atatürk’ün hayalini kurduğu Trabzon demiryolunun bugüne dek hizmete girmemesi affedilemez. Demiryoluyla birleşmeyen bir limanın işlevi azalır, ticari etkinliği düşer. Hem Doğu Karadeniz Bölgesi’nin kalkınması, Doğu Anadolu’nun soluk alması hem de Türkiye’nin dünya ticaretinde payını artırması için Samsun-Hopa demiryolunun ivedilikle hizmete girmesi gerek. Ayrıca Trabzon’u, Erzurum üzerinden İran’a bağlayacak demiryolu projesi de yaşama geçirilmelidir. Bu demiryolunun bir kolu, Erzurum üzerinden güneye inmeli. Böylece lastik tekerlekli araçlarla yapılan pahalı ulaşımdan vazgeçilerek doğu-batı, kuzey-güney ticareti hem ucuzlamalı hem de kolaylaşmalı.
Trabzon’un özellikle İstanbul ve diğer liman kentlerimiz arasındaki deniz ulaşımı, ne yazık ki istenen düzeyde değildir. Yolcu ve yük taşımacılığının deniz yoluna kaydırılması bölge insanın işini kolaylaştırırken ülkemizde ekonomik kazanç elde edecektir.
 Kuşak-Yol Projesi kapsamında Trabzon’u çevre ülkelere bağlayacak deniz ve demiryolu ulaşım ağları kısa zamanda yaşama geçirilmeli. Çin’den kalkan bir tren, Trabzon’a ulaşmalı. Trabzon Liman’ı Karadeniz üzerinden Tuna’ya bağlanarak Almanya’ya kadar birçok Avrupa ülkesine taşımacılık hizmetinin merkezi olabilir.
Türkiye yaşadığı coğrafyanın avantajını iyi kullanmalı. Bu avantaj halkının gönenci, ülkesinin gelişmesi için değerlendirilmeli. Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlayan deniz ve demiryolu taşımacılığı önceliği, ne yazık ki 1945’ten sonra yerini karayolu taşımacılığına bıraktı. Bu nedenle de Türkiye’nin öz kaynaklarıyla kalkınması ne yazık ki istenen düzeye ulaşamadı.
Şanghay’dan Trabzon’a uzanacak bir demiryolu, Şanghay-Mersin bağlantısına göre yolu yarıya indirecektir. Bu da hem ülkemiz hem Çin hem de diğer ülkeler için büyük avantaj sağlayacaktır. Şunu anımsatmalıyım ki, Kurtuluş Savaşı’na Sovyetler Birliği’nin gönderdiği silah, cephane ve erzakların büyük bir bölümü Trabzon Limanı’ndan cepheye taşınmıştır. Savaş’ta stratejik bir üs olan Trabzon, barışta neden ticari bir merkez olarak ülke kalkınmasına büyük katkılarda bulunmasın?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           29 Kasım 2019



HAZIRCEVAPLIK



Bugün evdeyiz. Atacan’ın karyolasının yatağı tutan yan tahtası kırılmıştı. Ustalar gelecek. Beklemedeyiz… Birkaç gündür geleceklerini söylediler, hatta saat verdi sekreterler, ustalar; ama ne yazık ki gelmediler. Bugün yemin billah söz… Kesinlikle geleceklerini söylediler. Zaten alışmışız bu durumlara… Çaresiz bekleyeceğiz... Çünkü sözünde durup zamanında gelen usta sayısı çok az…
Firmaların çoğu ise malı satana dek çok inceler, tıkır tıkır işleyen kurum havası vermekteler alıcıya. Ama tüketici malı satın alınca iş bitiyor. Arıza, aksaklık, onarım olduğunda yanlarına yaklaşmaya görün.
Bizim kulağımız kapıda… Bir an önce gelseler de günümüz beklemekle geçmese! Bir de şu yaz sıcağında evde kapalı kalmasak…
Kapının çaldığını Atacan (8) işitti ilkin. Bize bir şey söylemeden kapıyı açtı ve ustaları odasına aldı. Sesleri işitince eşimle birden kalkıp odaya gittik. Ustalara “Hoş geldiniz!” dedikten sonra kırık yeri gösterdik.
Ustalar işe koyuldular. Atacan, her işin içinde... Ustalara yardım edeyim derken aslında engel olmakta. Bir iki kez uyarmama karşın hevesle, dört elle ustaların çalışma alanında güya iş yapmakta. Ustalar, bir şey söylemiyorlar, çocuğu uyarmıyorlar efendiliklerinden…
Atacan, duracak gibi değil… Tam da onu nasıl durdururum, diye düşünürken yerde bir silgi gördüm. Silgiyi ona verip “Bunu salonda bir yere koy!” dedim. Silgiyi aldı, birkaç saniye sonra geri geldi. Yine kaldığı yerden işe başladı. Tahtayı tutuyor, ustalara vida veriyor. Kendince onlara ne yapacaklarını anlatıyor.
Çocuk, yaptığı işi çok ciddiye almakta. Ustalara, kaç gündür yatağına yatamadığını anlatmakta.
İş bitti. Yatağın kırılmayan özgün tahtası kısa, yani bir doksan… Yeni gelen uzun; iki metre... Böyle olunca da yatak yamuldu. Çünkü arada on santim fark var. Ustalar şaşkın, biz şaşkınız. Atacan ise çok öfkeli ve üzgün… Günler sonra yatağının olmaması onu üzüyor ve de öfkelendiriyor haklı olarak.
Neredeyse bir aydır her gün telefon ettik, ölçüyü söyledik. Tanınmış bir firma… Hemen her yerde reklamları var. “Parça elimizde yok, İnegöl’deki merkezimizde üretilecek.” diye yanıtladılar bize. Ürete ürete on santim uzun bir tahta getirildi. Ustalar, özür dileyip gittiler. Onlar gittikten sonra telefona sarıldı eşim, aradı merkezlerini. Önce her zaman olduğu gibi uzun bir telesekreter dinletisi. Sonrasında canlı bir ses… Eşim, konuyu anlattı. Bayramdan sonra sorunu çözeceklerini söylediler. Yine beklemedeyiz, daha önce olduğu gibi…
Odadan çıktık. Salona girdim ki Atacan’a verdiğim silgi hemen girişte, yerde durmakta. Çocuğa dönüp: “Bu silgiyi bir yere koy, demedim mi?” diye sordum.
O: “Evet, dediğini yapıp yere koydum işte!” diyerek yanıtladı beni.
Sanırım ustalara yetişmek düşüncesiyle atıvermiş silgiyi salona doğru.
Hazırcevaplığı karşısında ne diyeceğimi şaşırdım. Gülümsedik eşimle. Onun gözleri parlamakta ışıl ışıl. Ne denir ki böyle adama? Yatağının olmamasının yarattığı olumsuzluk dağılıverdi, evimize bir bahar kokusu ve serinliği yayıldı birden.
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   7 Ağustos 2019



ATATÜRK'Ü, KURDUĞU MECLİS’TEN ATMAK



Kurtuluş Savaşı bitmiş, kimsenin olası görmediği kutlu bir utku kazanılmıştır. Tutsaklık zinciri kırılmış, Türk Ulusu özgürlüğü dişiyle tırnağıyla ele geçirmiştir. Padişah, İngiliz gemisine sığınarak ülkeyi terk etmiştir.
Yurt toprakları yakılıp yıkılmış; halk yoksulluğun, salgın hastalıkların, ilkelliğin, feodalitenin, geriliğin pençesinde inim inim inlemekte. Kılıçla yapılan savaş bitmiş, sıra kalem ve kılıçla yapılacak savaşa gelmiştir. Bu savaşı kazanmak için TBMM’de yeni yasalar çıkarılmakta, büyük bir kalkınma atağının gerçekleşmesi için çalışılmakta.
Kazanılan utkunun mimarı, önderi Atatürk’tür. TBMM’de üç vekil, Atatürk’ün milletvekilliğini düşürmek için harekete geçer. Bunun için de Mebus Seçim Kanunu’nu değiştirmek için harekete geçerler. Gazi Meclis’e bu konuda bir teklif verirler. Tarih, 1 Aralık 1922’dir. Teklifi veren mebuslar: Erzurum Mebusu Süleyman Necati, Mersin Mebusu Selahattin, Canik (Samsun) Mebusu Emin’dir. Bu mebusların teklifleri kısaca şudur: Türkiye sınırları içinde doğmayanlar ve her hangi bir yerleşim yerimizde beş yıl süresince ikamet etmeyenlerin milletvekili seçilmesin, istemekteler. TBMM’de bu duruma uyan tek bir kişi var. O da Atatürk. Doğduğu kent Selanik sınırlarımız dışındadır ve sürekli görev yeri değiştiği için de beş yıl süresince bir yerde ikamet etmemiştir. Bu durumu Atatürk öğrenir ve söz hakkı alarak Meclis kürsüsüne çıkar.
“Efendim! Bu kanun teklifi özel bir maksat ihtiva ediyor ve bu özel maksat doğruca şahsımı alakalandırdığından, müsaade ederseniz, birkaç kelime ile fikrimi arz etmek istiyorum. Erzurum Mebusu Süleyman Necati, Mersin Mebusu Selahattin, Canik (Samsun) Mebusu Emin beyefendiler tarafından teklif edilen kanun tasarısı, doğrudan doğruya benim şahsımı vatandaşlık haklarından düşürmek görüşüne yöneliktir.” demekte Atatürk. Çoğumuzun saçma sapan diyebileceğimiz böyle bir girişime hatta aymazlığa karşı Atatürk’ün tavrı çok önemli. Öncelikle dildeki incelik ve saygı övgüye değerdir. Öneri saçma sapan olsa da TBMM üyelerini, onların nezdinde halkı aydınlatmak, bu aymazlığı Meclis’e taşıyanların görüşünü çürütmek için kürsüye çıkıp ikna yöntemini kullanmakta.
“Maalesef doğum yerim bugünkü sınırlar haricinde kalmış bulunuyor. İkinci olarak, herhangi bir seçim dairesinin beş senelik sakini dahi değilim. Doğum yerim, bugünkü milli sınırımızın haricinde kalmıştır. Fakat bu böyle ise, bunda benim katiyen bir kasıt ve kabahatim yoktur. Bunun sebebi, bütün memleketimiz, milletimizi mahv ve yok etmek isteyen düşmanların hareketlerinde muvaffak olmaktan kısmen men edilememiş olmasıdır. Eğer düşmanlar tamamen maksatlarına muvaffak olmuş olsalardı, Allah muhafaza etsin, buraya imza atan efendilerin dahi memleketleri sınır haricinde kalabilirdi.
Bundan başka, bu maddenin talep ettiği şarta sahip bulunmuyorsam, yani beş sene devamlı olarak bir seçim dairesinde sakin olamamış isem, o da, bu vatana yaptığım hizmetler yüzündendir. Eğer bu maddenin talep ettiği şartı kazanmaya çalışsaydım, İstanbul’u kazandırmaktan ibaret olan Arıburnu ve Anafartalar’daki müdafaalarımı yapmamaklığım lazım gelirdi. Eğer ben bir yerde beş sene oturmaya mahkûm olsaydım, Bitlis ve Muş’u aldıktan sonra Diyarbekir istikametinde yayılan düşmanın karşısına çıkmamaklığım, Bitlis ve Muş’u kurtarmaktan ibaret olan vatani vazifemi yapmamaklığım lazım gelirdi. Bu efendilerin talep ettiği şartları kazanmak isteseydim, Suriye’yi tahliye eden orduların enkazından Halep’te bir ordu teşkil ederek düşmana karşı müdafaa etmemekliğim ve bugün milli sınır dediğimiz sınırı fiilen tespit etmemekliğim lazım gelirdi.
Zannediyorum ki, ondan sonraki mesaim herkesin malumudur. Hiçbir yerde beş sene oturamayacak kadar mesai sarf etmiş bulunuyorum. Ben zannediyorum ki, bu hizmetlerimden dolayı milletimin muhabbetine ve teveccühüne mazhar oldum. Belki bütün İslam âleminin muhabbetine ve teveccühüne mazharım. Dolayısıyla, bu teveccühlere karşılık vatandaşlık haklarından düşürülmeye maruz kalacağımı asla hatıra getirmezdim. Tahmin ediyorum ve ediyorum ki, yabancı düşmanlar bana suikast etmek suretiyle de memleketimdeki hizmetimden beni tecride çalışacaklardır. (Nutuk, s.554-555, Kaynak Yayınları)” sözlerini böyle sürdürmekte Atatürk.
Liberaller, yobazlar, vatansız solcular Atatürk’ü diktatörlükle suçlamaktalar. Çünkü onlara, emperyalist efendileri bunu öğretmiş. Dünyanın neresinde bir diktatör, muhaliflerinin saçma sapan bir önerisine Meclis kürsüsüne çıkıp saygılı bir dille yanıt verir? Oysa bu önergeyi, yukarıda anlatıldığı gibi düşmanın suikastıyla aynı görür Atatürk. Buna karşın demokrasi kültürünü TBMM’ye yerleştirmek istemekte Büyük Önder.
26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz, 9 Eylül’de İzmir’de sona ermiştir. Dünyanın parmak ısırdığı bir komutandır Gazi Paşa. Savaş alanının tozu toprağı henüz üzerindedir. Bu nedenle de halkın sevgilisidir. Ama yine de tek çözüm yolu iknadır O’nun için.
Peki, Atatürk’ün yurttaşlık haklarını elinden alarak O’nun siyaset dışına bırakacak bir önergeyi hazırlayan bu üç mebusa ne oldu?
Mersin Mebusu Selahattin, Canik (Samsun) Mebusu Emin beyler Atatürk döneminde bir daha vekil seçilemediler. Çünkü halkın nezdinde desteklerini yitirmişlerdi.
Erzurum Mebusu Süleyman Necati’ye gelince… “Erzurum ve Vilayatı Şarkiye müdafaai hukuk cemiyeti ile Erzurum kongresinin önder teşkilatçılarından olan Süleyman Necati ilk mektep öğretmeniydi. Erzurum’daki Albayrak gazetesinin sahibiydi. Bu gazete, milli mücadelenin ilk sözcüsü oldu. Cumhuriyet amacı da dâhil olmak üzere, en ileri bir anayasaya zemin olabilecek bir de tasarısı vardır ve eldedir. Böyle genç ve idealist bir insanın yukarıda değinilen takrire imza koymuş olması hazin bir hata ve talihsizlik olmuştur. Öyle görünüyor ki Süleyman Necati, sonradan Erzurum’da patlak veren bölgecilik cereyanlarına sürüklenmiş ve bu sürükleniş onu, Gazi’yi hedef tutan bu takrire imza koymaya kadar götürmüştür.
İkinci Meclis seçiminde Mebus seçilemeyen Süleyman Necati, daha sonraları Gazi’nin desteğiyle Zonguldak Mebusluğuna seçilmiş ve bu görevde iken ölmüştür. (Tek Adam, Cilt III, s.67, Remzi Kitabevi)” Görüldüğü gibi bir hata yaptı diye Milli Mücadele’ye büyük katkıları olmuş bir kişiyi harcamıyor Atatürk. Çünkü kendisi insan kazanma uzmanıdır. İnsanları ikna etmek, kazanmak, onlara doğruları göstermek için insanüstü bir çaba gösterir. Sabretmek O’nun en belirgin kişilik özelliğidir.
Eleştiriye son derece açık, sorunları tartışmayla çözmekten yana bir liderdir Atatürk. Şimdinin siyasetçilerine de bir bakınız. Kendilerine en küçük bir eleştiride bulunanı, bir daha partilerinin kapısından bile sokmamaktalar. Eleştiriye tahammül edememeleri, özgüvenlerinin zayıflığındandır. Düşüncelerine, demokrasiye, halka güvenmeyişleri onları despot liderler yapmakta.
Hangi yaşta, hangi koltukta olursak olalım Atatürk’ten öğreneceğimiz çok şey var, çok…
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           1 Ağustos 2019


KAHRAMANLARIN TERFİSİNE KARŞI ÇIKAN MUHALEFET



9 Eylül 1922’ye kadar I.TBMM’deki muhalifler, Atatürk’ün başarılı olacağını akıllarının ucundan dahi geçirmediler. Atatürk’ün dehası karşısında ezilen padişahçı, hilafetçi, sıkışınca mandacı vekiller; Atatürk’e karşı akla hayale gelmeyecek zorluklar, engeller çıkardılar. Bu zorluklar, engeller Atatürk’e ve cephede ölüm kalım mücadelesi veren orduya zarar verdi. Ancak deha Atatürk’teydi ve O, bu zorluklara, engellere karşın düşmanı denize döktü ve büyük utkuyu kazandı ulusuyla.
Düşman denize döküldü. Utku kazanıldı. Atatürk ve arkadaşlarının yitirecek, boşa harcanacak zamanları yoktu. Yüzyılların getirdiği geriliği, isteksizliği, üretimsizliği, eğitimsizliği yenmek zorundaydılar. Bu nedenle kollar sıvandı.
Öncelikle hak edenin hakkı verilmeliydi. Yıllardır cephelerde yatıp kalkan, cephelerde bir ömür tüketen, büyük bir tansığa imza atan subaylar ödüllendirilmeliydi. Bu ödüllendirme de onların savaşta gösterdikleri başarı nedeniyle geciken terfilerinin yapılmasıydı.
Atatürk, Çanakkale’de yalnızca Türk Ulusunun değil, dünyanın tarihini değiştirme başarısı, kahramanlık gösteren bir komutandı. Savaş başladığında yarbaydı. Birkaç ay  gecikmeyle de olsa albaylığa yükseltildi rütbesi. Anafartalar utkusundan sonra hak ettiği generalliğe terfisi o dönemin ordu yöneticilerince kıskançlık nedeniyle zamanında yapılmadı. Bu da Mustafa Kemal’in moralini bozmuştu.
Terfilerin zamanında yapılamamasının asker üzerindeki etkisini çok iyi bilen Atatürk, savaş alanlarında kahramanlıklar yaratan askerlerin terfisini geciktiremezdi. Çünkü adaletli olmak, bir yöneticinin en önemli özelliği olmalıydı.
Ordudaki yeni rütbeler hükümetçe verilmiş ve meclis başkanı olan Mustafa Kemal tarafından bu terfiler onaylanmıştı. Büyük utkudan sonra TBMM’de bir süre suskun kalan muhalifler, bu durumu fırsat bilerek sert eleştiriler yapmaya başladılar. Yeni rütbeleri hükümetin vermesini ve meclis başkanının onaylamasını, TBMM’nin hakkına saldırı olarak nitelediler.
Atatürk’ün en önemli muhaliflerinden Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni: “Ben, Meclis iradesini çiğneyenleri, Yunanlı kadar memlekete zararlı sayarım.” diyordu. Yunan işgal ordusunu Anadolu topraklarından söküp kovalayarak İzmir’den deniz döken muzaffer bir başkomutanaydı bu sözler. Bu, Atatürk muhaliflerinin bilinçaltlarını ortaya çıkarmaktaydı.
Hüseyin Avni Bey’i bu denli kızdıran neydi? Yunan ordusunu yenen kahramanlarımızın yeni rütbeleri… Bu yeni rütbeleri her asker annesinin ak sütü gibi hak etmişti. Hükümetin ve Atatürk’ün yaptığı iş de bu hakkı, hak edene vermekti. Bu duruma bu kadar sert karşı çıkmanın ne anlamı vardı? Muhalefet, Atatürk’ün dehasının farkındaydı. Büyük bir devrimin öncül dalgalarının gücü onların başlarını döndürmekteydi. Devrimi görmektense Yunan süngüsünü yeğleyen bir anlayışa sürüklenmekteydiler. Ne acı bir durum değil mi?
Oysa muhalif olmak, sorumluluk ister değil mi? Hem de yurdun geleceğini, yazgısını baştan sona duyumsamak sorumluluğu. Sorumsuzluk içinde, kendi dar görüşlülüğüne tutsak olmuş bir muhalefetin bir ülkeye yararı olur mu?                                  
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           29 Temmuz 2019


ÖNCE VATAN


Çankaya… Falih Rıfkı Atay’ın ölümsüz yapıtı. Daha lise yıllarımda okudum bu ölümsüz kitabı. Fırsat buldukça göz atarım sayfalarına. Bu kitabı; öğrencilerime, arkadaşlarıma, yakınlarıma, hatta ilk kez tanıştığım ama bir daha görmediğim nice insana okutmak için hep öneri de bulunmaktayım. Atatürk’ü yakından tanıyan, Kurtuluş Savaşı’nı, olayları bire bir yaşayan, o fırtınalı günlere tanıklık eden birinden her şey öğrenilsin istemekteyim hep. Bu isteğimden bir an olsun vazgeçmedim. Atatürk’e karşı zerre kadar sevgi ve saygı duyan herkes, bu kitabı okumalı. Yalnızca bunu mu? O dönemi gerçekçi bir biçimde anlatan birçok kitabı.

Yine Çankaya’nın sayfalarını karıştırmaktayım. Günümüzde ders çıkarabileceğimiz birkaç olayı paylaşayım istedim.

TBMM’nin yeni açıldığı aylar… İşgal güçleri, bir yandan kutsal vatan topraklarını bir bir işgal ederken İngilizlerin desteklediği, Padişah Vahdettin ve hükümetinin kışkırttığı onlarca ayaklanmayla boğuşmakta Ankara. Kimi Kuvayı Milliyecilerin uygulamaları da bir dert… Bu nedenlerle zor günler yaşanmakta. Bir yandan direniş için TBMM’ye bağlı düzenli ordu oluşturulmakta... Bir yandan da yeni kurulan devletin yasaları çıkarılmakta Meclis’ten…

Çiçeği burnunda devletin Maarif Vekilliği, resim dersini çizgi dersine çevirmişti dinsel gerekçelerle. Medreseler açılmaktaydı bir yandan da. “Ankara’da Tanzimat’tan da öncesini hatırlatan bir hava vardı.” Milli Şairimiz Akif, bu yapılanların destekçisiydi. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü de bu yapılanların en önemli ve ateşli savunucusuydu.

“Cüretkâr ve atılgan olan Ali Şükrü, bir sağlık kanunu tartışmasında ‘Kadınlarımızdan ne ister bunlar? Yüzlerini açtırmayacağız.’ diye haykırmıştı.”

“İstiklal Marşı’nın yazarı Şair Akif Meclis’te bir daha ağzını açmıştı: Neden sivil gazete ‘Hâkimiyet-i Milliye’ ye ödenek verilmiş de Şeriatçı Sebilürreşad dergisine verilmemiştir, kavgasında bu yardımı esirgeyenlere ‘Dalkavuklar!’ diye bağırmak için!” Oysa Hâkimiyet-i Milliye kurtuluş mücadelemizi dünyaya anlatan sesiydi Ankara’nın. Bunu bilmez miydi Akif ve arkadaşları?

Osmanlıyı kırıma uğratan salgın hastalıklar Kurtuluş Savaşı yıllarında da önü alınmaz bir beladır. Yıllarca salgın hastalıklar önlenemediğinden nüfusumuz kırılmaktadır. Ne yazık ki Osmanlıyı yönetenler, bu hastalıkları “Yazgı…” deyip geçiştirdiler yıllarca. İlk Meclisimiz ve hükümetimiz bu salgınların önünü almak istemektedir. Sağlık Komisyonunda frengi hastalığına karşı önlemler görüşülür. “Evlenecek kadınların önceden hekimce muayene edilmesini” yasalaştırmak istenmekteydi işin uzmanı hekimlerce. Gericiler: “Bakire kadın hekime gösterilemez!” diye ayaklandılar. Hekim yerine bir ebenin muayene etmesini istediler. Eğer ebe gerekli görürse hekime söyler, o da ilaç yazdırır, demekteydiler. Anadolu, frengiden kırılmakta. Halk çaresiz… Gencecik insanlarımız, bu illetten yaşamını yitirmekte. Salgın hastalıklar, memleketimizi işgal eden düşman kadar tehlikeli. Ama bu gerçeği kavrayamayan vekiller var TBMM’de, hem de çokça.

Sağlık Komisyonu Sözcüsü Dr. Emin Bey (Bursa Milletvekili Emin Erkul), frenginin önlenmesi konusunda kararlıdır. Bu konuda hiç geri adım atmamakta. Bu tartışmalar sırasında öfkesini kontrol edemiyor ve hocalardan birine tokat atınca az kalsın linç ediliyordu.

Henüz 1920 yılıdır. II. Mahmut’un Rumlardan taklit ettiği fes için dış ülkelere milyonlarca lira verildiğini ileri sürerek yerli malından üretilen kalpağın başlık olarak kullanılması TBMM’ye teklif edilir. Meclis’te kıyamet kopar. Fes ve kalpak savunucuları hararetli tartışmalara girer.

Trabzon Milletvekili Ali Şükrü’nün teklifi üzerine “Men-i müskirat” yasası çıkarılır. Bu içki yasağı yasası, bir şeriat yasasıdır. Fes yüzünden yirmi milyon lirayı ithalata harcayan yoksul ülkemiz, içki yasağı yüzünden bir yirmi milyonu daha kaybedeceğini anlatamadı sorumlu yöneticiler. Hoca Vehbi Efendi, “Hadd-i Şeri” adı verilen dayak cezasını da teklif etti. İçki içenlere bir kadeh için seksen değnek vurulacaktı bu öneriye göre.

“Bir milletvekili: ‘Yahu dört kadeh içene dört kere seksen sopa! Nasıl dayanır bir insan!’ diye haykırdı.”

Atatürk cephededir… 22 Haziran 1920’de başlayan Yunan ilerlemesi son hızla sürmekte. Yerleşim yerleri bir bir düşman eline geçmekte. Kuvayı Milliye birlikleri bozulmakta. Düzenli ordunun kurulup güçlendirilmesi ivedilik göstermekte. Muhalefet, Yunan ilerlemesiyle azıtmış durumda. Atatürk, cepheden koşup Ankara’ya geliyor, Meclis dağılmasın, ulusun birliği bozulmasın, diye. Hamdullah Suphi gibi yakın arkadaşlarıyla bile sert tartışmalara giriyor. Düzenli orduya karşı çıkanlar çoğunlukta. Birçok kişi kurtuluşun milis güçleriyle olacağını savunmakta.

Örnekleri çoğaltmaya gerek yok sanırım. Türkiye bir vatan savaşımı içindedir. Atatürk, kazanmak zorundadır. “Gerici” diyerek kimseyi dışlayacak durumu yok! Farklı düşüncede olanlar da kurtuluş mücadelesine omuz vermeli. Önce vatanı kurtarmalı…

İlk TBMM: 115 memur ve emekli, 61 hoca, 51 asker, 51 hekim, 49 avukat, 37 tüccar, 26 çiftçi, 8 şeyh, 6 gazeteci, 5 ağa, 5 aşiret reisi, 2 mühendisten oluşmuştu. Türlü mesleklerden, farklı düşüncelerden oluşan Meclis’in ortak amacı vatanın kurtuluşuydu.

Yukarıdaki örnekler günümüze ne kadar da uymakta… Şimdi de bir vatan savaşımı vermekteyiz. ABD emperyalizmi, tüm gücüyle saldırmakta Türkiye’ye. Böyle bir durumda Atatürk gibi düşünüp davranmak zorundayız. Çünkü önce vatan! Vatanımızı, emperyalist saldırılardan kurtardıktan sonra tartışacak çok zamanımız olacak. İç cepheyi sağlam tutmalı. İç cephe dağılırsa Türkiye kalmaz. Bu nedenle bozguncuları iyi tanımalı, onların oyunlarına gelmemeli.

                                            Adil Hacıömeroğlu

                                            25 Temmuz 2019

 

 

 

 


HDP’YE YAŞAM ÖPÜCÜĞÜ (Seçim Değerlendirmesi-6)


                                             
31 Mart Yerel Seçimlerinden önce HDP/PKK, halk desteğini yitirmişti. Hendek savaşını yitiren PKK, kentlerde taban bulamaz duruma gelmişti. TSK’dan yurtiçi ve yurtdışında üst üste darbeler yiyen bölücü örgüt, açılım dönemindeki özgüvenini yitirmişti. Bölücü örgütün siyasal uzantısı olan HDP, gerileyişe koşut olarak politika üretemez duruma geldi. Hatta ona, kol kanat gerenler de HDP’den uzak durmaya başladılar. Yalnızlaşan ve halk desteğini yitirmekte olan HDP zordaydı. İşte, tam da bu anda ABD’de planlanan senaryo yaşama geçirildi.
Libya’da Kaddafi, Irak’ta Saddam nasıl psikolojik savaş senaryolarıyla itibarsızlaştırılıp kötü adam, günah keçisi, diktatör yaftalamalarıyla halkın gözünden düşürülerek devrilip ülkeleri bölündüyse Türkiye’de de Erdoğan aynı yöntemlerle hedefe kondu. PKK ve FETÖ’yü aklamak, halka sevdirmek, onların suçlarını hafifletmek için çalışmalar başlatıldı. “Bak Erdoğan PKK’dan da FETÖ’den daha kötü…” algısı için medya, sosyal medya var gücüyle devreye sokuldu. Yaşam pahalılığı ve ekonomik bunalım nedeniyle zor durumda olan AKP, bu algıya karşı koyamadı. Libya ve Irak senaryolarını ülkemizde uygulamak isteyen küresel merkez, “En kötü olan Erdoğan’a karşı diğer kötülerle ittifak yapmanın sakıncası yoktur.” anlayışını sahneye koydu. Böylece senaryo işlemeye başladı.
HDP, birçok kentte aday göstermedi. Çünkü güç yitirdiğinin farkındaydı. Bu nedenle gerçek gücünün kamuoyunca bilinmesini istemedi. Özellikle anakentlerde güç yitimi çok belirgindi. Kentlerde PKK’nın yaptığı kitlesel kıyım eylemlerini HDP yöneticileri savunamadı. Çoğu zaman utangaç bir tavırla kaçamak yanıtlar verdiler sorulara.
Millet İttifakı’nı destekleme düşüncesi HDP’nin kurtarıcısı oldu. Hem seçimde gerilemesi nedeniyle gerçek gücü ortaya çıkmayacak hem de bağlı olduğu küresel merkezin buyruğuna uyacaktı. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı. Seçimlerden sonra da gücünün üstünde bir güç takınarak Millet İttifakı partilerinden desteğinin diyetini isteyecekti yüksek sesle.
31 Mart’tan önce HDP sözcüleri alçak perdeden Cumhur İttifakı’nın adaylarını kazandırmayacaklarını söylediler. Bu, dolaylı yoldan CHP adaylarına destekti. “CHP adaylarını destekleyeceğiz.” sözünü çok kullanmadılar. Ancak Kandil’deki PKK liderleri CHP adaylarının destekleneceğini birçok kez açıkladılar.
31 Mart’ta HDP oyları Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde önemli ölçüde geriledi. HDP sözcüleri, bu gerilemeye türlü kılıflar uydurmak istese de ikna edici olamadılar. Etnik siyasetin karın doyurmadığını bu gerileyiş bize çok iyi anlatmakta. Çünkü bu etnik siyaset, halkın günlük gereksinmelerine çözüm getirmemekte, tersine getirilecek çözümleri de zorlaştırmaktaydı. Halk, sorunlarına gerçekçi çözümler istemekte. HDP ise gerçekçi çözümlerden uzak, tüm umudunu PKK’nın silahlı gücüne bağlamaktaydı.
Millet İttifakı’nın HDP ile seçim işbirliği yapması, halk desteğini yitirmekte olan HDP’ye bir yaşam öpücüğüydü. Bu yolla kendisinin, gerçekçi olmasa da, güçlü ve seçimleri belirleyici partisi olduğunu gösterme fırsatı buldu. Böylece CHP ve İP sayesinde HDP, siyaset sahnesine geçici bir aktör olarak yeniden çıktı.
İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı seçimlerinin iptali, HDP’ye yeni fırsatlar doğurdu. Daha önce alçak perdeden ve dolambaçlı sözlerle Millet İttifakı’na destek vereceğini söyleyen HDP’liler, bu kez desteklerini açık bir biçimde dile getirdiler. Kandil’deki terör liderleri, Ekrem İmamoğlu’na açıkça destek açıklamaları yaptılar. Çünkü psikolojik savaş önemli ölçüde amacına ulaşmış, CHP’nin ezici çoğunluğu “Atatürkçüyüm!” diyen tabanına HDP, hatta PKK sevdirilmişti. Bu nedenle HDP/PKK sözcülerinin destek açıklamalarını gizlice yapmasına gerek yoktu. Artık işbirliği açıkça söylenebilirdi.
23 Haziran sürecinde Kandil, İmamoğlu’nun arkasında durdu. Bunu gören AKP, seçim sürecinde propagandasını oturttuğu tüm söylemlerini yadsırcasına İmralı’daki bölücü başından medet umdu. Bir mektup ortaya çıktı. İşte, bu tutarsızlık hem AKP’ye seçimi açık ara yitirtti hem de HDP/PKK’nın ekmeğine yağ sürdü. Böylece Millet İttifakı’ndan sonra AKP de HDP/PKK’ya yaşam öpücüğüm vermiş oldu.
Kısacası; İstanbul seçimlerinde Kandil, Millet İttifakı’nın; İmralı da Cumhur İttifakı’nın yanında yer aldı. Bölücü örgüte bu denli prim verilmesinin karşısında milliyetçi olduklarını söyleyen MHP ve İP’in suskunluğu ise ilgi çekicidir. Bir seçimi kazanma uğruna AKP, CHP, MHP ve İP’te ne ilke kaldı ne ideoloji…
HDP, 31 Mart seçimlerinde gerçek oy oranı belli olmasa da kendisini utku kazanmış gibi göstermekte. Ancak bu durum, HDP’nin gerileyişini önleyemeyecek, yalnızca belli bir süre gözlerden saklayacak. Onu “Türkiye partisi” yapmak isteyen tüm projeler de çökmek zorunda. Çünkü ülkemiz, Avrasya’ya yaklaştıkça bölücülük de yobazlık da bu topraklarda yeşerecek ortam bulamaz. Onların boy attığı koşullar Atlantik iklimidir.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           8 Temmuz 2019




31 MART’TA MHP (Seçim Değerlendirmesi-5)


                                                       
MHP, 31 Mart yerel seçimlerine Türkiye’nin her yerinde katılmadı. Cumhur İttifakı’nda yer aldığından birçok ilde AKP’yi destekledi. AKP’yi desteklediği illerin büyük çoğunluğu, seçmen sayısının çok yüksek olduğu iller, büyükşehirler… Bu nedenle MHP’nin oy oranını gerçekçi olarak belirlemek olanaksız.
MHP’nin seçime girdiği illerde kısmi bir başarı elde ettiği söylenebilir. Amasya, Bartın, Bayburt, Çankırı, Erzincan, Karabük, Karaman, Kastamonu, Kütahya, Manisa, Osmaniye illerinde belediye başkanlıklarını kazandı. Ancak Adana, Mersin büyükşehir belediye başkanlıklarının yanı sıra Isparta ve Kars’ı kaybetti MHP. Serhat Şehri Kars’ı HDP’ye kaptırması ise inanılmaz bir durum. MHP, çok iddialı olduğu Iğdır’da kaybetti; bu Serhat Şehri’ni de HDP kazandı.
Kars ve Iğdır, MHP açısından önemli iki il. MHP, yıllardır bu illerde çok güçlü. Bu sınır kentlerimiz, Türkiye’nin stratejik çıkarlarını korumak için son derece önemli. Bu illerimizi HDP’nin (Bölücü Örgüt PKK’nın siyasal uzantısıdır.) kazanması, ülkemizin jeostratejik çıkarları açısından olumsuzluk yaratacaktır. Çünkü bölücü örgütün Ermenistan’la Türkiye’ye karşı bir ittifak içinde olduğu bilinmekte. Ayrıca PKK’nın sınır boylarında yaptığı kanlı eylemler de belleklerden silinmemekte. Bu gerçeğin ışığında, MHP’nin bu illerde gücünü koruması için hem genel merkezin hem de yerel örgütlerinin daha sorumlu davranması gerekir.
            Adana, Isparta, Kars, Mersin illerini MHP’nin kaybetmesinden anlıyoruz ki Bahçeli ve arkadaşlarının belediyecilik konusunda eksiklikleri var. Eğer bir belediye başkanı yönettiği kentte doğru belediyecilik yapıyorsa seçimi yitirmesi epeyce zordur. Demek ki belediyecilik, hamasi milliyetçi söylemlerle olmuyor. Halk, birebir hizmet bekler. Günlük gereksinmelerinin yerine getirilmesini ister yurttaş. Bireyin günlük yaşamı kolaylaştırmayan bir belediye başkanının yeniden seçim kazanması zordur. MHP, Mersin’de partisinde çıkan sorunu çözememiştir. Partili belediye başkanını adeta bir kenara itmiştir. Aday belirleme sürecinde yapılanlar, buranın yitirilmesine neden olmuştur.
            MHP, yerel seçimlerde bir yandan kaybediyor, kaybettiği kadar da kazanıyor. Kazandığı illerin çoğunda (Manisa ve Osmaniye hariç) müttefiki AKP ile kıran kırana yarışarak birinci oldu. Erdoğan’ın memleketi, AKP’nin kalesi sayılan Rize’nin Çayeli, İkizdere ve Derepazarı ilçelerinde AKP’yi geçerek seçim kazanması önemlidir. Türkiye’nin birçok ilçesinde benzer durumu görmekteyiz. Bundan anlıyoruz ki, AKP’den kaçan oyların önemli bir bölümü MHP’de toplanmakta. Ekonomik bunalım derinleştikçe AKP’den MHP’ye oy kaymalarının hızla süreceğini düşünmekteyim.
            Peki, AKP oylarının bir bölümü MHP’ye kayıyor da MHP’den memnun olmayanlar nereye gidiyor. Bu partiden memnun olmayanların bir bölümü İP’e oy vermekteler. Özellikle büyükşehirlerdeki MHP’liler ise CHP’ye destek verdiler. Bu durum, MHP’nin kuruluşundan beri var olan liderin gücüne dayalı sistemin sorgulanmasına neden olacak. Artık ülkücülerin büyük bir bölümü liderin işaretiyle değil, özgür iradeleriyle oy kullanmaktalar.
            Yinelenen İstanbul seçimlerinden önce bölücü başının İmralı’dan gönderdiği mektup ve Osman Öcalan’ın TRT’de konuşturulması konusunda hem Bahçeli’nin hem de diğer yöneticilerin sessiz kalması, MHP tabanın kafasında soru işareti bırakmıştır. Bu durum, halkın gözünde MHP politikalarının tutarsızlığı konusunda şüpheler yaratmıştır. Böylece Millet İttifakı’na karşı yürüttükleri “bölücülükle işbirliği yaptıkları” propagandası çöktü. Bu nedenle de birçok ülkücü, 23 Haziran’da AKP yerine, CHP’ye oy verdi.
            MHP’nin ekonomi, yerel yönetimler, dış politika, Türk Devrimi konusunda açık siyasetler üretmesi gerek. Yıllardır yalnızca PKK karşıtlığıyla oy toplamaktaydı. Bahçeli, grup toplantılarında atasözü ve deyim okumak yerine, Türkiye’nin ivedilikle çözüm bekleyen sorunları konusundaki düşüncelerini açıklamalı.
MHP, bölünmesine karşın gücünden bir şey yitirmediği görülmekte. Bu gücünü sürdürmek için Soğuk Savaş dönemi düşüncelerinden arınarak birçok konuda yeni siyasetlere gereksinimi var. Türk milliyetçiliğinin emperyalizme karşı savaşımla var olduğunu söylememize bilmem gerek var mı? MHP; Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali Bey, Gaspıralı’ya dayanan köklerine dönmeli.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       5 Haziran 2019
           

           

İDEOLOJİK SAPLANTILI DIŞ POLİTİKA (Seçim Değerlendirmesi-4)


AKP, iktidara geldiğinde “komşularla sıfır sorun” parolasıyla dış politikayı oluşturmaya başladı. BOP eşbaşkanı olduğunu söyleyen zamanın başbakanı Erdoğan ile ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’la gizli anlaşmalar imzalayan Abdullah Gül, AKP’nin dış politika vitrininde önemli iki kişiydi. Daha sonra emperyalizmin Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmenin adı olan “Stratejik Derinlik”çi Davutoğlu damga vurdu Türk dış siyasetine. Bu dönemde Türkiye’nin çıkarları söz konusu edilmezken ABD çıkarları için çaba harcamak asıl amaçtı. 
Peki, AKP’li siyasetçileri ABD politikalarının tutsağı yapan neydi? Başta Türkiye olmak üzere İslam ülkelerinin tümünde İslamcı siyaset yapan grupların asıl düşmanları hep kendi ulus devletleri oldu. Halklarının asıl düşmanı olan emperyalizme değil, kendi ulus devletlerine düşmanlığı esas aldılar. Bu politikalar da İngilizler tarafından oluşturuldu. İngilizlerin desteğiyle kurulan Müslüman Kardeşler Örgütü, İslamcı siyasetin Ortadoğu’da buluştuğu yer oldu.
İngilizler, Atatürk’e düşman mı? Müslüman Kardeşler Örgütü düşüncesiyle zehirlenen İslamcılar da Atatürk’e düşman...
İsrail, Nasır ve Esat’a karşı mı? Müslüman Kardeşler sevdasıyla düş görenler de Nasır ve Esat’a karşı…
ABD, Kaddafi ve Saddam’ı yok etmek mi istiyor? Müslüman Kardeşler’in süslümanları da bu yok edişe elbirliğiyle katılırlar.
ABD, İslam dünyasındaki herhangi bir devlet yöneticisini günah keçisi ilan ettiğinde Müslüman Kardeşler’in dergâhlarında İngiliz zehri içmiş İslamcı, masumiyet ve mağduriyet menkıbeleriyle gözyaşlarını akıta akıta en önde koşar.
AKP iktidarı döneminde birçok İslam ülkesi, ABD ve onun beslediği ajanlarla kundaklandı. Milyonlarca Müslüman’ın kanıyla Arap çölleri sulandı. Bu vahşette AKP yönetimi ABD’nin sadık bağlaşığıydı. Bu nedenle Arap ülkelerinde ilişkimiz olan ülke neredeyse kalmadı. Bu durum, ülkemizin yaşamsal çıkarlarına zarar vermekte. Üstüne üstlük ülkemizde dört milyona yakın Suriyeli yaşamakta. Bu büyük kitleye bakmak zorunda kalmak ekonomisi zor durumda olan ülkemize ağır yükler getirmekte. Bu işin sosyal olumsuzlukları ayrı bir konu.
Zaman içinde görüldü ki BOP, Ortadoğu’da amaca ulaşamayacak. Ezilen Ortadoğu halklarının direnişi, ABD-İsrail saldırganlığını püskürttü. Dünya güç merkezinin Atlantik’ten Avrasya’ya kaymasıyla ezilen ulusların elini güçlendirdi. Avrasya güçlerinin desteğindeki ülkeler, emperyalizmi geriletti. Dünya güç merkezinin Avrasya’ya kaydığını gören AKP yöneticileri ne yazık ki komşularıyla ilişkileri normalleştirmede gereken adımları atmamakta. Üstelik Erdoğan, neredeyse her gün Esat ve Sisi düşmanlığını dile getirmekte. Bu düşmanlık dile getirilirken de emperyalizmin yıllardır savunduğu yanların dili kullanılmakta. Müslüman Kardeşler Örgütünün önemli liderlerinden olan Mursi göklere çıkarılmakta. ABD yurttaşı olan Mursi’den kahraman olmayacağını bir türlü anlayamıyorlar.
Türkiye; güneyden ve batıdan ABD, İsrail, GKRY, Yunanistan tarafından kuşatılmakta. Doğu Akdeniz’deki çıkarlarımız, bu devletlerce adeta gasp edilmekte. Bu durum karşısında Türkiye’nin bölgede ivedi olarak ittifaklar kurması. Kimlerle mi? Suriye, Lübnan, Mısır, KKTC ve Libya ile… Bu gerçeği halkımızın neredeyse tümü bilmekte. Ancak RTE ve AKP yöneticileri bunu bir türlü anlamamaktalar. RTE’nin Esat ve Sisi düşmanlığı halkımızca kabul görmemekte.
Türkiye, Suriye ile barışıp işbirliği yaptığında güney komşumuzun topraklarından kaynaklı terör bitecek. Artık Türkiye’nin ekonomik ve sosyal kamburu olan Suriyeli göçmenler ülkelerine dönünce toplumsal yaşamımızda normalleşme olacak. Türkiye’nin her köşesine dağılmış Suriyelilerden şikâyetçi olmayan yurttaşımız neredeyse yok! Yerel seçimlerde Suriyelilerin yoğun olarak yaşadıkları İstanbul’da Fatih, Küçükçekmece ve Esenyurt, Antalya, Mersin, Adana’da cumhur ittifakının seçimleri yitirdikleri göz önüne alınmalıdır Bundan da anlaşılıyor ki AKP dış politikası, yerel seçimlerde halkımızdan onay almamıştır.
AKP özelikle de RTE, dış politikada Müslüman Kardeşler (İngilizlerce oluşturulan ulus devlet karşıtı ve laiklik düşmanı örgüt) saplantısından kurtularak Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarını ön plana alan adımlar atmalıdır. Yoksa muhafazakâr-milliyetçi tabanının önemli bir bölümünü yitirir. AKP’nin yerel seçim sonuçlarından ders alması hem Türkiye’nin hem de kendilerinin çıkarınadır. Tersi bir durum, AKP’yi siyaset sahnesinden sileceği gibi Türkiye’ye de önemli zararlar verecektir.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       28 Haziran 2019

BAŞKANLIK TUZAĞINDA ÇIRPINAN AKP (Seçim Değerlendirmesi-3)


                        
16 Nisan 2017’de yapılan halk oylaması öncesi “Evet mi, Hayır mı?” başlıklı bir dizi yazı yayımlamıştım. Ayrıca başka başlıklarla da çokça yazılar yazıp kamuoyunu, başkanlık sistemiyle gelecek tehlikeler karşısında uyarmıştım.
RTE ve AKP, Bahçeli’nin çağrısıyla başkanlık sistemini gündeme taşıdı. Uzun tartışmalar sonunda 16 Nisan 2017 günü başkanlık sistemiyle ilgili halkoylaması yapma kararı alındı. Başkanlık sistemiyle Erdoğan’a tuzak kurulduğunu birçok yazımızda yazıp söyledik. (Bkz. EVET Mİ, HAYIR MI 11? https://adiladalet.blogspot.com/2017/03/evet-mi-hayir-mi-11.html?spref=tw ), (Bkz. EVET Mİ, HAYIR MI 9? https://adiladalet.blogspot.com/2017/03/evet-mi-hayir-mi-9.html?spref=tw ). Bu konuda, uyarılar yaptık. Başkanlık sistemiyle TBMM’nin yetkileri azalacak, hem RTE hem de atanmış bakanlar kurulunun çok zayıflayacağını anlattık. Ama ne yazık ki halkoylamasında başkanlık sistemi kabul edildi. Dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir ucube sistemle Türkiye’ye yönetilmeye başlandı. TBMM’nin devre dışı kalmasıyla eleştiri, denetleme ve uyarının olmadığı acayip demokrasi(!) işleme(me)ye başladı.
Başkanlık sistemiyle kurulan bakanlar kurulunda bakan sayısı düştü. Koltuklara oturan bakanların çoğu, alanında yetkin değil. Bir şey yapmak isteyen birkaç bakanın arkasında Meclis olmadığından kendilerini güçsüz gördüler ve bir şey yapıyor gibi görünmekteler. Bu arada Meclis’in “millet”
+ demek olduğunu da belirtelim. Anlaşılacağı üzere milletsiz bir hükümet işbaşına geldi. Şöyle bakan koltuğuna oturanlara bakınca bazı bakanların bakancılık oynadıkları herkesçe anlaşılır.
Başkanlık sistemiyle AKP’de var olan “kibir” üst düzeye çıktı. Başta Erdoğan olmak üzere, bakanlar, parti yöneticileri aşırı bir kibrin tutsağı oldular. Kibir, onları halktan kopardı, yanlışlarını çoğalttı.
Hızla varsıllaşan AKP’li işadamları, yoksul halkın gözünden kaçmadı. Çünkü bu sonradan görme varsıllık, aşırı bir görgüsüzlükle birleşince yoksul halkın bu kesime nefreti arttı. Yeni varsıl görgüsüzlerin zevksizlikleri her alanda kendini gösterdi. Aşırı lüks yaşama ve savurganlık, öyle bir boyuttaki insanların bu kesimi fark etmemesi olanaksız. Kendi yoksullukları, dinsel duyguları sömürülerek iktidar olanlar; kendilerini daha da yoksullaştırdıklarını fark etti. Böylece öfke büyüdü. Başta RTE olmak üzere birçok AKP’li yöneticiye güven kalmadı. Özellikle din konusunda AKP’lilerle halkın anlayışları farklılaştı. AKP, dini yalnızca kullandı. Oysa halk, din kurallarını gerçek yaşamda uygulamaktaydı. Bu durum, çok belirginleşince halkın din bezirgânlarına güveni sarsıldı. Kısacası takke düştü, kel göründü.
AKP’nin yıllardır halkı aldatmak için kullandığı yöntemler herkesçe anlaşıldı. Halk dostu görünerek halkı yoksullaştırıp yandaşı varsıllaştıran düşünceleri açıkça görülmekte. Bu nedenle AKP’nin büyük çöküşü başlamıştır. Artık AKP, ülkemizi tek başına yönetememektedir. Olağanüstü koşullar, durumlar, olanaklar ortaya çıkmadıktan sonra bu durum değişmez.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           27 Haziran 2019

AKP, NEDEN KAYBETTİ? (Seçim Değerlendirmesi-2)


                                               
31 Mart yerel seçimleri, İstanbul’daki seçimin sonuçlanmasıyla bitti. AKP’nin belirgin bir gerileme içinde olduğu çok açık. Özellikle AKP yöneticilerinin önemli bir bölümü, bu gerilemenin nedenini bir türlü anlamamakta.
Muhalefet partilerinin birçoğu, medyanın önemli bir kesimi, birçok sendika, meslek odası ve demokratik kitle örgütü 2002’de başlayan AKP iktidarının başarılarından söz ettiler uzun süre. Başarısızlığı ise neredeyse son üç beş aya sığdırmaktalar. Oysa AKP iktidarları hep başarısızdı. Göz boyayıcı ekonomik sistem, hem halkı hem muhalefetin önemli bir bölümünü hem de AKP yöneticilerini aldattı. On yedi yıla varan iktidar döneminde üretime değer hiçbir şey yok! Sanayi, tarım, hayvancılıkta üretim dibe vurmuş; çağın gereği olan bilişim, elektronik, genetik… alanlarında ise hiçbir önemli gelişme olmadı. Üretimin dinamosu sayılan üniversiteler, dünyanın gelişmiş ülkeleriyle yarışmayı bir yana bıraktı, mevcut yapılarını bile koruyamadı. AKP iktidarı, anaokulundan üniversiteye kadar tüm eğitim kademelerini silindir gibi ezip geçti. Eğitim ve öğretim, Ortaçağ düzeyine getirildi. İnşaat yapmakla ülkeyi kalkındıracağını sanan sığ zihniyet, nerdeyse ülkede tüten fabrika bacası bırakmadı. Tarıma dayalı sanayinin özelleştirme adı altında yok edilmesi, uçsuz bucaksız topraklarımızı çoraklaştırdı. Çiftçi tarlasını ekemez, bahçesindeki ürünü toplayamaz duruma geldi.
AKP’nin iktidarının bugüne dek sürmesinin nedeni, halkın RTE ve arkadaşlarının politikalarını beğendiklerinden değil; muhalefet partilerinin olağanüstü beceriksizlikleriydi. Muhalefet açısından durum değişti mi? Hayır… Değişen şey, AKP masallarının inandırıcılığının kalmamasıdır. Muhalefet partileri, seçim sürecinde AKP’nin ekonomik siyasetine karşı herhangi bir seçenek öne süremediler. Üretim ekonomisini ve buna dayalı olarak devletçilik ve halkçılığı savunmadılar. Çünkü iktidarın da muhalefetin de ekonomide kılavuzu Kemal Derviş’tir.
AKP’nin uyguladığı sıcak para ekonomisi duvara dayanıp iflas etti. Bu, halka yoksulluk ve işsizlik olarak yansımakta. Yoksulluk içine düşen geniş kitleler, neredeyse açlık sınırına dayanmış bir yaşam düzeyine gerileyince iktidarın masallarından uyanma başladı. Böylece iktidar partisinin oy deposu sayılan geniş kitleler, yaşamlarının gerçeğinden hareketle oylarının rengini değiştirdiler. İstanbul’da, İmamoğlu’na verilen oylar AKP’ye daha çok da RTE’ye tepki oylarıdır.
Seçim sürecinde AKP yöneticileri inanılmaz yanlışlar yaptılar. Özellikle 23 Haziran öncesi yanlışlar saç baş yoldurdu. Türk Ulusunun ne kadar değeri varsa hepsi hoyratça, sorumsuzca kullanıldı. İmamoğlu özelinde Karadenizlilere yapılan “Pontus” göndermeleri tam bir bölücülüktü. Yedi Düvel’in alayı toplansa böyle bir bölücülüğü yapamazdı. İşte, filmin koptuğu yer de burasıydı. İmamoğlu’nun “Pontus” bölücülüğünü oya dönüştürmek için yaptığı Doğu Karadeniz gezisi İstanbul seçiminin kilidini kırdı, fark yarattı. İstanbul seçimlerinde her dönem belirleyici olan Karadenizli seçmen kitlesi AKP’yi sandığa gömdü. İnsan düşünmeden edemiyor: “Bu Pontus göndermelerini yapan Sevr özlemcileri, FETÖ’nün AKP içindeki uzantıları olmasın!”
Cumhur İttifakı sözcülerinin söylemlerindeki tutarsızlıklar saymakla bitmez. Bu konuda bir köşe yazısı değil, ciltler dolusu kitaplar yazılır. Hele en son canlı cenaze olan Öcalan’dan yardım umulması siyasal sefaletin dip yapmış biçimiydi. Kırmızı bültenle aranan Osman Öcalan’ın devletin televizyonuna çıkarılması “aymazlık, bilgisizlik, sorumsuzluk, tutarsızlık” sözcükleriyle açıklanamaz. RTE’nin Osman Öcalan’ın kırmızı bültenle arandığını bilmediğini söylemesi ise bilgisizliğinin, devlet sorumluluğun zerresinden bile nasibini almadığının dramatik bir görüntüsüdür. Ey Erdoğan, Osman Öcalan’ı bilip tanımıyorsan sen neyi bilirsin?
Binali Yıldırım’a gelince… Adaylığının açıklandığı ilk günden itibaren mutsuzdu. Bu adaylığı Reis’in buyruğuyla kerhen kabul ettiği görüntüsü vardı üstünde. Beden diline bakılınca çoktan seçimi yitirmiş birinin bıkkınlığı açıkça görülmekteydi. Adaylığı, gönülsüzdü… “Gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş.” atasözünün anlamına uygun olarak AKP’nin hem karnı hem de başı ağrımıştır seçim sonunda. Bu ağrıların da dinmeyeceği görülmekte.
Halkı, yalnızca kandırılarak oyu alınan ve uyutulan bir kitle olarak görmenin bedelidir bu seçim yenilgisi. Sürekli din üzerinden kandırılan kitlelerin uyanışıdır yerel seçimlerde kaybeden AKP’nin dramı. Cumhuriyetle ve Türkiye’nin tarihsel, kültürel değerleriyle sürekli kavga eden bir zihniyetin millet kayasına çarpmasıdır AKP’nin yaşadığı gerçek.
Keşke yaşananlardan gerekli dersi alsa iktidar partisinin yöneticileri.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       26 Haziran 2019