MİR’DEN VAZGEÇME, ABD’YE HİZMET ETME!


        Üç kamu, iki de özel bankamız ülkemize gelen Rus yurttaşlarının alışverişlerini kolaylaştırmak için MİR sisteminin uygulamasına geçmişlerdi. Bu yolla Ruslar, daha çok alışveriş yapıyor, dolayısıyla ülkemize daha çok para kazandırıyorlardı. MİR, ülkemizin yararınaydı. Turizm gelirlerimizin artırılması için zorunlu bir uygulamaydı.

        Ülkemize ekonomik alanda soluk aldıracak MİR kartlarının kullanımı, en çok ABD’yi rahatsız etti. Görünüşte Rusya’ya yaptırım uygulayan ABD, ülkemizin önemli bir gelir kaynağını yok etmeyi kafasına koydu.

        Önce ABD Hazine Bakan Yardımcısı Adeyemo, ABD’nin yaptırım uyguladığı Ruslarla iş yapan Türk şirketlerin yaptırım riskiyle karşı karşıya olduğunu belirtti. Bu tehdidini mektupla TÜSİAD’a da gönderildiği belirtildi. Çok geçmeden TÜSİAD, bu tehdidi doğruladı. Atlantik sermayesine eklemlenmiş bu işadamı kuruluşu ne yazık beklendiği gibi bu tehdide boyun eğdi. Tehdide karşı bir söz edemedi.

        TÜSİAD’ın boyun eğmesi normal… Peki, hükümet bu yaptırım tehdidine nasıl boyun eğer? Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarını, halkımızın gönencini savunmak hükümetin görevi değil mi?

        Tehdit mektubu konusunda Maliye Bakanı Nebati’nin duruşu, açıklamaları sorunluydu. Hemen boyun eğer bir tavrın içine girdi. Bu da hükümetin geri adım atmasına yol açtı.

        ABD tehdidiyle iki özel banka, hemen MİR’den vazgeçti. Çok geçmeden devlet bankaları da aynı tutumu gösterdi. Bu uygulamayla hükümet, bindiği dalı kesti. ABD’ye ödün verdi. Bu ödün, önümüzdeki günlerde yeni tehditlerin daha yüksek düzeyde olacağının bir habercisi.

        ABD, yıllardır ülkemizi düşman olarak görmekte. Bunu da açıkça hem söylemeleriyle hem de uygulamalarıyla göstermekte. Ne yazık ki yıllardır göbeğinden ABD’ye bağlı hükümetler, bu düşmanlığı görmezden geldiler. Ödünler verdiler bağımsızlığımızdan, cumhuriyetimizden, ulusal güvenliğimizden, ekonomik gelişimimizden, kültürel özgünlüğümüzden, toplumsal barışımızdan…

        ABD, ulusal birliğimizi bölmek için kardeşi kardeşe kırdırttı. Aydınlarımız, onun işbirlikçileri aracılığıyla toprağa düştü. Birçok gencimiz kıyıma uğratıldı ABD çıkarları uğruna. Sanayimiz, tarımımız onun dayattığı liberal ekonomik uygulamayla yok edilme durumuna geldi.

        Eğitimimiz, ABD-Türkiye eğitim anlaşması (Aralık 1949) yoluyla kuşa çevrildi. Ulusal ve bilimsel özelliği her geçen gün yok adildi.

        Yeraltı ve yerüstü kaynaklarımız ABD’ce yağmalandı. Bolluk içindeki ülkemiz, darlığa düştü.

        Sözü uzatmayalım. Başımıza ne bela gelmişse hepsi ABD emperyalizminin eliyle geldi. Bu nedenle böyle bir düşmandan bundan sonra iyilik beklemek ya saflıktır ya da satkınlık.

        Hükümet, MİR’den vazgeçerek Türkiye’nin çıkarlarından, halkımızın ekmeğinden, ulusumuzun geleceğinden, işsizin iş bulma umudundan vazgeçmiştir. Ekonomisi düzgün olan bir Türkiye, ulusal güvenliğini de o denli güçlü olarak savunur. ABD’ye karşı yeni dostlar edinmeliyiz. Bu dostlar da ABD’nin düşman bellediği ülkeler olmalı. İşte, burada Rusya önümüzde her alanda büyük bir fırsat kapısı. Bu fırsat kapısını kendi elimizle kapatmayalım.

        AKP hükümeti, güya denge siyaseti uygulamakta. Düşmana şirin görünerek ve ödünler vererek denge sağlanmaz. Düşman, silahlarını Türkiye’ye çevirmiş beklemekte. Üç yandan yapılan bir kuşatmanın içindeyiz. Bu kuşatmayı yarmanın yolu, doğru ittifaklar kurarak olur.

        Hükümet, MİR’den vazgeçerek ABD çıkarlarına hizmet etmiştir. Tez elden bu yanlıştan vazgeçmeli. ABD’ye boyun eğen, ödünler veren AKP, FETÖ ve PKK’yı yüreklendirir. Onların yurtiçinde yapacakları kışkırtmaların önünü açar. Böylesi bir durumu ne devletimiz ne ulusumuz ne de yurttaşımız kaldırabilir. Bu anlayışla Türkiye’de hükümet olunmaz.

        Kurtuluşumuzu, Avrasya ile özellikle de Sovyetler Birliği ile yaptığımız işbirliğiyle kazandık. Varlığımızı, gelişmemizi yine Avrasya’daki dostlarımızla omuz omuza vererek sağlayacağız. Bundan başka çözüm yok!

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               29 Eylül 2022

DEMOKRAT(!) DAVUTOĞLU

 

        Eski başbakan, bakan, başbakanlık danışmanı, aynı zamanda profesör doktor, şimdi de Gelecek Partisi Genel Başkanı Davutoğlu…

        Ahmet Bey, ağzını açtı mı büyük büyük sözler eder. Bedenini üniversite kürsüsüne koyar tavırlarıyla ve önemli, bilinmeyen bir bilgiyi anlatacakmış gibi kendisine hava verir. Takındığı poza bakılırsa yüzyılımızın en büyük düşünürü olduğunu sanırsınız. En sevdiği sözcük, demokrasidir. Varsa yoksa demokrasi… Çevresine dürüst, doğrucu izlenimi verir. Ne yazık ki Davutoğlu’nun bu pozlarına aldanan birçok muhalif yurttaşımız, onun AKP iktidarını yıkacak vazgeçilmez bir güç olduğuna inanır. Ayrıca onu AKP içindeki dürüst ve demokrasi çiçeği biri olarak algılayıp algılatmaktalar.

        Davutoğlu, “komşularla sıfır sorun” diyerek dışişleri koltuğuna oturdu. O koltuktan kalktığında ise sıfır komşumuz olmuştu. Neredeyse tüm komşularımızla kavgalıydık sayesinde. Hele “Rus uçağının düşürülme emrini ben verdim.” derken takındığı bir poz var ya hiç gözümün önünden gitmez. Romalı muzaffer general mi desem, yoksa Napolyon ordularını Rus steplerinde bataklıklara gömen Kuduzov mu ya da Avrupa’nın yarısını ele geçiren Cengiz’in komutanı Subutay mı?

        Ahmet Davutoğlu, geçenlerde Oğuzhan Uğur’un “Mevzular Açık Mikrofon” izlencesinin konuğu oldu. 29 Eylül 2022 Perşembe günü yayımlanacak izlencenin on dakikalık tanıtma bölümünü izledim. Bu kısa bölümde Davutoğlu’na bir izleyici: “Hangi eylemleriniz sonucu Cemaat’in yurtlarında ders verecek rütbeye ulaştınız?” sorusunu sordu.

        Davutoğlu, her zamanki bilgiç tavrını takındı ve soruyu yanıtladı. “Hiçbir şekilde alakam olmamıştır. FETÖ ile ilgili olumlu açıklamam söz konusu değildir!” dedi kesin bir anlatımla.

        İlk soruyu soran kadın izleyici: “Sayın Davutoğlu, Türkçe olimpiyatlarının onuncusundaki konuşmanızı izlemenizi tavsiye ederim.” diyerek kararlılığını sürdürdü.

        Davutoğlu: “Sadece Türkçe öğreten öğretmenlere teşekkür ettiğim bir konuşmadır. Asla FETÖ ile ilgili bir ifadem yoktur.” diyerek yanıtladı izleyiciyi. Ancak izleyiciler, dersine çalışarak gelmişler. Kadın izleyici konuşma metnini okurken bir erken izleyici cep telefonunun sesini açarak Ahmet Bey’in konuşmasını dinletiyor oradakilere, doğaldır ki Davutoğlu’na da.

        Davutoğlu’nun insanların gözünün içine baka baka söylediği yalan, yatsı olmadan ortaya çıkıyor. Ne kızarması var ne de bozarması… Demek ki yalan, onun için olağan, gündelik bir iş. Namuslu, dürüst ve demokrasiye inanmış bir siyasetçinin o dakikada siyasetten ayrılması gerekir hem de tüm görevlerini bırakarak. Ardından da özür dilemeli halkımızın tümünden. Partisindeki dürüst insanlar, artlarına bakmadan geleceksiz, yalana bulanmış bu partiden ayrılmalılar. Yoksa Davutoğlu’nun “demokrasi” sözünden anladığı desteksiz yalanlarını uluorta söyleme hakkı mı? Hani çok örnek verilen çağdaş demokrasilerde, yalan söyleyen siyasetçiler hemen görevlerinden çekiliyorlar da bunu anımsatayım istedim.

        Altılı masanın bir ayağı da Davutoğlu. Masada oturduğu sürece oradaki parti liderleri bu yalana ortak olmuş sayılır. Bir yalancıyla geleceğin siyaseti oluşturulur mu?

        En kötüsü de ne biliyor musunuz? Davutoğlu’nun üniversitelerde ders vermesi…

        “Demokrasi” sözünü diline pelesenk etmiş, neredeyse günün her saatinde “Demokrasiiii!” diye bağıranların, içlerindeki despotluğu, yalancılığı, içtensizliği bu tılsımlı sözcükle örttüklerini düşünürüm. Bu nedenle yalnızca bağırıp bir seçenek oluşturmayan, halkı kandırmaya yönelik sözleri sık kullanan siyasetçilere zerre kadar güvenmem. Bu siyasetçilerin ülkemize bir yararının olacağını da düşünmem.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               28 Eylül 2022

       

 

HABER ALMA ÖZGÜRLÜĞÜ DE NE?


        Çevremizdeki ülkeler kaynıyor. Kaynatan ABD…

        Irak, işgal edilip bölündü ABD tarafından. On binlerce Iraklı kıyılıp ölüme götürüldü. On binlerce Iraklı kadına tecavüz edildi. Irak’ın varsıl kaynakları, ABD tarafından yağmalandı. Irak resmen üçe bölündü ABD ve AB öncülüğünde. Birkaç parçaya daha bölünecek gibi. Yıllardır akan Iraklının kanı. Çölleri sulayan Arap kanı ve gözyaşı. ABD, Irak’ın bölünmesini derinleştirmek için bölücü bir anayasa yaptı. Etnik köken ayrılıkları ve dinsel farklılıklar bu anayasayla kökleşti. Saflaşmalar bu temelde oldu. Kan ve gözyaşı, yakın bir zamanda dineceğe de benzemiyor. Ülke, taş devrine döndü. Herkes Saddam’ın diktatörlüğünü(!) konuşmakta. Çünkü ABD öyle istemekte. Bütün bu olanlara ABD’nin Irak’a demokrasi ve özgürlük getirme aşkıyla oldu.

        Peki, Irak kan gölüne dönerken Bağdat, dünyanın en büyük barbarlığına sahne olurken bu tarihsel kentte Türk basınının sürekli bir temsilcisi var mıydı? Ne yazık ki yoktu. Olan biten başta ABD ajansları olmak üzere AB kaynaklı habere kaynaklarından öğrenildi. Yani kamuoyumuz, ABD ve AB’nin istediği gibi ve istediği kadar bilgilendirildi.

        Suriye yıllardır emperyalist saldırı altında. Oluk gibi kan akıtıldı. Yeryüzünde görülmedik acımasızlıklara, vahşete sahne oldu bu ülke. Bin yıllara meydan okuyan kentler yıkıldı emperyalizmin bombalarıyla. İnsanlık tarihinin en büyük kaynakları yok edildi insanlığın gözüne baka baka. Milyonlarca Suriyeli yurtlarını, topraklarını, anılarını, tarihlerini terk etti. Suriyeli çocukların cesetleri ölü balıklar gibi karaya vurdu. Kumsallardan ölü insanların bedenleri üzerinde akbabalar uçuştu. Esat ve yönetimi teslim olmadı. Suriye’nin yurtseverleri, elli bin tür teröriste direndi. Ülkesini savundu. ABD ve piyonları akıttıkları bunca kana karşın amaçlarına ulaşamadı. Suriye dimdik ayakta. Ayrıca ABD, Irak’a uygulattığı bölücü anayasanın benzerini Suriye’ye dayatmakta.

        Suriye yanıp kavrulurken, dilim dilim bölünmek istenirken, dünyanın en acımasız ve kuralsız savaşı bu topraklarda yapılırken anlı şanlı basınımızın Şam’da, Halep’te, Hama’da, Humus’ta, Lazkiye’de bir muhabiri oldu mu? Ne yazık ki olmadı! Arada sırada gezgin olarak giden kişiler oldu. Poz poz fotoğraf çektirdiler. Olan biteni yine batılı ajanslardan öğrendi ülkemiz, onların istediği biçimde.

        İran, doğu komşumuz… Yıllardır ABD’nin saldırısı altında. Emperyalist güç; komşumuza ekonomik, siyasal yaptırımlar uygulamakta ve uygulatmakta. İran halkı, dişiyle tırnağıyla direnmekte bu duruma. Yaşama hakkını sürdürmek için yürekli, bir direnişe imza atmakta. ABD ve İsrail, İran’ı karıştırmak için kışkırtıcı olaylar çıkarmakta. Bu yolla bazı toplumsal olayların fitili ateşlendirilmekte. Etnik kökenler üzerinden ülke bölünmek istenmekte.

        İran, kıyım kıyım kıyılmak istenirken Tahran’da Türk basınının bir temsilcisi bulundu mu? Hayır! İran hakkında bilgiler ABD kaynaklı. Böyle olunca İran günah keçisi olarak halkın gözüne sokulmakta.

        ABD’nin büyük hedefi Rusya. Karadeniz’den karşı kıyı komşumuz olan bu ülkede olup biteni öğrenmek için yine ABD kaynakları devrede. Batılı emperyalistler, Ukrayna üzerinden Rusya’yı sıkıştırmak istemekte. Amacı diğer ülkelerde olduğu gibi demokrasi ve özgürlük getirme isteğiyle bu ülkeyi de parçalamak istemekte emperyalizm. Yalanının bini bir para…

        Her gün Rusya ile ilgili derin yorumlar(!) yapılan objektif haber(!) veren basın organlarının Rusya’da bir temsilcisi var mı? Nedense yok! Verdikleri haberlerin neredeyse hepsi, ABD ve AB kaynaklı. Nasıl da tarafsız(!) yayın yapmaktalar değil mi?

        Çin, dünyanın yükselen gücü. Ekonomik tansıklar yaratılmakta bu ülkede. ABD, burada da rahat durmamakta. Tayvan üzerinden aralıksız kışkırtma yapmakta. Uygurlar üzerinden bölücülük devreye sokulmakta. Hem bu kışkırtmaları hem de Çin’in ekonomik tansığını yerinden izleyen Türk basınının sürekli muhabirleri var mı Pekin’de? Yok! Uygurlarla ilgili haberlerin hepsi ABD kaynaklı. Bölgeyi gezip görmeyenler, okyanus ötesinin bakış açısıyla ileri geri konuşmaktalar. Hani, haber alma özgürlüğü vardı halkın? Nerede bu?

        Venezüella, ABD’nin burnunun dibinde bir petrol ülkesi. ABD, bu ülkeyi kuşatmış durumda. Petrol çıkışını önlemeye çalışmakta. Koskoca ülke petrolünü satamıyor, halkı yoksulluk içinde. Buna karşın halk direnmekte emperyalist saldırganlığa. Bu ülkede yandaş ve candaş basınımızın bir muhabiri yok! ABD kaynaklı haberlerle Venezüella karalanmakta. Halkın büyük desteğini alan Maduro, diktatör olarak anlatılmakta kamuoyumuza.

        Mısır, tarihsel ilişkilerimizin çok derin olduğu bir ülke. Türkiye, yanlış bir bakış açısıyla bu ülkeyle ters düştü. İlişkilerimiz kesildi. Nedense boyalı basınımızın bir temsilcisi bile olmadı bu ülkede.

        Yandaş ve candaş basınımızın yukarıda saydığım ülkelerde temsilcisinin olmadığını anladık. Ancak diyalektik düşünürsek her şey karşıtıyla vardır. O halde ABD borazanlığı yapan basının büyük bölümünün karşısında, doğruyu nesnel gerçeklikle toplumumuza anlatan yayın organımız yok mu? Elbette var. Yukarıda saydığım ülkelerin hepsinde; yani Irak, Suriye, İran, Rusya, Çin; Mısır, Venezüella’da Aydınlık ve Ulusal Kanal’ın temsilcileri hep oldu. Haberi, kaynağından verdi bu temsilciler. Hem de tüm ekonomik olanaksızlıklara karşın. Gerçeği öğrendik onlar sayesinde. Kamuoyumuzu, ABD propagandalarına tutsak etmediler.

        ABD propagandasının tutsağı olmuş bir basının ulusal çıkarları savunabileceğini düşünmek yanlış olur. İşgal yıllarında İstanbul basınının çoğu, İngilizlerin kontrolündeydi. Bu nedenle Atatürk’e ve Anadolu’daki kurtuluş mücadelesine karşı çıktılar. Dünya tarihine altın harflerle yazılmış bir halk mücadelesini karaladılar. Bu koşullarda milli mücadelemiz, Atatürk önderliğinde Hakimiyeti Milliye gazetesiyle Anadolu Ajansını kurdu. Çünkü doğru haber, ancak ulusal kaynaklardan alınabilirdi. Böylece yalana dayalı emperyalist propaganda boşa çıkarıldı. Dünya, birinci elden gerçeği öğrendi. Günümüzde de gerçeği öğrenmek zorundayız. Bu da ancak halkın yarattığı basın organlarıyla olur.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       27 Eylül 2022

       

       

 

FUTBOLUMUZ İFLASTA


        Dün akşam (25 Eylül 2022) Ulusal Futbol Takımımız, Faroe Adaları ile karşılaştı. Ne yazık ki yenildi bu C Ligi karşılaşmasında. Bu yengi Faroe Adaları için üstün, tarihsel ve gurur duyulacak bir başarı. Çünkü Türkiye gibi büyük bir ülkeyi yendiler. Yenilmeye alışmış bir takımın böyle bir utku kazanması, dünyanın bir ucundaki adalarda yıllarca konuşulacak ve konuşuldukça da övünülecek bir yengi.

        Faroe Adaları bir devlet bile değil. Danimarka’ya bağlı bir özerk bölge... Yüzölçümü, 1400 kilometre kare... Nüfusu, 50.322… Görüldüğü gibi Anadolu’da orta büyüklükte bir ilçemizin nüfusu kadar insan yaşamakta bu adalarda.

        Neredeyse yediden yetmişe herkesin futbol konuştuğu bir ülkeyiz. Basın yayın organlarında sabah akşam futbol var. Spor deyince futbol gelir uslara. Futbol dışındaki sporlar, insanların usuna gelmez. Ülkemizdeki futbol takımlarındaki oyuncular olağanüstü yüksek paralar kazanır. Bu paralarla çoğu zaman görgüsüz, gösterişli bir yaşam sürdürürler. Futbol kulüplerinin çoğunun yöneticisinin ayağına top değmemiştir. Ancak futbolun toplumdaki önemli yerinden yararlanmak için büyük paralar harcar görünürler. Gerçekte ise bir kuruş bile harcamayanlar çoğunlukta. Yöneticilikten yararlanarak işlerini büyütenler çoğunlukta. Hatta kaynağı belli olmayan servetlerini, futbol üzerinden aklayanlar da saymakla bitmez. Yönettiği futbol kulübünün içini boşaltıp ekonomik batağa sürükleyenler de az değil. Futbol kulüplerinin kimi başkanları, futbolcu alım satımlarında kendi ticari ilişkileri ön plana alır. Bir ülkeyle ticari ilişkilerini geliştirmek için futbolcular kullanıldı kimi zaman.

        Her futbol takımının kendince yandaşları var. Zar zor kazandığı üç kuruşu futbol maçı için harcayan yandaşlar… Yeri geldiğinde karşı takımın yandaşlarıyla bıçakla, silahla, yumrukla kavgaya tutuşan yandaşlar var tribünlerde. Nefret duygusuyla donanmış yandaşlar, her şeye at gözlüğüyle bakar. Eleştiri, özeleştiri bu alanda var olan bir şey değil. Nefret duygusu, düşmanlığa dönüşür kolayca. Gündelik, geçici başarılar, onları mutlu eder. Başarısızlık da ise derin bir üzüntüye gömülüp birilerini suçlarlar. Herkesin kendisine göre bir günah keçisi var. Bunlar: hakem, oyuncu, yönetici, maça gelmeyen izleyici yandaş, spor yazarı, basın, hava koşulları, maç saati…

        Futbolumuz, üretemiyor. Yıllardır doğru düzgün dünya yıldızları yetiştiremedik. Kişisel ve rastlantısal başarılar, olduğundan çok abartıldı. Sorunlar görülmedi. Bu sorunların çözümleri kimsenin usuna gelmedi. Neden üretemediğimiz, niye insan yetiştiremediğimiz tartışılmadı bile. Futbolcu yetiştirmek, bir eğitim işi. Eğitim ise zor ve uzun soluklu bir süreç… Büyük emek ve yatırım ister. Hazırcı kulüp yöneticileri kolaycılığı seçerek yabancı oyuncularla başarı kazanma peşinde. O da olmuyor. Çünkü taşıma suyla değirmen dönmüyor. Kimi zaman maç izlerken alanda yerli oyuncu aramaktayım. Gördüğümde ağzım kulaklarıma varıyor. Mutlu oluyorum. Ekonomik sistemimiz de dışalıma bağımlı… Bu nedenle iki yakamız bir araya gelmiyor bir türlü.      

        Üretmeden tüketmek nasıl bir sakat anlayış? İşte, futbolumuzu da bitiren bu. Ülkemiz genç nüfusuna karşın futboldan ve diğer spor dallarından para kazanamıyor nedense. Sürekli büyük paralar harcanıyor. Anlı şanlı kulüplerimiz borç batağında. FİFA kuralları uygulansa bu takımlarımız çoktan alt ligleri boylamıştı. Ancak ülkemizde nedense kuralsızlık, kural durumuna getirilmiş. Siyaset, futbolun içinde. Oy devşirmenin bir yolu bu.

        Ne olursa olsun kazanmalıyız, anlayışı egemen futbolumuzda. Hile, şike, adam kayırma, aldatma, ayak oyunları, masada iş bitirme, maç sonucunu yeşil çimlerde değil de karanlık odalarda belirleme çok yaygın. Şeytanlık yapanlar ödüllendirilir, başarılı sayılır. Alınteri döken, emek harcayanlar enayi yerine konur tıpkı siyasal alanda olduğu gibi. Toplumsal yaşamımızdaki haksızlığa dayalı düzen, futbolda da egemen. Bir haksızlık yapıldığında kimsenin sesi çıkmaz. Herkes, kendisine haksızlık yapıldığında ayaklanır. Oysa haksızlık sana değil, başkasına yapıldığında ayağa kalkarsan erdemli kişi olursun. Erdem, unutulan bir şey… Erdemin olmadığı bir yerde başarı olur mu?

        Futbolumuz, yıllardır İstanbul eksenli… İstanbul eksenli demişsem üç ünlü kulübü söylemekteyim. Üretmeyen, tüketen… Futbol düzeni, bu üç takımca oluşturuldu. Aralarında “ezeli rekabet” var, dense de inanmam. Çünkü birinin zarar gördüğü bir durumda üçü birleşmekte. Özellikle bu üçlü düzenin bozulması söz konusu olunca tortop olmaktalar. Futbolla ilgili her türlü düzenlemeyi onlar yapar. Federasyon yöneticilerini kendileri seçer. Seçtikleri günden başlayarak eleştirirler, hatta tehdit ederler seçtikleri yöneticileri. Bu sopa göstermenin nedeni, onlara verdikleri görevi anımsatmak. Üçlü düzen ulusal takıma da yansır. Burada da kulüpçülük, ulusal bilincin önüne geçer. Bu da başarısızlığın bir başka yönü.

             Ulusal takımın da kulüp takımlarının da başarısı yok denecek kadar az uluslararası alanda. Ülke puanımız yerlerde sürünmekte. Elbette bunun bir sorumlusu var. Bu d abu futbol düzenini oluşturanlar.

        Başarısızlıklarda suçlu aranır ve bulunur. Kişiler suçlandığından sistem unutulur. Kişiler üzerinden yapılan tartışmalar; bozuk, kokuşmuş sistemi korur. Oysa sistem yanlış. Suçlu varsa futbol düzeni. İstanbul’un üç ünlüsünün kurduğu sistem. Yani ülkemizdeki dışa bağımlı sermayenin yönettiği kulüplerin futbolumuza, Türkiye’den bakamamaları. Bu dışa bağımlı sistemle başarı gelmez. Atatürk’ün dediği gibi ülkemizin her alanda kurtuluşu için Anadolu’nun İstanbul’a egemen olması gerek. Üretimin, tüketime üstünlüğü gerek. Bu da dışa bağımlı, özellikle de Atlantik sisteminin taşeronlarıyla olmaz. Her alanda olduğu gibi futbolda da üretmek zorundayız. Üretim konusu geçiştirilemez, ivedilik ve kararlılık ister.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               26 Eylül 2022

 

       

         

       

       

       

       

FESLİ’NİN YOL ARKADAŞLARI


        Kadir Mısıroğlu… Nam-ı diğer Fesli Kadir ya da kısaca Fesli… Atatürk düşmanı bir kişi… Cumhuriyet’i oldum olası sevmeyen biri… Türk Devrimine karşıtlığını göstermek için sürekli fes takan İngiliz sever aymaz.

        Atatürk’e, Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyet’e cepheden karşı… Bu karşıtlığını açıkça belirtmek için Kurtuluş Savaşı için “Keşke Yunan galip gelseydi.” diyebilecek kadar ülke satkını.

        Ülkemizde Kurtuluş Savaşı’na, devrimlere, Atatürk’e karşı çıkanların dile getirdikleri görüşlerin neredeyse hepsi İngiliz yalanları üzerine kurulu. İngilizler, başdüşmanları olan Atatürk’ü karalamak ve onu Türk ulusunun gözünden düşürmek için usa sığmayacak yalanlar ürettiler. Ne yazık ki bu topraklarda doğup büyüyen birçok kişi de bu yalanlara inanıp onları gerçekmiş gibi savunageldiler.

        Peki, İngiliz yalanlarına inanmış görünerek halkı zehirlemeye çalışanlar kimlerdi? Liberaller, bölücüler ve soygun düzenleri bozulan dinidarlar… Bu üç siyasal kimlikte toplananlar, Kurtuluş Savaşı’na da karşı çıktılar. Atatürk’ü hiç sevmediler ve de devrimlere hep soğuk baktılar. Emperyalist odaklarda üretilen yalanlar, bunların dillerinde kara çalmaya dönüştü. Bu sapkın ve satkın odaklar, kimi zaman Atatürkçü görünerek efendilerine hizmet ettiler. Ne yazık ki kimi zaman Atatürkçü görünerek Kemalizme inanan bazı kişileri de kandırdılar. “İnanan” dedim. Niye? Çünkü bu kişiler, Kemalizmi yeterince kavrayıp içselleştirmedikleri için süslü yalanların peşine takıldıklarını fark etmediler bile.

        Büyük Zafer’in yüzüncü yıldönümü kutlandı 9 Eylül’de. Emperyalizmi ve onun maşalarını denize döktü Türk ulusu Atatürk’ün önderliğinde. Ne denli gurur duysak azdır bu utkuyla. Hele ki son yıllarda ABD emperyalizmin ülkemizi dört bir yandan kuşatmaya çalıştığı bir dönemde. Yüz yıl sonra emperyalizm, yine dün kullandığı maşaları kullanarak ülkemize gözdağı vermeye çalışmakta. Ulusumuzun varlığını tehlikeye düşürmek istemekte. Böyle koşullarda tarihsel olayların önemi daha da büyür. Kazanılan utkuların değeri daha çok anlaşılır.

        İzmir Büyükşehir Belediyesi, günler öncesinde kente astığı duyurularda “Barışın yüzüncü yılı kutlu olsun.” deyince Büyük Zafer’e düşünsel yaklaşımı belli oldu Tunç Soyer’in. “Zafer” demekten ısrarla kaçınmış Soyer. Sanki “Büyük Zafer’in yüzüncü yılı” derse savaş çığırtkanlığı yapıyormuşçasına bir algı(!) oluşmuş kafasında. Algı mı, “Büyük Zafer” konusunda asıl düşüncesi mi acaba bu?

        Derken… 9 Eylül gelip çattı. Büyük bir Tarkan konseri düzenlendi. Çok sayıda kişi toplandı alanda. Toplananların parasız olan Tarkan konserini mi izlemeye geldiler, yoksa “Büyük Zaferi” mi kutladıkları pek de belli değildi.

        Kürsüye Tunç Soyer çıktı. Konuştu kalabalığa. Konuşmasını içinde “zafer, düşman, denize dökmek, İzmir’i cayır cayır yakanlar, Hasan Tahsin, Yunan askeri, Kurtuluş Savaşı…” sözlerini işitmedik. Oysa İzmir’in kurtuluşu kutlanıyordu o alanda güya. Soyer, Kurtuluş Savaşı’nın adını, kurtuluş yürüyüşüne çevirdi kendince barışçı görünmek için.

        Soyer’in tarih bilgisizliği tavan yaptı konuşmasında. BU, tarih bilgisizliği değilse art niyettir. 9 Eylül 1922 günü ülkemize barışın geldiğini söyledi. Soyer’e göre Mudanya Ateşkes Anlaşması’nın da Lozan’ın da imzalanması boşunaymış. 9 Eylül’den bir gün sonra emperyalizmin piyonları, İzmir’i ateşe verdi. Güzel İzmir’in önemli bir bölümü yanıp kül oldu.

        9 Eylül’de düşman, denize dökülürken İzmir’in birçok ilçesinde savaş sürdü. Gaziemir 10 Eylül’de, Seferihisar ve Foça 11 Eylül’de, Urla 12 Eylül’de, Kınık 13 Eylül’de, Dikili 14 Eylül’de, Çeşme 16 Eylül’de, Karaburun ise 17 Eylül’de kurtarıldı askerlerimizce. Üstelik İstanbul, Bursa ve Trakya henüz kurtarılmamıştı.

        Tunç Soyer’in konuşmasındaki söyleyiş yanlışları da ilgi çekici. Emperyalistlere ve onların piyonu Yunanlılara barışçı görünecek ya, bu telaşla bazı şeyleri birbirine karıştırdı ya da eksik söyledi. “Dalalet” yerine “delalet” deyince sözünün anlamı kaydı gitti.  “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir.” derken bu tarihsel buyruktaki “ileri” sözünü atıverdi birden. Sanki ordularımız, Akdeniz’e yüzmek ve güneşlenmek için gidiyorlarmış gibi bir anlam kattı bu söze.

        Tunç Soyer yalnız değil. Onun gibi düşünüp davranan yüzlercesi var. Emperyalistlere hoş görünmek adına olmayan bir tarihi anlatan ve buna insanları inandırmaya çalışanlar çok… Kemalizmin içini boşaltmak isteyenlere adım başı rastlamaktayız. Atatürkçü görünüp Atatürk’ü bu topraklardan silmek isteyenler, her fırsatta emperyalimin piyonlarıyla gizli ya da açık işbirliği içindeler. Bu söylemler, buram buram liberalizm kokmakta.

        Kemalizmin temel direği tam bağımsızlık. Tam bağımsızlık da emperyalizmle savaşarak kazanıldı. Bunu yok sayarsak ne Atatürk kalır ne de Kemalizm.

        Dinidar yobaz Fesli Kadir’le “Kurtuluş Savaşı” sözünü ağzına almayan Tunç Soyer gibi liberaller birleşmekteler Yunan seviciliğinde. Emperyalizme şirin görünme konusunda çok fazla bir farkları yok! Birinin başında fes vardı, diğerlerinin başı ise açık! Fesli Kurtuluş Savaşı’na karşıtlığını açıkça, Soyer gibiler ise çaktırmadan yapıyor. Böylece aynı yolda, aynı amaçta birleşmekteler. Mütareke İstanbul’unda Atatürk’e kara çalanlar da böyle değil miydi? Feslisi, sarıklısı, kravatlısı, batıcısı, bölücüsü birleşmemişler miydi Atatürk’e karşı?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               19 Eylül 2022

 

ÖZGÜRLÜK MÜ, TEŞHİRCİLİK Mİ?

 

        Son yıllarda kadın giyiminde özen yok oldu. Açık giyinme, soyunmayla özdeş tutulmakta. Bunun da bir kadın özgürlüğü olduğu söylenmekte.

        Yaz sıcaklarının başlamasıyla kadınların çoğunun soyunması da başladı. Kışın ve ilkbaharda tayt modası vardı. Bu moda, birkaç yıl öncesine dayanır. Taytlar daracık ve neredeyse şeffaf… Az sayıda kadın, taytın önünü kapamak için azıcık uzun giysiler giymekte üstlerine. Ancak çoğunluk böyle bir gereksinim duymamakta. Bedene yapışan tayt, kadın cinsel organını neredeyse olduğu gibi ortaya sermekte.

        Sıcaklar artınca taytların boyu kısaldı. Şort biçiminde taytlar giyildi. Kot ve kumaş şortlar yaygın. Bazı şortların bacakları örten bölümleri de yok. Birçok genç kızın kalçalarının alt kısımları görünmekte. İç çamaşıra benzeyen güya şortlar, ne varsa ortaya dökmekte. Ayrıca iç çamaşırı olabilecek üstlükler giyilmekte. Yalnızca emcek uçları kapatılmakta. Dikkatli bakan gözlerin emcek uçlarını görmesi de olanaklı. Gazete ve televizyonlarda çıplak kadın bedenleri yayımlanırken emcek uçlarını ve kadın cinsel organını göstermemek için konan kırmızı ya da başka renklerde olan bantlar/yıldızlar gibiydi bu giysiler.

        Güzel giyinmek hem kadın hem de erkek için gerekli. Güzel giyim demek; kişinin bedenine, ten rengine, bulunduğu ortama göre giyinmesi demek. Beden özelliklerini bilmeden ya da göz önüne bulundurmadan giyinmek, kişiyi güzel göstermez. Birine yakışan bir giysi, başka birine yakışmaz.

        Giyinmede herkesin bir biçemi olmalı. Kendi kişisel, tinsel, bedensel özellikleriyle toplumsal konumunu göz önünde bulundurarak belirlenmeli bu biçem. Giyim; kişiliği, düşünceyi, yaşam biçimini, kişinin zevkini, özsaygıyı, özgüveni, çevresindekilere gösterdiği saygıyı ve onlara verdiği değeri yansıtır. Bu nedenle kişiye özgü olmalı. Kişiye özgü olmayan giyim; bir zevksizliğin, özensizliğin, düzensizliğin, değersizliğin bir görünümü.

        İnsan, çağcıllaştıkça giyimdeki özeni artmıştır. Bunda bireysel varsıllaşmanın etkisi büyük. Köleci toplumun alınıp satılan insanlarının giyimi tektip, aynı renk ve özensizdi. Amaç, örtünme ve doğal etkilerden korunmaydı. Feodal toplumda da yoksullar ve ezilenler için giyim biçimi değişmedi. Örtün de nasıl örtünürsen örtün, düşüncesi egemendi. Sanayi toplumunun oluşmasıyla giyimde farklılıklar oluştu. Önceleri işçi sınıfı tektip giyinirdi. İşçi sınıfının toplumsal varsıllıktan pay almasıyla giyimde farklılaşmalar başladı.

        Hangi çağda olursa olsun insanoğlu, olanakları doğrultusunda güzel, farklı, fark edilir giyinmeye özen gösterdi. Süslenme, önemli sayıldı. Çağımızda güzel giyinmenin özgüvenli olmaya etkisi yadsınamaz. Moda denen ve kapitalizmin yarattığı bir akım, ne yazık ki insanlar arasındaki zevki, farklılıkları ve kişiye özgü duyguyu öldürmekte. İnsanlar kişisel, bedensel özelliklerine bakmadan modaya uymayı zorunlu görmekte. Bu da neredeyse toplumun hepsinin aynı biçimde giyinmesine neden olmakta. Bu, tektipçilik… Ne yazık ki giyimdeki tektipçilik, düşünceye de yansımakta. İnsan düşüncesi ve duygusu, kapitalizmin belirlediği kalıplara göre biçimlenmekte. Bu da bizim insan özümüzü yok etmekte.

        Giyim, insan bedeninin kusurlarını örtmek için çok önemli. İnsanoğlu, bedeninin görünmesini istemediği ve kendine göre çirkin bulduğu yerlerini giyimle örtme yolunu seçer. Böylece daha güzel göründüğünü düşünür. Bu da özgüvenine önemli bir katkı sağlar. Yaz mevsimi boyunca gördüğümüz tektipçi kadın giyiminde bu özeni görmedik. Her türden bacaklar sergilendi. Türlü türlü emcekler, ortalığa serildi. Bazıları mide bulandırıcı. Böyle bir giyimsizliğin yüreklilik olduğunu da söylemeliyim. Bu çıplaklığa varan modanın giderek tarih öncesinde anadan üryan yaşandığı döneme evrilecek gibi.

        Kadınlar daha çok erkekler için değil, kendi türleri için giyinip süslenir. Yolda izde kadınlara en çok bakanların yine kadınlar olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu et pazarında ortaya serilen çıplaklık, erkeklerin ilgisini fazla çekmemekte. Çünkü gizem yok! Gizem olmayınca düşlemler uçuşmuyor insan beyninde. Gizemin yaratacağı çekicilik, merak ortadan kalkmakta. Erkeğin aşk duygusunu devindiren kadındaki gizemdir. İşte gizem, soyunuk giyinme yüzünden yok edildi.

        Bacaklar, emcekler, beller, sırtlar, karınlar, kalçalar, kıvrımlar ortada olunca merak duygusu da yok oldu. Kasap vitrinindeki et kadar bile ilgi çekmedi bu giyim biçimi. Böyle bir giyim biçimi, karşı türün saygısını da yok etti. Bu giyim modası, emperyalizmin toplumları cinsiyetsizleştirme politikalarının bir gereği olsa gerek.

        Dünyada ne kadar insan varsa o kadar çok giyinme biçimi var. Çünkü her insanın duygu ve zevk dünyası diğerlerinden farklı. İnsanoğlunu, moda denen bir akımla kontrol edip tektipleştirmek kapitalizmin başarısı(!) olsa gerek. Bu giyim biçemi, kadın özgürlüğünü yok etmekte. Çünkü tektipleşmenin olduğu yerde özgürlükten söz edilemez. Ne yazık ki bu tutsaklaştırmayı özgürlük sanmakta birçok kişi. Bu, özgürlük değil; teşhircilik… Bu soyunukluğun, Atatürkçülükle de Cumhuriyetle de çağdaşlıkla da ilgisi yok! Atatürk dönemi kadınının şıklığına, giyimdeki özenine erişmek bu koşullarda çok zor. Çünkü o dönemin kadını, kapitalizmin tutsağı değil, Cumhuriyet’in özgür yurttaşlarıydı. Özgür olmak için öncelikle beyinleri kapitalizmin tutsaklığından, kalıplarından kurtarmak gerek.

          Giyinmek bir mutluluk ve özgürlük. Böyle bir mutluluk ve özgürlükten kişi kendini alıkoymamalı.

        Kadın benliğinin tektipçilikten kurtulduğu özgür günlerin özlemi içindeyiz. Bu günlerin yaklaşmakta olduğunu da görmekteyiz.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               22 Eylül 2022

 

KAVURGA

 

        Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi Denizli yöresinde de kavurga özellikle çocuklar için önemli bir atıştırmalıktır. Görünüşüne bakılarak çerez de denebilir buna. Amaç, açlığı yatıştırırken beden için gerekli erkeyi sağlamak.

Dedem, kavurga yapmak için yağ tenekelerini kesip konserve kutusu büyüklüğünde katlardı. Alt yanına bir teneke parçasını lehimlerdi. Oluşturduğu teneke kutunun iki yanından karşılıklı iki delik açardı. Bu deliklerden uzunca bir değnek geçirirdi. Ocaktaki od güçlendirilirdi. Harlanan ocaktaki közlerin üzerine içi mısır, buğday, susam ve kendir tohumu konan teneke kutu konurdu. Dedem, onu sallayarak içindekilerin yanmamasını sağlardı. Ayrıca bu yolla her tane eşit olarak pişerdi.

        Kavurgayı sabırsızca bekleyen biz çocuklar, ocaktan uzak tutulurdu. Anneannem (İsabey ve çevresinde ebe denir.), çocukların üstlerine örtüler örterdi kıvılcımlar sıçrayıp zarar vermesin diye. Kavurgalar yapıldıkça tabaklara konup çocukların yemesi sağlanırdı. İvedilik gösteren bazı çocuklar, kavurganın soğumasını beklemeden ağızlarına atardı mis kokulu taneleri. Atınca da ağızları yanardı.

        Bazıları diyecek ki niye konserve kutusu kullanmıyor da bunca zahmete giriyordu? Çünkü çocukluğumuzda konserve yaygın değildi. Hele köylerde konserveye gereksinim de yoktu. Çünkü her şey doğaldı. Sebzeler, herkesin bahçesinde yetişirdi hormonsuz, kimyasal gübresiz. 

        Evde var olan mısır, buğday, susam ve kendir tohumu odda kavrularak yapılır kavurga. Eskiden halkımızın çoğunluğu yoksuldu. Zaman zaman kavurgada bu ürünlerden biri ya da ikisi eksik olabilirdi. Bu, çok önemli sayılmazdı. Önemli olan uzun kış gecelerinde, kırda bayırda, ovada, yaya olarak gidilmesi gereken uzun yollarda insanların yanında atıştırmalık olması. Okula giden çocuklarının ceplerine kavurga koymak, ailelerin önemli bir alışkanlığıydı. Bu, giderek bir geleneğe dönüştü.

        Birazcık varsıl olan aileler, kavurgayı daha lezzetli duruma getirmek için içine üzüm, ceviz ve badem gibi kuru yemişler eklerlerdi. Bu, lezzeti artırdığı gibi kişinin alacağı erkeyi ve besin değerlerini de çoğaltırdı.

        Kavurga, Anadolu’muzun eskiden beri var olan bir ayaküstü lezzeti. Son yıllarda ayaküstü karın doyurma yerleri çoğaldı. İnsanlar, acıktığında ayaküstü bir şeyler atıştırıp işlerini aksatmadan çalışma yaşamlarını sürdürmekteler. Batı’dan ülkemize gelen bu ayaküstü bir şeyler yeme alışkanlığı, ülkemizde yüzyıllardır var. Bükmeler, dürümler, simitler, kavurgalar ve daha niceleri…

        Ceplerine kavurga konan çocukların bunları yalnız yeme alışkanlığı yoktu eskiden. Özellikle azıcık varlıklı aileler, çocuklarının ceplerine ellerinden geldiğince çok kavurga koyarlardı. Onlara, arkadaşlarına da vermeleri gerektiğini öğütlerlerdi. Yetim çocuklara özel bir ayrıcalık yapılırdı. Onların yoksulluğu gözle görülürdü. Yetimlerin yüreklerindeki acı belli olurdu. Bu nedenle onların tinsel durumlarını ezip örselemeden avuçlarına biraz kavurga koymak her iki çocuk için de mutluluk kaynağıydı. Bu, paylaşmanın mutluluğuydu.

        Yoksulluğun acımasızlığıyla açlıkla savaşanlar çoktu eskiden. Ülkemiz on yıl süren bir savaştan çıkmıştı. Topraklarımız haraptı. Üretimimiz düşüktü. Tarımda fenni yöntemler bilinmezdi. Karasabanla sürülen tarlalardan gerekli verim alınmazdı. Sulama, makineleşme, tohum ıslahı, gübreleme tarımımız için yabancı sözcüklerdi. Köylümüzün çoğu topraksız ya da az topraklıydı. Bu nedenle köylümüz geçimini sağlamak için ırgatlık, marabalık, yanaşmalık yapardı. Boğaz tokluğuna çalışmak yaygındı. Çoğu kişinin giysileri yamalana yamalana asıl rengini, desenini yitirmişti. İşte, böyle bir zamanda bir lokma ekmeğin, bir avuç kavurganın önemi büyüktü.

        Okul sıralarını dolduran çocukların yiyeceklerini arkadaşlarıyla paylaşmaları bir gelenekti. O dönemde bireycilik mikrobu, toplumumuza bulaşmamıştı. Kapitalist üretim ilişkileri, ülkemizin iliklerine dek işlememişti. Kapitalizmin bireyciliği, insanımıza yabancıydı. İnsanların bencilce davranması ayıp sayılırdı. İşte kavurgaları paylaşmak, böyle bir düzende olanaklıydı.

        Kavurganın besin değeri çok yüksekti. Özellikle içine katılan kendir tohumu, bin bir derde devaydı. Bugün otacılarda em diye satılmakta. Oysa kendir tohumunun yararını Anadolu insanı yüzlerce yıl önce keşfetmişti.

        Kendir/kenevir ekimi, türlü nedenlerle yasaklandı ülkemizde. Bu yasaklanmada ABD ve AB’nin etkisi çok fazla. Oysa kendir tam bir sanayi hammaddesi. Günlük yaşamımızda kullandığımız birçok şeyin üretiminde gerekli bir ürün. Üstelik kendirden üretilen sanayi ürünlerinin geri dönüşümü çok kolay.

        Şimdi düşünüyorum da önlük ceplerini (Artık okullarımızda önlük de giyilmiyor. Bu nedenle beslenme çantalarında konur mu kavurgalar?) kavurgalarla dolduran çocuklar var mıdır Anadolu köylerinde? Kavurgalarını avuç avuç paylaşan öğrenciler nerelerdeler?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       13 Eylül 2022

       

 

BABAM, BİR CUMHURİYET ÇOCUĞU


        1928 doğumlu (Nüfus kütüğünde 1932) olan babam, altı çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. İnşaat ustalığı ve hızarcılıkla ailenin geçimini sağlayan dedem, 1937’de öldü. Babaannem, altı yetimle kaldı yaşamın çetin savaşımının içinde. Ailenin geçimini sağlayan dedem ölünce büyük bir yoksulluğun içine düştü aile. Zor yıllardı. İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerini işitilmekteydi. On yıllık bir savaştan çıkan ülkemiz, yoksulluk ve bilgisizlikle büyük bir savaş içindeydi.

        Evin geçimini sağlamak çok zordu. Bu nedenle her çocuğun yaşına bakılmaksızın emeğine gereksinim vardı. Babam, on yaşındayken kendisinden iki yaş büyük ağabeyiyle Trabzon limanından geminin ambarına binerek İstanbul’a gider çalışmak için. İlk gurbet deneyimidir onun. Çalışır çabalar, yemez içmez, biriktirdiği parayı sılaya götürür. Ev için bir soluktur İstanbul'dan gelen üç beş kuruş. Gurbet yılları, her yıl sürüp gider. Bafra ve Samsun’a baharda gidip güzde dönerdi. Önceleri tütün kırıp dizme işi yaparlar ağabeyiyle. Ergenlik döneminden sonra baba mesleği hızarcılıktır işleri.  Gurbet, öğretmen oluncaya dek sürüp gider. Kışın okulda öğrencilik, yazın gurbette çalışma.

       Kardeşlerinden en küçüğü olan Hasan amcam, üç yaşındayken yaşamını yitirdi. Hafız olan kardeşi İlyas amcam ise bir akrabamıza kışlık odun yapmak için yardıma gitti. Kütüğü taşımak için omuzuna destek olarak koyduğu balta, düştü ve topuğu kesildi. Kocakarı ilaçları yapıldı. Derin hocalara okutuldu. Tetanos gittikçe ilerledi. Babam o sırada Savaştepe’de öğrenciydi. İletişim, ancak mektupla kurulabiliyordu. Tüm ısrarlarına karşın gecikerek sağaltımcıya gidildi. İş, işten geçmişti. Ne yazık ki on sekiz yaşında gencecik bir adam, tüm umutlarıyla toprağa verildi.

        Dedem ölmeden önce babamın zekâsı herkesin ilgisini çeker. Bu nedenle onu, imam olsun diye köy camisine gönderirler. Ağabeyini de köyümüzün bağlı olduğu bucak merkezindeki ilkokula. Babam Kuran’ı ezberler. Camide kendi akranlarına, kendisinden küçüklere, hatta kendisinden üç beş yaş büyüklere Kuran dersi verir. Birçok kişiye Kuran okumayı öğretir. Aslında ilk öğretmenliğini camide yapar. Bu arada kimseden yardım almadan yeni harflerle okuma yazma öğrenir. Matematiği kavrar. İlkokula giden akraba ve komşu çocuklarının günlük ödevlerini yapar. Böylece okulda her gün işlenen konuları izlemiş olur zamanında.

        Bir gün mısır öğütmek için komşu köyün değirmenine gider. Her zamanki gibi Kuran’ı da yanındadır. O sırada değirmene Hayrat Merkez İlkokulu öğrencileri, öğretmenleriyle geziye gelirler. Babamın durumu, öğretmen Artvin-Hopalı Kadir Alkumru Bey’in ilgisini çeker. Önce Kuran üzerine söyleşirler. Babama Kuran okutur. Okuduklarını açıklatır. İlgisi daha da artar öğretmenin. Okuma yazma bilip bilmediğin sorar. Babam, bildiğini söyler. Öğrencilerin kitapları getirilir. Babam, okur. Okumasını çok beğenir Kadir Bey. Bunun üzerine yazı yazdırır. “Hesap bilir misin?” diye sorar öğretmen. O da bildiğini söyler. Öğretmen sorar, babam yanıtlar. Matematikteki pratik çözümleri, öğretmenin ilgisini çeker.

        Kadir Bey, babamı okula yazılması için ikna etmek için dil döker. Babam: “Gavur mektebine gitmem, günah olur.” deyip kestirip atmak ister. Cumhuriyet’in ülkücü öğretmeni geri adım atmaz. En sonunda babamı ikna eder.

        Babam un çuvalını yüklenip köyün yolunu tutar. Kırk dakikalık yolda kendisiyle hesaplaşır. Aslında yüreğinde büyük bir okuma isteği vardır, ancak ne yazık ki toplumsal ve ailesel nedenlerle bastırılmış bu istek. İşte, Kadir Bey o küllenmiş olan isteğin üzerindeki külleri yok etti. Eve geldiğinde düşünceleri değişmiştir. Annesine, okuyacağını söyleyince ninem, önce şaka yaptığını düşünür. Babam yineleyince isteğini, ninem küplere biner. Rıza göstermedi bu işe. Bu arada ninemin molla kızı ve hafız olduğunu da söyleyeyim.

        Ninemin iki çekincesi vardır. Birincisi, oğlunu okula gönderirse günaha gireceğini düşünmekte. Üstüne üstlük bir de imamlık yolunda hızla ilerleyen oğlunun dinsel eğitiminin yarım kalacağı korkusu.

        İkincisi ise evin geçimini sağlayan oğlunun okula gitmesiyle oluşacak sıkıntılara göğüs germe kaygısı.

        Ertesi gün babam, gün ışımadan uyanıp kalkar yatağından. Heyecanlıdır. Nüfus kağıdını, gece kavga dövüş yengemin sandığından alıp cebine koymuştur. Önce abdest alır duayla. Arkasından namazını kılıp yola koyulur. Mendilinin içinde mısır ekmeğiyle biraz da peyniri vardır. Yolu neredeyse koşar adım gider. Erken gitmesinin nedeni, köyün çocuklarıyla karılaşmamak istememesindendir. Çünkü okul yaşını çoktan geçirmiştir. Ayrıca başöğretmen ya kabul etmezse onu okula. Bu durumu da kimseye açıklayamayacak. Bundan biraz da utanacak.

        Okula varır varmaz beklemeye başlar. Çünkü henüz çok erkendir. Ortalıkta kimsecikler yoktur. Zaman geçmek bilmez onun için. Derken Kadir Bey görünür. Babamı görünce gözleri ışır. Mutluluğu çok bellidir. Babam nüfus cüzdanını ona uzatır. Öğretmen alır cüzdanı. Ayaküstü bir şeyler konuşurlar. Öğretmen, zamanın geçkin, olası öğrencisinin heyecanını fark eder.

        Yavaş yavaş uzak yakın köylerden gelen çocuklar, okul bahçesini doldurur. Başöğretmen de gelmiştir. Kadir Bey, babamla başöğretmenin yanına giderler. Başöğretmen, komşu köyümüzden Ahmet Hamdi Özcan’dı. Babamın hangi köyden, kim olduğunu sorar. Babam, yanıtlar. Başöğretmen, Kadir Bey’e dönerek “Ben, bu çocuğu okula almam. Ağabeyi okulumuzdaydı. Çok yaramaz ve kavgacıydı. Bu da ağabeyine benziyorsa yandık. Zaten okul için yaşı da geçmiş.” der. Babam, yerin dibine girecek neredeyse. Kadir Bey zordadır. Babam: “Köyde herkese sorabilirsiniz, ben kimseyle kavga etmem. Camiye gider gelir, okurum. Benim kavgacı olduğumu kimseden işitemezsiniz.” diyerek kendini savunur, ama boşuna. Başöğretmen ayak diretir.

        Artık bu yola baş koymuştur Cumhuriyet öğretmeni. Yoksul ve yetim bu çocuğun okumasını sağlamak için direnmek niyetindedir. Babamın dışarda beklemesini söyler.

        İki öğretmen, bir süre konuyu görüşüp tartışırlar. Hacıömeroğlu Ali için zaman geçmek bilmez. Sonunda kapı açılır, babam çağrılır. Ahmet Bey, babama sertçe döner: “Bak, birisiyle kavga edersen ve kötü bir davranışını görürsem kulağından tutup dışarı atarım seni. Ayağını denk al!” diyerek uyarır. Babam, sevinçlidir. O anda okuma isteği daha da çoğalır.

        On beş yaşındadır. Ancak nüfusa dört yaş küçük yazılmıştır. Bu nedenle yaşıyla ilgili yasal sorun çıkmaz. Hemen bir kurul oluşturulur. Yazılı ve sözlü sınav yaparlar onu. Sınavda, okur yazarlığı belirlenince ikinci sınıfa kaydı yapılır. Okul çoktan başlamıştır.

        Her gün sabah namazından sonra yola koyulur. Okula ilk giden öğrenci olur yıllarca. Kimi zaman namazını karlar üzerinde yolda kılar. Bu arada fırsat buldukça camiye gidip Kuran dersi verir, dinsel bilgilerini pekiştirir. Yaz dinlencelerinde gurbete gidip para kazanır. Yıllar su gibi akar. Beşinci sınıftadır artık. Köyler arası kavga çıkar öğrenciler arasında. Babam önce ayırır. Önlemeye çalışır kavgayı. Olmaz. Karşı köyden yaramaz bir çocuk vardır. Kavgayı sürekli kışkırtır. Ayırırken bir tokat atar ona. Çocuğun ağzı burnu kanar. Ertesi gün olay, başöğretmene bildirilir. Babam korku içindedir. Okuldan atılacağını düşünür. Kavgaya karışan köyümüzün çocukları ve kavgaya tanıklık eden komşu köy çocukları; babamın kavgaya karışmadığı, kavga edenleri ayırmak için çaba gösterdiğini söylerler başöğretmene. Bu anlatımlar, babamı kurtarır.

        Bir gün babamın okul arkadaşlarından birine: “Niye korudunuz babamı?” diye sordum. “Oğlum, baban çok çalışkandı. Okumayı, okulu, öğrenmeyi, öğretmeyi çok seviyordu. Okuldan atılsaydı çok yazık olurdu ona hem de memleketimize.” diyerek yanıtladı beni.

        Beşinci sınıfta köy enstitüsü sınavlarına girdi. O yıl bucak merkezimizdeki ilkokuldan bir tek o kazandı sınavı. Kazandı kazanmasına, ama büyük sorun şimdi başlıyordu onun için. Ninem, enstitüye gitmesine karşı çıktı. “Böyle büyük bir günahın altına giremem.” diyerek karşı çıktı onun okuma isteğine. Karanlık bir duvar gibi durdu okuma isteğinin karşısına. Nuh diyor, peygamber demiyordu. Yapılacak işlemler var, yetişmesi gerek. O akşam büyük bir fırtına kopuyor. Şiddetli rüzgârla sağanak yağmur başlıyor. Gök gürültüleriyle şimşekler birbirine karışıyor. Babam, bahçedeki dut ağacının altına oturuyor. “Ya okula giderim ya da bu gece burada ölürüm.” diyor. Ev halkı yalvar yakar. Babam da ninem de geri adım atmıyor. Babamın bir küçüğü olan Fatma halam, dayanamayıp ağabeyinin yanına gidiyor. İki gözü iki çeşme… “Yapma ağabey, hasta olacaksın burada. Gel içeriye, bir çaresini buluruz bu işin.” diye yalvarıyor. O da orada fırtınanın ortasında. Direniş büyüyor. Ana yüreği dayanamıyor. Ninem çıkıyor dışarı. “Oğlum, gir içeri artık. Sabah ola hayrola!” Gecenin bir yarısı babam eve giriyor. Üstünü başını değiştiriyor. Ocaktaki ateş canlandırılıyor. Ateşin başında uyuyakalıyor postun üstünde birkaç saat.  

        Sabahleyin erkenden kalkıyor ninem. Sabah namazından sonra camiye gidiyor. Akrabası olan cami hocasına danışmaktır amacı. Halim Efendi, babamın hocasıdır aynı zamanda. Ninem: “Ali’m çok istiyor okula gitmeyi. Günaha girerim diye karşı çıkıyorum ona. Ne yapacağım? Bana bir akıl ver!”

        Halim Efendi: “Bak amca kızım, çocuk çok istiyorsa göndereceksin onu okula. Günahı da benim olsun! Sen, rahat ol!” diyerek ninemi rahatlatır. Arık okumanın önündeki karanlık duvar yıkılmıştır.

        Babamla halam çoktan uyanıp yol hazırlıklarına başlamışlardır. Halam, kilerden bir kot (10 litrelik bir hacim ölçüsü) barbunya fasulyesi doldurur küçük bir torbaya. Bu, babamın yol harçlığı olacaktır. Ninem, şaşkın bir biçimde gelip okula gidebileceğini söyleyince dünyalar babamın olur. Fasulye torbasıyla tahta yükçeye koyduğu birkaç parça eşyayı sırtlar. Yaya olarak yola koyulur yolu yol olmayan köyden. On iki kilometrelik yolu kuş gibi uçarak gider. Denize kavuşur. Buradan, Rize’den gelen bir arabaya binip ilçeye varır. İlçenin pazarı vardır. Torbasındaki fasulyeyi satıp harçlığını cebine koyar.

        Gerekli işlemleri yapmaya girişir. İki kefil gerekir okul için. Kefilin biri küçük dayısı olur. İkinci kefili bulmakta zorlanır. Yetim çocuğun sorunluluğunu kimse üslenmez. Ya okumasa… Ya okuldan atılırsa herhangi bir nedenle…

        Babamın üzüntüsünü ve çaresizliğini gören bitişik köyümüzden ilçede dava arzuhalcilik yapan Hacaploğlu Ali, babama derdinin ne olduğunu sorar. Babam anlatır. “Bir komşu çocuğumuz yatılı okul kazanmış, ona kefil olmamak yakışmaz bize. Alırlarsa alsınlar malımı mülkümü. Kefilin benim, düş önüme!” der. İşlemler tamamlanır. Alelacele bir kayığa binip Trabzon’a gider. Orada zaman geçirmeden ver elini Beşikdüzü. Artık köy enstitülü bir öğrencidir. Kışın okulda, yazın gurbette geçer okul yılları.

        Bir yaz günü Bafra’ya gider tütün dizmeye ağabeyi ve köyümüzden bazı kişilerle. Çalıştıkları evin hanımı uzaktan akrabamızdı. Tütünde çalışan işçiler, saman yığılan damda yatarlardı. Dursun hala, babamı evde ağırlardı. Nedenini soran amcama ve arkadaşlarına şöyle açıklamış bu durumu. “Ali hem eski yazı hem de yeni yazıyı öğrenmiş. O, büyük adam. Çok bilgili. Böyle bir adam tarlamızda çalışsa bile onu, bir konuk olarak ağılamak, onun ilmine saygı göstermek görevimiz. Efendi adamı damda yatırmak olmaz.”  Bu olayı, bana anlatan babamın gurbet arkadaşı komşumuz Mustafa Öztürk’tü.

        Beşikdüzü Köy Enstitüsü, kız öğretmen okul olunca öğrenciler ülkemizdeki diğer enstitülere dağıtılır. Artık okulların adı değişir, öğretmen okulu olurlar. Ali Korkmaz (Hacıömeroğlu), Balıkesir-Savaştepe’ye gönderilir ve eğitimini burada tamamlar.

        Okulu bitirince ilk görev yeri, Denizli ilinin Çal ilçesinin İsabey kasabası. Orada annemle evlenir. Görevi sırasında kalıcı izler bırakır orada. Bu izlerin hala capcanlı durması, gururlandırır beni. Yıllar sonra ilkokulu okuduğu Hayrat’a atanır. Ben de aynı okulda okudum. Baş öğretmenimiz Ahmet Hamdı Özcan’dı, yani babamın öğretmeni. Babamla hep gurur duydu. Önce kızı Gülsen’i sonra de ikizleri Ahmet ve Hamdi’yi babamın okutmasını sağladı. Saygı ve sevgi içinde çalıştılar yıllarca.

        Ben de baba mesleğini seçtim. Türkçe Öğretmeni olarak Çarşamba-Çınarlık Ortaokulu’na atandım. Orada babamın sınıf arkadaşı Salih Uzun’la tanıştım. Beni tanıyınca şaşırdı. Babamı unutup unutmadığını sordum. “Ali unutulur mu hiç? Enstitüye geldiğinde yanında namazlığı vardı. Onu ranzaya asardı. Beş vakit namazını kaçırmazdı. Ramazanda teravih namazlarını bize o kıldırırdı. İmamımız olurdu. Kimi zaman da cumalarda önümüze geçerdi. Son sınıfa geldiğimizde biz imamlık yapmaz oldu. Biz de namaz kılmayı bıraktık.” dedi. Babamdaki değişimi anlayamadığını de ekledi sözlerine.

        Enstitüye girdiğinde kitap okumaya başlamışlar. Önce dünya klasikleriyle tanışmışlar. Giderek felsefe öğrenme merakı başlamış babamda. Namazlık olarak kullandığı koyun postu elinden düşmezmiş. Okulun her yeri onun ibadetgâhı olmuş. Bir gün Savaştepe’deki okul müdürü çağırmış onu. “Namazını kılmasına kıl da bir yerin olsun senin. Seni kitaplığın sorumlusu yaptım. Al şu anahtarı, namazlığını oraya koy ve orada kıl namazını.” Bu, onun için bulunmaz bir fırsat olmuş. Namaz kılamaya her girdiğinde saatlerce çıkmazmış oradan, dalarmış kitaplara. Kitap aşkı gittikçe derinleşmiş. Bu aşk, son soluğunu verene dek sürmüş. İki eli kanda olsa her gün bir gazeteyi kesinlikle alır okurdu. Aylık düşünce ve edebiyat dergilerine abone olurdu. Mesleğiyle ilgili yayınları izlerdi. Kitaplar, onun vazgeçilmez arkadaşı oldu hep.

        Köy enstitüleri amacına ulaşmıştı bir Cumhuriyet projesi olarak. Babam da enstitülü olmaktan hep onur duyardı. Devletin ekmeğini yemişti yatılı okullarda. Bu nedenle devletine bağlılığı üst düzeydeydi. Kendisine, okuma olanağı veren Atatürk’e ve onun kurduğu Cumhuriyet’e yürekten bağlıydı. Yaşamı boyunca iyilik gördüğü herkese saygı ve sevgide kusur etmedi. Her zaman bu iyilikleri bize anlattı. Bu, bize vefalı olma eğitimiydi.

        Son ders zili çaldığında işi bitmezdi. Derslerden sonra özellikle yoksul öğrencilere kurs verirdi gönüllü olarak. Bu yolla birçok öğrencisinin yatılı okul kazanmasında önayak oldu. Kimi zaman bu kursları, yaz dinlencesinde de sürerdi.

       29 Mayıs 1995 Pazartesi günü sonsuzluğa göçtü babam. Cenaze namazını köylümüz, yakınımız Delimahmutoğlu Ali Efendi kıldırdı. Duasını o okudu. Talkınını da Ali amca verdi. O. Babamın akranıydı. Cenaze namazından önce yaptığı konuşmada: “Ey cemaat, burada yatan mevtayı siz yalnızca okullarda yaptığı öğretmenlikle tanırsınız. O önceden camide Kuran öğretmeniydi. Bana Kuran’ı öğreten oydu. Benim gibi birçok kişiye de Kuran öğretti. Allah ondan razı olsun. İnşallah hakkını helal etmiştir bizlere.” dediğinde herkes şaşkınlıkla baktı. Çünkü babamın bu yönünü çoğu kişi bilmezdi. Zaten babam da bunu pek anlatmazdı. Yaptığı işlerle övünmeyi sevmezdi.

        İşte, o gün kendimi yetim olarak duyumsadım yaşıma başıma bakmadan. Yüreğimin bir bölümü kopup gitti. Şimdi onun bıraktığı izlere bakarak avunurum. Onun yaşama bakışını, insan ilişkilerini örnek alarak yürümeye çalışırım yolumda.  

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       12 Eylül 2022

       

 

         

       

       

9 EYLÜL 1922, İZMİR


        Yunan ordusunun önemli bir bölümü İzmir’i terk etti. Geride kalanlarda disiplin kayboldu. Emir-komuta işlemiyor. Can derdindeki Yunan askerleri, kıyıda bir deniz aracı bulup kaçmak için ivedilik göstermekteler. Yunanlıların boşalttığı kente, henüz Türk ordusu girmediğinden 8 Eylül’ü 9 Eylül’e bağlayan geceyi İzmir, yönetimsiz geçirdi.

        Kentin her yerindeki Türkler, heyecan içinde gözleri yolda Türk ordusunu beklemekteler.

        Limanda bekleyen kırk beş bin Rum korku içinde belirsiz geleceklerini düşünmekteler. Güvendikleri dağlara kar yağmış, hayalleri suya düşmüş.

        On günde 350 km. yol alan Türk ordusu, Türklerin attığı çiçekler arasında İzmir’e girdi. Sabah 10.30’da Türk Süvari Bölüğü, dört nala hükümet konağının önüne geldi. Yüzbaşı Şerafettin Bey, yüzündeki yaranın kanına bulaşan bayrağı gözyaşları içinde göndere çekti. Arkadaşlarına hitaben: “Görevimiz bitmemiştir. Millet bizden daha çok şeyler bekliyor.” dedi. Oradaki halk, onu coşkuyla alkışlayıp kucakladı.

        Yüzbaşı Zeki komutanlık dairesine, Binbaşı Reşat da saat 13.00’te Kadifekale’ye bayrak çektiler. Mahalle halkı, getirdikleri yiyecekleri askerlere verdi.

        Süvariler, sokak çarpışmalarıyla Bornova’yı işgal edip hızla kente yöneldiler. Silahlı Yunan askerlerinden bir direniş gelmedi. Süvariler, bu döküntüleri esir almak için vakit harcamaksızın kente girdiler. İkinci Süvari Fırkası, kente girişte güvenlik önlemi olarak esir Yunan subay ve erlerini atların önünde yürüttü. Bunlar aracılığıyla Rum halka direnişte bulunmama çağrısı yapıldı. Albay Zeki Bey, herkesin işiyle gücüyle uğraşmasını istedi.

        İzmir’e giren birliğin en önünde giden sekiz erden dördü, Rumlara ait bir fabrikadan açılan ateş sonucu şehit oldu. Türk ordusu misillemeye geçmedi.

        Türk ordusu kente girince silahsız sanılan Türkler, silahlarıyla ortaya çıktılar.

        Manisa’dan gelen Yunan işgal komutanı ve Aydın’dan gelen bir trende bulunan yedi yüz silahlı düşman askeri esir edildi. Bugün esir edilen toplam dört bin Yunan askeri kışlada toplandı.

        İzmir’in içinden kaçamamış Rumlar, kendilerini gemilere atıyor; kendini denize atanlar da var.

        Bir Fransız subayı, Birinci Tümen Komutanı Mürsel Bey’in isteği üzerine İzmir’in Türklerce alındığını Ankara, İstanbul ve Doğu Cephesi Komutanlığına bildirdi kendi telsiziyle.

        Birinci Ordu Komutanı Nurettin Paşa, İzmir’in düzeniyle ilgili iki numaralı talimatını yayımladı. “İçki yasaktır. İşgal edilmiş cami ve mescitler eski şekline sokulacaktır. Vatana ihanet edenler açığa çıkarılıp divan-ı harbe verilecektir. Atlı birlikler, ana caddelerde her gün yürüyüş yapacaktır.”

        Mustafa Kemal, orduya günlük emrinde en içten kutlamalarını belirtti. Ankara’ya Rauf Bey’e bir telgrafla utkuyu muştuladı. İkinci telgrafında ise “Birliklerimiz, İzmir doğu sırtlarında düşmanın son direnişini kırdıktan sonra bugün mağlup düşmanla beraber İzmir’imize muzaffer olarak girdi. Vapurlarına binmekten menedilen subay ve erleri teslim olmaktadır. Ben, yarın öğlede İzmir’de olacağım.”

        Sözü uzatmaya gerek var mı? Birkaç satırla anlattığımız büyük utkunun son günü için fazla yorum yapmak boşuna.

        Kimileri barışın yüzüncü yılı demekte bu büyük utkuyu gölgelemek adına. Bu büyük utkuyu, aymazlıkla gölgelemek olanaklı mı?

        Türk askeri; İzmir’i atının nallarıyla mühürlemiş, kanıyla sulamış, yırtık çarıklarıyla düşman postallarının izlerini temizlemiştir. İzmir’in dağlarında açan büyük utkunun çiçekleridir. Bu çiçekler, ulusumuz var oldukça solmaz.

        Kaynak: Zeki Sarıhan-Kurtuluş Savaşı Günlüğü IV.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               9 Eylül 2022