ÇATISI AKAN EVİ YIKIYOR MUYUZ?


        Hepimizin başına gelmiştir. Kimi zaman kiremitler kırıldığında ya da yerinden oynadığında evimizin çatısı akar. Şıp şıp damlar yağmur suları. Altına leğenler, tencereler koyarız evimizi ıslanmasın diye.

        Zaman geçer, duvarlarımızdaki boya dökülür. İstemediğimiz bir renge bürünür.

        Evimizin dış cephesinde değişimler olur. Sıva ve boya aşınır doğa olaylarından. Yapının eski albenisi kalmaz.

        Her gün ayağımızı bastığımız döşemeler eskidiğinden aşınır. Cilaları yok olur zamanla. Bazı yerlerde çıkıntılar oluşur.

        Yatağımız, yatıla yatıla gevşer. Gıcırtılar gelir ötesinden berisinden. Rahat bir uyku çekmek olanaksızlaşır. Kirlenir… Doğaldır ki temizlenmesi gerek.

        Koltuklarımız yamulur. Renkleri değişir. Kumaşlarında erime söz konusudur.

        Kapıların kilitleri, kolları bozulur. Hava koşullarının etkisiyle  ve açılıp kapanarak türlü aşınmalara uğrar. Yanlardan, alttan yel girer içeri.

        Pencerelerimizin çerçeveleri, sıcaktan soğuktan etkilendiğinden zaman içinde görevini yapamaz olur. Küçük aralıklardan caddenin, sokağın tozu ve taşıtların egzozlardan çıkan zehirli gazları evimize dolar.

        Kimi zaman musluklarımızdan su damlar. Kaplık (lavabo) su kaçırır. Aşlıktaki dolaplarımız kabarır.

        Mobilyalarımız rengi atar, cilası solar. Taşınma, yer değiştirmelerde sağa sola çarparız onları. Ezilir kıyıları.

        Halılarımız kirlenir, pörsür. Saçakları eksilir zamanla. En çok ayak bastığımız orta bölgelerde renk atmaları, küçük yırtıklar olur.

        Evimizin her yerine baktığımızda geçmişimiz usumuza gelir. Yaşadığımız günlerin, haftaların, ayların, yılların izleridir bu eskiyip aşınmalar. Onlara baktığımızda acı tatlı anılarımız uçuşur gözümüzün önünde. Her iz, yaşanmışlığın belirtisi. Aslında evimizle, eşyalarımızla yaşlanırız. Koca bir ömrü onlarla tüketiriz. Onlar; çoğu zaman bizim beğenilerimizi, yaşam biçimlerimizi, kültürümüzü, yaşama bakışımızı, hatta siyasal görüşlerimizi bile yansıtır.

        Evimiz, başımızı soktuğumuz ve yaşamımızı sürdürdüğümüz olmazsa olmaz yerler…

        Yukarıda anlattığım eşyalar eskidiğinde evimizi kökten yıkıyor muyuz? Yoksa eşyaları yenileyip ya da onarıp yaşamımızı sürdürüyor muyuz?

        Çatısı akan, kapıları ve çerçeveleri aşınan, döşemeleri solan, duvarların boyası dökülen evimizi yıkıyor muyuz; yoksa kolları sıvayıp onarıyor muyuz?

        Ülkemiz büyük bir deprem felaketi yaşadı. Ulusça ayağa kalktık depremde zarar gören yurttaşlarımıza yardım etmek için. Devlet ve halk el ele dayanışma içinde. Böyle bir yardım seferberliğinde elbette eksiklikler olacak. Olmaması zaten olanaksız. Kimileri, bu eksiklikleri abarttıkça abartmakta. Habbeyi kubbe yapmakta.

        Felaketin üstesinden gelecek tek örgütlenme devlet... Onun da en büyük destekçisi ve kaynağı ulus. Böylesine duyarlı bir günde kimileri devlet yıkıcılığı için ortaya dökülmekte. Yapılan yanlışlar, eksiklikler varsa söyleyelim elbirliğiyle bu olumsuzlukları giderelim.

        Devlet evimiz… Çatısından birkaç damla düşen evimizi yıkıyor muyuz ki, devleti birileri istedi diye yerle bir edelim? Devlet çökerse hepimizin, yıkım için kollarını sıvayanların da başına yıkılır. Bu, böyle biline!

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       28 Şubat 2023

       


SELA VE TEKBİR


        Deprem günü neredeyse ülkemizin dört bir yanında camilerden selalar okundu. Bazı siyasal çevreler, sela okunmasına karşı çıktı. “Deprem bölgesinde herkes öldü mü ki sela okunuyor? Yıkıntılar altındaki insanları kurtarmaktan vaz mı geçildi de onların cenaze namazları kılınacak?” benzeri sözler söylenmeye başlandı. Bu söylemlerin ve sela okunmasına karşı çıkışın iki nedeni var. Birincisi bilgisizlik ve kendi kültürüne yabancılık… Diğeri ise sela okunmasını kendi dünya görüşlerine, özellikle de laikliğe aykırı bulunması…

        Sela, bir çağrıdır; sözlerinde Hz. Muhammet’e ve diğer peygamberlere övgü var.

        Peki, neyin çağrısıdır sela?

        Öncelikle herkesin bildiği gibi bir cenaze olduğunda kaldırılacağı camiden sela okunur. Selanın sonunda da ölen kişinin kimliği ve cenazenin ne zaman, nereden kaldırılacağı açıklanır. Bu; eşe dosta, konu komşuya ve cenaze namazına katılmak isteyenlere bir duyuru.

        Sela, perşembe geceleri yatsı ezanıyla okunur. Bu da bir duyuru… Eskiden, teknolojinin gelişmediği zamanlarda çoğu zaman insanlar günleri şaşırırdı iş yoğunluğundan. Bugün de günün adını şaşıranlara rastlamak olanaklı. Perşembe gecesi (Buna, halk arasında cuma gecesi denir.) okunan sela ile ertesi günün cuma olduğu duyurulur Müslümanlara. Cuma namazının unutulmaması içindir bu duyuru.

        Eskiden dinsel bayram günlerinde sabah namazından önce sela okunurdu. Şimdilerde bu selayı pek işitmiyoruz.

        Gelelim asıl konumuza. Sela, seferberliğe bir çağrı. Örneğin, Sakarya Savaşı sürerken neredeyse 22 gün 22 gece Türkiye’nin dört bir yanında selalar okundu. Bu selalarla halkımız, seferberliğe çağrıldı. Ülkemizin düşman işgalinden kurtuluşuna, cephede savaşan orduya destek olunması için halka duyurulmasıydı bu selalar. İletişimin, ulaşımın olmadığı bir dönemde böyle bir duyuru işe yaramış, halkımız elinden gelen yardımı yapmıştı ordumuza.

        15 Temmuz Amerikancı darbe kalkışmasının yapıldığı gece de camilerde sela okundu. Hem de sık sık… Bu duyurularla halk, sokaklara çıktı ve FETÖ’cü hainlere dersini verdi, ülkemiz ABD işgal girişimini püskürttü. O zaman da bugün olduğu gibi selaların okunuşuna karşı çıkılmıştı bazı çevrelerce. İşe bakın ki bu çevreler, ABD’nin ülkemizi işgal kalkışmasını unutup sela ile uğraştılar. Ne yazık ki bu tavra yurtseverlik demek olanaksız.

        Depremde yıkıntıların altından insanlarımızı kurtaran ekiplerdeki kişilerin canlı insan kurtardıklarında tekbir getirmesine karşı laikçilerden çatlak sesler yükseldi. Tekbir sözcüğü, “Allah büyüktür.” demek. Tekbir getirmenin kime, ne zararı var? Gece gündüz, kar soğuk, yıkıntı demeden açlığı, susuzluğu, uykusuzluğu umursamayan kurtarma çalışması yapan kişilerin tekbir getirmesi bir motivasyon, yorgunluğu unutma, başarıyı kutlama demek. Amacımız, yıkıntılar altındaki yurttaşlarımızın kurtarılması için elimizden gelen her türlü yardımı yapmak mı; yoksa özveriyle çalışan kişilerin çalışma isteklerini yok etmek mi?

        Peki, neden selaya karşı çıkış?

        Aslında yazımızın başında vermiştik yukarıdaki sorunun yanıtını: bilgisizlik ve kendine yabancılaşma… Birçok kişi nedense halkımızın geleneklerini unutmuş durumda. Kentleşmenin yalnızlığı, bireyciliği bu kişileri hızla geleneklerinden, kültürel köklerinden koparmakta. Bu kopuş; kişilerin kendi kültürüne, geleneklerine, yurttaşlarına yabancılaşmayı getirmekte. Çoğu kişi, bu yabancılaşmayı ve köklerden kopuşu ilericilik, devrimcilik, çağdaşlık, hatta Atatürkçülük sanmakta. Bu kişilerin çoğunun diplomalı olması ise başka bir üzüntü kaynağı.

        Ne yazık ki kendini Atatürkçü sanan bazı kişiler, Kemalizmi yalnızca içeriği boşaltılmış bir laikliğe indirgemekte. Oysa Kemalizmin asıl dayanağı; tam bağımsızlık, antiemperyalizm. Asıl dayanak olmadan laiklik bir işe yaramaz. Kupkuru bir laiklik söylemi, giderek halka karşı olmaya sürüklemekte bu kişileri. En kötüsü de böylesi bir yanılgıyla ABD, AB emperyalistleri ve onların işbirlikçileri terör örgütleri kutsanmakta. Laiklik ve çağdaşlığın merkezi olarak emperyalist ülkeler örnek alınmakta. Ülkemizde Cumhuriyet kurumlarının özellikle de ABD eliyle kundaklandığının farkında bile değiller. Türk Devriminin emperyalizme karşı verilen bir savaşla yaşama geçirildiğini bilmeyenlerin Kemalizmi savunmaları olanaksız.

        Sizler, Atatürk’ten daha mı devrimcisiniz? Yoksa ondan daha mı Kemalistsiniz? Onun Kurtuluş Savaşı sırasında halkı seferberliğe çağırmak için okuttuğu selalardan niye haberiniz yok?

        Halka karşın halksız devrimcilik olmaz. Devrim, halkla olur. Yoksa siz, devrim yapmak için uzaydan yeni bir halk mı getireceksiniz ülkemize? Ayakları ülkesinin topraklarına basmayanlara Atatürkçü de devrimci de denmez.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       22 Şubat 2023

       

UMUDUN ADI, ATATÜRK


        Mondros Anlaşması imzalanır, altı yüz yıldır ayakta duran koca çınar Osmanlı Devleti’nin neredeyse her yanında umutlar tükenmişti. Tükenen umutlar, teslimiyeti hızla artırdı. Ülke paramparça edilmeye başladığı an bile diller susup yürekler taşlaşmıştı. Bir araya gelip kurtuluş için ayağa kalkmak, kimsenin usuna gelmiyordu.

        Özellikle ülke aydınları(!) birkaç parçaya bölündü. Sanmayın ki umutları yeşertip kurtuluş için tartıştıklarını. Kimi İngiliz, kimi ise ABD mandasını savunur oldular. Çoktan umutlarını tüketip teslimiyeti kabullenen sözde aydınlar “İngilizlerin mi, yoksa Amerikalıların mı mandası altında yaşayalım?” tartışması içindeydiler. Çünkü umudun olmadığı yerde kurtuluş olamazdı. Kurtuluş, bağımsızlık, ayakta dimdik durmak, işgalcilere kafa tutmak, ulusal kimliğini korumak umutla olur. O umut ki insan yüreğine düştüğünde baharda filizlenen bir fidan gibi göverip boy atar. Bir bakmışsınız kısa bir sürede kocaman bir ağaca döner dal budak salmış. Dallar uzanır, uzanır koca bir ülkeyi kaplar doğudan batıya, kuzeyden güneye.

        Umudun adı, Mustafa Kemal’di. Anafartalar cehennemini cennete döndüren komutan, Kafkas Cephesinin güney kanadında Rusları ağır yenilgiye uğratıp Muş ve Bitlis’i düşman işgalinden kurtaran kahraman, Suriye çöllerinde İngilizleri durdurup Misak-ı Milli’nin güney sınırlarını çizen stratejist. Umudu olmasaydı Anafartalar’da, Conkbayırı’nda, Muş’ta, Bitlis’te düşmana dünyayı dar edebilir miydi? O, cephede omuz omuza savaştığı Mehmetçiğini çok iyi tanıyor, onun yüreğinde yanan yurt sevgisi ateşini çok iyi biliyordu. Onlarla yedi ateşten elbirliğiyle geçmişti.

        Mondros’un mürekkebi kurumadan, çizmelerindeki çöl kumlarını silkelemeden ve daha İstanbul’a dönmeden Adana’da kararını verdi. Bu tutsaklık anlaşması kabul edilemezdi onun için. O ulusun sesiydi. Binlerce yıldır bağımsız yaşamış, tutsaklık zincirini boynunda, ayaklarında duyumsamamış bir ulusun ayaklar altında çiğnenmesi olanaklı mıydı?

        İşte, Mustafa Kemal’in Adana’da belleğine ektiği umut tohumu her geçen gün büyüdü, büyüdü yürek oldu. İstanbul’da Şişli deki evde kuramlaştı. Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas ve Ankara’da halk oldu. Yürekteki umut tohumu yeşerip fidan oldu. İnönü, Sakarya ve Dumlupınar’ın sel sularıyla beslenip 9 Eylül 1922’de İzmir’de koca çınara dönüştü. Çok geçmeden dal budak salıp Türkiye oldu.

        Ülkemiz yüz yıl sonra büyük bir felaketle karşı karşıya... Kimi çevrelerde umutsuzluk kol gezmekte. Bu umutsuzluğu besleyen de dün, bizi tutsaklaştırmaya çalışan emperyalistlerin yaydığı yalanlar... Özellikle kendini aydın sayan kimilerinin sosyal medyada feryatları işitilmekte. “Yandık, bittik, yıkıldık, öldük, bir daha ayağa kalkamayız.” benzeri sözler çınlamakta ortalıkta. Bu sözlerde umudun kırıntısı var mı? Bu söylemlerde kurtuluş isteğinin en küçük belirtisi görülüyor mu? Bu cazırtılı çığırışta kendi insanına, ulusuna zerre kadar güven bulunuyor mu? Her şeyden önce bu tümcelerde özgüvene rastlanıyor mu?

        Doğaldır ki kendine güvenmeyenler, halkına da güvenmez. Özgüven duygusunu yitirmişler, nasıl umutlu olsunlar? Bütün düşünsel gıdasını sosyal medyadan alan bir sözde aydın kümesinin gerçekçi olması olanaklı mı? Hele kendi ulusunun tarihine sırtını dönenlerin Türk Ulusunun tarih boyunca nice felaketten nasıl büyük tansıklarla kurtulduğunu uslarına getirmezler bile.

        Bugün depremin on altıncı günü… İlk günden bugüne dek bir insanın ağzından bir tane olumlu söz çıkmaz mı? Umut verici bir tümce işitilmez mi? Ulusal birliği artırıcı bir eylem görülmez mi? Yıkıntılar altında kalmış, bir yaşam boyu gece gündüz çalışarak sahip olduğu her şeyi yitiren, en önemlisi de canlarını depreme kurban vermiş insanlara bir umut ışığı yakmak niye çok görülür?

        Deprem felaketiyle yıkıntılar altında boğuşan halkımız, on ilimizde yaşayanlar tünelin ucunda görülecek bir iğne ucu kadar ışığın kurtuluşu sağlayacağını bilmekteler. O iğne ucu kadar ışığın emek, umut ve elbirliğiyle büyütülerek güneş olacağını bilmekteler. İşte, biz buna halkın gücü demekteyiz. Doğaldır ki halkın gücüne güvenmeyenlerin umutlu olması düşünülemez.

        İçinde yaşadığımız felaket günlerinde halkı umutsuzluk ve olumsuzlukla yıkmaya çalışanlara bakıldığında Atatürkçü geçindiklerini görmekteyiz. İşte, bu bizim yüreğimizi yakmakta. Atatürk’e yapılacak en büyük kötülük bu… Bu kişilerin Atatürk’ün a’sından haberleri olmadığını söyleyebilirim. Ne yazık ki mandacılığı, Atatürkçülük sanmaktalar. Emperyalizme hizmet eden beyinlerinizi, yalanlarla taşlaşmış yüreklerinizi, umutsuzluk aşılayan dillerinizi Atatürk’ün üzerinden çekin! Çekin ki insanlarımız bu dar günlerde kurtuluşa rahatça ulaşabilsin. Halkımızın tümünün umudun adının Atatürk olduğunu bir an olsun uslarından çıkarmamaları gerek. Çünkü o, yıkıntının altında görünen iğne ucu kadar ışıktır. O ışığa yaklaştıkça büyür ve giderek güneş olur.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       21 Şubat 2023

ASKER NEREDE?


        Depremin ilk gününden başlayarak belli bir merkezden yönetildiği anlaşılan bir yalan makinesi çalışmaya başladı. Bu yalan makinesine bilerek ya da bilmeyerek bazı yurttaşlarımız alet oldu. Deprem felaketini, Türkiye’yi zayıf düşürüp parçalamak amacıyla kullanmak isteyen emperyalist merkez düğmeye bastı. Aslında yalan haber yayarak kışkırtma yapma, ülkemize karşı büyük bir psikolojik savaş. Bu savaşı yürütenlerin amacı ve niyeti belli.

        Emperyalistler, savaşı sosyal medya üzerinden başlatıp yürütmekteler. Bu işte öncelikle FETÖ ve PKK yandaşlarını kullanılmakta. “Tayyip düşmanlığı” ile gözleri kararmış kimi yurttaşlarımız da bu savaşa bilinçsizce katılmakta. İlk günden itibaren “Devlet nerede? Asker niye deprem bölgesinde değil? Yardım kuruluşları neden ortalıkta yok!” benzeri tümcelerle halkı devlete ve devlet kurumlarına karşı kışkırtmaya çalıştılar. Amaç, devlete karşı toplumsal güvensizlik yaratmak…

        Kimi zaman yalan haberler yayarak kurtarma çalışmalarını engellediler. Bu yalanların en belirgini ise barajların su sızdırdığıydı. Ne yazık ki bu yalanla yıkıntılar altındaki kişileri kurtarmak için zaman karşı savaşan ekiplerin emeklerini çalıp hedef şaşırttılar. Nedense bu yalanı oraya atanlar, pişkince yalanlı yollarında yürümeyi sürdürmekteler.

        Askerin ilk saatlerinden itibaren deprem bölgesinde görev başında olduğunu hem televizyonlardaki canlı yayınlarda görüp hem de devlet yöneticilerinin açıklamalarından anlıyoruz. İlk kurtarma çalışmaları başladığında canlı yayınlarda ilk gördüğümüz kurtarma ekiplerinin sırtlarında JAK (Jandarma Arama Kurtarma) yazıyordu. Bu bile görmezden gelindi.

        Devleti güçsüz göstermek için çabalayanlar: “Deprem olan illerdeki arkadaşlarımız askerleri görmediklerini, söylüyorlar.” diye açıklamalar yapmaktalar. Deprem on ilimizi vurdu. On ilimizin onlarca ilçesi, yüzlerce köyü ve mahallesi, binlerce sokağı var. Klavye başında oturarak askeri göremediğini yazan kişi, oturduğu yerden doğaldır ki kimseyi göremez. Git, yıkıntıların başına görürsün orada askeri de polisi de. Görmek için öncelikle bakacaksın. Yalnızca bakmak yetmez, görmek istediğine bakacaksın.

        Bakalım asker neredeymiş?

        Birgül Tuncay… Adıyaman’ın Dardağan köyünde yaşayan bir köylü Türk kadını… Yıkıntılar altında kalan ineği ölmesin diye canla başla uğraşan güzel yürekli bir kişi. İneği Bircan’ı, o yıkıntılar altında besledi on bir gün boyunca. İki ineği, on beş keçisi ve otuz tavuğu yıkıntılar altında kalarak ölmüş. Bazıları için bu yitikler önemsiz sayılabilir. Ancak bu hayvanlar köyde yaşayan bir aileyi ayakta tutar, onların geçimini sağlar.

        Bircan, vinçle yıkıntılardan çıkarıldı. Kurtarma ekibinin yanı sıra veterinerler de vardı orada. Tüm çabalara karşın Bircan yaşamını yitirdi sonradan.

        Bircan’ın kurtarılması sırasında askerler de Dardağan’daydı. Birgül Hanım’ın üşüdüğünü gören bir askerimiz parkasını çıkarıp ona verdi. Ancak Birgül Tuncay asker üşür diye parkayı almadı.

        İşte, size iki bakış açısı. Türk askerinin yüreğinde duyumsayan Birgül Hanım ve askeri karalamak için emperyalist merkezlerin yalanlarına alet olan klavye yalancıları.

        Evet, askerin nerde olduğunu soruyorlar kimileri. Asker Birgül Hanımların yanında ve yüreğinde, dağda bayırda, kentlerde, köylerde. Asıl siz neredesiniz? Hangi karanlık dehlizlerde, hangi yalanları uydurmanın peşindesiniz?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       20 Şubat 2023

DEFNE VE MERYEMCE


        Zor günlerdeyiz. Ulusça büyük bir felaket karşısında ayağa kalkmak için savaşım içindeyiz. Bu tür büyük zorlukları aşmak ve felaketin yarattığı yıkımı ortadan kaldırmak için dayanışmaya, yardımlaşmaya gereksinim var. Bu dayanışma ve yardımlaşmaya ulusun her bireyi. gücü oranında katkı yapar. Çünkü bu, bir seferberlik…

        Ülkemiz zorluklarla karşılaştığında kahramanlar da bozguncular da ortaya çıkar. Bozguncuların dayanağı yalan olduğundan mumları yatsıya kadar bile yanmaz. Bu nedenle bu yazımızın konusu onlar değil.

        Yazımızın konusu, adlı ve adsız kahramanlar… Kahramanlar, göklerden uçup gelmez; ulusun bağrından çıkar. Kahramanların yaşı, mesleği, konumu önemli değil. Kahraman, kahramandır. Her koşulda ortaya çıkar ve ulusu için gerekeni yapar. Kahraman, yürek adamıdır. Yürek adamı olduğu gibi yüreklidir de. Yüreğinden taşan bir insan ve toplum sevgisi vardır. Bu sevgi, onun özverili olmasını sağlar. Kahramanlar, almadan veren kişilerdir. Gönülden vericilik, ulusu ayakta tutan yürek gücüdür.

        Defne Katı… Bolu’da yaşayan on yaşında bir kız çocuğu… Ülkemizin yaşadığı büyük deprem felaketine kayıtsız kalmamış. Küçük yüreğinin çırpınışı, bedenine sığmamış. Kendini sorumlu saymış. Depremzedelere yardım etmeyi görev bilmiş.

        Bir şeyler yapmak için eyleme geçmiş küçük kız. Bir kutunun içine depremzedelere yardım için gönlünden kopan bir şeyler koymuş. Gönlünden kopanlar kitap, oyuncak ve giysi… Depremden etkilenen Malatya’ya yardım götüren Tarım ve Orman Bakanlığı TIR’ının önünü kesmiş Defne. Elindeki kutuyu TIR’dakilere teslim etmiş. Yaşıtı bir çocuğa verilmesini istemiş. Görevli almış görünüşte küçük, içeriği büyük armağanı, Malatya’ya götürmüş. Bakanlık görevlileri, bu armağanı on yaşındaki depremzede Meryem Sarıbaş’a teslim etmişler.

        Bakanlık görevlileri, Meryemce ile Defne’yi görüntülü olarak telefonda görüştürdüler. Bu konuşma, ders niteliğinde… Bedenleri küçük, yürekleri büyük bu iki kız çocuğundan öğrenilecek çok şey var.

        Öncelikle Meryemce’nin Defne’ye teşekkür etmesi çok güzel… Hele onu Malatya’ya davet etmesi var ya, o sözler insan yüreğini paramparça edip bin parçaya bölmekte. “Eğer yazın bir evimiz olursa seni de çağırırız annen de gelir.” deyince Defne, ona: “Siz de bize gelirsiniz.” diyor. Meryemce: “Hem seni ablamgille de tanıştırırım.” demekte.

        Yukarıdaki konuşmayı televizyonlarda izleyip de gözyaşlarına egemen olan bir insan çıkar mı? Çocuk deyip geçmeyin sakın! Olgunlukları, tavırları dudak ısırtmakta.

        Defne ve Meryemce çocuk kahramanlarımız. Demek ki kahramanlar çekirdekten yetişiyor. Vicdan, çocuk yaşta gelişiyor. Yeter ki biz büyükler, onların vicdanlarını, belleklerini kirletmeyelim. Ülkemizin toprakları çok bitek. Bu topraklar, yüz yıllardır kahramanlar yetiştirdi bugün de yetiştirmekte. Nene Hatunlar, Kara Fatmalar, Şerife Bacılar ve binlerce kadın kahramanın torunları Defne ve Meryemce…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       19 Şubat 2023

DEPREMZEDELERE YARDIM KAMPANYASI

                   

        15 Şubat Çarşamba gecesi Türk televizyonlarının hepsinin katıldığı ortak yayında, depremzedelere yardım kampanyası düzenlendi. Birkaç televizyon kanalı, bu yayına katılmadı. Demek ki onlar, kendilerini başka bir ülkede sanıyorlar.

        Yardım kampanyasının sunumunu ve yurttaşlarla telefon iletişimini beyazcamın ünlüleri yaptı. Heyecan doruktaydı. Yurdun dört bir yanında ve yurtdışında yaşayan yurttaşlarımız, yardım için yarıştılar. Birçok yurttaşımız da kısa iletilerle elli liralık yardımlarda bulundu. Kumbarasında biriktirdiği son kuruşu depremzedelere bağışlayan çocuklar mı istersiniz, bilgisayar ya da bisiklet almak için biriktirdiği parasını gözünü kırpmadan veren yürekli gençler mi? Hac ve kefen parasını elleri titremeden depremzedelere bağışlayanlar mı? Her yaştan, her sınıftan kişi gücünce katıldı yardım kampanyasına. Bu, ulusal bir seferberlik… Böyle bir zamanda ulustan ayrı düşmek olmaz.

        Yardım kampanyasını gece yarısına dek Atacan’la (11) izledik. Telefon elimde birkaç kısa ileti göndermiştim AFAD için. Atacan’ın bundan haberi yoktu. Yanıma geldi: “İkimiz için bağışta bulunur musun?” dedi. Ben de yeniden birkaç ileti gönderdim. Bağış yaptığımızı görünce çok mutlu oldu. Bakışı, duruşu, yürüyüşü değişti. Bana döndü: “Böyle bir günde depremzedelere sırtımızı dönemeyiz.” diyerek koltuğuna oturdu. Oturduğu yerde gözleri buğulu, dudakları titrekti. Yüksek bağışlar geldiğinde yerinden fırlayıp sevinç çığlıkları attı. Küçük büyük bağış yapanların adlarını usunda tutmaya çalıştı. Çoğu zaman birlikte duygulandık. Gözyaşlarımıza egemen olamadığımız anlar oldu.

        Bazı kişiler, yardım kampanyasını AKP ile özdeşleştirdi. Bu nedenle parasal yardım yapmadılar. Hatta sosyal medyada yardım kampanyasını karalayan iletiler paylaştılar. Tayyip Erdoğan’a duydukları kin ve öfke halk düşmanlığına dönüştü. Bu kişiler, halkına ve yaşadıkları topraklara giderek yabancılaşmaktalar. Acınası bir durum bu. Damat Ferit ve arkadaşları da İttihat Terakki düşmanlığı yüzünden Atatürk’e ve Kurtuluş Savaşı’na karşı çıktılar. Gidip İngiliz işbirlikçisi oldular (İngiliz işbirlikçisi olmalarında bu durum yalnızca nedenlerden biri.). Demek ki kin ve öfke gibi dizginlenemez duygularla değil; usla davranmak gerek toplumsal konularda. Ulusumuzun en dar zamanında, yıkıntıların altında kalmış yurttaşlarımızın yanında olmamanın mantıklı bir açıklaması olabilir mi?

        En çok bağış yapan ilk on bir kuruluştan, dokuzu kamu kuruluşu. Özel kuruluş olarak Cengiz Holding ve Baykar var. İnsan ister istemez soruyor: “Ülkemizin en varsıl kişileri, en büyük holdingleri niye bu kampanyaya katılmadı? Yüz yıldır ülkemiz topraklarından varsıllaşan, halkımız paralarıyla semizleşen bu kişi ve firmalar nerede?”

        Birçok varsıl kişi ya da kurum, bu kampanyayı RTE ile özdeşleştirdi. Muhalefetle ters düşmemek adına sessiz kalmayı yeğlediler. Bunların büyük çoğunluğunun şu anda bile deprem bölgesine yardım gönderdiklerini biliyoruz. Deprem bölgesinin yeniden ayağa kaldırılması çalışmalarına da destek vereceklerinden eminim. Ancak böyle bir durumda öne çıkmamak, halka örnek olmamak çok iyi bir davranış değil. Oysa bu kampanyaya onlar bağışlarıyla öncülük etseydi, irili ufaklı birçok firma olağanüstü özverilerde bulunurdu. Kampanya; daha kucaklayıcı, daha geniş kapsamlı olurdu. Kampanyadaki bağışlar, daha da çoğalırdı. Hem iktidara hem de muhalefete şirin görünme anlayışı yüzünden böylesine büyük bir seferberlikte suskun kalmak açıklanamaz.

        Ülkemizde birçok kurum ve kuruluşta zamana zaman yolsuzluklar olmakta. Buralarda kötü niyetli, kişisel çıkar peşinde koşan kişiler elbette var. Bağışçılar olarak yapacağımız iş, bu kurum ve kuruluşların harcamalarını denetlemek. Ülkemizde en az yapılan iş, denetim.

        En çok bağış yapan kurumların kamu kuruluşları olması, bize yol göstermekte gelecek için. Demek ki her şeyi özel sektöre bırakmak çok yanlış. Kamuculuk, önümüzde güçlü bir seçenek olarak durmakta. Biz ulusça deprem felaketinin de ekonomik sıkıntıların da dış tehditlerin de altından kamuculukla kalkarız. Kamuculukla devletin kaynaklarını doğru ve adil bir biçimde halkın yararına kullanabiliriz. Türkiye’yi düzlüğe çıkaracak politika, kamuculuktur. Atatürk’ün halkçı-devletçi sistemine yeniden dönmek; önümüzdeki en büyük, biricik seçenek. O zaman ne bekliyoruz? Kamuculuğu uygulamak için zaman ve emek yitirilmesine tahammülümüz yok! Bu, böyle biline…

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               16 Şubat 2023

       


TÜLİN GÜZELOĞLU


        Yurttaşlarımızın deprem sırasında gösterdiği dayanma gücü, dünyaya örnek olacak düzeyde. Halkımızın inceliği; kendisini yıkıntıların altından çıkaran yerli, yabancı kurtarma ekiplerine karşı gösterdiği davranış ve sözlerde çarpıcı olarak görülmekte. Kendisine yapılan iyiliği de kötülüğü de ayırdında insanımız.

        Depremin binlerce adsız kahramanı var. Yıkıntıların altında yaşama tutunanlar da adsız kahraman, onları kurtaramaya çalışanlar da...

        Varını yoğunu depremzedeler için harcayanlar da adsız kahraman, depreme ve kışın acımasızlığına direnerek ayakta kalan yurttaşlarımız da...

        Yurdumuzun dört yanında yüreğini yıkıntılar altında duyumsayan duygudaşlarımız da adsız kahraman, yurtdışından yaralarımızı sarmaya gelenler de...

        Yıkıntıların üstünde can kurtarmak için çalışan kurtarma ekiplerinin “sessizlik” çağrısına uyarak yurdun her yanında sessizce bekleyenler de adsız kahraman, gece gündüz deprem bölgesi için neler yapacağını düşünen iyi yürekliler de….

        Yazımda söz edeceğim Tülin Gülmezoğlu, adsız kahramanlarımızın bir simgesi. Kocaman yüreğiyle yaşama gülümseyen ve yıkıntıya teslim olmayan bir adsız kahraman o. Tülinleri görüp tanıdıkça yurdumuz için de insanlık için de umudumuz çoğalmakta.

        Tülün Gülmezoğlu, elli yedi yaşında… Antakyalı… Sekiz katlı Ahmet Gürses Apartmanında yaşıyordu. Pazarcık depremiyle yaşadığı yapı çöktü. Yıkıntının altında kaldı. Sekiz saatlik kurtarma çalışmasının ardından, yıkıntılardan doksan altı saat sonra çıkarıldı. Yaşama tutundu yeniden. Onu Kuşadası, Şimşekler ve Meksika arama kurtarma ekipleri kurtardı.

        Tülin Hanım bir Türk kadını… Canını kurtaranlara minnet borcunu ödemeli. Bu ödeme manevi bir şey... Bunun büyüğü küçüğü olmaz. İnsan elinden geleni, gönlünden kopanı verir. Tülin Hanım da öyle yapıyor, gönlünden geleni adıyor. Kurtarma ekiplerine bir tepsi baklava yapacağına söz veriyor. Anlaşılacağı üzere el emeği, göz nuru… Biz yıllarca Anadolu topraklarının sahibi analarımızın oklavalarından çıkan baklavaları yemedik mi? Onlarla tatlı yiyip tatlı söylemedik mi?

        Tülin Hanım; kendini kurtaranlara “Sağol!” demenin yolunu, baklava ikramıyla bulmuş.

        Türk insanı selin, depremin, yıkıntının, madende göçüğün, fırtınanın, devrilen ağacın altında kalır; ancak kendisine yapılan iyiliğin altında asla kalmaz. Bunu da unutmaz. İyilik, insanın sırtında büyük bir yük… İşte, Tülin Hanım da kurtarma ekiplerine baklava yaparak bu yükten kurtulacak. Böyle güzel insanlarla aynı toplumda yaşamak, aynı ulusun birer bireyi olmak ne büyük bir mutluluk…

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               15 Şubat 2023

 

HASAN BASRİ ASLAN


        Depremin yarattığı yıkıntıların altındaki yurttaşlarımız, geceli gündüzlü bir çalışmayla kurtarılıp yaşama döndürülmekte. Ulusal bir seferberlikle felakete karşı bir savaşım içindeyiz ve zamana karşı yarışıyoruz. Kurtarma çalışmalarında boşa geçirilecek bir saniyelik zaman bile yok! Herkes, canını dişine takmış, gücünce emek vermekte. Zaten ulus olmak da bu. Kişisel emekler birikecek damla damla, sonunda büyük bir göl olacak. Bu da ülkemizin yaralarını saracak.

        Depremde yıkıntı altında kalan yurttaşlarımızı kurtarmada, kurtarma ekipleri olağanüstü kahramanlıklar göstermekte. Bu toprakların gözü pek yiğitleri, yıkıntı altında yaşama tutunan yürekli insanımızı çoğu zaman kendi canını tehlikeye atarak kurtarmakta. Kadir kıymet bilen yurttaşlarımız, yıkıntının altından çıkarıldıklarında gösterdikleri minnet duygusu görülmeye değer.

        Anadolu insanının alçak gönüllüğünü, duygudaşlığını, ince düşünüşünü sıkça görmekteyiz. Bu durum bize yabancı değil. Bu derin kültürün, geleneğin kucağında büyüdük. Bu derin kültürü yaşatmak için amansız bir savaş vermekteyiz.

        Deprem bölgesinde, örnek davranışları her gün görmekteyiz. Derslerle dolu o kadar çok insan öyküleri var ki hangi birini anlatsak? Bu öyküler, geleceğe taşınıp tarihe not düşülmeli.

        Hasan Basri Aslan…

        Gaziantep Nurdağı’ndan bir yurttaşımız…

        6 Şubat günü depremde yıkılan evinin göçüğünde kaldı. Tam 130 saat sonra eşi ve üç çocuğuyla yıkıntıların altından kurtarılıp yaşama döndürüldü. Hasan Basri Aslan, kurtarıldıktan sonra bindirildiği 112 cankurtaranında kendisine oksijen vererek müdahale eden sağlıkçılara: “Ama ben çok kokuyorum. Sizi rahatsız ediyorum.” diyor. 130 saattir ölümle savaşan biri, yıkıntıdan kurtarıldığında bile duygudaşlık yapıp kendisine sağlık için yardım eden kişileri rahatsız etmemeye çalışmakta. Bu, nasıl bir incelik? Bu nasıl bir duyarlık? Bu nasıl bir yürek?  Kimilerince bunu anlamak çok zor. Ancak bizler, bu tür ince davranışlara, duygudaşlığa alışkınız.

        Hasan Basri Aslan’ın yukarıda anlattığımız davranışı, bizi yıllar öncesine götürdü. 2004’te, Soma’da bir maden faciası yaşanmıştı. Yerin metrelerce derinliğinde yangının içinden kurtarılan maden işçisi Murat Yalçın, faciadan on bir saat sonra kurtarıldı. Sedyeye yatırılan Murat Yalçın: “Çizmelerim kirli, çıkarayım mı?” diyor. Bu sözler karşısında duygulanan cankurtaran hemşiresi: “Senden daha mı değerli, ayaklarını uzat!” diye yanıtladı onu.

        Türkiye’nin iki farklı ilinde, iki farklı felakette kurtulan iki yurttaşımızın inceliğine bakın! Ne denli benzer davranışlar… Her iki yurttaşımızın da duygudaşlığı nasıl da güzel! İşte, ulus olmak böyle bir şey… Sevinçte, tasada aynı tepkileri vermek, aynı davranışlarda bulunmak…

        Türk Ulusunun gücünü, güzelliğini anlamayanlar, Hasan Basri Aslan ve Murat Yalçın’dan ders alın! Ders alın ki el alemin aklına uyup bozgunculuk yapmayın! Bu topraklarda bozgunculuk tohumları yeşermez. Yeşertmek isteyenler ise emperyalizmin yıkıntılarının altından yaşamları boyunca çıkamaz.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               14 Şubat 2023

                                              

 

 

 

 

AİLE DAYANIŞMASININ GETİRDİĞİ KURTULUŞ


        Deprem bölgesinde inanılmaz insan öyküleri var. Her biri diğerinden değerli ve ilgi çekici. Her öyküyü dinledikçe insanın yürek telleri titreyip soluğu kesilmekte. İnsanın içindeki cevherin ne denli varsıl ve bilinmeye değer olduğunu bize öğretmekte bu öyküler.

        İnsan büyük bir değer... Onun usu ve duyguları eşsiz… Örgütlenme yeteneği olağanüstü… Bu örgütlenmenin en küçük sosyal birimi olan aile, insanlar için olmazsa olmaz. Aile, insanoğlunun ait olduğu en küçük sosyal topluluk. Giderek bu topluluk, genişler ulus olur. Ardından da dünya insanlık ailesini oluştururuz renk, dil, din ayrımı olmadan.

        Dünya insanlık ailesinin ve ulusun sağlam temellerini ise aile oluşturur. Aile bağları ne denli sağlamsa toplum da o denli sağlam temeller üzerine oturur. Bunun içindir ki bir ulusu yıkıp dağıtmak isteyenler, öncelikle aileyi yok etmeye çalışmaktalar.

        Deprem bölgesinde yıkıntıların altından insan kurtarma işi kesintisiz sürmekte. Büyük bir emekle çalışan kurtarma ekipleri, olağanüstü kurtuluşlara imza atmaktalar.

        Depremin en çok yıktığı kentimizden biri de İskenderun. Görüntülerdeki yıkımlar içimizi yakmakta. Yıkıntılar, acı yüklü… Kent ölüm sessizliğinde… Umut, kurtarma ekiplerinin çalışmaları ve halkımızın yurdun dört bir yanından gönderdiği yardımlarda. Ulusal dayanışma, enkaz altında da çadırlarda da evsizliğin yalnızlığında da umudu artırmakta.

        Bir ulusu yıkmak isteyen düşmanlar, öncelikle onu oluşturan aile kurumuna saldırmaktalar. Aileyi yok ettiklerinde ulusun da yok olacağını bilmekteler. Bunu yapmak için de emperyalizmin çürüyüp kokuşmuş kültürünü, yaşayış biçimini, insan ilişkilerini dayatmaktalar gençliğimize. Bu emperyalist saldırıya, ailelerimizin çelikleşmiş yapısıyla karşı durmaktayız.

        10 Şubat 2023’te İskenderun’daki kurtarma çalışmalarına kilitlendi Türkiye. Çünkü yıkıntılar altında dokuz kişinin olduğu söylendi. Bu herkesin yüzünü güldürüp umudunu artırdı. Merakla izledim ben de. Televizyonun başından ayrılmadım. Yıkıntının altında bulunan iki aileden birinin oğluyla (Furkan) diğerinin kızı (Sude) da sabaha dek yıkılan evlerinin başında beklediler. Onları orada teselli eden kurtarma ekiplerinin emekçileri ve muhabirlerdi.

        Önce altı kişi çıkarıldı; baba, anne ve dört çocukları… Aile dışarda bekleyen oğulları Furkan’la kavuştular sevinçle depremden 102 saat sonra. Onlardan beş saat sonra da yan komşuları emekli polis çift, Raziye ve Hacı Murat Kılınç yıkıntının altından çıkarıldılar. Onlar da Sudelerine kavuştular saatler sonr

        Oktay ailesi, iki gün sonra sayrıevinden çıkıp memleketleri Diyarbakır’a gitmek için hazırlandılar. Yolculuklarına çıkmadan önce bir televizyona konuştular. Yıkıntıdayken sürekli kendi aralarında konuştuklarını ve umutlarını diri tuttuklarını anlattılar. Anne Yasemin Hanım, komşuları Kılınç ailesiyle deprem öncesi fazla konuşmadıklarını, yalnızca ailelerin babalarının konuştuklarını söyledi. Ancak yıkıntılar altında oldukça samimi olduklarını söyledi. Hatta Oktay ailesinin kızlarından biri emekli polis Mustafa Kılınç’ın onlara türküler şarkılar söyleyip umut aşıladığını gülerek açıkladı. Kendilerinin de türkülere eşlik ettiklerini, hatta İzmir Marşı’nı söylediklerini anlattı.

        Yukarıda sözünü ettiğim iki aileyi ayakta tutan, depremin yıkıcılığına teslim olmamasına neden olan şey, onların aile dayanışması. Aile, daracık yerde sırt sırta verdi. Kimse kendi canını, diğerinin canından üstün tutmadı. Herkes el birliğiyle direndi. Aile ve komşu dayanışması, onları yaşama bağlayıp umutlarını artırdı. Birlikte savaşıp birlikte kazandılar.

        Oktay ve Kılınç ailesinin dayanışması birçok siyasetçiye, sözde aydına örnek olsun. Eğer aile ve toplumda dayanışma varsa devlet de ulus da yıkılmaz. Herkesin halktan öğreneceği çok şey var. Yeter ki öğrenme isteği olsun.

        Atatürk: “Umutsuz durum yoktur, umutsuz insan vardır.” sözünü boşuna söylememiş. Umut, hiç tükenmez. Tükenen, yılgın, halka dayanmayan siyasetçi ve sözde aydınların düşünceleri, insana ve ulusuna güvenleridir.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                        13 Şubat 2023

       

       

YÜREĞİMİZİ YAKAN ANLATIMLAR


        6 Şubat Pazartesi sabahından beri değişik televizyonları izlemekteyiz. Yüreğimiz, yıkıntıların altındaki yurttaşlarımızla atmakta. Onlardan güzel bir haber aldığımızda üzüntümüz azalır gibi olurken içimizde buruk da olsa bir sevinç duymaktayız. Çoğu zaman yıkıntıların üstünde, yanında bulunanlar sessizlik içinde ses bekliyorlar. Biz de televizyon karşısında sanki ordaymışız gibi sesimiz soluğumuz kesik izlemekteyiz olanı biteni. Heyecanla bir yaşam savaşının sesinin işitilmesi için ayaklanıyoruz. Sanki o yıkıntının altından çıkacak umut dolu sesi biz işitecekmişiz gibi. Bir süre sonra televizyonlardaki haber okuyucuların, yorumcuların da bizim gibi sustuklarını fark ettim. Gerektiği zaman da kısık sesle konuşmaktalar.

        Yalnız yıkıntının başında çalışan kurtarma ekipleri, haberciler değil; İstanbul’daki televizyonlarda haberleri verenler de bizim gibi evlerinde kurtarma çalışmalarını izleyenler de soluklarını tutup seslerini kesmekteler. Hepimiz, ulusça kilitlenmekteyiz o yıkıntıya. Neden mi? Duygudaşlıktan... Yüreğimizi, o yıkıntının altına koymuşuz da farkında değiliz. Tek bir yürek olmak bu olsa gerek.

        Yıkıntıların başında nöbet tutan muhabirler, yiyip içmiyorlar sanıyorum. Ne soğuğa ne de yağışa aldırış etmekteler. İzleye izleye kurtarma ekibinde çalışanlar kadar bilgi sahibi oldular neredeyse. Kurtarma çalışmalarının nasıl, hangi sırayla yapıldığını bilmekteler. Kurtarma çalışmaları ilerledikçe onların duyguları yükselmekte. Konuşurken dudaklarının sevinç ve heyecanla titrediğini, gözlerinin buğulandığını görmekteyiz. Gözyaşları içinde, ağlayarak kurtarılan yurttaşlarımızın yaşama yeniden döndüklerini muştulamaktalar bizlere. Onların gözyaşları kurtarma ekibindekilerle çoğu zaman birbirine karışmakta. O gözyaşları, kuş olup uçuyor ve bizim kapalı pencerelerimizden kapılarımızdan içeri girmekte usulca. Biz de gözyaşlarımızı tutamıyoruz çoğu zaman.

        İnsansak ağlarız. İnsansak güleriz. İnsansak düşünürüz ilerisini de gerisini de. İnsansak başkasının acısını yüreğimizde duyumsarız. İşte insan olmak, böyle bir şey...

        Kimi muhabirler sabahlara dek yıkıntı altında kurtarılmayı bekleyenlerin yakınlarıyla nöbet tutmaktalar. Onlara destek olmaktalar. Onların umutlarını artırmak için çabaladıklarını görmek ne güzel! Oradan bütün dünyaya deprem felaketinin acılarını anlatan bu muhabirler de adsız kahramanlar.

        Bazen muhabirler, gidilmesi gereken yıkıntıların adreslerini vermekteler. Bazen de kayıp kişileri duyurmaktalar, onların bulunması için. Çoğu zaman sesleri kısık… Sert ayaza karşın yıkıntıların yanından ayrılmamaktalar bir canın kurtuluşuna tanıklık etmek ve onu tüm dünyaya duyurmak için. Uykuyu unuttular. Kimi zaman yıkıntılarda canlarını bekleyen gözü yaşlı yurttaşlarımıza tinsel destek vermekteler. Onlarla duygudaşlıkları üst düzeyde.

        Yıkıntılar altındaki can kurtarma çalışmalarını adım adım sabırla izleyip anlatmaktalar. Bir insan canlı çıktığında yüreklerinden gelen coşkulu sevinçler, yaşamım boyunca gözümün önünden hiç gitmeyecek. Onlar depremzedelerin sesi, deprem bölgesi dışındakilerin gözü olmaktalar. Depremi yaşamayan bizlerin depremzedelerle duygudaş olmamızın sağlam bir köprüsü.

        Deprem bölgesinden her şeye karşın aralıksız yayınlar yapan ve ulusal birliğimizi her durumda anlatıp ülkemiz bütünlüğüne katkı yapmaktalar. Oraya haber yapmak için değil, bozgunculuk için gidenleri bu özverili, sorumlu gazetecilerle karıştırmamak gerek. Türkiye, gerçek habercileri de bozguncuları da unutmayacak.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       12 Şubat 2023

       

DUYGUDAŞLIK


        “Duygudaşlık” ne güzel bir sözcük… “Aynı duyguları paylaşmak” demek… Her kişide olması gereken bir özellik… Kendini başkasının yerine koyarak düşünmeli insan. Karşımızdaki kişinin duygularını, davranışlarını oluşturan koşulları, onu etkileyen olumlu/olumsuz etkenleri anlamak ve yüreğimizde duyumsamak gerek.

        Yürek ve usla duyumsayıp anlamayan yüzeysel bakış açılarıdır insanlar arası iletişimi koparan. Halkımızın “taşlaşmış yürek” dediği de bu işte. Duyumsamazsan duygusuzsun. Anlamazsan bilgisizsin. Karşındaki kişinin yerine kendini koymuyorsan yanlışlar içindesin.

        Duygudaşlık yapmayan biri “taş yürekli” olur. Özü, yavaş yavaş bir ağacın içi gibi çürür. Gittikçe insan olma özelliklerini yitirir. Kısacası da insanlıktan çıkar. Böyle olunca da ne karşısındakileri ne de kendini anlar kişi. Bu durumdaki kişi, zamanla kendinden de karşısındakilerden de nefret etmeye başlar. Bu, derin bir sosyal, tinsel bir sayrılık... Nefret duygusu, kişinin her toplumsal olayda toplumun genel eğilimlerine karşı gelmesine neden olur. Her konuda, olumsuz bakış açısıyla düşünüp davranması bu nedenledir. Bu kişilerde arasanız da olumlu bir bakış açısı, toplum yararına bir davranış göremezsiniz. Kendisi gibi düşünmeyip davranmayan herkese düşman gözüyle bakar bakarlar. “Uzlaşma” sözcüğü, onun için yoktur.

        Duygudaşlık yapmayan kişilerin toplum ve doğadaki farklılıkları anlaması çok güç. Herkesin kendisi gibi olmasını ister. Karşısındaki kişinin bir milim de olsa farklı düşünmesini, davranmasını kabul edemez. Toplum ve doğadaki farklılıkları bir varsıllık olarak görmez. Onun için farklılık, kendine düşmanlık demek. Aslıdan duygudaş olamamak, bir özgüvensizlik… Kendi sırça köşkünün kapılarını sıkı sıkıya kapatır bu kişiler çevresindeki her şeye. Bu özgüvensizliği yaratan, derin korkudur. Bilinçaltındaki korku, onun farklılıklarla arasına yüksek duvarlar örmesine neden olur. Aslında bu duvarlar sırçadandır. Buna karşın o yüksek duvarları depremler yıkamaz. O duvarlardan güneş ışığı sızamaz. Yel esintisi aşamaz onları. Yağmur çiselerinin serinliğini duyumsayamaz bu nedenle. Onun için mevsimlerin değişmesi önemsiz. Ortak emekle üretilen her şey değersiz.

        Ülkesinin her türlü değerine yabancıdır. Çoğu zaman bu değerlere küçümseyerek, tiksinerek bakar. Toplumda olumsuz bir olay yaşandığında içinde biriktirdiği kini kusar acımasızca. Bu kişilerin en büyük özelliği, saldırgan dilleri ve davranışları. Olumsuzlukların da olumlulukların yanı sıra olabileceğini uslarına getirmezler. Oysa yaşam ve doğa karşıtların birliği üzerine kurulu.

        Büyük bir deprem felaketinin yaşandığı bir zamanda duygudaşlığa çok gereksinmemiz var. Böyle bir zamanda kendimizi; yıkıntıların altında umutla yaşama tutunmuş kişilerin, evsiz barksın kalan insanların, ailesinin bir bölümünü toprağa veren yurttaşlarımızın, yaşama tutunmaya çalışan herkesin, düşleri darmaduman olan yüreklerin yerine koyalım. Onlarla duygudaşlık yaparsak anlarız neler yaşandığını ve başımıza gelen büyük felaketi.

        Duygudaş olmak hiç de zor değil. Yaşamımızın her anında duygudaşlığa çok gereksinmemiz var.

                                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                                               11 Şubat 2023

KONUŞMA SIRASI KAHRAMANLARDA


        Türkiye, dünyanın en büyük felaketlerinden biriyle karşılaştı. On ilimiz felaketten ağır bir biçimde etkilendi. Kentlerimiz, kasabalarımız, köylerimiz, karayollarımız, havaalanlarımız, tünellerimiz, köprülerimiz yıkıldı. Her şeyden önce evlerimiz yıkıldı evlerimiz.

        Ülkemizde yediden yetmişe herkes, felaketi işitir işitmez seferber oldu. Her yurttaşımız, işin bir ucundan tutmak için adeta çırpındı. İl, ilçe, kasaba hatta köylerimizde yaşayanlar; kendi aralarında örgütlenip deprem bölgesine yardım elini uzattı. Devlet kurumları, ulusun her bireyi sırt sırta vererek tarihin çok az görebileceği büyük bir seferberlik başlattı.

        Felaketten kurtulan yurttaşlarımızın günlük yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan en küçük gereksinim maddeleri inceden inceye düşünüldü. Bir anda on ilimiz ve buralara bağlı ilçe merkezleri TIR ve kamyonlarla doldu. Kamyonlar, bir yandan kış koşullarının olumsuzluklarıyla bir yandan da depremin yıktığı yollarla savaşmaktaydı. Bir diğer engel de deprem bölgesinden göç edenlerin ve yardım elini uzatmak için felaket topraklarına ulaşmak isteyenlerin taşıt sıkışıklığıydı.

        Depremin ilk günü, Kızılay tarafından yapılan kan bağışı çağrısına koştu yurttaşlarımız. Uzun kuyruklar oluştu Kızılay kan merkezlerinde. Ertesi gün Kızılay’dan açıklama geldi, yoğunluk, sıkışıklık olmasın diye. Kan bağışının günlere yayılmasını istedi Kızılay yöneticileri. Çünkü bağış için öyle bir insan kalabalığı oluştu ki, bu kadar çok kişinin kanını alacak sağlık çalışanı yoktu. Alınan kanları saklayacak yer de bulunamadı neredeyse.

        Kurtarma ekipleri yurdumuzun dört bir yanından yola çıktı. Yurtdışından da imdadımıza yetişti dost ülkeler. Yıkıntılarda insan sesi, soluğu, sıcaklığı arandı. Bulunduğunda sevinçten gözler parlayıp soluklar tutulmakta. Kimi zaman her türlü aletle kimi zaman da el ve tırnaklarla bir kuyumcu titizliğiyle molozlar ufalanmakta. Elbirliğiyle taşınmakta yıkıntı parçaları. Ne yorulmak vardı ne de uyku. Yemeyi içmeyi düşünen de yok! İnsanüstü bir güçle çalışmakta herkes. Ülkemizin dört bir yanından gelenlerle dünyanın farklı ülkelerinden koşanlar, kırk yıllık dost gibi omuz omuza can kurtarmaktalar yıkıntılar altından. Çoğu zaman dilleri suskun, elleriyle konuşmaktalar. Gözleriyle, bir bakışla anlaşmaktalar. Bir kişi canlı çıktığında sarmaş dolaş olmaktalar insanlık diliyle. O insanlık dilini, ancak ortak emek harcayıp aynı amaç uğruna yazgı birliği yapanlar bilir. Emek ve amaç insanı olmayanlar, bu dili ne konuşur ne de anlar.

        Yıkıntılardan insanlarımızı kurtaran kahramanlar, yaptıkları işi kameralarla çekip sosyal medyada paylaşmıyorlar. Paylaşıp ne kadar beğeni aldıklarını dakika dakika, saat saat, gün gün hesaplamıyorlar. İnsancıl bir emeği, sosyal medyadan pazarlayıp ünlü olma peşinde koşmuyorlar. Yalancı kahramanlık için emeklerini pazarlamıyorlar.

        Sosyal medya ünlüleri ve ABD sever siyasetçiler, deprem bölgesine akbabalar gibi üşüştüler. Yanlarında kameralar… Arkalarında şakşakçılar… Gözlerinde öfke, yapay bir üzüntü maskesi takılmış yüzleri asık… Seslerinde metalik bir titreme… Görüntülerde kendilerinden başka kimse yok! Ağızlarından sözcükler tükürür gibi çıkmakta: “Burada devlet yok!” ya da “Enkazın altında kalan devleti çıkarıyoruz!” demekteler.

        Kaldırıp başlarını baksalar sağa sola, gözlerindeki kin perdesini kaldırsalar görecekler devleti de milleti de. Devletin de milletin de gücünü anlayacaklar. Aslında bu, hiç de zor değil.

        Sosyal medyanın klavye kahramanları, yalancı ünlüleri düşmanın makineli tüfeklerinden daha hızlı ateş etmekteler üstümüze üstümüze. Haberin doğruluğunun, yanlışlığının pek önemi yok onlar için. Türkiye aleyhinde olan ne varsa onlar için çok değerli. Hele ABD ya da AB ülkelerinden bir eleştiri, bir uyduruk haber çıkmaya görsün ülkemize karşı, dört elle sarılmaktalar bu fitili yanık dinamitlere. Onları aldıklarında bu dinamitler ellerinde patlamakta. Elleri koptuğunda efendileri onlara protez çoklu el yapmakta yeni dinamitler için.

        İş yapmayanlar mazeret üretir sürekli. İş yapanlar, çalışanlar, üretenler ise işlerine odaklanırlar. Çeneleri değil; usları, elleri çalışır. Felaketin vurduğu yerlerde devleti arayanlar; devlet sensin, devlet benim, devlet o… Sen, elini taşın altına koyarsan devletin gücünü, milletin büyüklüğünü anlarsın.

        Artık susun, konuşmayın! Olumsuzluklara odaklanmış beyinlerinizden düşmanın alevleriyle yüreklerimizi yakmayın! Elleri, emekleri, uslarıyla yıkıntılar arasından canlarımızı kurtaran adsız kahramanlarda konuşma sırası…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       10 Şubat 2023

YIKINTIDAKİ YAŞAMLAR


        6 Şubat Pazartesi günü erken saatlerde deprem vurdu on ilimizi. Gecenin ayazında, karanlığında yıkıntılarda kaldı on binlerce yurttaşımız yıkıntıların altında bir bilinmezliğin tutsağı oldu. Yıkıntının altında toza, taşa, usa gelemeyecek zararlı/zararsız maddelere bulandı yurttaşlarımız. Kimi tozdan, yıkıntılardan soluk alamaz oldu. Karanlık bir dehlizin içinde bir umut ışığı aradılar saatler saatleri kovalarken. Dışarından gelen bir ayak sesi, bir tıkırtı, bir insanın el uzatan bir bağırtısı beklenen o umut ışığını kocaman bir aydınlığa dönüştürmekte.

        Yaşamın hangi anında olursa olsun yalnızlık, insan yaşamının en büyük umutsuzluk kaynağı. Hele yıkıntı altında kıpırdamadan, konuşmadan, yiyip içmeden, ışığı görmeden, bir dost elini sıkmadan saatlerce kalmak, insanın umudunu nasıl da her geçen dakika azaltır. İşte, böyle zor bir anda insanın umudunu yıkıntılara bırakmadan bir tohumun filizlenmesi gibi her geçen gün yeşertmesi, olağanüstü bir yaşam bağlılığı. Hem de susuz, topraksız, güneşsiz, havasız bir ortamda.

        Yıkıntı altında yaşam savaşımı verirken acaba neler düşünür insan? Neyi düşler? Hangi özlemler içinde yanıp kavrulur? Pişmanlıkları nelerdir? Tinsel ve bedensel gücünü yitirmemek için nasıl davranır? Gündüzler geceye kavuştuğunda, beden ve beyin düşünmekten yorulup bitkinleştiğinde göz kapaklarına binen o tatlı uyku meleği kaçıp gitmiş midir bir yerlere? İnsanın başını koyacağı bir yumuşak yastığı bulamaması, uykusunda göreceği düşleri nasıl etkiler?

        Saatlerce bir kişinin sevdiklerinin sesini işitememesi, onların gülen gözlerini görememesi, sevdiklerine dokunup yürek sıcaklıklarını duyumsayamaması yıkıntılara sığmayan nasıl bir özlemidir? Yıllarca düşünü kurarak ve dişinden tırnağından biriktirerek aldığı evin bir yıkıntıya dönüşüp altında kalmak, insana nasıl koyar acep? Bunca emeğin, onca çabanın, sonu gelmez düşlemlerin, çoluk çocuk için beslenen umutların, yaşlılık için yapılan tasarıların, ülke için beslenen olumlu amaçların bir anda yıkıntılar altında kalması ne denli yıkar adamı kim bilir?

        İnsanın belki de yaşamı boyunca biriktirdiği en önemli şey, anılarıdır. O anılar ki kişiyi geçmişten geleceğe bağlar. Kimi zaman mutluluk, sevinç, umut doludur onlar. Kimi zaman ise unutmak istediğimiz acı, üzüntü, ayrılık vardır onlarda. Anılarımız nasıl olursa olsun onlar bizim. Onları yitirmek istemeyiz. Hele ki onları yıkıntılar altında bırakmak, kırk yıl düşünsek usumuza gelmez. İşte, o yıkıntılar; yaşamımızı elimizde alan, kimi zaman da altında umutla beklediğimiz çöküntüler değil. Anılarımızı elimizden alan bir düşman gücü.

        Yıkıntılar altındaki on binler, orada geçen her dakikada umut tohumundan filizlenen fidanlarını yürek toprağında yeşertip yıkıntı çölünde sulamaktalar. Gönül güneşiyle ısıtıp toz yüklü havayı umut süzgecinde arındırıp soluklandırmaktalar. O umut fidanının taze yaprakları, yıkıntılar arasında boy verip görünmekte görmez gözlere inat. Yüreği parayla taşlaşmış, gönlü yıkıntılarla dolmuş, ev değil de insanlara gömüt yapan vicdanının yerine cüzdanını koyanlar; iyi bakın şu yıkıntılara. Siz de iyi bakın, konut yerine tabut yapılmasına izin veren belediyeciler, bakanlar/bakmayanlar, göz yumanlar, eş dost kayıranlar, partilerini ve siyasal düşüncelerini yapsatçılara teslim edenler… Görün insanlık ayıbınızı! Şişkin cüzdanlarınızdan akan gözyaşları, pıhtılaşmış kanlar sizi boğmak üzere. Yıkıntı tozlarının betonlaştırdığı insanlığınız çöküntüye dönüştü. Çöken, insanlığınız, ölen ise tinsizleşen bedeniniz.

        Biz halkız, insanız, büyük bir ulusuz küllerimizden yeniden doğmasını biliriz. Yıkıntıların altında bile umut fidanımıza boy attırırız.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       9 Şubat 2023