SEÇİMDE KİMLERLE İTTİFAK YAPILIR?


Yerel seçimler yaklaşıyor. Yaklaştıkça partilerin ittifakları gündeme geliyor. Hangi parti, kimlerle ittifak yaparak seçime gidecek? Kamuoyunun merak konusu bu. Televizyonlarda uzun uzun bu konuşulmakta.

Ekranların kadrolu yorumcuları, kendilerince derin çözümlemeler yapmaktalar ittifaklar konusunda. Görüp işiten de uzayda yaşam olan yeni bir gezegen bulmuş sanacak bu yorumcuların. Sözler uzatılıp dolandırılıyor. Bir sürü söz kalabalığı… Söylenenlerin hepsini toplasanız incir çekirdeğini doldurmaz.

İttifak konusunda iktidar partisi AKP, CHP’ye göre daha rahat. Çünkü MHP ile yolculukları sürüyor. Büyük Birlik Partisi de sorun çıkarmamakta AKP ile ittifakta. Yeniden Refah Partisi yerel seçimlerde yükselişini sürdüreceğe benzemekte. Bu nedenle de iktidar partisiyle ittifak kurmakta kendini ağırdan satmakta. AKP politikalarına tepkili tutucu seçmenin yeni adresi olacak gibi YRP. Parti yöneticileri, bunun farkında. Bu nedenle partilerini büyütmenin peşinde parti yöneticileri.

Sözünü etmişken bir ayraç açmalıyım MHP’ye. Mayıs 2023 Genel Seçimlerinde milliyetçi oyların yükselişi ilgi çekiciydi. MHP, büyükşehir olmayan Anadolu kentlerinin çoğunda yerel seçimlere tek başına girmekte. Buraların çoğunda da AKP ile yarışacak. Bu illerde, AKP’ye karşı muhalefet seçeneği oluşturacak MHP. Anadolu’nun birçok kentinde AKP yönetiminde olan il ve ilçelerin MHP’ye geçme olasılığı çok yüksek.

Muhalefete gelince… Muhalefetin en güçlü partisi CHP… Ancak cumhuriyetin kurucu partisinde sular durulmuyor bir türlü. İdeolojisini yitiren, kurucu ilkelerinden tamamen uzaklaşan ve bu durumuyla farklı yollara savrulan bir parti görünümü vermekte. Yerel seçimlerde PKK’nın siyasal uzantısı DEM’e mahkûmmuş gibi davranması AKP’nin yanlış, emekçiyi ezen, halkı yoksullaştıran ekonomik uygulamalarından bunalan kitleleri kendinden uzaklaştırmakta. DEM’siz bir başarının CHP için olanaksız olduğu düşüncesi, kamuoyunda yaygınlaştırılmaya çalışılmakta. PKK sever bazı televizyon yorumcuları, DEM’in tecridini önlemek için bu konuda CHP’yi zorlamaktalar bölücülükle ittifaka. Onlar için CHP’nin başarısı önemli değil, önemli olan DEM’in siyasal yaşamda meşruiyet kazanması.

İktidar yandaşı televizyon yorumcuları ise CHP’nin DEM ittifakıyla oy yitireceğinin farkındalar. Bu nedenle bu ittifakın olması için ellerinden gelen çabayı göstermekteler. Özellikle 2019 yerel seçimlerinde yitirdikleri büyükşehirleri yeniden kazanmanın yolunun bu ittifakın olmasından geçtiğini çok iyi bilmekteler. Ne yazık ki CHP yöneticileri de buna inandırılmış durumda. Zaten bölücü siyasete teslimiyet, Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı döneminde adım adım oldu. Bölücü örgütün savunduğu birçok konuyu, CHP yöneticileri dillendirdi. Bölücü örgütünün siyasal çizgisine teslimiyet, partinin hızla Atatürk çizgisinden uzaklaşmasına neden oldu.

DEM yöneticileri, halktan ve Kemalizmden uzaklaşan CHP’nin kendilerine muhtaç olduğunun farkındalar. Bu nedenle alabildikleri kadar ödün koparmanın peşindeler. CHP-DEM ittifakı olduğunda, yerel seçimlerin en kazançlı partilerinden biri olacak bölücüler.

Ülkemizde yaklaşık on altı milyon emekli var. Neredeyse hepsi açlık sınırının altında yaşamakta. Emekliyi açlığa tutsak eden de AKP… Bu nedenle emekli, iktidara karşı soğuk ve tepkili… Ancak muhalefetin şaşkınlığı, ulusalcılıktan uzaklaşması, dar gelirlilerle ilgili kamucu-halkçı politikalar oluşturamaması, bölücü örgütün siyasal uzantısıyla flörtü dar gelirli kitleleri CHP’ye yaklaştırmıyor. CHP yöneticileri halkçı-devletçi çözümler oluşturmak yerine, kendine zarar vermekte olan ittifak kurma kolaycılığında. Oysa ittifak kurulacak kitleler dar gelirliler, emekçiler, emekliler, kısacası geçim sıkıntısı çeken halk…

İyi Parti’ye de değinmek gerek. Mayıs 2023 genel seçimlerinden sonra sürekli kan kaybetmekte. Partide ideolojik berraklık, tutarlılık yok! İç kavgalar sürmekte. Yerel seçimlere ittifaksız girip rüştünü kanıtlamaya çalışacak. İşleri çok zor… İç ve dış sorunlara çözüm oluşturmak yerine parti içi kavgalarla uğraşmaktalar. Partide dikişler atmaya başladı. Çözülüp dağılma, 31 Mart seçimlerinden sonra hızlanır.

Partilerin seçimlerde halktan başka ittifak kuracakları bir güç yok! Halkın tüm kesimleriyle birleşen partiler, seçimlerde başarı gösterecek. 2023 Genel seçimleri gösterdi ki halkımızın ulusal varlığımızla ilgili kaygısı, tüm sorunların önünde. Bu da milliyetçi oyların yükselmesinden belli. Siyaset, ülke gerçeklerine dayanmak zorunda. Dayatma ve niyetlerle yaşamın gerçekleri çelişir çoğu zaman. Siyasetçi yaşamın dayattığı gerçeklere göre davranmalı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  31 Ocak 2024

 

ADANA PORTAKALI, LONDRA’DA İSTANBUL’DAN UCUZ


Dün neredeyse tüm televizyonlarda bir haber vardı: “Adana portakalı Londra’da kırk, İstanbul’da kırk beş liradan satılıyor.” diye. Buna yurttaşlarımızın çoğu şaşırmıştır. Ben ve benim gibi düşünenler şaşırmadı bu habere. Çünkü yıllardır serbest piyasa sisteminin azgınlaştığını, kontrolden çıktığını yazıp söyledik dilimiz döndüğünce.

Haller yasasıyla hem üreticinin hem de tüketicinin kazıklanıp soyulduğunu gözlemledik yıllardır. Bu yasanın ivedilikle değiştirilmesi gerektiğini anlattık; sesimiz çıktığınca, kalemimiz yazdığınca.

Üreten kazanmıyor, emeğinin karşılığını alamıyor. Tüketici, her şeyi değerinin çok üzerinde tüketmekte ne yazık ki.

Peki, kazanan kim? Kazanan, üretilen malları tüketiciye ulaştıran aracılar, yani komisyoncular. Bir de serbest piyasa sisteminin tekelleştirdiği büyük marketler… Tekelleşen market zincirlerine hükümetin bile gücü yetmiyor. Göstermelik para cezaları vermekten öte bir şey yapamıyor AKP hükümeti. Yani hükümet, market zincirlerine hükmedemiyor. Halkın kendine verdiği yetkiyi kullanamıyor.

Peki, neden? Serbest piyasayı savunan bir hükümet anlayışının yurttaşların sırtından birilerinin vurgun vurmasına, soygun düzenine halkın lehine müdahale etmesi olanaksız. Çünkü AKP, serbest piyasacı… 24 Ocak 1980’den sonra başlayan kamuculuğu yok etme, halkı ezme, varsılı daha varsıl etme siyasetinin bir parçası AKP. 24 Ocak kararları emperyalizmin bir dayatmasıydı. Ne yazık ki bu dayatma, ulus devletimizin ortadan kaldırılması için “demokrasi, özgürlük, sivil toplumculuk” adı altında toplumumuza benimsetildi. Serbest piyasacılıkla ülkemizin ne demokrasisi ne de özgürlüğü gelişti. Giderek demokrasimiz, parti yönetimlerine çöreklenen mutlu azınlıkların oligarşik düzenine dönüştü. AKP de 24 Ocak kararlarıyla oluşan serbest piyasacılığın sürdürücü.

Hükümet, hükmedemiyor da muhalefet ne yapıyor? Onların da çözümü yok! TBMM’de temsil edilen muhalefet partilerinin hepsi serbest piyasacı, sivil toplumcu. Hiçbirinin ağzından “devletçilik, halkçılık” sözcüklerini işitemezsiniz. Çünkü bu sözcükler, onlar için modası geçmiş kavramlar.

Adana portakalı, İstanbul’a gelinceye dek birçok aracının elinden geçmekte. Her aracı kendine göre pay almakta bu ticaretten. Üretici, bin bir emek verdiği, alınteri döktüğü ürününü yok pahasına satmakta; tüketici de bu temel gereksinim maddelerini ateş pahasına satın almakta. Aracıyı koruyan, üretici ve tüketiciyi ezen bu sistemin hiçbir yerinde ne adalet ne de hakkaniyet var. Halkını soyduran bir hükümet sisteminin ülkemize yararı olduğundan söz edilebilir mi?

Adana Portakalı, Londra’ya çoğu zaman uçakla ulaşmakta. İstanbul’a gelen portakal ise genellikle karayoluyla varmakta. Bundan da anlaşılıyor ki Londra’ya giden portakalın ulaşım gideri daha çok. Buna karşın Londra da Adana portakalı niye daha ucuz? Çünkü aracısı daha az…

Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk’ün öncülük ettiği en önemli işlerin başında tarım devrimi gelir. Tarımda makineleşme, tohum ıslahı, gübreleme, yeni ürün türlerinin ekilip dikilmesi hızla gerçekleşti. Birçok ülkeden portakal getirtildi Atatürk’ün isteğiyle. Bunların ağırlığına, lezzetine, diğer niteliklerine bakıldı. İncelemeler sonunda beğenilen portakal türlerinin yetiştirilmesine karar verildi. Bu türler, aşılama yoluyla yaygınlaştırıldı. Böylece başta Adana portakalı, Atatürk öncülüğündeki bir çalışmayla bugünkü verimliliğine ve lezzetine kavuştu. Niye mi? Halkımız daha çok ve daha lezzetli portakal yesin, kış mevsiminde C vitamini alıp sayrılıklara karşı dirençli olsun diye. Ne yazık ki kendi insanımız kış meyvesi portakalı, İngilizler kadar yiyemiyor. Bunun da sorumlusu serbest piyasacı iktidarlar, ülkemizi yönetenler.

Belediyelerimizin bazıları iktidar partisi AKP’nin, bir bölümü de muhalefet partilerinin elinde. Neden bu belediyelerden birinin usuna gelmiyor üreticiden meyve ve sebzeyi alıp halka ucuz ulaştırmak? Niye belediyeler, daha önce var olan üreticiden tüketiciye ulaşan ürünlerin satıldığı halk pazarlarını bir bir kapattılar. Halkın çıkarını koruyan bu pazarlar, belediyelerce niye yok edilerek aracıların, tekelleşen marketlerin eline düşürüldü yurttaşlarımız? Bu konuda iktidarın tavrını anladık da muhalefet niye kılını kıpırdatmıyor?

İktidar, bir avuç çıkarcı için çalışırsa muhalefet kendi tarihinden habersiz iktidarın dümen suyuna giderse yurttaşın hakkını kim koruyacak? Emeğinin, alınterinin karşılığını alamayan üreticinin; soyulan tüketicinin sözcüsü kim olacak?

İktidar da muhalefet de aracıların, tekelleşen marketlerin yanında olursa halkımız, Adana portakalını İstanbullulardan daha ucuza yiyen Londralılara bakıp ağzının suyunu akıtır.

Çözüm, halkçı devletçi üretim ekonomisinde. Emperyalizmin dayatmasıyla uygulanan serbest piyasa sisteminden bir an önce kurtulmak gerek. Ülkemizin düşmanlarının istediği bir ekonomik sistemi uygulamak devletimize, halkımıza ihanet değil de nedir?

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            30 Ocak 2024

TURPUN BÜYÜĞÜ HEYBEDE


Türkiye, İsveç’in NATO’ya girmesini onaylayarak ABD’ye büyük bir ödün verdi. Peki, böylesi bir ödün niye verilir?

AKP Hükümeti, denge politikası izlediğini söylemekte öteden beri. Aslında bu politika denge değil, dengesizlik. Diğer bir deyişle ABD’den kopamama politikası. Soğuk Savaş döneminde, başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP yöneticilerinin genlerine işlemiş Atlantik kodları var.

AKP yöneticilerinin çoğu, yaşamları boyunca cumhuriyet kurucularına soğuk bakmaktalar. Ne yazık ki önce İngiliz, sonra ABD yalanlarını tarih diye öğrendiler ve devletimizin kurucularını bilerek ya da bilmeyerek olumsuz anlamda suçladılar. Kurtuluş ve kuruluş tarihimizi öğrenme gereksinmesi duysalardı bağımsızlığın, özgürlüğün bir ulus için ne denli değerli, vazgeçilmez olduğunu anlarlardı. Zaman zaman bazıları bu konuda olumlu adımlar atmaktalar. Bu da bizi mutlu etmekte. Koşullar onları, ulusal bir çizgi izlemeye zorlasa da yapamıyorlar bir türlü. Çünkü ulusal bir siyaset izlemek; kendi gücüne dayalı bir üretimi, borçlanmamayı, namerde muhtaç olmamayı, emperyalizme boyun eğmemeyi, mazlum ulusların yanında olmayı gerektirir. AKP yöneticilerinin böyle bir duruşu benimsemeleri onlar için oldukça zor.

Erdoğan yönetimindeki AKP öncül olarak ülkemizin en katıksız Amerikancı siyasetçileri olan Adnan Menderes ve Turgut Özal’ı görmekteler. Bu iki kılavuz siyasetçi, Erdoğan’ı hep ABD rotasına çekip götürmekte. Öncelikle bu kılavuzları değişmeli Erdoğan ve AKP’nin.

TBMM’de alınan İsveç kararı gösteriyor ki AKP hükümeti ile ABD arasında açık olmasa da bir anlaşma söz konusu. AKP’nin yumuşak karnı, ekonomi… Yıllardır sürdürülen üretimden uzak borçlanma ekonomisi iflasta. Hükümetin yıllardır hovardaca yaptığı savurganlık ülkemiz kaynaklarını kurutma noktasına getirdi. Üstelik özelleştirme yoluyla bacası tüten birçok fabrikanın bacası tütmez oldu. Yerlerine ya AVM’ler ya da varsıllar için pahalı konutlar yapıldı. Kentleri, kıyıları, kırsal alanları bile betonlaştıran bir anlayışın egemenliği, ülkemizi borç batağına sürükledi. Ödenemez durumdaki borçlar, ülkemizin tam bağımsız yaşamasının önünde en büyük engel.

Ülkemizin özkaynakları verimli, tutumlu, yararlı kullanılmıyor. Gösteriş, açgözlülük, iş bilmezlik, bilgisizlik, devlet olanaklarını yandaş için kullanma alışkanlığı ve anlayışı hükümetin temel politikası. Yandaşlar, kamu mallarını yağmalayarak varsıllaşırken halk yoksullaşmakta. Gelir adaletsizliği, ülkemizin dengelerini bozmakta. Plansız ekonomi, ülkemiz kaynaklarını heba etmekte. Bu da birçok alanda dışalımı kışkırtmakta. Dışalım, dışardan alınan borçlarla karşılanmakta. Halkımız: “Gavurun ekmeğini yiyen, gavurun kılıcını sallar.” demiş. Ne güzel, uyarıcı bir söz…  El kapılarında borç dilenen bir hükümetin borç verenlerin dediklerini yapması olağan. İşte, bunun için AKP hükümeti, İsveç’in NATO’ya girmesini onayladı. Ne yazık ki CHP ve MHP de tarihlerini, ülkülerini, kuruluş amaçlarını hiçe sayarak NATO’nun kuyrukçusu oldu.

Peki, R. Tayyip Erdoğan’ı ve AKP’yi İsveç aleyhinde ettikleri bunca sözden sonra NATO’ya teslim olmaya zorunlu kılan ne? Öncelikle borç para, dedik. İkincisi ise bitmeyen F 16 alma isteği.

El kapısında borç dilenenler, emperyalizmden umar, insaf, vicdan bekleyenler bunun bedelini ağır olarak ülkemize ödetecekler. İsveç’in NATO’ya kabul edilmesiyle ABD, Montrö Anlaşmasını gündeme getirdi. Bu hem ülkemizin hem de komşularımızın güvenliğini tehlikeye düşürmekte. Barış gölü olan Karadeniz’i, savaş alanına çevirmektir ABD’nin amacı.

AKP, ABD’ye teslimiyetiyle Rusya, İran, Çin ve tüm Avrasya’nın dostluğunu tehlikeye düşürmekte. Gazze’nin yok edilmesine sırtını dönmektir NATO’culuk. İsveç’te daha çok Kuran yakılmasına destektir bu. Ülkemizi bölmek için uğraşan terör örgütlerinin militanlarının Stockholm ve Helsinki’de daha güvenli dolaşmasına yol vermiştir NATO’nun genişletilmesi kararı. TBMM’de İsveç için kalkan eller, Türkiye’ye ve ülkemizin güvenliğine karşı kalktı. Bu tarihimizin büyük kara lekesi ve utancı…

Unutmadan söyleyeyim, ABD’ye teslimiyetin zehirli meyveleri önümüzdeki günlerde halkımıza bir bir yedirilecek. Bunların başında anayasa değişikliği olacak. Yakında anayasa değişikliği için kollar sıvanır. “Demokratikleşme, toplumsal barış” adı altında PKK ve FETÖ’nün önünü açacak bir anayasa, gündemimizi meşgul edeceğe benzer. ABD, hep aynı… Siyasetinde, emperyalist anlayışında, Türkiye’ye bakışında zerre kadar değişiklik yok! Onun dostları PKK ve FETÖ… Türk ulus devleti ise ABD’nin yok etmeye çalıştığı bir askeri, siyasi hedef, yani düşman… Bu gerçeği unutan, anlamayan siyasetçilerin ülkemiz yararına yapacağı bir şey yok!     

Evet, bekleyip görelim ABD heybesinden neler çıkacak?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  26 Ocak 2024

DÜŞMAN, SENİ NİYE ÖVER?


İsveç’in NATO’ya girmesi, 23 Ocak 2024 günü TBMM’de onaylandı. Düşmanın güçlenmesine olanak veren bu kararın Türk halkının hoşuna gitmediği kesin. TBMM’deki oylamada ABD/NATO lehine oy veren ya da oylamaya katılmayarak içinden geldiği gibi oy verme yürekliliği gösteremeyen milletvekilleri de mutsuz bu karardan. Bu karar ülkemizin dostlarını da memnun etmedi.

Türk ulusu, düşmana güç kazandıran bu karardan memnun değilse birileri çok mutludur. Kim mi? Ülkemize, 1945’ten bu yana düşmanlık yapan ABD yöneticileri.

Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Jeffry L. Flake, İsveç’in NATO’ya kabul edilmesi kararı karşısında memnuniyetini şu açıklamayla duyurdu: “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bugün aldığı İsveç’in NATO’ya katılımını onaylama kararını büyük bir takdirle karşılıyorum. İsveç’in NATO’ya katılımı, bugün her zamankinden daha önemli olan İttifak’ın güçlendirilmesi yönünde atılmış kritik bir öneme sahip bir karardır. Türkiye’nin NATO İttifakı’na olan bağlılığı sarsılmaz ortaklığımızı açıkça ortaya koymaktadır. Türk halkına ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetine teşekkür ediyorum.”

ABD Büyükelçisinin yukarıdaki açıklamasına sevinelim mi, üzülelim mi? Düşmanın övgüsüne sevinilmez. Ben de sevinmiyorum halkımızın ezici çoğunluğu gibi. Üstelik bu karar, halkımız gibi beni de üzmekte.

TBMM’de NATO’nun genişlemesine oy veren milletvekillerine bir sorum var: ABD/NATO, PKK/PYD’yi desteklemeyeceğine, Türkiye’nin bölünmesine yönelik terör eylemlerinin arkasında durmayacağına dair bir söz verdi mi? Gerçi böyle bir söz verse de tutmaz onu. Çünkü ABD tarihi; tutulmayan sözler, yalanlar, iftiralarla dolu. Amerikalı yöneticilerin en güzel yaptıkları iş, sözlerinden kolayca dönmeleridir. Bunun içindir ki bu emperyalist gücün sözüne güvenilmez.

Ey TBMM’de İsveç’in NATO’ya katılımına oy veren milletvekilleri! Düşman size teşekkür ediyor, verdiğiniz oylardan çok memnun olduğunu belirtiyor; siz verdiğiniz oylardan memnun musunuz acaba? Düşmanın övgüsü, sizi bir an olsun düşündürüyor mu verdiğiniz oyla ilgili.    

NATO’nun genişlemesini onaylayan milletvekilleri ve siyasal parti yöneticileri sorum sizedir. Yarın öbür gün Ukrayna da NATO’ya alınırsa bu karara “Evet!” diyecek misiniz?

Bir yurtsever olarak düşmandan övgü almak, beni üzer ve kendimi tepeden tırnağa sorgularım bu nedenle. Ya siz NATO’cu vekiller, ne yapacaksınız yaşamınız boyunca? Sorgulayacak mısınız kendinizi? Vicdanınıza nasıl anlatacaksınız yaptığınız bu işi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  25 Ocak 2024

 

NATO KARDEŞLİĞİ


23 Ocak 2024 Salı günü, Türk siyasal tarihine kara bir gün olarak geçti. Emperyalizme karşı savaşmak için kurulan Gazi Meclis, ne yazık ki emperyalizme teslimiyetin yeri oldu dün. Askerimizi şehit eden, ülkemizin bölünmesi için yıllardır elinden geleni ardına koymayan, Gazze’de çoluk çocuk demeden öldüren, yurtsever aydınlarımızı ortadan kaldıran, değerlerimizi hiçe sayan, dünyadaki bütün insan kırımlarının ve kıyımlarının öznesi olan NATO’nun genişlemesine “Evet” dedi TBMM çoğunluktaki milletvekilleri.

İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği, gündeme geldiğinde Cumhur İttifakının iki ortağı R. Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli ağır sözler söylediler bu iki ülke için. Her iki ülkenin başta PKK olmak üzere ülkemizi hedef alan tüm terör örgütlerinin yuvalandığı yerler olduğunu söyledi Erdoğan ve Bahçeli. Özellikle buralarda süren Kur’an-ı Kerim yakma olaylarına bu ülkelerin yöneticilerince göz yumulduğunu belirttiler. İsveç’i de Finlandiya’yı da NATO’ya asla kabul etmeyecekleri yönünde kesin bir dil kullandılar. Ne yazı ki bu ağır sözlerin altında kaldı hem Erdoğan hem de Bahçeli. Peki, sormayacak mıyız bu iki lidere: Ne oldu da böyle yüz seksen derece çark ettiniz sözlerinizden?

Atalarımız: “Büyük lokma ye, büyük söz söyleme!” demiş. Ne güzel söz… Önce üst perdeden at, tut; sonra hiçbir şey olmamış gibi söylediklerini unutuver. Siyasetçi, sözünün eri olmalı. Ağzından çıkanı unutmamalı. Seçmenlerini kandırmak için üst perdeden konuşmamalı. Hele ki devlet yöneticileri, tutarsız davranmamalı.

Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan ve ulusu temsil eden biri; sözünden, duruşundan, tavrından böyle kolay çark etmemeli. Kolayca verilen ödünler, devlet ciddiyetine yakışmaz. Türk devletini zayıflık içinde göstermek ise hem devletimize hem de ulusumuza gelecekte onulmaz zararlar verir.

İsveç’in NATO’ya alınmasının asıl nedeni, Rusya’yı kuşatmak. Ayca NATO’nun hedefindeki diğer ülke de Türkiye. AKP hükümeti; sözünden dönerek Rus dostluğuna zarar verdi. Ülkemizin kuşatılmasının önünü açtı. Ayrıca bu tavrıyla mazlum halkların ABD/NATO tarafından daha çok öldürülmesine, yok edilmesine, sömürülmesine, kırıma uğratılmasına alan açtı. Irak, Suriye, Libya, Yemen’de, Filistin’de milyonlarca Müslüman’ın öldürülmesini onaylamış oldu. İnsan sormadan edemiyor: AKP’nin Gazze için döktüğü timsah gözyaşı mı acaba?

AKP, MHP, CHP, DEVA ve Gelecek partileri İsveç’in NATO’ya alınmasına el kaldırarak ABD/NATO kardeşliğinde birleştiler. Bu partilerin defterinde tam bağımsızlık, ezilen halkların yanında yer alıp emperyalist boyunduruğa karşı çıkmak diye bir şey yazmıyor. Hepsinin efendisi aynı… İsveç’in NATO’ya girmesini TBMM’de onaylayarak ABD’nin buyruğunda olduklarını belirttiler. Ayrıca bu onaylama; Gazi Meclisimizin bağımsızlıkçı ruhuna, gazilik unvanıyla kazandığı saygınlığa da büyük zarar verdi.

ABD’nin ülkemizde beslediği iki terör örgütü var: PKK ve FETÖ… TBMM’de NATO’nun genişlemesini isteyen AKP, MHP, CHP, DEVA ve Gelecek partileri bu iki terör örgütünün arkasında sıralandılar. Bundan sonra şehit cenazelerinde üzülmesinler. Çünkü bu üzüntünün sahte, göstermelik, halkı kandırmak için olduğunu düşüneceğiz. Hem NATO’nun genişlemesini onaylayacaksın hem de ABD/NATO’nun şehit ettiği Mehmetçiklere üzüleceksin öyle mi?

Dün TBMM’de yapılan İsveç’in NATO’ya üyeliğinin kabulü oylamasına 253 milletvekili katılmadı. Neden mi? Bu vekiller aslında İsveç’in NATO üyeliğine karşılar çoğunlukla. Ancak parti liderlerine ters düşmemek adına korkularından oylamaya katılmamayı yeğlediler. Vicdanlarının, uslarının söylediklerinin değil, çıkarlarının peşinden gittiler. Bu da Gazi Meclisimiz için utanılacak bir durum. Özgür iradesiyle oy kullanamayan biri, milletin vekili olabilir mi?

Milletin vekilleri, milletin düşüncesini yansıtamıyorlar TBMM’de. Millt iradesi doğrultusunda davranmadıklarına göre kimin vekili bu kişiler?

Sözünde durmayan, ettiği yemine uymayan, ülkesinin çıkarlarına göre davranmayan, emperyalizmin çıkarları uğrana kendi bilincini yok eden siyasetçilerin aktöreye uydukları söylenemez.

İktidarla muhalefetin emperyalizmin egemenlik sınırlarını genişletmek için değil, ülkemizin çıkarları uğruna bir araya gelmesidir en büyük dileğimiz. Kendi aralarında kayıkçı kavgası yapan bu partilerin hepsinin ABD/NATO kardeşi oldukları kanıtlandı dün. Kayıkçı kavgası yapanları, bir araya getiren tek güç var: o da ABD. Onların Atatürkçülükleri de milliyetçilikleri de dindarlıkları da yalan, tıpkı sözleri gibi. Bize emperyalizme karşı eğilip bükülmeden dimdik duran, sözünün eri, yürekli siyasetçiler gerek. Yüreği Washington’da değil, Ankara’da çarpacak siyasal partilerle sorunlarımızdan kurtulup geleceğimizi kurtarırız.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            24 Ocak 2024

 

NATO’YA KARŞI YURTSEVERLİK SINAVI


Bugün İsveç’in NATO’ya girmesi oylanacak Gazi Meclis’imizde. Bizim Meclis’imiz, emperyalizme karşı bir savaşa öncülük etmek için kurulan kutlu bir yer. Ulusu ve onun iradesini temsil eder.

Türkiye, NATO’ya 18 Şubat 1952’de girdi. NATO’nun ortak bir güvenlik örgütü olmaktan çok, ABD’nin operasyon örgütü olduğunu sözümüzün başında söyleyelim. Ülkemizin NATO’ya girmesiyle birçok şey değişti. Ağır sanayi üretiminden vazgeçtik. “Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman” türküsü yapıldı. Bununla yerli üretime savaş açıldı adeta. Zeytinyağı yerine ABD’nin gönderdiği üzerine sineklerin bile konmadığı margarinleri yemeye başladık. Tamamen doğal ve yerli olan basma yerine ABD malı naylon fistanlar giyilmeye başlandı. “Sevdiğime varamadım/ Naylon çorap giyemedim” dizelerinin yer aldığı türküler söylenmeye başlandı.

ABD/NATO içimize kanserli bir ur gibi girip toplumumuzu kanser etti. Amerika’nın gönderdiği süttozu içildi okullarımızda. Oysa o yıllarda nüfusumuzun ezici çoğunluğu köylerde yaşamaktaydı. Herkesin ahırında ineği, bakracında sütü vardı. Çocuklarımıza kendi ürettikleri sütü içmeleri konusunda öneriler yapmak yerine, ABD süttozuna yönlendirildiler. Bu, hayvancılığımızı yok etmek için bir ABD/NATO girişimiydi.

Ulusal silah sanayimiz yok edilmeye çalışılıp ABD’ye göbekten bağlılık giderek arttı. Ekonomik ve siyasal açıdan bağımlılık, ülkemizin Kurtuluş Savaşı kazanımlarının bir bir terk edilmesine yol açtı. Bu, ülkemizde birçok sorunu da beraberinde getirdi.

Kurtuluş Savaşı’mızın öncüsü olan devrimciler ve milliyetçiler düşman kamplara ayrıldı. Dün omuz omuza emperyalizme karşı ulusunun bağımsızlığı için savaşanlar, emperyalizmin “Böl, parçala, yönet!” düşüncesiyle birbirlerine diş bilediler. Zamanla emperyalizmin yarattığı bu kamplaşmayla kan döküldü. Sağ-sol çatışmalarında bir emperyalist kurguyla gencecik canlarımız toprağa düştü. ABD/NATO, bununla yetinmedi; mezhep ayrımcılığı mikrobunu yaydı topraklarımız üzerine. Alevi-Sünni çatışmasıyla ülkemizi bölmeye çalıştı. Bunun için de büyük kışkırtmalarla yurttaşımızın kanı dökülüp canı alındı.

ABD/NATO, yaptırdığı askeri darbelerle demokrasimizin dengesini bozdu. Darbeler döneminde ülkemiz aydınları kırıma uğratıldı. Kültürümüz, sanatımız, sporumuz emperyalizmin etkisiyle yolundan saptı, ulusal özelliklerini yitirdi.

Amerikancı 12 Eylül darbesinden sonra Kürt-Türk çatışması sahneye kondu. Kırk yıldır canımızı verip kanımızı döktüğümüz bir dönem yaşamaktayız. Yalnızca canımızı mı verdik? Değil doğal olarak… Ekonomimiz zayıfladı bu yüzden. Siyasal saflaşmalar değişti. Bazı siyasal oluşumlar bölücülük üzerine kuruldu. Kurulmayanlar ise bölücülüğe şirin görünmek için köklerinden koptu.

Günümüzde ABD/NATO ülkemizi, kurduğu üslerle dört bir yandan kuşatmış durumda. Amaç, ülkemizin toprak bütünlüğünü bozmak. Kurtuluş Savaşı ile yırtıp attığımız Sevr’i yeniden uygulamaya sokmak için çaba göstermekte NATO. Yurdumuzu bölmek ve mazlum ulusları tutsaklaştırmak için varlığını sürdüren NATO’nun genişlemesine yol açan kararlar vermek, zalime güç vermektir. İsrail’in Filistinlileri daha çok öldürüp yok etmesine fırsat tanımaktır.      

Bölücü terör örgütü militanlarına kucak açan, Kuran yakama gösterilerine izin veren İsveç’in NATO üyeliğine onay vermek düşmanlığı hoş görmektir. Gazi Meclis, düşmanlığı hoş görmek için değil; düşmanlığa karşı savaşmak için kurulan bir kutlu yer. Milletin vekilleri, milletin kararına karşı oy kullanmamalı. Yapılacak en doğru iş, İsveç’in NATO’ya üyeliğinin halkoylamasına sunulması.

Bölücü terör örgütü PKK’ya bütçesinden para ayırıp TIR’lar dolusu silah veren ABD Türkiye’nin dostu değil, düşmanı. ABD denetimindeki NATO, baştan beri Türkiye’ye düşmanlık yapmakta. Bugün TBMM’de yapılacak oylamada ABD düşmanlığına oy verip vermemek söz konusu.

İşte, bugün TBMM’de oylanacak İsveç’in NATO üyeliği oylamasında ya mazlumun ya da zalimin yanında yer alacak oy kullanan milletvekilleri ve siyasal partiler. Bu oylamada milliyetçilerin, devrimcilerin, dindarların, Atatürkçülerin sahtesi ile gerçek olanı ortaya çıkacak. Gerçek Atatürkçüler, milliyetçiler, devrimciler ve dindarlar zalimliğin timsali olan NATO’ya karşı çıkmalı. Günümüz insanlığının görevi, zalimliğe dur diyerek mazlumu savunmak değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  23 Ocak 2024


FAKİR BAYKURT’UN SİVRİALAN’A GİDİŞİ (Pazar Yazıları)


Sivrialan, Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı bir köy… Bu köyün ünlenip herkesçe bilinmesini sağlayan Aşık Veysel… Veysel mi kim? Uzun ince bir yolda gece gündüz demeden, durmadan giden 20.yüzyılın büyük halk ozanı. Halkı, yaşamı, duygularını dizeleriyle anlatan Aşık Veysel Sivrialan’da yaşarken; halkın yaşayışını kitaplarında anlatan çiçeği burnunda yazarımız Baykurt, Sivas’a gelmişken bu büyük ustaya uğramaz mı?

Fakir Baykurt, Gönen Köy Enstitüsünü bitirdikten sonra bir süre köylerde ilkokul öğretmenliği yapar. Ardından Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümüne girer. Burada kendisi gibi köy enstitülü yazar Mahmut Makal’la dostluğunu pekiştirir. GEE’de türlü etkinlikler düzenlerler. Birinde, Aşık Veysel’i konuk ederler. İşte, Baykurt’la Aşık Veysel’in ilk tanışması burada olur.

Fakir Baykurt, 1955’te Gazi’yi bitirir ve Sivas Lisesi’ne Türkçe öğretmeni atanır. Sivas’a gelinir de Veysel’e uğranmaz mı? Zaman güz mevsimidir. Lisede bekleme sınavları yapılmakta. Fakir Baykurt, hafta sonu Sivrialan’a gitmeye karar verir. Sabahleyin altıda Kayseri üzerinden Ankara’ya giden bir otobüse biner. Üç saatlik bir yolculuktan sonra Şarkışla’ya varır. O zaman yollar yol değil. Yolculuklar, eziyete dönüşmekteydi çoğu zaman. Cumhuriyet’in kalkınma ışığı Anadolu’yu yeni yeni aydınlatmaktaydı. Yollar, yapılıyodu durmadan.

Şarkışla’da otobüsten inen Baykurt, Manifaturacı Zekeriya Efendi’nin dükkânını bulur. Orada bir süre konuk olur. Orada Sivrialanlı birisini bekler köye gitmek için uzun süre. Çay ve yemek ısmarlıyor Zekeriya Efendi. Ona, Sivrialan yolunun kaç saatte yürüneceğini soruyor Baykurt. O: “İyi yürürsen 14 sağlam! Belki bir atlı, arabalı rastlar. Yani şansın varsa! (Fakir Baykurt, Özyaşam 04 Köşe Bucak Anadolu, Literatür Yayınları, 3. Basım, Temmuz 2020, s. 12)”

Tarsus’ta limon dikiminden gelen Sivrialanlı Mehmet’i bulup getirirler. İkindi vakti yola çıkarlar köye doğru. Güneş önden vurmakta ve Baykurt’un alnını yakmakta. Gece boyunca yürürler kısa dinlenmelerle. Gece yarısı bir tepeyi aşarken Mehmet kesilince dinlenmek için attı kendini yere. “Buraya Teberik derler. Mezerleri görüyon! Çok mezer var. Tarsus, Mersin, hem de Adana’dan gelenler burda kesilir. Çoğu sıtmalıdır ya. Bir de adet vardır nedense; ölenlerin tümünü buraya gömerler. Burayı geçtiysen kurtardın paçayı. Icık dinlenek. (Aynı yapıt, s.13)”

Şafak sökerken Hüyük’ü geçerler. Az sonra Sivrialan’a varırlar. Aşık Veysel’i sabahın köründe rahatsız etmek istemiyorlar. Mehmet, Baykurt’u evine götürüp konuk ediyor. Hemen yataklara girip uyuyorlar yorgun eğinlerini dinlendirmek için.

Birkaç saat uyumuşlardı ki… “Tokur tokur seslerin arasında, belki düşlerdeyim. Hüsne kadın hayatın ocağına saç koymuş, ekmek ediyor. Tokur tokur sesler sürüyor. Biri merdivene mi vuruyor, yoksa kadının ekmek açtığı oklava mı çıkarıyor bu sesi? Tokur tokur.

‘Hösne Kadın; kimmiş konuk Sivas Lisesinden? Tokur tokur.’ Uykuyla uyanıklığımın arasında Veysel Emminin sesini alır gibi oldum ama tam değil, inanamıyorum. ‘Acaba eskilerden biri mi, yenilerden mi? Lisenin öğretmeni ta Şarkışla’dan yaya gelir mi? Şura deal ki! Gelir mi Şarkışla’dan? Kaymakam at buldururdu. Mutlaka buldurur. Ayakları patlamıştır; ta Şarkışla’dan…’

Duyuyorum uykumun arasında ama gözümü açamıyorum. Yapışık gibiyim sıcak yatağın içine. Diplere dalarak yatmayı sürdürüyorum. ‘Adını demedi mi Memmeet! Memmet sen de mi uyuyorsun? Hep uyuyacak mısın Memmeet?’ Gözleri olsa bakıp hemen tanıyacak. Parmaklarıyla yoklayamaz. ‘Demedi mi adını madını, Hösne kadın?’

‘Dediyse de habarım yok. Gelir gelmez attı kendini!’

‘Hele bekleyek! Şimdiye kadar bekledik ölmedik, şimdi beklesek de ölmeyiz…’

Hoşuma gidiyor bu derece meraklanması. Ama tam seçemiyorum yaptığım muziplik mi, umarsızlık mı? Dalıp çıkıyorum derinliklere.

‘Mamiren takımı uykucudur, yatar kaba kuşluğa kadar! Hele bekleyecek! Acaba kim?’ Sesinin fitilini kısarak konuşuyor, arada: ‘Ta Şarkışla’dan.’

‘Aşık, bir türkü söyle uyansın!’ diyor Mehmet’in anası.

‘Aaah, saz yanımda olsaydı!’

‘Uzak yerde deal ya, istetiver!’

‘Olmaz şimdi; dalgın uyuyor, ta Şarkışla’dan.’

Veysel Emmiye böyle bir işkence başlattığım için kendime kızdım. Başlatmışken caymayı istemedim birden. Hala kendimde değilim tam. Tokur tokur! ‘Memmet’in düğün ne zaman Hösnee? Everin şu oğlanı artık, günah! Acaba nasıl buldular birbirini Şarkışla’da? Hemi de kim acaba? Yoksam yolda mı rastlaştılar? Memmet için Şerife’nin kızı mı bitireceksiniz? Bakın demedi demeyin, Haydar’ın Hasan da havaslıymış Şerife’nin kızına. Elinizi tez tutsanız iyi olur. Eşşek Memmet, insan konuğu kapar alır mı kendine? Getir sahibine teslim et, bilmediğin ev mi Veysel’in evi? Acaba kim? Meraktan öldürmeyi sever sizin sülale! Hem de nasıl geldi yayan yapıldak ta Şarkışla’dan?’

Kollarımı yorgandan dışarı çıkarıp gözlerimi ovuyorum. Güneşin sıcağını duyar gibiyim. Canım güz güneşi diye geçiriyorum içimden. Alıyorum kollarımı içeri. Terli miyim diye yokluyorum kendimi. Hayır değilim. Uykumu almış mıyım diye yokluyorum; iyiyim, almış sayılırım. Ama kolay değil hâlâ göz kapaklarımı açabilmek. Veysel Emmiye oyun mu ettim, yoksa kendiliğinden mi böyle oldu? Icık ettim galiba. (Aynı yapıt, s. 14-15)”

Fakir Baykurt, en sonunda kalkar yatağından. Varır Büyük Usta’nın yanına. Veysel Usta, onu görünce çok mutlanır. Elini öper Büyük Ozan’ın. Kahvaltı hazırdır. Karınlarını doyurduktan sonra giderler birlikte Veysel’in evine. Konu komşu toplanır. Jandarmalar da gelir Karakilise’den dost meclisine. Aşık alır sazı eline, vurur teline. Bir gecede orada konuk olduktan sonra döner Sivas’a.

İşte, halkın yazarı olmak böyle bir şey… Halkın ozanını görmek için gece gündüz demeden yollara düşersin. Halkınla Sepetçioğlu oynarsın. Onlarla soluklanırsın gökyüzünün altında özgürlüğünü yaşarsın. Öğrenirsin onlardan, sonrasında okulda öğretmen olarak onların çocuklarına öğretirsin. Yazarsın halk da bilir olanı biteni. Aşık Veysel de Fakir Baykurt da olmak kolay değil. Büyük sanatçı olmak için efendin halk olacak. Onunla yürüyeceksin sonsuza dek ardına bakmadan güneşe doğru olgun başağın ağırlığıyla.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  21 Ocak 2024

 

 

“İSTİKBAL GÖKLERDEDİR”


Atatürk’ün ulusumuzun her bireyinin belleğinde yer etmiş bir özdeyişi yazımızın başlığı. Türk ulusunun, insanlığın geleceğinin göklerde olduğunu belirtmekte Büyük Atatürk büyük bir öngörüyle.

Atatürk, “İstikbal göktedir.” demiyor, “İstikbal göklerdedir.” diyor. Peki neden “gök” sözcüğünü, çoğul kullanıyor?

Atatürk döneminde uçaklarımız vardı. Türkiye’de onun döneminde ve öncülüğünde uçak üretmekteydi. O, eğinsel olarak dünyadan göçüp uçmağa vardığında ülkemizde, havacılık alanında ona yakın fabrika vardı. O dönemde Avrupa’da uçak üreten dört ülkeden biri Türkiye. Dünyanın sayılı uçak üreticilerinden biriydi ülkemiz. Ne zaman ki ülkemiz, ABD yörüngesine giriyor, işte o zaman sona eriyor uçak üretimimiz.

Atatürk’ün “İstikbal göklerdedir.” özdeyişiyle anlatmak istediği, üç gök var. Birincisi, atmosferin içindeki gök. Yani her sabah uyandığımızda başımızın üstünde masmavi, kimi zaman da yağmur bulutlarıyla kaplı gri-kara gökyüzü. Geceleri yıldızların göz kırptığı ve üstümüzü büyük bir yorgan olarak örten, yaşam kaynağımız havayı zapt eden yer. Bu gökteki uçak rekabetine katılmıştı Büyük Önder sağlığında.

İkinci gök, atmosferin dışı... Yani uzay boşluğu… Burada ulusumuzun geleceğini görmekte. Buradaki egemenliğin ülkemize üstünlük sağlayacağını gelecek kuşaklara hedef olarak göstermekte büyük bir öngörüyle. Ulusumuzun varlığının burada olduğunu söylemekte.

Üçüncü gök ise gezegenler, gök cisimleri… Atatürk bu özlü sözüyle bizlere gezegenlere çıkma amacını önümüze koymakta ulu bir ülkü olarak. Tıpkı dünya bilim dünyasının büyük bilgini Uluğ Bey gibi.

Yörük çadırından çıkıp uzaya giden Alper Gezeravcı’nın uzaydaki ilk tümcesinde Atatürk’ün unutulmaz özdeyişi “İstikbal göklerdedir.” sözünü söylemesi çok anlamlı. Yürüyen Türk’ü uçan Türk’e dönüştüren, Atatürk’ün yıllar öncesinden bize gösterdiği bu ülkü değil mi?

Gezeravcı, FETÖ kumpasıyla TSK’dan uzaklaştırılmış bir asker. Daha sonra FETÖ, TSK’dan tasfiye edilince yeniden ordumuzun saflarına katıldı. Amerikancı FETÖ, bir subayımızı hedef alıp ordudan atıyorsa demek ki bu subayımız, katıksız bir yurtseverdir.

Alper Gezeravcı’nın ülkemizi temsilen uzay yolculuğuna başladığı anda FETÖ’nün saldırısı başladı dört bir yandan. Her zaman olduğu gibi FETÖ’cüler bu tarihsel yolculuğu küçümsediler. Dalga geçtiler bir Türk’ün uzay yolculuğuyla. Özellikle sosyal medya üzerinden yaptılar bu saldırıları. Onlara anında PKK’lılar katıldı. Onlar emperyalizmin iki piyonu. Bunu anladık da kendini muhalif olarak gören kişilerin bu saldırılara katılması niye? Gezeravcı, ülkemiz adına uzayda. AKP’ye muhalefet etmek hakkınız, ancak bu tavrınızla emperyalizmin, yani Türkiye düşmanlarının yanında yer alıyorsunuz ve Türkiye düşmanlığı yapıyorsunuz. Sizin desteklediğiniz parti, iktidar olunca havacılık ve uzay çalışmalarını sürdürmeyecek mi? Sizin düşünceniz, iktidar olduğunda “İstikbal göklerdedir.” demeyecek misiniz?

FETÖ’nin en büyük becerisi yalan, iftira, saptırma ve karalayıcı sözler üretmek. Efendim, uzay aracı bizim değilmiş. Uzay yolculuğuna çok para ödemişiz. Bu parayla neler neler yapılırmış. Halkın parası çarçur edilemezmiş. Türkiye yıllardır TBMM’de bulunan vekil kılıklı PKK militanlarına para ödüyor. PKK’nın siyasal uzantısı partiye seçim yardımı adı altında milyonlarca lira gidiyor. Bu paraların hesabını niye tutmuyorsun?

Gezeravcı, uzay aracında cam kıyısında oturmuş da... Bazı aklı evveller de fotomontajla uzay adamımızı giysileri içinde mangalda sucuk pişirirken göstermiş. Zaten FETÖ’cülerin en iyi bildiği iş, fotomontaj yoluyla sahte belge üretmek. Türkiye’nin tüm başarılı işlerinde aynı şeyi yapmaktalar. Çünkü varlıkları, Türkiye düşmanlığı üzerine kurulu. Kimi bilgisizler, sözde Atatürkçüler bu FETÖ yalanlarına kolayca kanıp alay etmekteler ilk gökmenimizle. Son yıllarda halkla alay etmek, bir siyaset yapma biçimi oldu nedense.

Defalarca söyledim, bir kez daha söyleyeyim: Biz, 1920’li yıllarda uçak üretirken ülkemiz yoksulluk ve salgınlarla boğuşmuyor muydu? O yoksul ülkenin yurttaşları, her uçağımız uçtuğunda gurur duydu bununla. Bu atılımların ülkemizi, yoksulluktan kurtaracağını bilmekteydiler. Gezeravcı’nın bu yolculuğu, ülkemizde bilimin gelişmesi ve uzay çalışmaları için sıçrama tahtası olacak. Buna karşı çıkmak demek, ülkemizde bilimin gelişmesine karşı çıkmak demektir. Bunu da ancak Türkiye düşmanları yapar.

“İstikbal göklerdedir.” sözünü, Atatürk’ün “Önemli olan ufku görmek değil, ufkun arkasını görmektir.” Özdeyişiyle yan yana getirdiğimizde, çağcıl uygarlık düzeyinin üstüne nasıl ulaşacağımızın yol haritası, izlencesi çıkar ortaya.

Gezeravcı, uzaya Türk bayrağını çıkarıyor. Bayrağımızın uzayda olması bile parayla ölçülemez bir değer. Bunu, halkımız anladı; ancak aymazlık ve ihanet içinde olan kimi vatansızlar anlayamadı. Bu, Türk’ün duyumsayacağı bir gurur.

Atatürk: “Efendiler, gidip Toros dağlarına bakınız, eğer orada bir tek yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez.” demekte. İşte Alper Gezeravcı, Atatürk’ün bu sözünde belirttiği Toroslarda dumanı tüten evlerinde yetişen Yörük evlatlarından biri. Bize gururlanmak düşer onunla; düşmanlarımıza da karalamak, küçümsemek saldırmak, dalga geçmek…

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  20 Ocak 2024


GERÇEK HAYVANLARIN ANATOMİ SERGİSİ


17 Ocak 2024 Çarşamba günü akşama doğru Ataşehir’de bir AVM’de açılan Gerçek Hayvanların Anatomi Sergisi’ne gittik eşim ve oğlumla. Eşim, sabahleyin öğrencileriyle sınıfça gezmişti sergiyi. Atacan’la içeri girdik. Eşim ise AVM içinde mağazaları gezip vitrinlere baktı biz gezene dek.

Temmuz 2010’da ilk kez tanışmıştık Body Worlds ile. İlk kez ülkemize, İstanbul’a gelmişti insan bedenlerinden oluşan sergi. Sergiyi gezmemiz, çok uzun sürmüştü. Gördüklerimize inanamamıştık. İnsan anlağının neler yaratacağını, insan eğinini bile sanata dönüştürebileceğinin tanığı olmuştuk.

2010’daki sergiyi, o tarihte Atacan doğmadığı için gezememişti doğal olarak. O sergiyle ilgili yazdığım yazıyı okudu içeri girmeden önce. Merakı, biraz arttı. İçeri girip bir köpekle karşılaştığımızda kendisi için ne denli önemli bir yerde olduğunu anladı. Gördüğü her şeyin fotoğrafını çekip bilgilendirmeleri okudu, bazılarını dinledi. Kimi zaman tartışıp düşünce alışverişi yaptık.

Body Worlds’ün yaratıcısı, Dr. Gunther von Hegens, tasarımcısı ise Dr. Angelina Whalley… Bu sergide ağırlıklı olarak hayvan eğinleri var. Derileri olamayan hayvanların anatomik yapıları incelendiğinde birbirlerinden farkları olmadığı gibi insan eğiniyle benzerlikleri de çok ilginç. Özellikle öğrencilerin fen bilgisi ve biyoloji derslerini sevmeleri için gezmeleri gereken bir sergi. Nerdeyse hepsinin oluşumu aynı sayılır. Etçil ve otçulların sindirim sistemlerindeki farklılıkları da örnekler üzerinde görmek olası.

Ren geyiği, köpek, devekuşu, kemani balığı, mürekkep balığı, ahtapot, at, büyük beyaz köpekbalığı, mako köpekbalığı, kurbağa, deniz salyangozu, güvercin, tavuk, tavşan, salyangoz, keçi, fil, ayı, zürafa, goril, inek ve birçok hayvan sergilenmekte. Bazılarının iskeletleri var.

Kentte yaşayan birinin akciğeri sergilenmekte. Bu ciğerde kirlenme söz konusu. Kentin kirli havası, insanları nasıl etkilediğinin bir kanıtı bu.

Ana rahminde doğmadan ölen bir geyik yavrusu, ölüm uykusunda yakalanmış. Ayrıca bir keçinin doğmamış ikizlerini görmek olası. Canlıların doğada doğumla ölüm arasındaki yaşam çizgisinin güzel bir örneği bu. İnsan ve bazı hayvanların üreme organlarını görmek olası. Kemik ve kafatası kesitleri sergilenmekte.  

İnsan, inek, at, zürafa beyinleri var. İnsan beyni, diğerlerinden çok büyük. Bu da ona, doğadaki tüm canlılara üstünlük kurmasını sağlamakta.

Sergi, genellikle hayvanlardan oluşmakta. Bir tane insan eğini var dimdik ayakta. Çürümeden yıllarca duracak böylece.

Anatomi sergisinden çıktık. Atacan’la gördüklerimiz üzerinde uzun süre konuştuk. Çocuk, çok mutluydu. Sergiyle ilgili sürekli konuşmak istiyordu. Dolaştık çarşının içinde söyleşerek. Bir süre sonra eşimle buluştuk. Acıkmıştık üçümüz de. Yemek yiyip gitmeyi önerdim. Onlar yoğun olduklarını söyleyip “Evde karnımızı doyuralım.” dediler. Arabamıza binip evin yolunu tuttuk. Atacan’la sergiyle ilgili söyleşimiz evde de sürdü. Gece, mutlulukla kendimi uyku meleğinin kollarına bıraktım.

Not: 2010 Yılında Body Worlds sergisini gezdiğimizde yazdığı yazı: YAŞAM DÖNGÜSÜ https://adiladalet.blogspot.com/2010/07/yasam-dongusu.html

                                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                                            18 Ocak 2024

ÜRETEN KENTLER


Serbest piyasacı vahşi kapitalizm, kentlerimizi tüketimin doruğa çıktığı alanlara çevirdi. Usumuza gelebilecek her alanda tüketmekte her şeyi, kentler ve buralarda yaşayanlar. En çok da insanı tüketmekte kentler. Tüketen kentlerden önümüzde gri-kara yapılar, homurdayan taşıtlar ve onların amaçsız, anlamsız korna gürültüleri. Oysa kentler, üretimin ve uygarlığın geliştiği yerler. Hem ekonomik alanda hem de eğitim, kültür, sanat, bilim, sporda üretimin öncü yerleridir kentler.

Kent dediğimizde eğitim, kültür, sanat, bilim ve sporun her alanıyla ilgili üretimlerin yapılması gerek. Üretilen yapıtlar, gündeme gelen yeni akımlar, oluşturulan öncü düşünceler, bulunan yenilikler; toplumsal gelişmeye, yenileşmeye, ülkülere, dayanışmaya öncülük etmeli. Kentler devimselliğin merkezi, öncüsü olmalı. Oysa bizim kentlerimizde devimsellik söz konusu bile değil. Anlaşılmaz bir durağanlığın, cansızlığın, her gün yinelenen tekdüzeliğin alanı olmuş kentlerimiz.

Kentleşmede yapılan yanlışlar, kentlerimizi insanların yaşam alanı olarak değil; iç karartıcı, sele ve depreme dayanıksız yapılarla taşıtların bulunduğu yerler olarak planlandı ne yazık ki. Kent insanı, gri ve karanın egemen olduğu yapılarla korna seslerinin oluşturduğu karmaşayla tutsaklaştırılmış durumda. Tutsak insan, özgürlüğünü de özgünlüğünü de düşünsel, sanatsal ve bilimsel üretkenliğini de yitirmiş kişidir. Tutsaklık, kişiyi tekdüzeliğin içine sokar ister istemez. Bu tekdüzelik, giderek kişiyi bıkkınlık ve adı konamaz bir yorgunluğun içine sokmakta.

Kent insanı; tinsel erince ulaştığında eğitim, bilim, sanat, kültür alanında eşsiz yaratıları ortaya çıkarır. Tinsel erinç; yardımlaşmayı, dayanışmayı, düşünce alışverişini, uygar ölçülerde tartışma yapma anlayışını getirir. Bu da düşünsel gelişmeyi, insan bilincini üst düzeye çıkarır. İnsan bilincinin gelişmesi, onu üretmeye zorlar. İşte, böyle bir ortamda bilim, sanat, kültür üretimi gelişir.

Kentlerin ikinci üretim alanı teknik alandır. Bilim, eğitim, kültür ve sanat alanındaki gelişmeler ister istemez teknolojik alanı besleyecektir. Çünkü sorgulayıcı, araştırıcı, gözlemci nitelikleriyle üretken duruma geçen kentli insan, içinde uyanan merak duygusuyla teknolojide yeni buluşların kapısını açar.

Kent üretmeli. Her türlü atığı; bilinçli bir dönüşümle yararlı, kullanımlı bir gereksinim maddesine çevirmeli. Kısıtlı dünya kaynaklarından üretilen ve çoğu zaman çöpe atılan atıklar, türlü geri dönüşüm teknikleriyle insanın hizmetine yeniden sokulması gezegenimizin yaşam süresini uzatır. Kullandığımız her türlü kaynaktan olabildiğince az atık çıkması için belediyeler halkı bilinçlendirmeli. Bu bilinçlendirme sistemli ve sürekli bir eğitime dönüşmeli. Savurganlık, açgözlülük, tüketime odaklı bir yaşam anlayışının terk edilmesi kentlerimizi koruyacak en büyük zırh. Tüketimin en çok olduğu kentlerin bu konuda özenli davranması tüm doğa üzerinde etkisini gösterecek; toprak, hava ve suyu kirlenmekten, yok olmaktan kurtulacaktır.

Kentlerde atıklardan erke üretilebileceği gibi güneş ve rüzgârdan da bu üretim yapılabilir. On binlerce çatı bomboş durmakta. Buralara güneş enerjisi panelleri kurmayı belediyeler zorunlu kılmalı. Bu, erkede dışa bağımlılığı azaltacaktır. Kentlerde birçok yapının üzerine rüzgârgülleri konabilir. Metrolar sıkça işleyen taşıtlar. Geçtikleri yeraltı tünellerinde sürekli rüzgâr estirmekteler. Bu esintilerden erke üretilebilir.

Karadeniz’den Marmara’ya doğru Boğaz’dan sürekli olan bir akıntı var. Deniz geçişlerini engellemeyecek teknolojilerle bu akıntı, erke üretimi için kullanılabilir. Kuzeyden gelen akıntı, Sarayburnu önünde sıkışarak büyük bir nehir gibi sert bir akışla güneye doğru gitmekte. Bu doğal kaynak, erke üretimi için değerlendirilebilir. Otoyollar, yeni teknolojik gelişmeler ışığında erke üslerine dönüşebilir.

İstanbul’un kuzeyinde yer alan Karadeniz, neredeyse on iki ay boyunca sürekli dalgalı. Bu dalgalardan niye erke üretilmez?

Yıllardır güneş alan balkonumda yazın domates, salatalık, biber, fesleğen; kışın ise taze soğan, maydanoz, marul, roka yetiştirmekteyim. Bu, aile bütçemize katkı yapmakta. Bu sebzeleri, mutfakta yıkadığımız sebze ve meyvelerin suyunu biriktirerek sulamaktayız. Böylece kanalizasyona akıp gidecek suyu da atık olmaktan kurtarıyoruz. Bunun tüm kentlilere yaygınlaşması en büyük dileğim. Bu konuda belediyeler, halkı özendirici çalışmalar yapmalı. Küçük çapta da olsa böyle bir üretimin tinsel bir sağaltım olduğunu söyleyebilirim.

Nüfusumuz gittikçe yaşlanmakta. Emekli yurttaş sayısı, çalışan nüfusa oranı her geçen gün artmakta. Emeklilerin üretimden kopması, onları tinsel ve bedensel olarak çökertmekte. Bu nedenle onları, kurulacak düşkü evleriyle üretime katmalı. Düşkü evlerinde el işleri, oymacılık, kakmacılık, metal işleme, marangozluk… gibi el becerileri alanları oluşturarak onların üretim yapmaları sağlanmalı. Beyinsel ve bedensel etkinlik var oldukça yaşlılığa bağlı birçok sayrılık da önlenmiş olacak. Böylece emeklilerimizin sağlıklı bir yaşlılık dönemi geçirmesi sağlanacak.

Düşkü evlerinde sanatın tüm dallarıyla bilim alanlarında deneysel eğitimler verilmeli.

Kentin uygun yerlerinde düşkü bahçeleri oluşturulmalı. Buralarda, yurttaşlarımızın dört mevsim üretim yapması sağlanmalı. Onlara, yerel yönetimlerce her türlü destek verilerek üretmenin getirdiği mutluluk yaşatılmalı. Üreten kişinin mutlu olacağı gerçeği hep anımsanmalı.

Üreten kentliler arasında üretimin yaratacağı erinçle yardımlaşma, dayanışma, zaman zaman ekip ruhuyla iş yapma anlayışı gelişecek. Bu da birbirine yabancı kentliler yerine, sosyalleşen komşuları getirecek.

Üreten kentlerde suç oranı düşer. Üreten kentler, aynı zamanda güvenli yaşam alanlarıdır. Asalakların azaldığı, ortak emeğin çoğaldığı yerlerde üretmenin getirdiği özgüvenle gülümseyen insanların kenti olacak yaşadığımız yer.

Kentler, betona yatırım yapılan yerler değil; emeğe değer verilen yerler olmalı. Emeğin egemen olduğu yerde dostluk, barış, kardeşlik, erinç olur. Bunların yok olduğu yerde bunalım, kargaşa, gerginlik egemenlik kurar. İnsanoğlu, var olduğundan beri hep iyinin güzelin peşinden koşmadı mı?

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            16 Ocak 2024

 

KENTLERDEKİ ÇÖP SORUNU

 

Günümüz kentleri, ne yazık ki üretmek yerine sürekli tüketmekte. Havayı, suyu, toprağı, ormanı, insanı, kurdu kuşu, börtü böceği, çalıyı çırpıyı yiyip bitirmekte kent canavarı. Kapitalizmin kurduğu kent düzeneğinde canlıların, insanlığın, mutluluğun, güzelliğin, doğanın, sevgiyle yaşamanın bir önemi, bir değeri yok! Kentler yaşam alanı değil, kazanç kapısı olarak görülmekte. Bu yüzden de kentlerimizin altı, üstü yağmalanmakta bir avuç kişinin cebi dolsun diye.

Başta İstanbul olmak üzere kentlerimizin en büyük sorunu, çöp konusu. Özellikle havalar ısındığında çöp kokusundan sokaklarda yürümek neredeyse olanaksız. Belediyelerin çöp kamyonları sokaklarda bulunan büyük çöp kutularını boşaltırken içindekileri sıkıştırmakta ve çöplerin suyu, sokaklara akmakta. Evlerin önündeki çöp kutularının kapakları genellikle açık. Kediler, köpekler, martılar, kargalar… kapağı açık çöp kutularından beslenmekte. Buralarda mevsimine göre başta sinekler olmak üzere birçok haşarat kendilerine yaşam alanı bulmakta. Bu da salgınların yayılmasına ortam hazırlamakta. Bu nedenle çöp kutuları yeniden tasarlanmalı, kapakları kendiliğinde kapanan ve su sızdırmaz özellikli kutular üretilmeli. Ayrıca çöpler toplandıktan sonra çöp kutularının çevresi yıkanıp temizlenmeli. Özellikle kentlerin çok fazla çöp biriken merkezi yerlerinde çöpler alındıktan sonra temizliğin yanı sıra ilaçlama da yapılmalı.

Çöp ayrıştırılmadan atıldığından büyük bir erke kaynağı, geri dönüşüm fırsatı ıskalanmakta. Öncelikle çöpler ayrıştırılmalı. Geri dönüşümü olanaklı olanlar, üretim aşamalarından geçirilip yeniden halkın hizmetine sokulmalı. Böylece hem ekonomimizi geliştirmeye hem de doğal kaynaklarımızı korumaya olanak yaratırız. Geri kalan çöplerden kent için erke üretilmeli. Bu da erkede hem dışa bağımlılığı hem de dünyamızı kirletip yok eden fosil yakıtların kullanımını azaltır. Bunu sağlamak için çöplerin sınıflandırılmasına uygun çöp torbaları belediyelerce üretilip yurttaşlara dağıtılmalı. Çöpünü ayrıştıran kentliye, temizlik vergisinden indirimler uygulanmalı. Böylece yurttaş, çöp ayrıştırma işi için yüreklendirilmeli.

Birçok ülkenin çöp satın aldığını biliyoruz. Amaçları çöplerin içinde geri değişime uygun başta metaller olmak üzere türlü maddelerinin geri dönüşümünü sağlayarak ülke ekonomilerine katkı yapmak. Kentlerimizde geri dönüşüm yapılsa da bu yeterli değil. Çöplerde geri dönüşüme uygun birçok madde yok olup gitmekte.

Çöpten biyoenerji üretmek, çok önemli hem doğayı korumak hem tutumluluk hem de ülke ekonomisinin dışa bağımlılıktan kurtarılması açısından. Ne yazık ki bu alanda çok başarılı değil belediyeler. Bu konuda yeni yatırımlara ivedilikle gereksinim var.

Ülkemizde çöpe en çok atılan şeylerden biri yiyecekler. Üretilen ekmeklerin neredeyse üçte biri çöpe atılmakta. Ekmeğin dışındaki yiyeceklerin de önemli sayabileceğimiz bir bölümü çöpe dökülmekte. Bunlardan hayvan yemi üretilebilir. Toprağı ve suyu çokça kirleten kızartma yağları toplanarak besi tavukları için yem üretmek olanaklı. 

Çöp deyip de geçmemek gerek. Evsel atıklardan erke üretebileceğimiz gibi yeşil gübre üretme olanağı da var. Toprağımız gittikçe kirlenmekte. Ağaçsızlaşma yüzünden oluşan erozyon toprağın verimini düşürmekte. Toprağın verimini artırmak, onu güçlendirmek için yeşil gübre gerekmekte. Bu nedenle biyolojik atıkların her zerresi değerlendirilmeli. Çöplerin ülkemiz için değerli ve bulunmaz bir kaynak olduğu bilinci taşınmalı. Çöpü, çöpe atmamalı.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         16 Ocak 2024

 

BARINMA HAKKI


Ülkemizde barınma ve konut edinme hakkı, anayasanın güvencesi altında. Bu nedenle anayasaya uymak zorunda olan hükümet ve yerel yönetimler, yurttaşın konut edinmesi, barınması için gerekli çalışmaları yapması gerek. Çünkü bu, anayasal bir görev.

Anayasa, Madde 57: “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.” Anayasamız: “Devlet, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır.” diyerek devlet yöneticilerine görev verir. Yurttaşın konut edinme hakkını yaşama geçirmeyen devlet yöneticileri, anayasaya uymayarak görevlerini eksik yapmış demektir. Anayasanın hükmüne uymayarak halkın büyük çoğunluğunun barınma hakkını garanti altına almayan hükümet yöneticileri anayasamıza göre suç işlemekteler.

İnsan Hakları Beyannamesinde insanların barınma hakkı konusuna yer verilmiş ve bunun temel insan hakkı olduğu beyannamenin 25. Maddesinde belirtilmiş.

Cumhuriyetimizin kuruluş ilkelerinden ikisi halkçılık ve devletçilik. Bu nedenle halkçı devlet, yurttaşının barınma hakkını sağlamak için her türlü yatırımı yapmak zorunda. Ayrıca devletçiliğin var olmasının nedeni cumhuriyetimizin kimsesizlerin kimsesi olmasını sağlamak için. Kendi olanaklarıyla konut sahibi olamayan yoksul yurttaşlarımızın başını sokacakları bir konutun sahibi olmaları konusunda devlet gerekli yatırımları yapmak zorunda.

Cephede gözünü kırpmadan düşmanın üstüne yürüyüp şehit ya da gazi olan Mehmetleri konutsuz bırakmak kadar utanılacak bir ayıp yok! Yaşamı boyunca ülkesi için özveriyle çalışan insanlarımızın başını sokacakları bir evlerinin olmaması, büyük bir eksiklik.

Hükümet ve yerel yönetimler, başını sokacak bir evi olmayan yurttaşlarımız için toplu konutların yapımını yaşama geçirmeliler. Bu konutların yapımında kazanç amacı olmamalı, evler maliyetine halka verilmeli. Ayrıca en yoksul halk kesimi için sosyal konut yapımı gündeme gelmeli. Fabrikaların çalışanları için sosyal konut yapması devletçe desteklenmeli. Bu konuda yasal alt yapı oluşturulmalı. Bu sosyal konutların fabrikalara yakın yerlere yapılması sağlanmalı. Böylece çalışanların yollarda zaman yitirmesi önlenmeli, onlara dinlenecek, kitap okuyacak, aileleriyle ilgilenecek vakit yaratılmalı böylece. Ayrıca bu yöntemle trafik sorunu da hafifler.

Neden toplu konut? Toplu konutların yapılan yerlerde, sosyal donanım alanları oluşturulur. Ayrıca yeşil alanların oluşmasıyla yurttaşlarımızın hem bedensel hem de tinsel sağlığı korunmuş olur. Toplu konutlar, aynı zamanda insanların sosyalleşmesine yardım eder.

Varsıllar için toplu konut yapmak, pahalı evler üretmekte TOKİ. Bu; varsılı korumak, yoksulu gözden çıkarmaktır. Öncelikle evsiz adamı evlendirmek gerek. Birden çok konutu olan birine yeni konutlar üretmek adil değil. Varsıllara kazanç kapısı açmak. Bu da toplumsal dengesizliklere neden olmakta.

Kentlerimizin yaşanabilir duruma gelmesi için devlet elini taşın altına sokmalı. Anayasanın buyruğu olan yurttaşın barınma ve konut edinme hakkını hak edene vermeli. Devletin bir yana çekildiği yerde planlı, yaşanabilir kentler oluşmaz. Bu nedenle deprem olasılığı düşünülerek kentler planlanmalı ve devletin işe el atması gerek. Belediyeler hem devlet hem de halk tarafından denetlenmeli. Adam kayırma, rüşvet, yasadışılığa göz yumma gibi konular halkımızın gündeminden çıkmalı. “Benim adamım, senin adamın” yok; halk var, halk. Halkın yanında olmak zorunda her aşamadaki yönetici.

Adaletsizlik, bir virüs gibi kemirmekte ülkemizi. Bu virüsün devletimizi güçsüzleştirdiğinin ne zaman farkına varacak yöneticilerimiz? Particiliğin ülkemizi yiyip bitirdiğini ne zaman anlayacağız? Atatürk, 24 Ekim 1919 günü hepimizi şöyle uyarmakta: “Böyle bir zamanda parti manevrası yapmak doğru mu? Memleket olmazsa parti kaç para eder? (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 4, 1.Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, s.374)” ABD’nin terör örgütleriyle saldırdığı insanlarımızın bir lokma ekmeği zar zor bulduğu bir ortamda particilik yapıp ülkeyi düşünmemek düşmanın işini kolaylaştırmaz mı?

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            15 Ocak 2024