KARGALAR VE MARTILAR


Çatıdaki bacaların üstüne martılar tünemiş. İki martı da kiremitler üzerinde dolaşmakta ağır adımlarla. Bunlardan birisi, ağzını açarak yukarı kaldırmakta hırıltılı bir sesle. Başı yukarı doğru kalkarken boğazı şişip uzamakta. İki yavru, anne ya da babaları olan deniz kuşunun çevresini alıyor hemencecik. İyi ve uygun yerde konumlanmak için hafif de olsa itişmekteler. Dua eder gibi yukarıya kalkan gaga yavaşça yere doğru iniyor. Bu devinimle kanatlar, iki yana açılmakta. Kanatlar, asıl yapılacak eylemin destekçileri sanki. Kanatların açılmasıyla bir gölge oluşmakta. Yoksa bu yolla az sonra ağzından dökülecek olan yiyecekleri mi saklamak istemekte diğer kuşlardan.

Martı, iyice gerindikten sonra boynunu kalın bir boru gibi yere doğru büküp midesinde sakladığı yiyecekleri ağzından çıkarıyor. Az da olsa sindirilmiş balıklar, kiremitlerin üzerine düşüyor. İki yavru hızla atılıyor yiyeceklere. İkisi birer uçtan yakalayıp çekiştiriyor sindirilmiş balık ölüsünü. Bir yandan çekiştirirken diğer yandan da hızla yutmaya çalışmaktalar yiyeceklerini. En sonunda gaga gagaya geldiler. Hızla çekiştirip kardeşinin yutmakta olduğu balık ölüsünün tamamını almak istemekte her ikisi de. İki yandan çekiştirilen balık, en sonunda bölünüyor ortadan kardeş payı oluyor. İkisinin de boynu şişkin. Zor yutmaktalar yiyeceklerini.

Anne ya da baba martı keyifli. Görevini yapmanın mutluluğu var devinimlerinde. Yavruların yanında küçük turlar atmakta. Bu, bir sevgi belirtisi. Az sonra eşinin yanına gidiyor yavaş adımlarla. Neredeyse ikisinin boyunları birbirine dolanacak. Hafifçe dokunmalar var. Aynı anda kafalar inip kalkmakta bir dansın ritmi gibi. Bu, aşk değil de nedir?

Bir süre sonra yiyecek getiren martı, sanki diğerine bir şeyler fısıldıyor. Fısıldanan, ivecen kanat çırpıyor. Önce bir daire çiziyor çatının üzerinde, sonra denize doğru hızla uzaklaşıyor. Geride kalan martı, çatının yükseltisinde dinlenmekte. Biçimsiz yavrular, Kiremitlerin arasında bir şeyler aramakta. Gagalarıyla televizyon antenlerinin kablolarını gagalayıp çekiştirmekteler.

Çatını üzeri çanak anten dolu. Yüksek bir demir direkte de eski tip anten var. Anten, uzunca bir alüminyum kare boru ve ona, eşit aralıklarla dikey olarak iliştirilmiş ince alüminyum çubuklardan oluşmakta. Bu antene konan karga, aşağıda kiremitler üzerinde olup bitene, dikkatli gözlerle bakmakta. Bacaların üstüne konuşlanmış nöbetçi martıların gözleri, kargada.

Karga, sabırla izlemekte martı yavrularını. Baca üzerinde duran martılardan biri uzun uzun bağırmakta boğuk ve kaygılı. Bu, tehlikenin yakında olduğunu haber vermekte sanırım diğer martılara. Neredeyse tüm çatılarda gümüş martılar tetikte. Çatılara bakınca uzaktan da olsa martı yavruları seçilmekte. Kiremitler üzerinde bir, iki ya da üç yavru gezinmekte. Nöbetçiler, bacaların üzerinde…

Komşu çatıların birinde bir devinim olunca martı gözleri oraya yönelmekte. İşte, tam bu sırada karga, konduğu yerden çatıya doğru hızla iniyor. Hedefinde yavrular var. Yavrular, karganın gelişini görünce baca diplerine sığınıyor. Karga, yavrunun birini gagasıyla sürüklemek istiyor. Yavru, gagasıyla karşı koyuyor. Bu sırada bacalardaki nöbetçiler, kargaya çullanıyorlar çığlık çığlığa. Karga, aradan sıyrılıyor. En yakınındaki martının arkasına geçip saldırıyor. Onun kuyruğunu, kanadını çekiştirmekte. Martı geri dönünce karga yükseğe çıkıyor. Üstten martının omuz başlarına vuruyor gagasıyla sertçe. Karga arada bir çığlık atıyor. Bu çığlığa birkaç karga yanıt veriyor savaş alanına gelerek.

Martılar sayıca üstün. Olsun…Karga, vazgeçmiyor savaşından. Arada antene konup dinleniyor. Orası, onun siperi… Onun antene konması üzerine martılar da bacalara tünüyor. Karga, bu boşluğu iyi değerlendirip yavrunun birine çullanıyor. Ancak sert darbeyi vuramıyor. Martılar, sağlı sollu saldırıya geçtiler birden. Yanlardan gelen martı saldırısına karşı o, yukarıya doğru diklemesine uçuyor. Azıcık yükseldikten sonra kendisine yakın bir martıya üstten ve arkadan vuruyor gagasıyla. Saldırıları hep aynı açılardan yapılmakta neredeyse. Yine martı mangası karganın peşinde. O; uzak, yüksek bir çatının saçağına konuyor. Orda hem dinlenip hem de gözetlemekte çatıyı.

Saçağın kıyısındaki karga birden kanat açıyor gökyüzüne. Havada yarım bir daire çizdikten sonra bacaların üzerindeki martılardan birine arkadan vuruyor. Kuyruğunu çekiştiriyor. Martı, sinirle yerinden fırlıyor. Karga, kaçmış gibi yapıyor. Kaçmıyor. Hızla yükselip yukarıdan dalışa geçiyor martının kanatlarına. Martı, çığlık çığlığa saldırıyı savuşturuyor. Diğerleri yardımına geliyor çığlıkçının. Karga bıkmıyor savaşmaktan. Yorulmuyor da…

Martı yavruları baca diplerinde güvenli. Yanlarında birer nöbetçi, koruyucu yetişkin martı var. Karga, yavruları unutur gibi yapmakta. Amacı, yavruları koruyan martılar bıktırıp uzaklaştırmak. Yavruları savunmasız bırakmak…

Karga inatçı ve dayanıklı… Savunması da saldırısı da iyi ve kararlı… “En iyi savunma, saldırıdır.” sözünü doğru kılmakta. İki üç saat boyunca sürdü karga ile martıların kavgası.

Karga susadı ya da acıktı ki uçtu bulunduğu yerden uzaklara. Belki de şansını başka bir çatıda, başka bir martı yavrusunda deneyecek.

Neredeyse her gün kargalarla martılar arasındaki kavgalar sürüp gitmekte. Kentin çatılarında çığlık çığlığa egemenlik kurmak için savaşmaktalar. Gökyüzünün iki sevimli uçucusunun kavgasının nedeni, karnın doyurup yaşamda kalmak ve yavrularını beslemek.  İkisinin de besleyeceği yavruları var. Kargalar, henüz uçamayan martı yavrularını korkutarak, vurarak yere düşürmeye çalışmakta. Yere düşen martı yavrusu ya ölür ya da yaralanır. Bu kez de aşağıda sokak kedileriyle kargalar arasında kavga başlar. İkisinin de güçleri eşit sayılır. İkisi de karşısındakiyle amansız bir boğuşmadan çekinir. Çünkü ağır yaralanacaklarını bilirler boğuşma sırasında. Ancak yine de geri adım atmazlar.

Yüzyıllardır süren bir kavganın bir sahnesini, izliyoruz görebildiğimiz çatılarda. Oysa bu kavga, kargalarla martıların birlikte yaşadıkları kentin sahil kesiminde binlerce çatıda sürmekte her gün.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               22 Haziran 2022

 


DÜNYA NİMETİ


Savurgan olmayın, yurda zarardır

Dünyanın kaynağı sonsuz değildir

Tutumlu olunca her şey karardır

Sofranın ekmeği sonsuz değildir

 

İnsanın bazısı çöpte arar da

Atıkları bir bir gözle tarar da

Bir dilim ekmeği bin kez sarar da

Dünyanın yemeği sonsuz değildir

 

Kiminin umudu tane tanede

Kiminin isteği birçok hanede

Bir kuşun doyumu bir tek danede

Mısırın somağı sonsuz değildir

 

Adil’im dünyaya geldim geleli

Yokluk tamusunda aştım engeli

Çölleri de gördüm hem de cengeli

Evrenin dibeği sonsuz değildir

                        Adil Hacıömeroğlu

                        21 Haziran 2022

 

 

BABAMA ÖZLEM


Sayılmaz yokluğun günleri, ayı

Sayarsan yangının büyür de büyür

Babalık duygudur olmaz ki sayı

Gittikçe yalgının büyür de büyür

 

Babamı özlerim içimde durur

Ayrılık acısı içimde yürür

Usuma geldikçe yüreğim kurur

Eriyip kargınım büyür de büyür

 

Gündüzler, geceler geçip giderken

Türlü düşünceler varıp çiterken

Anılar çoğalıp gerçek yiterken

Kökünde çıvgının büyür de büyür

 

Adil der ki baban gitti gideli

Acı bir ırmak ki tükenmez seli

Karakış içinde bir bahar yeli

Ayrılığı sargın büyür de büyür

                        19 Haziran 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

EMPERYALİZMİN PİYONLARI


Emperyalizm, ezilen ulusları sömürmek ve onları baskı altında tutmak için yine ezilen ulusları piyon olarak kullanır. Bunun tarihte çarpıcı örnekleri var.

Birinci Paylaşım Savaşı’ndan önce Çarlık Rusya’sı, Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenileri kışkırttı türlü vaatlerle. Dünya Savaşı başladığında Osmanlı tebaası olan Ermenilerin büyük çoğunluğu silahlanarak Rusların safında Osmanlıya karşı savaştılar. Neredeyse bin yıldır birlikte yaşadıkları Türk komşularını katlederek ihanet ettiler vatanlarına. Kavgada yumruk sayılmaz, derler. Türkler, saldırganlara direnip karşı koydu. Tehcirle sürgüne gitti Ermeniler. Birçoğu emperyalizm uğruna toprağa düştü.

Savaş sırasında Rusya’da Bolşevik Devrimi oldu. Ermeni ırkçılarının arkasından çekildi devrimci yönetim. Bu kez arkalarında İngilizler vardı. Savaş bitti. Ermeniler tarihlerinin en büyük bozgununu yaşadılar.

Tarihten ders çıkarmayan Ermeniler, 1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsız devlet oldular. Tıpkı kendileri gibi bağımsızlığını yeni kazanan Azerbaycan’a saldırıp Dağlık Karabağ’ı işgal ettiler. Bu kez arkalarında Rusya vardı. Ayrıca yurt dışında yaşayan soydaşlarının sayesinde ABD ve birçok Avrupalı emperyalist devletler destekledi bu işgali.

Zaman, emperyalizme karşı rüzgârın estiği günler… Ermenistan’ın arkasındaki emperyalist destek, onun işgalini sürekli kılacak durumda değildi. 2020’de Azerbaycan, halkının gücü ve Avrasya ülkelerinin desteğiyle işgal altındaki topraklarını kurtardı. Erivan, büyük bir yalnızlığın ve emperyalistlerin onu terk etmesiyle teslim oldu. İkinci kez emperyalistlerce satışa geldi.

Yunanistan, İngilizlerin desteğiyle Anadolu’yu işgale kalktı. Türk Ulusu zor durumdaydı. Büyük savaşlardan, kırımlardan çıkmıştı. Yoksulluk halkın belini bükmekteydi. Öldü, denen ulus ayağa kalktı; Atatürk önderliğinde Yunanlılar denize döküldü. Yunanistan, yaklaşık yüz elli bin gencini Anadolu topraklarına bıraktı. Onlar, toprağa karıştı.

Afganistan’da, ABD destekli yönetim savaşı yitirdi. Tüm işbirlikçiler gibi Afgan yönetimi de uçağa atladığı gibi ABD’nin yolunu tuttu. Kimileri uçakta yer bulamadı ya da uçağa alınmadı. Bu kişiler uçağın tekerleklerine asıldılar gitmek için. Uçak havalanınca piste düşerek can verdiler. İşte, ABD’ye hizmetin ödülü!

Venezuela’da Juan Guaido, ABD desteğiyle darbe yapmaya kalktı devrimci hükümete. Emperyalizmin desteğini alan Guaido, halkın desteğini alamadı. Darbe başarısız olunca ABD onu yalnız bıraktı. Deyim yerindeyse sattı. Şimdilerde darbeci lider; sokaklarda gezemiyor, aşevlerinde yemek yiyemiyor. Halk, ona meydan dayağı atıyor.

Zelenski, birden ortaya çıkıp Ukrayna devlet başkanı oldu. Rusya’ya kafa tutmaya başladı, başta ABD ve Avrupalı emperyalistlerin desteğiyle. Ülkesini savaşa sürükledi baş döndürücü bir hızla. Savaşı yitirmek üzere. Ekonomik, sosyal, siyasal açıdan yok ettiği bir ülke var. Şimdilerde “Batı, bizi sattı.” diyerek ağlayıp durmakta. İbretlik bir görüntü bu.

Yunanistan yüz yıl önceki Anadolu bozgunundan ders almadı. ABD ve Fransa’nın desteğiyle sınırımızda savaş kışkırtıcılığı yapmakta. Yüz yıl öncesinde olduğu gibi kendi gücüne değil, onu kışkırtan emperyalist güce güvenmekte. Yarın satışa geldiğinde Zelenski’den beter ağlayacağı, Paşinyan’dan daha kötü bir duruma düşeceği şimdiden belli Miçotakis’in. Yine aldatılıp satışa gelecek. Yine olan Yunan halkına olacak. “Karşındaki seni bir kez aldatırsa o suçludur, ikinci kez aldattığında ise suç sendedir.” sözünü anımsatmak isterim bu arada.

Bir ulus, kendi gücüne güvenmeli. Başkasını sana güç vermez, seni kullanır. İşi bitince de çöpe atar. Bu nedenle tarihten ders almalı.

Not: Yazıyı desteklemek amacıyla TARİHTEN DERS ÇIKARMAYANLAR https://adiladalet.blogspot.com/2020/09/tarihten-ders-cikarmayanlar.html?spref=tw yazısının okunmasında yarar var.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               14 Haziran 2022

                                              

OKULLAR ÖĞRENCİLER İÇİNDİR


Yaz dinlencesi yaklaştı. Öğrenciler önümüzdeki cuma günü karnelerini alacaklar. Uzun bir dinlence onları beklemekte. Kimi sevinecek, kimi üzülecek öğrencilerin.

Yaz dinlencesi nedeniyle bazı velilerin çocukları için etkinlik arayışları başladı bile. Bundan da anlaşılacağı üzere öğrencilere boş durmak yasak!

Karne günü yaklaştıkça birçok derste konular bitti. Notlar verildi. Neredeyse öğrencilerin çoğu, hangi dersten kaç puan alacağını bilmekte. Öğrencilerde rahatlama söz konusu. Bu nedenle konu işlenmeyen zamanların tadını çıkarmaya çalışmaktalar. Bu da onların hakkı doğal olarak. Arkadaşlarıyla deyip gülmek, az da olsa dersleri eğlenceye çevirmek, sorularına yanıt almak, öğretmenleriyle özgürce söyleşmek istemekteler.

Karne öncesi günler, birçok öğrencinin gizli kalmış yeteneklerinin ortaya çıktığı zamanlardır. Bu, öğrenciler ve öğretmenler adına kaçırılmaz bir fırsat. Bu fırsatı değerlendirmek de öğretmenlere düşer.

Bazı öğretmenler, dersler bitip notlar verilince okulda yapılacak bir şeyin olmadığını düşünerek öğrencilerine: “Okula gelmeseniz de olur.” demekteler. Bu durum hem devlet okullarında hem de özel okullarda görülmekte. Bundan da anlaşılıyor ki kimi öğretmenler, öğrencilerin okullarda dolaşmalarından hoşlanmıyor. Oysa öğrencilerin yeri okuldur.

Ne yazık ki yukarıdaki tümceyi söyleyen sözde öğretmenler, öğrencilere ders dışı etkinliklerle hoşça zaman geçirtemiyorlar. Onların bilimsel, sanatsal, sosyal, kültürel alanlarda meraklarını uyandıracak söyleşiler yapamıyorlar. Bu sözle kendi yetersizliklerini ortaya çıkarmaktalar. Oysa konuların bittiği, notların verildiği son hafta okullar için bulunmaz bir fırsat. Öğretimin bittiği eğitimin başlayacağı bir altın fırsat… Bu fırsat, kolayca harcanamaz. Değerler eğitiminin verileceği bir zaman kazanılmakta. Öğrencilerin hangi alana eğilimlerinin olduğu bu dönemde belirlenebilir. Öğretmenlerin çocuklara yeni ufuklar açma olanağı zamandır son haftalar. Yaklaşık üç aylık yaz dinlencesinde zamanı verimli, yararlı kullanmak öğretilebilir konuların bitirildiği bu anlarda.

Bir öğretmen konumu, düşüncesi, yaşı, özel durumu ne olursa olsun okula gelmek isteyen öğrenciye “Okula gelmeyin!” dememeli, diyemez. Çünkü okullar, öğrenciler içindir. Öğrenci olmayınca okul ne işe yarar?

Öğretmen donanımlı olmalı. Önündeki izlence bittiğinde dut yemiş bülbüle dönmemeli. Öğretmenin her koşulda öğrencilerine verecek bir şeyleri olmalı. Dağarcığı dolu olmalı. Kendini sürekli yenilemeli. Okumayan, araştırmayan, öğrenme aşkı bitmiş bir kişinin öğretmenlik yapması hem kendisine hem öğrencisine hem de ülkemize zarardır. Öğretmenlik, yalnızca aylık almak için yapılacak bir iş değil.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               13 Haziran 2022

KEP TÖRENLERİ


Eğitim ve öğretim yılının sonuna geldiğimiz günlerde, neredeyse okulların hepsinde kep töreni yapma yarışı var. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite fark etmiyor. Her dereceden okulda mezuniyet törenleri ilgi çekmekte. Mezuniyetler, kep töreniyle kutlanmakta. Son yıllarda yaygınlaştı bu kutlama biçimi.

Mezuniyet töreni olur da fotoğraf olmaz mı? Aynı biçimde, renkte cübbeler; aynı biçimde kepler, aynı biçimde gülüşler, neredeyse aynı izlencelerle kutlanan okul bitirmeler. Bu alanda bir sektör oluştu. Kepler, cübbeler kiralanıyor. Aynı cübbeyi, yıl içinde onlarca öğrenci giyiyor. Aynı kepi, onlarca öğrenci aynı yıl içinde havaya fırlatıyor. Bundan da anlaşılıyor ki okul bitirme kutlamalarında tektipçilik söz konusu. “Demokrasi, demokrasi…” diye yırtınırken çok renklilik yerine bir tektipçiliğin tutsağı olmaktayız.

Peki, eskiden okul bitirmelerinde ne yapılırdı? Ne cübbe giyilirdi ne de kepler havalara atılırdı. Az sayıdaki kolejler bunun dışında tabi ki… Son sınıflar öğretim yılının ikinci döneminde düzenleyecekleri kutlama gecesinin hazırlıklarına başlardı. Sınıfta öne çıkmış lider öğrenciler ve ilgili öğretmenler, bir izlence oluştururdu. Neler yapılacağı belirlenirdi. Tiyatro, müzik, halk oyunları, skeçler, karagöz, türlü alanlarda yarışmalar, özellikle taklitler… Bu taklitler içinde en çok ilgi çeken ise öğretmenlerle ilgili olanlardı. Taklidi yapılan öğretmen kızmaz, tersine kendi de gülerdi. Öğretmenler, demokrasiyi, hoşgörüyü içine sindirdikleri için kızmak yerine kendi hatalarıyla yüzleşirlerdi bu taklitlerde.

Taklidi yapılmayan öğretmenler alınganlık gösterirdi. “Demek ki öğrencilerim bana ilgi göstermemiş, benim derslerime, davranışlarıma ilgi duymamışlar.” diyerek az da olsa bir kırılganlık gösterirlerdi. Bunu bilen öğrenciler, tüm öğretmenlerin taklidini yapmaya özen gösterirlerdi. Ders yılı boyunca ufacık bir gülümsemesini bile görmediğimiz öğretmenlerimiz, taklidi yapılınca katıla katıla gülerlerdi.

Yıl sonu kutlamaları, birçok öğrencinin yeteneklerinin ortaya çıktığı anlardı. Hiç ummadığınız birinden olağanüstü bir sanat yeteneği ya da bedensel becerileri bu kutlamalarda görürdük. Neredeyse sınıftaki her öğrenci, bir sorumluluk üstlenirdi. Aylar boyunca herkes, görevini gereği gibi yapmanın heyecanını yaşardı. Yetenekler, beceriler, üretkenlikler, yaratıcılıklar ortaya çıkardı. Bu kutlamalarda ortak bir iş yapmanın sorumluluğuyla arkadaşlar arasındaki bağlar güçlenir, dostluklar derinleşirdi. Öğretmen ve öğrenci ilişkileri daha bir içten olurdu. Ayrılık vakti geldiğinde öğretmenler de öğrenciler de üzülürdü.

Okul bitirme günlerinde yapılan kutlamalar, yıllarca konuşulurdu köy, kasaba ve kentlerde. Bu kutlamalar velilere ve yöre halkına açık yapılırdı. Genellikle okul bahçelerine sahne yapılırdı. Bu iş için fazla masraf yapılmazdı. Herkes işin ucundan tutardı becerisi ölçüsünde. Yapılan küçük giderler, ortaklaşa karşılanırdı. Tam bir imece söz konusuydu. Veliler, ellerinden gelen özveriyi yapardı. Ülkemiz henüz paranın tutsağı olmamıştı. Bir işe emeğiyle katılmanın yüceliği, toplumda kabul görürdü.

Sahneye konan birçok sanatsal gösterinin senaryosu öğrencilerce yazılırdı. Öğrenciler hem yazar hem de oynardı. Yetenekler adeta yarışırdı. Yemekte herkesin tuzu olduğundan öğrencilerin tümü mutlu olurdu. Öğretmenlerse gururlanırdı bu durum karşısında.

Eskiden yapılan yılsonu kutlamalarında uzlaşma kültürü egemendi. Ekip çalışması yapmanın gereğiydi bu. Uzlaşma da demokrasini olmazsa olmazı. Her bireyi olduğu gibi kabul etme ve herkesin düşüncesine saygı gösterme.

Eskiden yapılan okul gecelerinde yaratıcılık, üretkenlik vardı. Şimdi ise keplerde ve cübbelerde yaratıcılık, üretkenlik yok! Şarkılar, neredeyse hep aynı. Yayınlar, bilgisayarlardan yapılmakta. Öğrenci yeteneğinin yerini, teknolojik aletler almış durumda. Bazı kutlamalar lüks otel ve aşevlerinde yapılmakta. Veliler, çocuklarının mutlu günlerini izlemek için para ödemek zorunda kalmaktalar. Artık gelir kapısı bu iş. Birçok kişi, bu kutlamalardan payını almakta. Doğaldır ki paranın egemen olduğu bir yerde yetenek, beceri, üretkenlik ve yaratıcılıktan söz edilemez. Edilmiyor da zaten.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       12 Haziran 2022

DENİZ GEZİDE


Deniz, hafta başında sınıfıyla İstanbul’un bazı tarihsel alanlarına, hafta sonuna doğru da doğal güzellikleriyle ünlü bir mesire yerine geziye gidecek. Kaç gündür çok heyecanlı. Söylemese de içinde fırtınalar kopmakta. Gideceği yerlerle ilgili olarak az da olsa bilgi edindi önceden. Zaten daha önce anne ve babasıyla buraları gezmişti. Daha önce de gitse de bu geziler onun için çok önemli ve anlamlıydı. Çünkü arkadaşlarıyla gezecekti buraları. Heyecanı da bundandı.

Çocuklar, her şeyden heyecan duyar, ne güzel! Yaşamın renklerini iyi ayrımsar, günün tadını gerektiği gibi çıkarırlar. Bu nedenle yaşamlarındaki küçük değişiklikler, onları heyecanlandırmaya yeter. Bu heyecan; yeni şeyleri görmek, yeni şeyler öğrenmek, farklılıkları arkadaşlarıyla paylaşmak içindir. Bir günü, sabahtan akşama dek arkadaşlarıyla geçirmek çocuklar için bulunmaz bir fırsat, erişilmez bir mutluluktur. İşte bu fırsatın, mutluluğun değerini bilmek, tadını çıkarmaktır amaçları. Çocuklar kadar yaşadığı anın değerini bilen başka bir varlık var mıdır acaba?

Deniz’in hazırlıkları tamam… Gezi sabahı okul giysilerine yan gözle bile bakmadı. Mayısın değişken havasına uygun bir kıyafet giydirdi ona annesi. Babasından harçlık aldı. Küçük bir çanta vardı yanında. İçinde suyu ve birkaç gerekli gereksinim maddeleri vardı. Bu arada telefonu da çantasında.

Gezi yeri, Sultanahmet ve çevresi… Deniz, zaten tarihe meraklı bir çocuk… Tam da istediği bir yer burası bu nedenle. Sultanahmet’e varınca sınıf, annesi Handan telefonunu uzun uzun çaldırdı çocuğun. Deniz, duymazdan geldi zil sesini. Bu arada telefonun sesini kıstı. Öğlene doğru Deniz’in sınıf öğretmeni, gezilen tarihsel yapıların önlerinden toplu fotoğraflar gönderdi velilere. Çocuklar mutlu, sevinçli, gözleri ışıl ışıl ışıldamakta.

Handan, fotoğraflara bakınca neredeyse çıldırdı. Öğlene doğru güneş çıkmış, hava ısınmıştı. Buna karşın Deniz, üstündeki yağmurluğu çıkarmamıştı. Çocuğun gözlerindeki ışıltıya, yüzündeki gülümsemeye değil; sırtındaki yağmurluğa bakıyor anne. Deniz’in telefonunu birden çok çaldırdı. Ancak ne işiten var zilin sesini ne de telefonu açan var. Bu kez eşini aradı. Kağan, işine gücüne dalmıştı.

Handan: “Sana gönderdiğim fotoğraflara baktın mı?”

Kağan: “Evet, çocuklar çok mutlu görünüyor.”

Handan: “Deniz’in üstündeki yağmurlu gördün mü?”

Kağan: “Gördüm, sabahleyin çıkarken son anda giydirmiştin çocuğa.”

Handan: “Hava güneşli, şimdi çok terletmiştir onu yağmurluk. Çıkarması gerek. Aradım, telefonumu açmadı. Sen arayıp söyle de çıkarsın yağmurluğunu üstünden. Bak bu nedenle fotoğraflarda da güzel çıkmadı.”

Kağan: “Niye rahatsız edeyim çocuğu? Terlediğini anlamaz mı? Terlediğinde çıkarır üstündekini. Arkadaşlarının yanında onu küçük düşüremem. Bırakalım özgürce gezinin tadını çıkarsın.

Handan konuşmayı sürdürmeyip sinirle telefonu kapattı.

Akşam geldiğinde çocuk, çok mutluydu. Nerdeyse havalara uçacaktı. Kanatsız kuş gibiydi. Gerçi Handan’ın çocuğu yağmurluk ve telefonuna yanıt vermemesi konusundaki sorgusu, havalara uçmasını engellemeye çalışsa da o yine de aldırmadı annesinin sözlerine.

Hafta sonu yaklaşmaktaydı. Cuma günü erkenden Polonezköy’e gideceklerdi okulca. Sınıf öğretmenleri, kahvaltılık neler getireceklerini öğrencileri arasında bölüştürmüştü. Güzel… İyi bir imece… Paylaşma, dayanışma... Bu da eğitimin bir parçası… Sorumluluk verilmekte öğrencilere.

Deniz, domates ve salatalık götürecek gezi yerine. Birkaç gün önce hazırlıkların yapılmasını istedi. Kağan, bolca domates ve salatalık aldı. Perşembe akşamı sebzeler yıkanıp yerleştirildi. Heyecan dorukta. Yağmur yağmasın diye dua etmekte çocuk.

Sabah olunca çıktı evden heyecanla. Geziye gittiler. Bu kez öğretmen fotoğraf paylaşmadı velilerle. Handan, telefona abandı. “Öğretmen fotoğraf paylaşmadı, acaba bir şey mi oldu? Deniz de telefonu açmıyor.” diye söyleniyor.

Dayanamadı, en sonunda çocuğun öğretmenini aradı. Yanıt alamadı. Bu kez Kağan’ın telefonunu çaldırdı. Açtı telefonu Kağan. Soluk almadan konuşmakta Handan. Günün özetini yaptıktan sonra: “Deniz de öğretmen de telefonuma yanıt vermiyor. Fotoğraf da paylaşılmadı. Demek ki bir şey oldu.” sözleri, dilinden üzüntülü güz yaprakları gibi dökülmekte.

Kağan, şaşkınlıkla Handan’ı sakinleştirmeye çalıştı. Yürüyüş yaptıklarını ya da çocukların öğretmenleriyle oynadıklarını söyledi. Böyle bir etkinlikte telefonun sesini işitmelerinin olanaksız olduğunu anlattı. Ama ne fayda… Handan kestirip attı. “Sen, ne sorumsuz ve duygusuz adamsın! Çocuğunu niye merak etmiyorsun. Haber alamıyorum, dedim. Sen, rahatlıktan patlayacaksın; beni de çatlatacaksın.” diyerek yine telefonu kapattı.

Çocuğun geliş zamanından bir saat önce okulun kapısında dikildi Handan. Neyse ki çocuk zamanında geldi. Deniz, çok mutlu. Annesi, yine ondan hesap sorma peşinde. Çocuk aldırış etmiyor sorguya. Gezinin tadını çıkardı.

Handan’ın yaptığı annelik duygusunda öte. Çocuğun her davranışını, her adımını denetlemeye çalışmakta. Onun kendi kanatlarıyla uçmasını engellemekte farkında olmadan. Çocuğu, kanatları kırpık kafes kuşuna döndürmekte bu tür davranışlar.

Anneler, babalar çocukların sahibi değil. Çocuklar da onların malları sayılmaz. Onların ayrı bireyler olduklarını kabullenmeli ebeveynler. Çok söyleyip arsız etme yerine, örnek davranışlarla yönlendirmeliler çocuklarını. Asıl öğretici olan, olumlu örnek davranışlar…

Toplumda o kadar çok Handan var ki… İnsanın “Çocuklara özgürlük!” diye bağırası geliyor. Kentlerde olumsuz ve kısıtlı ortamlarda yetişen çocuklara bir de Handanlar eklenince yaşam daha da zorlaşmakta onlar için.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               12 Haziran 2022

 

 

 

 

 

YURTDIŞINA KAÇAN DOKTORLAR


Son günlerde özellikle sosyal medyada ülkemiz doktorlarının yurtdışına gitmek için yarıştıkları söylenmekte. Türkiye’nin siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan yaşanmaz durumda olduğunu belirterek bazı doktorların başka ülkelere gittikleri yazılmakta. Her gün onlarca doktorun ülkemizden ayrıldığı sık sık dile getirilmekte.

Sosyal medyada yazılıp çizilenlerin doğruluğu oldukça şüpheli. Doktorlar üzerinden Türkiye karşıtı bir kampanyanın düzenlendiği kesin. Bu kampanyanın başında da “Yaratıcı Yıkıcılık” izlencesini yürürlüğe koymak isteyen ABD-CİA var. Sosyal medyada bu işin taşeronluğu da FETÖ ve PKK’da. Ne yazık ki bazı doktorlarımız da bu rüzgâra isteyerek ya da farkında olmadan kapılmaktalar. Böylece ülkemizin zararına bir eylem, örgütlenerek yandaş toplamaya çalışılmakta. İşin acı veren yanı da yakınmalarla dolu bu kampanyaya katılan doktorlar, kendilerini Atatürkçü(!) olarak tanıtmaktalar.

Öncelikle belirteyim ki Atatürkçüler, hangi koşulda olursa olsun ülkelerinden kaçmaz. Ülkelerindeki zorluklara katlanarak olumsuz koşulları değiştirmeye çalışırlar. Sosyal medyada ağlaşmaz, Atatürk’ün izinde savaşırlar.

Kurtuluş Savaşı’nda ve sonrasında Atatürk’ün yanında bulunan doktorlar nasıl davranmışlar? Kişisel kurtuluşları için başka ülkelerin yolunu mu tutmuşlar, yoksa toplumsal kurtuluş için ölümü göze mi almışlar?

Bandırma Vapuru, 16 Mayıs 1919’da Samsun’a doğru yola çıktığında subay, er, teknik eleman olmak üzere içinde kırk dokuz kişi vardı. Yirmi bir de gemi çalışanı… Bu altmış dokuz kişi ölümü göze alarak ve omuz omuza vererek yurdu kurtarmak için yola çıkmışlardı. Gidecekleri yer Anadolu’ydu, yani halkın kucağı. Subaylar içinde üç doktor vardı. Dr. Albay İbrahim Tali Öngören, Dr. Binbaşı Refik Saydam, Dr. Yüzbaşı Behçet Efendi… Samsun’a gitmekte olan umut vapurundaki yirmi iki subayın üçü doktor… Bu oran, sosyal medyada kişisel kurtuluş peşinde koşan doktorlarımıza bir şeyler anlatıyor mu acaba?

Dr. Albay İbrahim Tali Öngören, Dr. Binbaşı Refik Saydam, Dr. Yüzbaşı Behçet Efendi mesleklerinde çok başarılılar. Cumhuriyet döneminde yaptıkları hizmetler saymakla bitmez. Bu doktorlarımız İstanbul’un renkli yaşamı, köşkleri yerine; Ankara’nın sefaletini, toprak damlı evlerini yeğlediler. Bir gün olsun yaşadıkları yokluktan yakınmadılar ve kişisel kurtuluşları için başka bir yere gitmeyi uslarından geçirmediler. Geride bıraktıkları İstanbul, onlara yaşam adını çok şey sunmaktaydı: bol kazanç, varsıl hastalar, bin bir gece masallarını andırır gece yaşamı… Yabancı dil bilen ve mesleğinde başarılı hekimler olan bu üç kahraman, yurtdışına gidip yüksek aylık almayı hiç mi hiç düşünmediler.

Sivas Kongresine gençlik adına katılan Tıbbiyeli Hikmet’i anmadan geçmemeli. Hani mandacıları tersyüz eden Hikmet Boran… Sivas Kongresinin yürekli tıbbiyelisi, kurtuluştan sonra hekimliğe başlar. Bir gün Atatürk, yanındakilere Tıbbiyeli Hikmet’i sorar. Onun TBMM’de yer almasının gerekliliğinden söz eder. Haber, tez elden Hikmet Bey’e ulaştırılır. O: “Paşam beni affetsin. İçinde bulunduğumuz koşullar nedeniyle Türkiye’nin milletvekilinden çok, doktora ihtiyacı var. Ben mesleğimi yapmayı, halkıma hizmet etmeyi düşünüyorum.” diyerek yanıtlar Atatürk’ü. Atatürk, bu yanıtı saygıyla karşılar. Çünkü bu yanıtta yurtseverlik çığlığı, özveri, halka adanmışlık ve savaşma isteği var. O dönemde ülkemizin baş belası, salgın hastalıklar. Sağlıkçılarımız, gecelerini gündüzlerine katarak çalışmaktalar. Salgın hastalıklarla savaşım başarılı olur ve Türk Ulusunun geleceği kurtarılır. Sağlıklı kuşaklar yetiştirilir özverili doktorlarımız sayesinde.

Burada doktor-şair Ceyhun Atuf Kansu'ya da değinmek isterim. Kansu, 1919 Bostancı-İstanbul doğumlu. Cumhuriyet döneminin ülkücü doktorlarından. Babası, Atatürk döneminin milletvekillerinden eğitimci Nafi Atuf Kansu’dur. Nafi Atuf Bey, bir dönem CHP’nin genel sekreterliğini de yaptı. Annesi de eğitimci Kansu’nun. Kansu, tıp eğitimini tamamlayıp çocuk hastalıkları uzmanı olarak göreve başlar. Ankara Numune Hastanesinde çalışırken bir yandan da ülkemizin en büyük gecekondu semtlerinden olan Altındağ’da bir poliklinik açar. Burada gecekondu çocuklarına sağlık hizmeti verir. Daha sonra Atatürk döneminde yapılan Turhal Şeker Fabrikasına kendi isteğiyle gider. On bir yıl boyunca burada işçi çocuklarına bakar.

Ülkemizin yoksulluk ve salgın hastalıklarla boğuştuğu zor dönemlerde Hikmet Boran ve Ceyhun Atuf Kansu’nun yurtdışına gitme olanakları vardı. Ancak gitmediler, neden? Büyük kentlerimizden birinde muayenehane açarak büyük paralar kazanabilirlerdi. Böylece torunlarının ekonomik geçimlerini bile garantiye alabilirlerdi. Bunu yapmadılar.

Yazımda sözünü ettiğim doktorların dışında binlercesi var kendini bu topraklara adayan. Onlar, kişisel kurtuluş yolunu seçmediler. Bu toprağın insanıydılar hem bedenen hem de düşünsel olarak. Hepsi ulusun kurtuluşuna inanmışlardı. Cumhuriyet ülküsüne sözde değil, özde bağlıydılar. Onlar için Atatürk; yakaya takılan bir rozet, her gün sosyal medyada paylaşılan bir fotoğraf değildi. Onlar için Atatürk, ulusa karşılıksız hizmet etmenin bir öncüsüydü. Atatürk, kişisel kurtuluşun değil, toplumsal kurtuluşun kılavuzuydu.

Ey “Yaratıcı Yıkıcılık” masallarına kanarak ülkeni terk etmeyi düşünen hekim arkadaş, bu ülkenin yoksullarının vergileriyle kurulan okullarda okudun. Üstelik neredeyse hepiniz dar gelirli ailelerin çocuklarısınız. Aileniz dişiyle tırnağıyla çalışarak ve türlü özverilerde bulunarak sizleri okuttu, halka hizmet edeceğiniz saygın bir mesleğin gururunu birlikte yaşayasınız diye. Bu gururu onlardan neden esirgiyorsun? Ülken, senin en güzel ve en kutsal bir mesleği edinmeni sağladı. Neden mi? İçinden çıktığın halka hizmet edesin diye. İçinden çıktığın halkı beğenmemek, ona burun kıvırıp yüksekten bakmak niye? Atalarımız: “Aslını inkâr eden haramzadedir.” demiş. Ben, bir doktora haramzadeliği yakıştıramam. Emperyalist yalanlara kanma, ülkemizdeki saygın yerini koru, el kapılarında halayık olma! Unutma ki bu ülkeden Vahdettinler, Damat Feritler kaçar; Atatürkçüler ise bu toprağa sımsıkı sarılarak sonuna dek savaşır.

Not: Konuyla ilgisi nedeniyle “NEDEN TIBBİYE” başlıklı yazımı okumakta yarar var: https://adiladalet.blogspot.com/2011/12/neden-tibbiye.html

                                                              Adil Hacıömeroğlu

                                                              11 Haziran 2022

 

 

 

 


BİTLİS’TE BEŞ MİNARE


27 Kasım 1915’te, Anafartalar Grubu lağvedilir. Mustafa Kemal, Edirne’de bulunan 16. Kolordu’nun komutanlığına atanır.

17 Şubat 1916’da, Bitlis Ruslarca işgal edildi. Rus işgalinde güç alan Ermeni çeteleri, halka saldırmaya başlar. Bu saldırlar, giderek toplu öldürmelere dönüşür. Bunun üzerine Albay Mustafa Kemal komutasındaki 16. Kolordu’nun Diyarbakır’a gönderilmesine karar verilir.

Mustafa Kemal ve kolordusu, zaman yitirmeden görev yerine ulaşır. Diyarbakır’a vardığında tuğgeneralliğe terfi ettiği kendisine bildirilir. Bitlis ve Muş’tan gelen haberler çok kötüdür. Ermeni çeteler, önüne geleni katletmektedir. Çetelerden kaçabilenler ıssız dağlara, kuytu vadilere saklanmaktadır. Bitlis, harabeye dönmüştür. Mustafa Kemal’in geçirecek bir dakikası bile yoktur. Hemen harekât planını hazırlar. Askerlerin gereksinmelerini karşılar. Halkın desteğinin önemini bilmektedir. Halktan destek alır. 2 Ağustos 1916 günü Bitlis üzerine yürür Mehmetçikle. Üç gün sonra Bitlis’e girer. Arkasından Tatvan kurtarılır.

16. Kolordu’ya bağlı 5. Fırka Bitlis’i kurtarırken 8. Fırka da Muş’un üzerine yürür ve bu güzel yurt toprağı da düşman işgalinden kurtarılır. Rusların Doğu cephesinde aldıkları en büyük yenilgidir bu. Savaş, geri çekilmeler ve saldırılarla sürüp gider. Amansız kış koşulları, zor doğa, Mehmetçik’i durduramaz.

Atatürk, 10 Kasım 1916 günü anı defterine şunları yazıyor: “Öksürükten ve çadırın fena kurulmuş olmasından ve rüzgârdan dolayı pek fena uyudum. (…) Öksürüğü teskin için çay içtim. Tekrar yattım. (…) Yolda iki neferden biri üzüm, biri elma satın almak istiyorlardı.  Banknot para verdikleri için tacirler ağlayarak şikâyet ettiler. Neferlere hak verdik. Yol boyunca iki yerde insan laşesi (cesedi) ve kemikleri görüldü. Açlıktan ölüp kalan hayvanat gibi. Atatürk’ün Hatıra Defteri, Şükrü Tezer, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1972, sf. 67)”

16 Kasım 1916’da anı defterine şunları not ediyor Atatürk: “Geceyi fena geçirmedim. Öksürük seyrek ve hafif idi. Tamamen uykuya mani olmadı. Gündüz öğleden evvel fırka kumandanını makamında ziyaret. Fırkanın tertibatında icraya tadilat lüzumundan bahis.

Badehu (ondan sonra) Bitlis’teki hastaneleri teftiş ettim. Temiz buldum. Şeyh Hazret, ki bir kolunu kesmişler, onunla görüştüm. Fırka Sertabibinin (başhekim) ifadesine nazaran hastane ittihaz olunan haneler temizlenirken 10-15 kadar İslam kadını başları bulunmuştur. Buradan avdet. Şerefiye denilen camii gezdim, hayvanat leşleriyle ve müzahrafat ile maliydi. Harab olmuş. Yolda 12 yaşında Ömer namında öksüz bir çocuk gördüm. Bunu yanıma aldım. Bu, görülünce daha üç tane böyle anası, babası ölmüş yetimler getirdiler, onlara da para vermekle iktifa ettim. (Aynı yapıt, 71)” Anı da belirtilen on, on beş İslam kadının başlarının Ermeni çetelerince kesildiği şüphe götürmez.

Atatürk’ün 18 Kasım 1916 günü öğleden önce Bitlis’in Kızılmescit Mahallesinde bulunan El Şeyhuttani El Halidi Mehemmed El Nakşibendi-i’nin türbesini ziyaret ettiğini anılarından öğreniyoruz.

Eşref Bitlis, PKK terörüne karşı usçu önerileriyle tanıdığımız ve kamuoyunun güvenini kazanmış eski Jandarma Genel Komutanımız. Şaibeli bir uçak kazasında (Bizce kaza değil, sabotajdır.) şehit olması, ulusumuzu derinden yaralayıp çok üzmüştür. Bitlis ailesinin öyküsü, insanı hem üzüntüye boğmakta hem de haklı bir gururu yaşatmakta. Çünkü aile üyelerinin bir yangın yerinin küllerinden yeniden doğarak büyük başarılara imza atmaları örnektir hepimize.

Bitlis’in Çarlık Rusya’sınca işgal edildiğini yukarıda söylemiştim. Bitlis ailesinin bazı üyeleri, Ermeni çetelerinin katliamından kurtulamamış. Bir bölümü katliamdan kurtulmak için önce Mardin’e, sonrasında Adıyaman ve Malatya’ya yerleşmiştir. Bu kaçış, aileyi darmadağın etmiştir. Savaşın acımasız koşullarında yaşama tutunup ayakta kalmaya çalışmışlar yıllarca. Aile üyelerinden İsa Efendi, memleketini terk etmek istemez. “Ölürsem de memleketimde ölürüm.” diyerek Bitlis’te kalır.

Ruslar, İsa Efendi’nin Bitlis-Kızılmescit mahallesindeki evine gelir. Onlara yol gösteren Ermeni çetecilerdir. Aile bireyleri saklandıkları için onlara kapıyı İsa Efendi açmış. Yaşlı baba, ailesini kurtarmak için kendini feda etmekte bu davranışıyla. Gelenlere ailesinin göç ettiğini, kendisi yaşlı olduğu için onlarla gidemediğini söyler. Onlar, inanmayıp İsa Efendi’yi dövmeye başlarlar. Zulüm artmıştır iyice. Oğulları dayanamayıp saklandıkları yerden çıkarak babalarını kurtarmak isterler. Böylece bütün aile katledilmiştir.

Ailenin dört beş yaşındaki üyesi, İsa Efendi’nin torunu Ahmet Kemal, evlerinde bahçıvan olarak çalışan Agop Efendi tarafından saklandığından toplu kıyımdan kurtulur. Savaş koşullarında iletişim zordur. Ailenin diğer üyeleriyle iletişim kurulamaz uzun süre. Agop Efendi, çocuğu ailenin göç eden üyelerine teslim etmek için uzun süre aranmış, dolaşmış durmuş. En sonunda aileyi, Adıyaman’da bulmuş. Ahmet Kemal’i amcazadelerine teslim etmiş. Ahmet Kemal’e kendi çocukları gibi bakmışlar. Aile daha sonra Malatya’ya yerleşmiş.

Aile, Malatya’ya dal budak salmış. Ancak köklerini de unutmamak için soyadı kanunu çıkınca “Bitlis” soyadını almışlar. Eşref Bitlis, kıyımdan kurtulan Ahmet Kemal’in oğludur. Toprağını terk etmeyip şehit olan İsa Efendi’nin de torununun çocuğu, orada babası İsa Efendi’yi kurtarmak için şehit edilen Abdülbaki’nin oğlu. Adıyaman’a ilk göç edenlerin çocuklarından Necmettin Bitlis de Polisan kurucusu ünlü bir sanayicimiz. (Her Şey Hayal Etmekle Başlar-Necmettin Bitlis ve Polisan’ın Hikayesi, Nuri M. Çolakoğlu, İstanbul, Kasım 2020) Aile üyeleri, ülkemize birçok alanda hizmeti sürdürmekteler. Bitlis ailesi, şehitlerle dolu... İsa Efendi, Abdülbaki Efendi, Eşref Bitlis adlarını bildiğimiz şehitlerimiz. Adını bilmediklerimiz daha çok. Başarıya ulaşmalarında, yurt için yararlı işler yapmalarında şehitlerimizin hiç payı yok mudur sizce?

Bitlis, işgalden kurtarıldıktan sonra bir harabe ve hayalet kenttir. İşgal sırasında kentten göç edenlerden bir baba ve oğul, düşmanın çekilmesinden sonra Bitlis’e dönmek için yola çıkar. Kent yakınındaki Dideban Dağı eteğine varırlar. Baba, kentte ne olup bittiğini ve canlı olup olmadığını öğrenmesi için oğlunu kente gönderir.

Bir süre sonra oğul dönüp gelir. Uzaktan babasına: “Kentte yaşama dair hiçbir iz yok, yalnızca beş minare ayakta kalmış.” diyerek seslenir.

Oğlunu sözlerini duyan baba, çocuğunu yanına çağırarak aşağıdaki ağıdı yakar:

“Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel/ Yüreğim dolu yâre beri gel canan beri gel/ İsterem yanan gelem beri gel oğlan beri gel/ Cebimde yok beş pare, beri gel canan beri gel.

Tüfegim dolu saçma, beri gel oğlan beri gel/ Güzelim benden kaçma, beri gel canan beri gel/ Doksan dokuz yaram var, beri gel oğlan beri gel/ Bir yara da sen açma, beri gel canan beri gel.”

Tarihin en büyük tanığı, olayları yaşayanlardır. Onların gözlemlerine, anlattıklarına bağlı kaldığımızda tarihsel gerçekleri doğru olarak öğreniriz. Bu yazıda üç ayrı kaynaktan yararlanarak bir tarihsel olayı anlatmaya çalıştım. Gerçeği öğrenen yeni kuşaklar, bir daha böyle büyük felaketleri, kıyımları yaşamamak için çok çalışıp tarihten dersler çıkarmalı. Tarihten gerekli dersleri çıkarmayanların sonu yine felakettir. Bu nedenle öncelikle ulusumuza güvenmeli, ülkemiz hakkında kötü amaçlar besleyen emperyalistlere karşı durup uyanık olmalıyız.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       22 Mayıs 2022

OKUL BAHÇELERİ NE İŞE YARAR?


Her okulun iyi kötü, küçük büyük, dar geniş, yeterli yetersiz bahçesi var. Okul bahçeleri ders aralarında ve dinlence zamanlarında öğrencinin oyun gereksinimini karşılamak içindir. Yalnızca oyun mu? Doğaldır ki hayır! Derslerde sıkılan, havasız sınıflarda soluklanmayan öğrenci ve öğretmenlerin temiz havayı ciğerlerine doldurma alanıdır buralar.

Çocuklar, doğaları gereği sürekli devinmekteler. Bu devinimler ve oyunlar, çocukların kaslarını geliştirir. Onlara, sağlam bedensel yapılar kazandırır. Ayrıca oyun, çocuğun kişisel becerilerini, zihinsel gelişimini artırır. Oyun, sonsuz bir öğrenme, yaratı alanı. Ne kadar çok oyun, o kadar çok yetenek ve üretkenlik…

Oyunla çocukların düş dünyası varsıllaşır. Türlü düşlemler kurar oynadıklarından kaynaklı. Düşlemleri sınırsızdır çoğu zaman.

Oyun, çocukları hem bedensel hem de tinsel açıdan güçlendirir. Atatürk’ün “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur.” özdeyişi, uygulamaya dönüşür okul bahçelerindeki oyunlarda. Öğrencilerin motor becerilerinin gelişmesinde oyunun varlığı, gücü yadsınamaz.

Okul bahçelerinin çoğu, nedendir bilinmez yüksek duvarlarla çevrilidir ve kapıları da kilitlidir.  Çocuklar ve gençler tırmanıp içeriye girmesinler diye birçok okulun bahçe kapısı ve duvarların üstlerinde dikenli teller bulunmakta. Bu durum, tutukevi görünümü vermekte görenlere. Okullarda ders yapılmadığında in cin top oynar buralarda.

Öğrencilerin, mahalle çocuklarının ve gençlerinin okul bahçelerinden dersler dışında yararlanma olanakları yok edilmekte. Zaten mahallelerde oyun oynanacak, spor yapılacak yerler neredeyse yok! Caddeler, sokaklar taşıtların ve bilinçsiz sürücülerin egemenliğinde. İmar planları yapılırken yarının büyükleri olan çocuklar, nedense kimsenin usuna gelmemiş. Onların oyun gereksinmeleri hesaba katılmamış. Yapılar, taşıtlar düşünülmüş de insan yavrusu bir yana itilmiş. Bu nedenle çocuklar dört duvar arasına tutsaklaştırılıp kafes kuşuna döndürülmüş. Kafes kuşları, bu dar alanda yaşaya yaşaya uçma yetisini zamanla yitirir. Kısa bir uçuştan sonra yoruluverirler. Çocuklar da böyle…

Geniş alanlarda arkadaşlarıyla oynayamadıkları için oyun oluşturmayı, düşlemler kurmayı, toplum içinde yaratıcı düşünceler geliştirmeyi unutmaktalar dört duvar arasında. Oyun, çocuğun sorunlar, sıkışmışlıklar, zorluklar karşısında çözüm bulmasnı sağlar. Bu konuda çocuk, kendini geliştirir. Zamanla sorunları dillendirip yakınan değil, onları çözen bir birey karşımıza çıkar. Bundandır ki çocuklardan oyunu esirgememeli.

Okul bahçelerinin mahalle çocuklarına, gençlerine kapı duvar olmaları çok üzücü. Hafta sonları öğrencilerin gideceği yer yok! Ders bitiminden sonra bahçeler kilitlenince öğrencilerin oyun alanı bulması olanaksız. Yaz dinlenceleri ise ne yazık ki bomboş geçmekte birçok öğrencice.

12 Eylül’le başlayan liberal süreçte her şeyi para olarak görme alışkanlığı türedi toplumumuzda. Buna koşut olarak kent merkezlerinde, özellikle de gezginlerin sıkça uğradıkları deniz kıyısındaki yerleşim yerlerindeki okul bahçeleri otopark yapılmakta. Çocukların cıvıl cıvıl cıvıldaşacakları, gençlerin heyecanlı spor karşılaşmalarını yapacakları alanlar taşıtlara ayrılmakta. Bu yolla da okul koruma dernekleri ya da aile birlikleri para kazanmakta. Bunun nedeni sorulduğunda ise yetkililer: “Okulun gereksinmelerini karşılıyoruz bu yolla.” demekteler. Ne acı değil mi? Okul bahçesi otopark olmasa okulun gereksinmeleri karşılanmayacak öyle mi? Bu okullarda eğitim yapılmayacak mı?

Sen, Atatürk’ün devletçiliğini terk edip birkaç kişiyi varsıllaştırarak halkı yoksullaştıran liberalizmi uygulamaya sokarsan geleceği kuracak olan çocuklarının doğru düzgün eğitim görmesini sağlayamazsın. Bunun içindir ki yıllardır Atatürk’ün halkçı devletçi sisteminin uygulanmasını istemekteyiz. Ülke kaynaklarını halk için kullanmalı eğitim, sağlık gibi yaşamsal alanlarda devletçilik uygulanmalı. Bu kurumların her türlü gereksinmeleri devletçe karşılanmalı. Böylece okul alanları otopark değil, çocukların ve gençlerin oyun, spor, sanat, kültür, sosyal alanları olur.

Bir ülkede çocuklardan daha değerli ne var? Bu sorunun yanıtını yediden yetmişe, yetkili yetkisiz herkes vermeli.

Okul bahçeleri, eğitimin bir parçası olarak üç yüz altmış beş  gün yirmi dört saat öğrencinin hizmetinde olmalı bir yaşam alnı olarak.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       1 Haziran 2022