TÜRKİYE KUŞATILDI, FARKINDA MISINIZ?


                               
Türkiye, güneyden ve batıdan hızla kuşatılmakta. Bu kuşatmanın amacı, Türkiye’yi soluksuz bırakmak, ekonomik olarak diz çöktürmek, ulus devleti ortadan kaldırmaktır. Bu yolla da ülkemizin güneyinde İkinci İsrail’i kurulmasının, Kıbrıs’ın Türkiye’den koparılmasının, denizlerdeki münhasır ekonomik alanlarımızın elimizden alınmasının, Ermeni soykırımı yalanının Ankara’ya kabul ettirilmesinin, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızın kolaylıkla yağmalanmasının, başta İran olmak üzere Batı Asya’daki ulus devletlerin tamamen parçalanmasının yolu açılmak istenmekte.
Peki, Türkiye’yi kimler kuşatıyor? Türkiye’yi ABD’nin başını çektiği bir ittifak kuşatmakta. Bu ittifakta: İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Suudi Arabistan ve Körfez’in uyduruk devletçikleri var. PKK ve FETÖ de bu kuşatmaya hem içerden hem de dışardan destek vermekte. Türkiye, bu kuşatmayı ulusal birlikle yarıp yok edebilir. Bu nedenle de ABD-İsrail karşıtı cepheye karşı bir savaşım ivedilikle gereklidir.
1945’ten beri Türkiye Atlantik sistemi içinde. Başımıza ne geldiyse ABD’den geldi. Yaşadığımız sorunların neredeyse hepsini Atlantik sistemi yarattı. Cumhuriyet yıkıcılığının, bölücü terörün, yoksulluğun, tarikatçılığın, yobazlığın, doğanın yok edilmesinin, eğitimimizin gericileşmesinin, sanayimizin yok edilmesinin, tarımın bitirilmesinin arkasındaki güç ABD’dir.
Yarın seçim yapılacak, halkımız oy kullanacak.  1945’ten beri Amerikancı sistem, kendisine bağımlı iktidarları da muhalefeti de örgütlüyor birkaç istisna dışında. Sanki farklı görüşler yarışıyormuş gibi bir izlenim yarattılar kamuoyunda hep.
Sistemle kavga eden devrimci partiler hep engellerle karşılaştılar. Amerikancı medya, büyük kampanyalarla Kemalistlerin seçenek oluşturmasına karşı durdular. Bunu yaparken de kara propagandayı, kumpasları, yalan ve iftirayı kendilerine silah yaptılar.
Şimdi, şöyle bir bakalım seçim bildirgelerine, parti programlarına, alanlarda ve beyazcamda söylenenlere... Atatürk’ü savunan var mı? Kemalizmden söz edeni gördünüz mü? Altıok’u yaşama geçireceğini haykıranı işittiniz, ABD emperyalizmini ülkemizden kovacağını seslendireni duydunuz mu, mazlum uluslarla birleşerek Atlantik’in kötülüklerine karşı duracağını dillendiren birine rastladınız mı?
Cumhurbaşkanı adaylarının beşi birden, partilerin neredeyse hepsi ABD’ye, NATO’ya bağlılıklarını bildirmek için yarış içindeler.
Türkiye kuşatılıyor, ama anlı şanlı cumhurbaşkanı adayları bunu söyleyemiyorlar, görmezden geliyorlar.
Atlantik’in çökerttiği ekonomik sistemi, yine Atlantik reçeteleriyle düzeltmenin yarışındalar.
Cumhuriyetimize, ulusumuza, devletimize, insanımıza, demokrasimize kast etmiş FETÖ ve PKK ile ülkemize demokrasi getireceğini savunanlar var.
Erdoğan, İnce, Akşener, Karamollaoğlu… Hepsi yeni bir açılımın peşinde… Anadilde eğitimi savunarak bölücülüğün azdırmak, kışkırtmak için ellerinden geleni yapmaktalar. Anadilde eğitimin bir Atlantik dayatması olduğunu sağır sulatan biliyor, ama nedense Atlantik adaylarının bundan haberi yok(!). Atalarımız: “Deli bile düştüğü çukura iki defa düşmez.” demiş. Ama nedense Atlantikçi cumhurbaşkanı adayları açılım çukuruna iki kez düşmek için yarış içindeler. Kendilerine, ülkemize, komşularımıza kimlerin kötülük yaptığının farkında olmayanlar; Türkiye’nin sorunlarını çözebilirler mi? Kasabın bıçağını yalayan kurbanlık koyun gibi fiyaka sattığını sananlar, emperyalizme hizmet etmek için halka, şekere sarılmış zehri yedirmek için türlü cambazlıklara başvurmaktalar.
Bir bilge adam çıkıyor ortaya. O da cumhurbaşkanı adayı… Emperyalizme karşı mücadeleden, ülkemizdeki ABD üslerinin kapatılmasından, Atatürk’ün iktidarını kurmaktan, Altıok’u iktidara getirmekten, Avrasya’da büyümekten, Sanayi ve tarımın yeniden millileştirilerek şahlanmasından, eğitimin millileştirilmesinden, tarikatçılığın yok edilmesinden, terörün bitirilmesinden, milletin bütünlüğünden… söz etmekte. Atlantikçi partilerin tümünün hedefi olmakta. Onların kara propagandalarıyla savaşmak zorunda kalıyor.
Kim mi bu aday? Tabi ki Doğu Perinçek… Ellinin üzerinde yazdığı kitap var. Süreli yayınlardaki yazıları kitap ciltlerine sığmaz. Hele bir çalışmaya öncülüğü var ki, yıllarca minnet duygumuzu hep hak edecek. Otuz ciltlik Atatürk’ün Bütün Eserleri Atatürkçülüğün, vatanseverliğin üst noktasıdır. Ermeni soykırımı yalanını boşa çıkarıp emperyalistlerin ipliğini pazara çıkardığı AİHM’de kazandığı büyük başarıyı ise diğer beş cumhurbaşkanı adayının hayal etmesi bile olanaksız.
Yarın iki siyasal görüşü oylayacağız. Bir yanda Atlantikçi beş aday; diğer yanda ise Avrasyacılığı, Kemalizmi, Altıok’u savunan Doğu Perinçek var. Atlantikçi sistem çöküyor. Hem de tüm kurumlarıyla…             Yarın kim kazanırsa kazansın Türkiye’nin sorunlarını çözemeyecek, ülkemizi yönetemeyecektir. Daha önce de belirttiğimiz gibi (Bkz. ERKEN BASKIN https://adiladalet.blogspot.com/2018/04/erken-baskin.html?spref=tw ) Türkiye erken seçimler dönemine girmiştir. Her seçim sonrası siyasette tasfiyeler yaşanacak. Atlantikçi siyasetçiler sırayla köşelerine çekilecekler. Zaman, Avrasya çağıdır.
Unutmayalım ki İngiliz sömürgeciliğini çöküşünü başlatan Kurtuluş Savaşı’mızdır. Tarih, ABD emperyalizmin çöküşünü başlatma görevini de bu toprakların çocuklarına vermiştir. Tarihin verdiği görevi reddetmek Atatürk’ün ulusuna yakışmaz.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       23 Haziran 2018 
Not: 23 Haziran 2018 tarihinde aydinlik.com.tr de yayımlanmıştır.



ATACAN ANITKABİR’DE


                                               
Atacan, birinci sınıftan ikiye geçti. Yaz dinlencesi başladı başlayalı karne armağanı olarak sürekli ödüller istemekte. İstediği ödüller ilginç… İlk olarak Anıtkabir’e gitmek istediğini söyledi. Biz de şeker bayramında Ankara’ya annemi görmeye gittik. Bayram günü eş dost, akraba gelince çok mutlu oldu Atacan. Çocuklarla gece yarılarına dek oynayıp durdu. Benim bayramın ikinci gününde Anıtkabir’e girme geleneğim de bozuldu böylece.
Bayramdan bir gün sonra 18 Haziran 2018 Pazartesi günü sabah kahvaltısından sonra Anıtkabir’e gitmek için Ankara-Çayyolu’ndan minibüse bindik. Birkaç dakikada bir Anıtkabir’e gelip gelmediğimizi soruyor heyecanla. Atatürk’le ilgili sorular sormakta soluk almadan. Bu durum, minibüstekilerin ilgisini çekiyor ve ayakta duran Atacan’a oturması için yer veriyorlar. Oturmamak için ne kadar ısrar ettiysek olmadı. Orta yaşlı bir kadın: “Çocuk, heyecandan ölecek bari otursun, sorularını rahatça sorsun.” diyerek üsteledi. Kadıncağız kalktı kalkmasına da bizim afacan beni oturtmadan bir türlü oturmuyor. Neyse ben, isteğine çaresizce boyun eğdim ve o da kucağıma ilişti. Atatürk’le ilgili sorularını sürdürdü kaldığı yerden.
Tandoğan Meydanı’na yakın bir yerden minibüsten indik. Kısa bir yürüyüşten sonra Anıtkabir’in girişine ulaştık. Kapıdaki güvenlik aramasından geçtik. Ankara bozkırının kavurucu sıcağında sağımızda, solumuzda uzanan yeşil bir cennetin serinliğinde yürümeye başladık Aslanlı Yol’a ulaşmak için. Sorular, ardı ardına geliyor. Avucumdaki eli, heyecandan terlemiş. Parmakları, durmadan hareket etmekte. Aslanlı Yol’a ulaşmak için basamaklara gelince elimi bıraktı, koşmaya başladı. Merdivenlerden bir çırpıda çıktı. Yukardan bana el sallamakta. Hemen nöbet tutan askerin önüne geçip selam durdu. Ardından ilk keşiflerini yapmaya başladı. Yukarıda buluşunca el ele tutuştuk. Aslanlı Yol’un taşlarının aralarının açıklığı ilgisini çekti. “Bu taşların arası neden bu kadar açık?” diye sordu. Ben: “Böyle aralıklı taşlar olunca insanlar paldır küldür değil de düşmemek için önlerine bakarak ve başları önde saygıyla yürürler. Böylece Atatürk’e saygı, Aslanlı Yol’dan başlar. İnsanlar başları önde yürürken bir yandan da Atatürk’le ilgili düşünürler.” diye yanıtladım onu.
Aslanlı Yol’a adını veren ve yolun sağında solunda yer alan aslan heykellerinin sayısını soruyor bana. Ben: “Yirmi dört…” yanıtını veriyorum. Aslanların gücü ve sükûneti temsil ettiğini de ekliyorum sözlerime. Bu aslanların yirmi dört Oğuz boyunu temsil ettiklerini anlatıyorum.
İnanmıyor, tek tek sayıyor aslanları. Sayarken de her aslanın başını okşuyor. “Bak Atacan, Anıtkabir’i de yurdumuzu da aslanlar koruyor.” dedim. “Yani askerlerimiz oluyor bu aslanlar öyle mi?” diyerek gülümsüyor. “Evet…” diye karşılık veriyorum.
Anıtkabir’in girişindeki kuleler ilgisini çekiyor. İlerledikçe kulelerin daha da arttığını görünce adlarını soruyor. Ben de girişten itibaren saymaya başlıyorum: “İstiklal, Hürriyet, Mehmetçik, Müdafaa-i Hukuk, Zafer, Barış, 23 Nisan, Misak-ı Milli, İnkılap, Cumhuriyet kuleleri…” Ben kulelerin adını söylerken o, parmaklarıyla sayıyor ve “On tane kule var. Hepsinin adı da anlamlıymış.” diyor heyecanla.
Aslanlı Yol bitiyor, geniş alanda mahşeri bir kalabalık var. Yüzü asık bir kişi bile yok! Herkesin dudaklarında gülümseme, dilinde Atatürk. Mezuniyet cübbeleriyle gelmiş öğrenci grupları, gelinlik ve damatlıklarıyla yeni evliler, el ele sevgililer, günü birlik Anıtkabir’i gezmeye yurdun dört bir yanından gelmiş heyecanlı aileler, tekerlekli sandalyelerle engelliler, turistler (Uzak Doğulular çoğunlukta), başörtülüler, türbanlılar, modern giyimliler, yaz sıcağında Ata’ya saygıdan koyu renk takım elbise giyinenler, bastonuna dayanarak zorla yürüyen yaşlılar, bebek arabalarında parlayan gözler… Herkes orada… Türkiye’nin tüm renkleri Anıtkabir’de bir arada.
Atatürk’ün mozolesine giden merdivenleri çıkıyoruz el ele. İçeri girince şapkalarımızı çıkardık. Mozolenin karşısında saygı duruşundayız. Neredeyse soluk almıyoruz. Ben, dua edince Atacan da ellerini açıp dua ediyor. Dışarı çıkınca “Duanda ne diledin Allah’tan?” diye sordum. O: “Atatürk’ümüzün sonsuza dek yaşamasını diledim. Bir de çocuklara önem verilmesini istedim.” dedi. Böyle deyince de kucak dolusu öpücüğü hak etti tabi ki.
Söyleşerek müzeye indik. Müzede heyecan fırtınası esmekte. İnsanlar, en küçük ayrıntıyı kaçırmıyorlar. Savaşlarla ilgili canlandırmalar, izleyenleri duygulandırıyor. Ziyaretçilerden bazıları her adımda ellerini açıp dua etmekteler. Herkesin dilinde Atatürk var, gönüllerinde olduğu gibi.
Saatler süren müze gezisi bitiyor. Atatürk’ün okuduğu kitapların bulunduğu salondayız. Atacan, kitapların hepsinin Atatürk’e ait olduğunu işitince çok seviniyor. Atatürk’ün çocukluğundan beri eline geçen iki liranın bir lirasıyla kitap aldığını anlatıyorum hem Atacan’a hem de yanımızda bulunanlara. Günümüz siyasetçilerinin okumayı bırakın, sergilenen kitapların yüzde birinin bile adını bilmediklerini ekliyorum sözlerime. Herkes, bu düşünceme katılıyor. Atacan, bu öğretim yılında elli iki kitap okudu, gelecek yıl daha çok okuyacağına söz veriyor. Daha sonra üç beş tane hediyelik eşya alıyoruz. Hepsini o seçiyor. Bir de kitap var aralarında. Falih Rıfkı’nın “Babanız Atatürk” kitabı. İleriki yaşlarda okuyabileceğini söyledim ona, kabul etti.
Ellerimizde hediyelik eşyalarımızla çıktık. Atatürk’ün arabalarını hayranlıkla inceledi. İsmet Paşa’nın mezarını da unutmadık bu arada.
Atacan’ın en çok ilgisini çeken şey, askerlerin nöbet değişimi. Çocuk, neredeyse Anıtkabir’de yatacak. Askerleri tek tek selamlıyor, arkalarında uygun adım yürümeye çalışıyor tören adımlarıyla. Nedense istediği gibi olmuyor. Eve dönünce yürüyüş çalışmalarını sürdürdü uzun süre.
Saat epeyce ilerlemiş. Karnımız açlıktan zil çalmakta. Geldiğimiz yoldan geri dönmeliyiz. Ağaçları inceleyerek yürüdük. Atacan, karahindibaların beyaz çiçeklerini gördükçe eğilerek onları üfleyerek dağıtıyor. Nedeni sordum. O: “Doğaya, çiçeklere yardımcı oluyorum. Tohumların yayılıp toprakla buluşmasını sağlıyorum.” diyerek yanıtlıyor beni. Ben, adımlarımı hızlandırıyorum. O da bana yetişmek için hızlanırken bana kızıyor.
Zor bela Tandoğan’a iniyoruz. Çok eskiden beri bildiğim bir lokantaya giriyoruz. Yemeklerimizi söylüyoruz. Acele etmeden karnımız doyuruyoruz. Konuşma konumuz, Anıtkabir… Üst üste sorular geliyor Atacan’dan. Kalkıp eve gidiyoruz zorlukla. Gece uyuyana dek Anıtkabir’le ilgili konuşuyoruz.
Türk Ulusunun içindeki Atatürk’ü kimse söküp atamaz. Kanımıza işleyen Atatürk sevgisini yok etmek olanaksız. Bayramda seyranda, başımız sıkıştığında, umutsuzluk rüzgârları estiğinde, sevincimizi paylaşmamız gerektiğinde, sorunlarımıza çözüm aradığımızda hep Atatürk’e koşmaktayız coşkuyla. Çünkü Atatürksüz bir Türkiye olmaz. Herkes bunun bilincinde. Bu topraklarda sonsuza dek Atatürk güneşi batmaz. Güneş balçıkla sıvanmayacağına göre…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       21 Haziran 2018





ARİFE



Bayramlarda kapı kapı dolaşıp el öperek para ya da başka bir şey almayı oldum olası sevmem. Zaten köy enstitülü babam, kardeşlerim ve bana bunu çok küçük yaşlarda yasaklamıştı. Hem de gerekçelerini anlatarak… Bu nedenle çocukluğum boyunca yaşlıları bayramlarda ziyaret edip onların gönlünü aldım. Ancak onların verdikleri paraları asla kabul etmedim. Bayramlarını kutladığımız kişilerin aşırı ısrarlarına karşın verdikleri paraları kibarca reddederdik. Babam: “Emek harcamadığınız, hakkınız olmayan paraya el sürmeyeceksiniz.” derdi ısrarla. Ancak ikram edilen şeker, meyve ya da kuruyemişlerden bir tane alır teşekkür ederdik.
Bayramlarda çocukları sevindirmek çok güzel bir şey… İnsanların özel günlerde birbirlerine armağanlar vermeleri hem bireyler arasındaki ilişkileri geliştirmede hem de toplumsal dayanışmayı güçlendirmede önemli rol oynadığı kanısındayım. Ancak çocukları kapı kapı dolaştırmanın yanlışlığı da ortada. Küçük yaştaki bireylere el avuç açtırmak, onları gelecekteki davranışlarını da belirlemekte.
İsabey… Denizli’nin Çal İlçesine bağlı bir kasaba… Selçuklular döneminin akıncılarınca kurulmuş. Kasabaya, Selçuklu beylerinden İsa Bey’in adı verilmiş. Ancak eski uygarlıkların da izlerine rastlamak olanaklı. Okumuş yazmışı oldukça çok. İsabey halkı, modern yaşama uyum sağlamakla birlikte geleneklerini de korumakta.
İsabey’de yüzyılları aşıp gelen ve modern yaşamın yok edemediği bir gelenek var. Arife…
Arife gününden önceki gece çocuklar yıkanır. Arife sabahı, çocuklar bayramlık giysilerini giyerler. Kasabanın her mahallesinde bulunan alanlarda toplanırlar. Alanın bir kenarında dizilirler. (Son zamanlarda kasaba çok göç verdiğinden ve nüfus planlaması gereği az çocuk yapıldığı için çocuk sayısı oldukça azaldığından bu toplanmalar yalnızca belediyenin önünde yapılmakta.) Toplanan çocukların boyunlarında ya da ellerinde küçük torbalar asılıdır. Bazı çocuklar ise torba yerine kutu getirirler yanlarında.
Büyükler, sabah erkenden bayramlık kıyafetleriyle önce mezarlık ziyareti yaparlar. Ziyaretten sonra ivedilikle mahallelerine dönerler. Çünkü onları bekleyen çocuklar vardır. Yazın sıcağında, kışın ayazında çocukları bekletmemek gerek. Kimi kasaba bakkallarından şeker, çikolata, bisküvi… gibi çocukların sevdiği şeyler alırlar. Kimileri ise evlerinden meyve ve kuruyemişler getirirler. Bazı evlerde akşamdan ocaklar yakılır bazlama ve katmer için. Pişirilen bazlamalar, katmerler çocukların yiyeceği ölçülerde bölünür. Çocuklar arasında ayrım yapmadan sırayla hepsinin torbasına ya da kutusuna şekerler, çikolatalar, bisküviler, elmalar, armutlar, bademler, cevizler, fıstıklar, kuru üzümler, bazlamalar, katmerler… eşit olarak dağıtılır.
Ne büyükler ne de küçükler törenin ciddiyetini bozar. Her şey büyük bir ağırbaşlılık içinde yapılır. Elleri dopdolu gelen büyüklerin yanına koşan, biriken çocuk olmaz. Bağırıp çağırana da rastlanmaz. Verilenlerden bir tane olsun fazla isteyen çıkmaz. Armağan dağıtanların başına üşüşülmez. Dağıtıcılar sağından, solundan, önünden, arkasından çekiştirilmez. Çocuklarda yoksul olsun, varsıl olsun olağanüstü ölçüde bir tok gözlülük vardır. Büyüklerde de belirgin bir adalet duygusu.
Arife’de, çocuklara armağan verilirken ilgi çeken en önemli şey, burada el öpmenin olmaması. Çocukların dilinden yalnızca “Sağolun!” sözü işitilir. Burada boyun bükme, yalvarma, diliyle olmasa bile bakışlarıyla el avuç açma yok!
Sekizinci sınıfı İsabey Ortaokulunda okudum. Ayrıca bazı bayramlarda Ailecek dedemi ziyarete geldiğimizden birkaç Arife’ye tanık oldum. Bu da benim için ayrıcalıklı, büyük bir mutluluk…
Son yıllarda Arife’de çocuklara kalem, defter, silgi, oyuncak… gibi armağanlar da verilmekte. Böylece Arife’de dağıtılanlar da çağa ayak uydurmakta.
Arife akşamı, çocuklar topladıkları çalı çırpı, odunlarla büyük bir ateş yakar. Bir derenin iki yanında bulunan Mozalar ve Serdarlar mahallelerinin çocukları iki takım oluştururlardı. Tanar ateşi her iki yanda da yakılır. Hangi ateşin daha çok alev çıkardığına bakılarak kazanan takım belli olurdu. Her iki mahallenin çocukları da kendi ateşlerine yakından baktıkları için kendi ateşlerinin dana büyük olduğunu düşünürlerdi. Bu nedenle de herkes kendi takımını birinci sayardı.
            Bayramlarda her yörede küçükler büyüklerin ayağına giderken, İsabey’de büyükler küçüklerin ayağına gitmekte. Bu gelenek, bu kasabada çocuklara (yani yarının büyüklerine) verilen önemi, değeri göstermekte. Çocuklarına değer veren, onlara saygı gösteren toplumlarda demokrasi gelişir, davranış biçimine dönüşür. Böylece toplumlar, geleceklerini güvence altına alır. Çocuklar özgür bir gelişim gösterdiklerinden yaşam savaşımında başarılı olurlar.
Arife’den söz açılmışken annemden dinlediğim önemli bir anıyı anlatmadan geçemeyeceğim.
Annem, övünmek gibi olmasın, ama İsabeylidir. On-on bir yaşlarında bir çocuktur. Kendisinden iki yaş küçük teyzem var. Arife’ye gidilecek bir sonraki gün, ama annemle teyzeme yeni elbiseler alınmamış. Annem, “Yeni elbisem yok, Arife’ye gitmem.” diye tutturmuş. Teyzem de ona uymuş. İkisi de ağlamaklı ve üzgün. Dedem, anneannem, annemden büyük olan dayılarım yalvar yakar… Annem de teyzem de ikna edilememiş bir türlü. Dedem çaresiz, çocuklarının bu üzüntüsüne dayanamamış. Gecenin bir yarısında giyinmiş, çıkıp gitmiş. Nereye mi? Çulfa’ya…
Çulfa, eskiden köy ve kasabalarda genellikle gezici olarak kumaş satan kimse. Satacağı malları evinde bir odada saklar. Sabah erkenden atına ya da at arabasına kumaşları yükleyerek köy köy, kasaba kasaba, pazar pazar gezerek satış yapar. Köy ve kasabaların dükkânı olmayan manifaturacısıdır çulfa.
Kırsal yerleşimlerde insanlar erkenden uyurlar. Gün, güneşin doğuşuyla başlar; güneşin batışıyla biter. İşe, güce yetişmek için erken kalkmalı. Yatacak değil, çalışacak zamandır. Tarlada, bahçede neredeyse tüm işler insan gücüyle yapılmakta. Yorgun bedenler günbatımında kuş gibi yatağa düşer. Birtakım işleri, loş karanlıkta yapmak için uyku meleğiyle adeta savaşılır.
O zamanlar köy ve kasabalarda elektrik yok. Gaz lambası en önemli aydınlanma aracı. Televizyon yok! Radyo çok az evde bulunmakta. Radyoyu sürekli açık tutmak, pil masrafını artırmakta. Gece çok oturmak ise gazyağı tüketimini çoğaltmakta. Devir tutumlu olma devri…
Dedem, gece karanlığında, Çulfa Dayı’nın Orta Mahalle’deki evine varıyor. Çulfa Dayı, dualarla “hayırdır inşallah!” diyerek kapıya yöneliyor. Dedem, kapıyı çalarken kendi adını söylemeyi unutmuyor tabi ki. Kapı açılınca dedem: “Hayırdır, hayır…” diyor. Çulfa Dayı’dan, iki kızına Arife için elbiselik kumaş istiyor. Çulfa; dudaklarında gülümseme, gözlerinde sevgiyle loş ışıkta birkaç top kumaş getiriyor dedemin önüne. Dedem de birini seçiyor. Kumaşlar kesilip parası ödendikten sonra evin yolu tutuluyor. Ev ahalisi ayakta. Dedem, kumaşları getiriyor. Anneannemler, hemen işe girişiyorlar. Gece annemle teyzemin Arife giysileri dikiliyor. İş bitince ikisi de mutlulukla yataklarına girip uyuyorlar. Sabaha az kalmıştır. Uykuyla uyanıklık arasında geçen bir gecenin sabahında yeni elbiselerini giyip Arife için mahallede Dibek Başı denen alana koşuyorlar mutlulukla. Dedemin mavi gözlerinde su damlacıklı bulutlar geçip gidiyor ardı ardına.
Annem, yukarıdaki anısını anlattıkça hüzünlenir, dedeme olan özlemi bin kat daha artar. “Ah babacığım ah…  Bizi mutlu etmek, sevindirmek için gece yarısı Çulfa’ya gidip elbiselik kumaş aldı.” Der ve gözleri buğulanır yıllar öncesinin bu güzel günlerine giderek.
İşte, İsabey’de çocuklar böylesine değerlidir. Anne ve babalar çocukları arasında cinsiyet ayrımı yapmazlar burada. Yıllardır babadan ya da anneden kalan mal mülk eşit olarak paylaşılır. Oysa ülkemizin birçok yerinde kızlar itilip kakılır. Anne baba kalıtından pay alamazlar.
Arife geleneği benim bildiğim kadarıyla bir tek İsabey’de var. Önemli bir gelenek. Bu gelenek; ruhbilimciler, toplumbilimciler, eğitimciler, tarihçiler, siyasetbilimcilerce incelenmeli. Böylesi bir geleneğin yok olmaması için Kültür Bakanlığı harekete geçmeli. Yüz yılları aşıp gelen bu geleneği tüm Türkiye, sonrasında ise tüm dünya tanımalı.
Atatürk, dünyada ilk kez çocuklara bir bayram armağan ederken belki de bu gelenekten esinlenmiştir. Ne dersiniz?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       30 Mart 2018 
Not: 15 Haziran 2018 tarihli Aydınlık Gazetesinde "İsabey'de Arife Günü" başlığıyla yayımlanmıştır.


“BİZ, BUNLARIN PARASINI ÖDEMEDİK Kİ…”


                                    
2015 Yılının yazıydı. Atacan, henüz dört yaşını bile doldurmamıştı. Evimizden çıktık, Bostancı sahiline indik. Denizi, Adalar’ı seyrederek Caddebostan’a doğru yürümekteyiz.
Sahil cıvıl cıvıl… Bisiklete binenler… Kaykay ve patenle kayanlar… El ele gezen sevgililer, sevgisini henüz yitirmemiş evliler… Sağlıklı bir yaşam için yürüyenler, koşanlar, spor aletlerinde kan ter içinde çalışanlar… Oltalarıyla balık tutanlar… Kıyıdaki büyük taşların arasında yuvalanmış sokak kedilerini besleyenler, kucaklarına alarak onları okşayıp sevenler… Çimlerin üstüne uzanıp dinlenenler… Kıyıdaki duvarlara oturarak hayallere dalanlar… Külahtaki dondurmayı bitmeyecek sonsuz bir tatmış gibi zevkle yalayanlar… Köpeklerini gezdirenler… Gökyüzünde süzülen uçurtmasının arkasından gökyüzünün maviliklerinde kulaç atanlar… Ekmek peşinde koşan martılar, kargalar… Telaşla uçuşan serçeler, sığırcıklar… Ağaç gölgelerinde uykuya dalan sokak köpekleri…
Caddebostan’a yaklaşınca sağ yandaki büyük alanda bir kalabalık ilgi çekmekte. Bu alanda, genellikle kaykaycılara günün her saatinde rastlamak olanaklı. Gençler, kaykaylarıyla türlü ve tehlikeli gösteriler yaparlar.
Yaklaştıkça kalabalığın arttığını gördük. Yaklaştık iyice… Bir ayakkabı firmasının tanıtımı yapılıyordu. İzleyicilere soğuk sandviç ve meyve suyu ikram edilmekte.
Karnımız acıkmıştı. Caddebostan’da belediyeye ait çay bahçesinde hem çay içip hem de bir şeyler yemeyi planlamıştık. Eşim, ikram masasının önünden geçerken eline sandviç ve meyve sularını tutuşturdular. O, ilk olarak elindeki sandviçlerden ve meyve sularından bir tanesini Atacan’a verdi. “Hadi oğlum, ye bakalım.” dedi. Sandviç ve meyve suyunu alan Atacan, geri dönüp hızla koşmaya başladı, biz de peşinden… İkram masasının yanına gelince sandviç ve meyve suyunu masanın üzerine bıraktı. “Bunlar, bizim değil.” dedi. Masadakiler şaşkın. Eşim daha çok şaşkın. Atacan, büyük bir işi başarmanın gururunu yaşamakta. Eşim: “Bu yiyecekleri onlar ikram etti.” diyerek iknaya çalıştı, olmadı. İkram masasındaki görevliler: “Biz, size bunları armağan ettik.” dedilerse de nafile. Atacan: “Biz, bunların parasını ödemedik ki…” diyerek ikramı reddediyor kararlılıkla.
Üç beş kişi, toplanmış dil dökmedeler; ama yararsız… Çocuk, kararlı… “Parasını vermediğimiz şey bizim olamaz.” diye ayak diremekte. Ben, sessizce izlemedeyim. Atacan’ın bebek arabası bende. “Hadi, arabana bin, gidelim. Seninle güzel bir yemek yiyelim. Yiyeceklerimizin parasını da öderiz birlikte.” diyerek onu, bebek arabasına oturttum. Eşim de elindeki diğer yiyecekleri çaresizce ikram masasına bırakıp bize yetişmek için hızlı adımlarla arkamızdan gelmeye başladı.
Yolda, Atacan’a kendisiyle gurur duyduğumu söyledim. “Hakkın olmayan bir şeye sahip olmaya çalışma!” dedim.
Her ramazan ayında Caddebostan sahiline iftar çadırı kurulur. Atacan’ı bu çadırlara sokmak olanaksız. Girse de bir şey yemez. Başkalarını ikramlarını kolay kolay kabul etmez.
İstanbul’un her ilçe merkezinde iftar çadırları kurulmakta. Gereksinmesi olsun olmasın herkes birkaç saat öncesinden kuyrukta. Türkiye’nin herhangi bir yerinde, bir yardım dağıtılmaya görsün insanlar birbirlerine ezerek kamyonların, çadırların yanına üşüşürler. Yardım paketini kapan kişi, büyük bir utku kazanmışçasına sevinçle kalabalıktan ayrılır. Üç kuruşluk yardım, beş paralık bir öğün yemek için dağlara sığmaz insan onuru ayaklar altına alınır.
Keşke, büyükler de küçükler de Atacan’ın ilkeli tutumunu benimseseler de dağ gibi insan onuru yardım adı altında paspas edilmese…
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   12 Haziran 2018

SESSİZ SEÇİM



24 Haziran seçimlerine on iki gün kaldı. Hem cumhurbaşkanı hem de milletvekilleri seçilecek. Türkiye’nin önünde çözüm bekleyen dağ gibi sorunlar var. Ekonomi çöküşte… Terör, can almayı sürdürmekte… Sınırlarımız ateş çemberinde… İşsizlik, özellikle gençlerde büyük bir umutsuzluk yaratmakta… Eğitim, yazboz tahtası… Yargı, adalet dağıtamıyor… Nerdeyse tüm alanlarda dışa bağımlı bir ülke… Gırtlağına dek borca batmış bir Türkiye…
Yeni seçilecek cumhurbaşkanı ve milletvekilleri Türkiye’nin devasa sorunlarını çözecekler güya. Ancak bu sorunlar tartışılmıyor nedense. Sorunları çözmek için akılcı çözüm programları tartışılmıyor. Çözümleri tartışmak yerine, kişiler/adaylar üzerinden konuşmalar sürüp gitmekte. Oysa halkın yaşamını, geleceğini yakından ilgilendiren sorunların ivedi çözüme gereksinimi var. Çözümü geciktirip erteleme, halkın gereksinmelerini savsaklama, ülke güvenliğindeki tehlikeleri görmezden gelme tavrı nedense siyasetçilerin çoğunda egemen bir durum.
Seçim propaganda arabaları partilere, hatta adaylara uyarlanmış müzikleri gümbür gümbür çalarak dolaşmaktalar mahalle mahalle, cadde cadde.., Sık sık “Milletvekili adayınız sizleri selamlamaktaaaa…” duyuruları yapılmakta. Adaylar, aracın ön camından otuz iki dişini saydırırcasına yapay bir gülümsemeyle el sallamakta boşu boşuna. Çünkü partilerin propaganda araçlarına dönüp bakan yurttaş yok! Kentin neredeyse tüm ilçe alanlarında seçime katılan her partinin çadırları var. Bildiriler, adayları tanıtım broşürleri… Birçok alanda, kulakları sağır edercesine parti müzikleri çalınmakta. Kimileri genel başkanlarının geçmiş konuşmalarını yayımlamaktalar. Elindeki bildirileri bir pazarcı esnafı becerisiyle bağırarak dağıtan partililer adeta yırtınmaktalar. Neredeyse çadırların önlerinden geçenlere zorla bildiri vermekteler, ama yurttaşlar ilgilenmiyorlar. Kendiliğinden çadırlara uğrayan yurttaş binde bir…
Türkiye, yaşamsal bir seçimin öngünlerini yaşamakta, ama yurttaş seçime ilgisiz. Bu sessizlik, aslında çok uyarıcı… Yurttaş, partilerin tartıştıkları konulara uzak, programlarını onaylamamakta, söylemleri kulağında yer etmemekte. Yurttaş, kendi sorunlarının gerçekçi çözümünü beklemekte umutsuzca. Ama nerede…
Halkın yüzde doksan beşi ABD karşıtı. Partilerin neredeyse yüzde doksan beşi ise ABD yandaşı. Sorunları, hala Atlantik reçeteleriyle çözmeyi düşünmekte anlı şanlı partiler. Oysa sağduyulu yurttaş; sorunlarının çözümünü Atlantik’te aramıyor, çoktan yüzünü Avrasya’ya dönmüş durumda.
Halkın seçime ilgisizliği, bir dip dalgası… Görünmez, gürültüsüz, devinimsiz… Düzen partileri Atlantik yürüyüşlerini sürdüredursun, halk çoktan Avrasya yolunu tutmuş bile.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       12 Haziran 2015

DEVR-İ SABIK VE YOLSUZLUK MAHKEMELERİ


                              
CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, 9 Mayıs 2018 günü: “Bence hiç telaşa gerek yok! Bizim derdimiz devr-i sabık yaratmak, intikam almak değil.” dedi.
İnce kısaca demek istiyor ki: “AKP hükümetleri döneminde yapılan hadsiz hesapsız yolsuzlukların, onca hukuksuzluğun, cumhuriyet kurumlarının yıkılmasının, kamu mallarının yapmalanmasının hesabını sormayacağız.” Cumhurbaşkanı adayı böyle der de YCHP’nin genel başkanı ondan farklı mı düşünür?
Kılıçdaroğlu’na, 29 Ekim 2015 günü kendisine bir gazeteci: “CHP iktidarında geçmişle hesaplaşma olacak mı?” sorusunu sorar. O: “İşi gücü bırakıp intikam duygusuyla devr-i sabık yaratmak kesinlikle olmaz.” yanıtını vermekte. Demek ki “devr-i sabık yaratmamak” yeni bir düşünce değil.
Kılıçdaroğlu ve İnce’ye göre cumhuriyet yıkıcılarından, hukuksuzluk yapanlardan, yoksulu soyanlardan, ulusun alınteriyle oluşturulan değerleri peşkeş çekenlerden, emperyalistlerle gizli anlaşmalar yapanlardan, sınav sorularını çalanlardan, kozmik odalara girenlerden, Mehmetçiği arkadan vuranlardan hesap sorulmayacak.
İntikamcılık gerici bir anlayıştır. Çağımızda intikamcı bir anlayış kabul edilemez. Ancak çağdaş demokrasilerde “hesap verme”, “hesap sorma” mekanizmaları çalışmalıdır. Hesap soramazsan halkın hakkını savunamazsın. Hesap veremezsen halkın hakkına, hukukuna, malına sahip çıkamazsın. Devlet aygıtında görev alan her yönetici hesap vermelidir. Hesap vermeyen yönetici; demokrasilerde değil, diktatörlüklerde olur. Halkın soymak, ulusun emanetine sahip çıkmamak suçtur. Her suçun da bir karşılığı/cezası vardır.
Halkın yoksullaştığı, iktidar sahiplerinin ve onların yandaşlarının varsıllaştığı bir düzenin hesabını sormamak gaflet, dalalet ve ihanettir. Onca cumhuriyet kurumu yerle bir edildi. Halka ait milyarlarca lira değerindeki taşınmazlar yandaşlara satılarak peşkeş çekildi. Kamu kaynakları haraç mezat yağmalandı. Bütün bunlar karşısında susup oturacağız, öyle mi? Eğer böyle düşünüyorsanız ey Kılıçdaroğlu, ey İnce demek ki muhalefetiniz göstermeliktir.
Kılıçdaroğlu ve İnce “devr-i sabık yaratmamaktan” söz ededursun gerçek muhalefeti temsil eden cumhurbaşkanı adayı Doğu Perinçek; bir devlet adamlığı, bir hukukçu, bir devrimci, dürüst bir yurttaş sorumluluğuyla “Yolsuzluk mahkemeleri kuracağız.” demekte. Bu mahkemelerin yargılamalarını kısa sürede bitirmesi gerektiğini vurgulamakta. Yolsuzlukla elde edilen servetlerin, yurtdışına kaçırılan paraların kamuya ait olduğunu belirterek halkın hakkına sahip çıkmakta. “Yapanın, yaptıklarının yanında kâr kalmaması için” savaşım vermekte Sayın Perinçek. İşte, halkçılık bu! İşte, devleti savunmak bu! İşte, yurttaşın hakkına sahip çıkmak bu!
Galadyo’nun buyruğuyla harekete geçerek basın-yayın organlarında, sosyal medyada emperyalizmin tetikçiliğini yapanlar; neredeyse her gün Doğu Perinçek’in ve Vatan Partisi’nin AKP yandaşı olduğunu yaymaktalar. Bu gerçek dışı yayınlarla Doğu Perinçek’e ve Vatan Partililere kara çalıp iftira atmaktalar. Oysa gerçek bunu tam tersi… AKP’den hesap sormayacağını açıklayan YCHP yöneticileri bir yanda… Öte yanda ise “Yolsuzluk mahkemeleri” kurarak geçmişin kirli işlerinin hesabını soracağını söyleyen Doğu Perinçek… Gerçekte kim AKP’yi korumakta? Kimler, AKP’ye koruma kalkanı oluşturmakta? Kimler AKP’nin yolunu açarak yandaşlık yapmakta? “Devr-i sabık yaratmayacaklar” mı, yoksa “yolsuzluk mahkemeleri” kuracaklarını söyleyenler mi?
Evet, kimler bu yolsuzluk, arsızlık, hukuksuzluk, cumhuriyet düşmanlığı çizgisinin ve kokuşmuş düzenin sürmesini istemekte? Kimler cumhuriyet kurumlarını, altıokun kılavuzluğunda yeniden kurmak için savaşım vermekte?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       6 Haziran 2018


HERKES KAMERAMAN


                                               
Öğretim yılı, birkaç gün sonra bitecek. Her yıl olduğu gibi karne gününe bir iki ay kala okullarda yılsonu etkinlikleri birbiri ardı sıra yapılmaya başlanır. Bu etkinlikler hem öğrenciler hem öğretmenler hem de veliler açısından çok önemli.
Öğretmenler; yılsonu etkinliklerinde bir öğretim yılı boyunca yaptıkları çalışmaları, öğrencilerine kazandırdıkları becerileri, öğrettikleri bilgileri sergiler. Veliler ise bu etkinlikleri izlerken gurur duyarlar çocuklarıyla. Onların yeteneklerini gördükçe duygulanıp gururlanırlar. Yılsonu etkinlikleri, en çok öğrencileri heyecanlandırır. Çünkü sahneye çıkmak, toplum karşısında konuşmak, rol yapmak, halk oyunu oynamak, şarkı-türkü söylemek, bırakın bütün bunları topluluk karşısında ayakta durmak, karşısındaki onca insanla göz göze gelmek bile öğrencilerin alışmadığı bir durum olmadığından çok heyecanlanırlar. Ellerini nereye koyacaklarını, hangi yana bakacaklarını, adımlarını nasıl atacaklarını bilemezler. Derin bir şaşkınlık içinde onlara verilen görevleri, günlerce çalışarak ezberledikleri sözleri unutuverirler. Çoğu zaman adımlarını şaşırarak ne yapacaklarına karar veremezler. Su gibi ezberledikleri şiirlerin en güzel yerinde, en güzel dize dilinin ucunda patinaj yapar. Öğretmenler imdada yetişir. Yüksek fısıltılarla ve kaş göz işaretiyle anımsatılır unutulan dize.
24 Mayıs 218 günü, eşimin sınıfı yılsonu etkinliği olarak Keşanlı Ali Destanı’nı sahneye koydu. Üçüncü sınıf öğrencileri için zor bir oyun. Tiyatro Yönetmeni Pınar Gordie’nin olağanüstü çalışması, eşim Nazan Hanım’ın öğrencilerinin yüreklerine dokunan isteklendirmesiyle çocuklar oyunu başarıyla sahnelediler. Tabi, bu arada birçok sınıfı tiyatro etkinliği düzenleyen Maltepe Zümrütevler İlkokulu Müdürü Hüseyin Dülger’i de kutlamak gerek.
Keşanlı Ali Destanı’nı birçok kez izledim. Değişik tiyatro topluluklarının sahnelediği bu oyunu, her defasında izlerken hep heyecanlandım. Kafamda hep Engin Cezzar- Gülriz Sururi tiyatrosuyla özdeşleşmiş Keşanlı Ali. Oyun başlamadan çocukların nasıl oynayacaklarını merak etmekteyim. Belki de çocuklar kadar heyecanlıyım.
İlkokul birinci sınıftan itibaren neredeyse her ulusal bayramda, 10 Kasımlarda şiir okumuş; bayramlara ve yılsonu etkinliklerine katılmış biri olarak öğrencilerin heyecanlarını duyumsamam normal. Bu etkinliklerin, özgüveni nasıl adım adım inşa ettiğinin de farkındayım. Sahneye çıkmanın; bayramlarda, belirli gün ve haftalarda şiir okumanın çocukların eğitiminde çok önemli yeri var. Özgüven; kişisel ilişkilerde, yaşamda başarıyı yakalamada, kişilerle dengeli ilişkiler kurmada çok gerekli.
Çoğu zaman öğrenim görmüş ya da öğrenim görmemiş, yüksek orunlarda görev almış birçok kişinin topluluk karşısına çıktığında iki sözcüğü yan yana getiremediğini üzülerek görürüz. Bunun nedeni eğitim yaşamı boyunca sosyal bir etkinlikte görev almamış olmalarıdır.
Oyun, Maltepe’de başka bir okulun salonunda sahnelenecek. Eşim dört beş saat öncesinden gitmiş oraya sınıfıyla. Oyunun başlamasına bir saat kala sora sora buluyoruz tiyatronun oynanacağı okulu Atacan’la. Atacan, annesini gördükten sonra ayak bağı olmamak için uzaklaşıyoruz. Öğrenciler, çok heyecanlı… Bazı veliler, öğretmenlere yardımcı olmaktalar. Kostümler giyilmiş, Az da de olsa rol gereği olması gereken makyajlar yapılmış. Çocuk, her yerde çocuk… Koşuşturmadalar…
Anne, babalar teker teker giriyorlar salona. Salonun üçte biri doldu sayılır. Bizim çocukluğumuzda bu tip etkinlikleri yalnızca anne, babalar değil; akrabalar komşular, işyeri arkadaşları çoluk çocuklarıyla gelip izlerlerdi sahnelediğimiz oyunları. Böyle olunca da salon tıklım tıklım dolar, heyecan yükselir, iş çok önemsenirdi. Velilerin usulen salonda yer alması üzüyor beni.
Oyun başlıyor. Öğrenciler, yaşlarının üstünde bir başarı göstermekteler. Bazıları, profesyonel tiyatroculara taş çıkartacak düzeyde. Küçük aksaklıklar da olsa oyun, salona ağırlığını koyuyor. Ne yazık ki alkışlar çok cılız. Alkış olmasa sahne, sanatçı olur mu? Seyircilerin de iyi izleyici olma konusunda eğitime gereksinimleri var.
Arkama, sağıma, soluma dönüp bakıyorum… Herkesin elinde bir cep telefonu, çekim yapmaktalar. Elleri dolu olduğundan alkışlayacak durumları yok! Tabi, velilerin bütün dikkatleri çekim yapmaya odaklandığından ne yazık ki oyunu izleyemiyorlar. Çocuklarının yaşamındaki en önemli olayı kaçırıyorlar. Evlatlarının sevinçten parlayan gözlerine, heyecandan kızaran yanaklarına, sorumluluk duygusuyla gerilen bedenlerine, sağa sola yalpalayan bacaklarına, Keşanlı Ali ile kocamanlaşan ellerine bakamıyorlar. Oturdukları koltuklarla sahneyi bütünleştiremiyorlar. Böylece kendi yaşamlarının en önemli duygusal atmosferinde oksijensiz kalıyorlar.
Oyun, başarıyla bitti. Sahnedeki büyük adamlar, el ele tutuşmuş saygıyla seyircileri selamlamaktalar. Herkes telefon elinde, çekim yapıyor. Ne alkış ne de heyecan… Oysa alkışlarla yer gök inlemeli. Gözpınarlarından yaşlar süzülmeli pembeleşen yanak okyanusuna. Dakikalarca çakılı kalınmalı sahnenin önünde… Çocukların eğilip selamlamaları karşısında ayağa kalkmalı bütün salon, uykusundan uyanan dev gibi… Ama nerde… Oyunu sahneleyen Pınar Hanım, resmen velilerden alkış dileniyor.
Son yıllarda izleme olanağı bulduğum birçok okul etkinliğinde durum aynı… Veliler, çocuklarını izlemeye değil, kameramanlık yapmaya gidiyorlar sanki. Üstelik birçok etkinlikte okullar profesyonel çekim yaptırmaktalar. O zaman neden bu teknoloji budalalığı? Çocuklarımızdan daha değerli ne var? “Çocuk sevgiyle büyür, saygıyla kişilik kazanır.” sözünü unutmamak gerek. Çocuklarımıza ve onların yaptıkları işlere saygı gösterelim ki, kişilikli bir toplum oluşturalım.
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   5 Haziran 2018
                                                                      


ÇÖLAŞAN’IN PKK/HDP SEVERLİĞİ


                                     
PKK’nın siyasal uzantısının HDP olduğunu bilmeyen yoktur hem Türkiye’de hem de dünyada. HDP de bu durumu inkâr etmez. Çoğu zaman PKK savunuculuğunu açıkça yapar. Eski eşbaşkanlarından Yüksekdağ: “Biz sırtımızı YPJ’ye, YPG’ye ve PYD’ye yaslıyoruz. Bunu söylemekte ve savunmakta hiçbir sakınca görmüyoruz.” diyerek PKK ile olan bağlantılarını açıkça dile getirmişti. Bu nedenle de tutuklu şimdi...
30 Mayıs 2018 gecesi HDP eşbaşkanları, ABD sermayeli bir televizyon kanalındalar. Muhalif gazeteci kimlikli düşünce yoksunlarının karşısındalar. Gazeteci koltuğunda oturanlar, Demirtaş güzellemeleri yapmaktalar bol bol, bıkıp usanmadan. Masum, hakkı yenmiş, özgürlüğü kısıtlanmış bir cumhurbaşkanı adayı yaratma peşindeler.
Eşbaşkanlardan biri “Sayın Öcalan” la başlıyor söze, diğeri “Sayın Öcalan”la bitiriyor sözü. Ama eşbaşkanlar tedirgin... Bu tedirginlik gösteriyor ki, HDP barajı aşamıyor. Bu nedenle ABD sermayeli televizyonun çalışanlarının HDP/PKK seviciliği en üst düzeyde, Demirtaş güzellemeleri yapmaktalar. Açıkça bir terör örgütünün propagandasına dönüştü program. Neyse bu, savcıların işi olduğundan bunu geçelim.
HDP/PKK’nın barajı aşamayacağı anlaşılınca kimi demokrasi(!) havarileri kalemi, kâğıdı alıp hesap kitap yapmaktalar. “Kim, ne kadar oy alırsa AKP gider.” diye. “AKP gitsin de ülkemizin yarısını yitirelim.” düşüncesindeler. Dünyanın en eli kanlı, zalim bir örgütünü hükümet yapmanın peşindeler. Özellikle sosyal medyada bir düğmeye basılmış gibi HDP’ye baraj aşırtmak için var güçleriyle çalışmaktalar. Ekranların kadrolu bülbüllerinin bazılarıyla kimi köşe yazıcıları da bu kervana katılmış durumdalar.
Daha önce Ekmeleddin İhsanoğlu’nu destekleyerek Atatürkçü tabanı yanıltan köşe yazıcısı Emin Çölaşan bu kez Selahattin Demirtaş’ın avukatlığına soyunmuş 31 Mayıs 2018 tarihli Sözcü’deki “HDP olayı” başlıklı yazısında.
ABD, PKK’ya “kara gücüm!” demekte. Bu nedenle dört bin TIR’ı aşkın silah ve mühimmat gönderdi bölücü örgüte. Peki, bölücü örgüt, bu silahları kime karşı kullanacak? Tabi ki Türkiye’ye karşı… HDP denen parti, sırtını PKK/PYD’ye yasladığına göre demokratik kurallar içinde var olan bir siyasal örgüt müdür? Bizce hayır! Çünkü HDP, PKK’nın silahlarını gölgesinde sinmiş yurttaşlardan oy almakta. Bundan da anlaşılacağı üzere HDP’ye oy verenlerin çoğu siyasal tercihlerinde özgür iradelerini kullanamıyor. Özgürlüğün olmadığı yerde demokrasi olur mu?
Demirtaş’ın “bölücülükten değil” de “cumhurbaşkanına hakaretten” hapiste olduğunu söylüyor Çölaşan. Öncelikle şunu söyleyelim. Demirtaş’ın tutukluluğunun nedeni, 6, 7, 8 Ekim 2014 günlerinde PKK’lılara isyan çağrısı yaptığı içindir. Bu olaylarda elli kişi yaşamını yitirmiştir. Devlete karşı ayaklanmaya öncülük eden birisi tutuklanmayıp ödüllendirilmeli miydi ey Çölaşan?
“…Demirtaş hapishanede yatıyor. Dolayısıyla onun mitinglerde konuşması, yapacaklarını ve fikirlerini topluma anlatması asla söz konusu değil. Dört duvar arasında ne diyeceksiniz ki…” demekte ve Demirtaş’a masumiyet gömleği giydirmekte Çölaşan. Sanki Demirtaş aday olmuş da onun için tutuklanmış... HDP, tutuklu birini bile bile niye aday gösterdi? Eğer Öcalan’ı aday gösterseydi aynı şeyleri mi söyleyecektin Emin Bey? Bu nasıl bir kafadır ki, ABD projesi olan bir partinin tutuklu eşbaşkanını savunmak sana düştü.
“Seçime giren bir partinin genel başkanın, cumhurbaşkanlığı adayının cezaevinde yatıyor olmasını kimseye anlatamazsınız. Hele Batı dünyası böyle bir olayı hiç kabul etmez.” diye sürdürmekte sözlerini köşe yazıcısı. Niye anlatamayalım? Dünyanın her yerinde terör örgütü yöneticileri hapistedir. AB üyesi İspanya’ya bak, Katalan bölgesinin ayrılmasını isteyen yöneticiler neredeler? Hem de Bölge’nin ayrılması için tek kurşun atmadıkları halde…
Demirtaş’ın tutukluluğunu “Batı’ya anlatamazmışız.” Batı’ya değil, halkımıza anlatalım bunu. Batı bizim hamimiz mi, yoksa müfettişimiz mi? Türkiye, Batı’nın sömürgesi mi? Bu nasıl mandacı kafa? Bu kafanın dünün İngiliz muhiplerinden farkı ne? Bu Tanzimatçı kafayla ilericilik, Atatürkçülük olur mu? Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı verirken ve onca ayaklanmayı bastırırken “Batı ne der?” diye düşündü mü? Savaş alanında kazandığı utkuyla ulusun haklarını söke söke aldı Batı’dan. Üstelik Batı dediğin eskinin sömürgeci, çağımızın tek dişi kalmış emperyalist ülkelerinden oluşmakta. Emperyalizme yardakçılık yaparak Atatürk de Cumhuriyet de savunulamaz.
Çölaşan çevresindekilerle konuşmuş ve şu kanaate varmış. HDP barajı aşarsa AKP düşer. Bak şu işe… Bu nedenle de güya çevresindekilerin konuşmalarından hareketle HDP’ye oy vermesi için halkı yönlendirmekte.
7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP barajı aştığı için AKP’nin kaybettiğini yazıyor Çölaşan. Peki, 1 Haziran seçimlerinde HDP barajı aşmamış mıydı? Niye AKP kazandı o zaman. Bunun gerçekçi bir nedenini söylemek gerek. 7 Haziran’da AKP’nin seçimi kaybetmesinin nedeni HDP’nin barajı aşması değil, açılım politikasıydı. AKP’yi, 1 Haziran’da yukarı taşıyansa açılım siyasetinden vazgeçmesidir. Demek ki bölücülüğe prim veren kaybediyor, milli politikalar izleyen kazanıyor.
Ey Çölaşan! Sen, gerçekten AKP iktidarından kurtulmak istiyorsan muhalefet partilerine antiemperyalist, milli politikalar savunmasını öner. Yurttaşın kafasını yanlış hesaplarla karıştırarak AKP’ye, PKK/HDP’ye güç katma! Türkiye’yi emperyalizmin at oynatacağı bir iklime taşımak için çalışma!
Yıllardır köşe yazıcılığı yapan birisinin bugüne dek bir kez olsun bir öngörüsü olur. Ne yazık ki Emin Çölaşan’da böyle bir şey yok! Yaşamında bir kez olsun emperyalizmi eleştirir. O da yok! Cumhuriyetçi yurttaşların bir kısmının beyinleri, Çölaşan ve benzerleri köşe yazıcılarının sığ düşünceleri yüzünden kabızlaşıyor. Bir adım ötesini göremez oluyorlar. Ne yazık ki bu köşe yazıcılarının varlığı da AKP’ye bağlı. AKP’ye sığ düşüncelerle yaptıkları güya sert muhalefetle köşelerini korumaktalar.
“Türkiye bölünsün, ama yeter ki AKP gitsin!” düşüncesi, emperyalizmin kafalara sokmak istediği çok tehlikeli bir anlayış. Biz diyoruz ki: “AKP de gitsin, Türkiye’de bölünmesin.” Bu nedenle AKP’yi PKK’ya dayanarak değil, Atatürk’e ve halka dayanarak yıkacağız. Ulusumuzu Atatürk’te birleştirerek PKK’nın kökünü kazıyıp Kürt yurttaşlarımız terör örgütünün boyunduruğundan kurtararak özgürleştireceğiz.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       1 Haziran 2018




HALKI ADAM YERİNE KOYMAYAN AKP


                               
AKP Hükümetinin Enerji Bakanı ve RTE’nin damadı Berat Albayrak, Kocaeli’de Sondaj Gemisi için yapılan törende konuştu. Kürsüde daha önce bir yurttaşla arasında geçen konuşmayı anlattı, tabi övünerek.
Yurttaş, Albayrak’a demiş ki: “AK Parti’ye o kadar güveniyoruz ki Sayın Bakanım, Cumhurbaşkanımız çıksa şuradan Ay’a kadar dört şeritli yol yapacağım derse vallahi inanırız.” Sayın Bakan bu sözlere katılmasa kürsüde bunları söylemezdi. Bu sözler aslında bir itiraf…
Yıllardır göz boyama, algı yönetimi, bire bin katarak anlatma, eğriyi doğru gösterme, olmayanı olmuş gibi anlatma… yoluyla yurttaş hep kandırılmış. “Biz, yanlışı olmayacak olanı, yapamayacaklarımızı da yurttaşa söyler ve inandırırız.” demek istemekte Berat Albayrak.
Ortalıkta o kadar yalan dolan var ki, içinden gerçeği bulup çıkarmak çok zor. Toz duman içinde yurttaşın gözü, ışığı seçememekte.
AKP’li bakan; kendilerini överken yurttaşın gerçekleri görerek ve aklından tartarak oy vermediğini, birine körü körüne inanarak bir kandırmacayla kendilerine oy verdiğini anlatmakta. Çünkü halk, AKP yöneticilerince kandırılıp elinden varlığı, emeği, oyu alınan bir topluluktur.
AKP, önce halkı yoksullaştırdı. Ardından yoksullaşan halkın karşısına iyilik meleği(!) olarak çıkarak ona yardım etti. Ona verdiği birazcık erzakla açlıktan ölmesini önledi. Özelleştirmeler, işyerlerinin kapanması yüzünden işinden olan yurttaşa asgari ücretin çok altında maaşlar ödeyerek onu aldattı. Çalışmadan kazanan kişiler durumuna getirildi birçok yurttaş.
İkinci olay, Rize Fındıklı’da oldu.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, yanındaki partilileriyle esnaf gezisi yaparken bir dondurmacı dükkânı sahibine: “Nasılsınız?” diye sordu.
Dondurmacı: “İyi değiliz, nasıl iyi olalım?” yanıtını verdi.
Yazıcı’nın yanında bulunan Fındıklı’nın AKP’li Belediye Başkanı esnafa: “Terbiyesizlik yapma!” diye çıkıştı. Bunun üzerine esnaf, başkana: “Sen ne hakla terbiyesiz dersin, asıl terbiyesiz sensin!” karşılığını veriyor.
AKP yöneticileri, yurttaşlardan mutlak boyun eğmesini istiyor. Hükümet uygulamaları konusunda en küçük bir eleştiriye bile tahammülleri yok! Bu, halkı kul olarak gören bir anlayış. “Eline vur, ekmeğini al!” türünden yurttaşlar istiyorlar karşılarında. Derdini söylemeyeceksin, söylersen azarı işitirsin.
Halka saygısı olmayanın Hakk’a saygısı olur mu?
Halkı adam yerine koymayan, ulusa ve ülkeye hizmet edebilir mi?
                                                                       Adil hacıömeroğlu
                                                                       1 Haziran 2018