YUSUF TOPAL NİYE ÖLDÜ?


                                    
Yusuf Topal… Seksen iki yaşında bir adam… Giresunlu…. Kışları genellikle İstanbul’da, yazları ise memleketinde yaşıyordu. “Yaşıyordu” diyorum, artık aramızda yok, yaşamıyor çünkü…
Yusuf Topal, yürüme güçlüğü çeken eşi Fatma Topal’a (82) ilaç yazdırmak ve evde bakım hizmeti kararının uygulanması için Giresun’un Gemilerçekeği Mahallesindeki 15 Temmuz Şehitler Aile Sağlığı Merkezi’ne gitti. Söylenene göre ilaç yazdırmak için gittiği otacı, hastayı görmeden ilaçları yazamayacağım, demiş. Otacı ile Yusuf Topal arasında tartışma yaşanmış. Otacı, tartışma sırasında polis çağırmış. İki polis, gelerek Topal’a ters kelepçe takıp biber gazı sıkınca yaşlı adam fenalaşarak yere yığılıyor. Bindirildiği polis aracı hastaneye gidiyor gitmesine, ama yaşlı adamın yüreği olanlara dayanamıyor.
Soru şu: Yaşlı adamın ölümüne ne, neden oldu?
Önce otacıdan başlayalım işe...
Yusuf Topal, ilaç yazdırma izleğine aykırı bir istekte bulunmuş olabilir. Bu durum karşısında otacının duygudaşlık yapması gerekirdi. Kendini Yusuf Topal’ın yerine koymalıydı. Evde, neredeyse yaşamının tümünü birlikte geçirdiği hasta karısı. Kendisi de oldukça yaşlı. Yaşlılıkta yollar uzar da uzar, bitmek bilmez. Her adımda eklemler ağrılarla sarsılır. Yılların yorgunluğu içindeki bacaklar, artık bedeni taşıyamaz olur. İnsanlar yaşlandıkça duygusallaşır. En kolay işleri yapamamanın getirdiği bir güvensizlik egemen olur çoğu zaman insan tinine.
Yaşlı (yaşulu) kişi, çevresindekilerden saygı görmek ister. Bu saygıyı, geçmiş yaşantısının bir ödülü sayar.
Kadın olsun erkek olsun fark etmez, eşini yitirme olasılığı insanın usundan çıkmaz. Bu durum, kişiyi kaygılandırır. Zaten yalnızlaşan yaşlı kişi, tek başına kalma olasılığını düşündükçe perişan olur.
İşte, otacının karşısında yukarıda kısaca anlattığımız tinsel durumdaki biri var. Bu nedenledir ki, otacının yaşlı adamla (Bu tüm yaşlılar için geçerlidir.) konuşurken her sözcüğünü bin kere düşünerek söylemeli ve onun işini kolaylaştırıcı bir tavır takınmalıydı. Polise gerek olmadan sorunu çözmeliydi. Katı kuralcılık yerine, çözüm odaklı davranmalıydı.
Polise gelince…
Karşısındaki kişinin kim olduğuna, kişinin bedensel özelliklerine, yaşına, sağlığına, cinsiyetine bakmadan yapılmakta çoğu zaman sert müdahaleler. Çoğu polis, sorun çıkaran kişiyi düşman gözüyle görmekte. Bu nedenle de sert davranışlar sergilemekteler. Karşında seksen iki yaşında bir adam var. Ters kelepçe takıyorsun adama... Yetmiyor, üstüne biber gazı sıkıyorsun… Ardından kalp krizi geçirmekte olan yaşlı bir adamı cansız bir paket gibi yerde sürükleyerek polis otosuna bindiriyorsun… Böylesi bir duruma beden dayansa yürek dayanır mı?
Polis, önüne gelene şiddet uygulayan bir kişi midir? Yoksa olayları, küçük sorunları, duygudaş olmamaktan kaynaklı çözümsüzlükleri kolayca halletmek midir işi?
Toplumsal gösterilerin çoğunda tanık olmaktayız. Önüne gelene yaşlı-genç, kadın-erkek, engelli-sağlam demeden cop sallamakta polislerin çoğu. Biber gazı ise kolayca kullanılmakta.
Karşındaki kim? İnsan…
Biber gazı sıktığın kim? Vergisiyle sana maaş ödeyen ve elindeki copun, kelepçenin, biber gazının parasını veren senin yurttaşın… Yusuf Topal fındıklarını toplayıp sattığında sana vergi ödeyecekti, tıpkı yıllardır ödediği gibi. Sözüm Giresun’daki o iki polisin nezdinde tüm polisleredir. Sabah kahvaltısında yediğiniz ekmekte, peynirde, zeytinde; içtiğiniz çayda, sırtınızdaki giyside, çocuğunuzun harçlığında, eşinizin rahatında Yusuf Topalların emeği, alınteri ve hakkı var.
Copu vurmak için kaldırırken, ters kelepçeyi takarken, biber gazını sıkarken, insanları yerlerde sürüklerken bir an olsun düşünün… O kişi sen de olabilirsin, bir yakının da olabilir. Biraz duygudaşlık gerek… Olmasa da karşındakinin bir insan olduğunu her adımda anımsa!
Yusuf ve Fatma Topal çifti fındık toplamak için İstanbul’dan, memleketleri Giresun’a gitmişlerdi. Kim bilir ne hayalleri vardı. Bu hayaller sağlık ocağının kapısında karanlık bir kuyuya gömüldü, bir daha görünmemek üzere… Topladıkları fındıkları, torunlarının ve komşularının avuçlarına titrek elleriyle uzatamayacaklar. O fındıkları uzatırken gözlerindeki yağmur gülüşler olmayacak bir daha.
Polis otosuna ters kelepçe ile bağlanmış elleriyle sürüklenerek bindirilen Yusuf Topal ölmedi yalnızca. Seksen iki yaşında iki dev çınarın hayalleri de öldü. Söyleyin bakalım, Türk insanı böylesi bir ölümü hak ediyor mu?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       29 Temmuz 2018
                                               
           



SÖYLEYİN, KİMDEN YANASINIZ?



ABD’li dinadamı (!) Andrew Craig Brunson, görev yaptığı İzmir’de casusluk suçlamasıyla tutuklanmıştı. Brunson için istenen ceza otuz beş yıl. FETÖ ve PKK ile işbirliği yapmak suçlanmasının asıl nedeni.
Rahip Brunson tutuklanınca ABD’li yetkililer büyük tepki gösterdiler. Dinadamının serbest bırakılması için tehditler savurdular. Türkiye’deki hukuksal işlerliği yok saydılar. Ülkemizin egemenliğini hiçe sayan tavırlar gösterdi ABD’li yöneticiler.
Öncelikle şunu belirtelim. Bir yabancı dinadamının FETÖ ve PKK yöneticileriyle ne işi olur? Onlarla sık sık görüşmesinin amacı ne? Öteden beri bilinen bir şeydir ABD’li dinadamlarının misyoner etkinlikleri. Ancak bu görüşmeler, misyonerliğin ötesinde. Türkiye’nin terör örgütü olarak nitelediği örgütlerle bir yabancı dinadamının içli dışlı olması bir tek sözcükle anlatılır. Casusluk…
9 Aralık 2016’da, FETÖ ve PKK adına suç işlediği savıyla tutuklandı Brunson. İzmir Cumhuriyet Savcısı Berkant Karakaya tarafından hazırlanan iddianamede “Din adamı görüntüsü altında söz konusu terör örgütleri (FETÖ ve PKK) adına suç işlediği ve genel stratejileri kapsamında eylem birlikteliği içinde olduğu, örgütlerin amaçlarını bilerek ve isteyerek işbirliği yaptığı” belirtilmiş.
Rahip Brunson, ABD’li bir askere gönderdiği 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin başarısız olmasından üzüntü duyduğunu ilişkin ileti içeriklerine yer verilmiş iddianamede. Cep telefonunda: “Türkleri sallayacak bazı olayları bekliyorduk. İsa’ya dönmek için gerekli koşullar oluştu. Darbe teşebbüsü bir şoktu. Birçok Türk geçmişte de olduğu gibi askeriyeye güvendi; ancak bu sefer çok geçti. Ve darbe teşebbüsünden sonra bu başka bir sallama. Sanırım olaylar daha da kötüye gidecek. Sonunda biz kazanacağız.” Bu sözler, dinadamı kılığındaki kişinin amacını açıkça ortaya koymakta. Karşımızdaki kişi, masum bir dinadamı değil; Türkiye’deki ABD destekli bütün terör etkinlikleriyle ilgili düşünce sahibi. Ayrıca bastırılan darbe kalkışması karşısında oldukça üzgün olduğunu da anlamaktayız. Telefon kayıtlarından FETÖ sorumlularıyla ilişkisi saptanmış.
İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi, 25 Temmuz 2018 günü Andrew Brunson hakkında “sağlık sorunlarını” da dikkate alarak adli kontrol koşuluyla cezaevinden çıkmasına ve ev hapsine alınmasına karar verdi. ABD yöneticileri tahliye beklerken tutukluluğun ev hapsine dönüştürülmesi karşısında sert, tehditkâr açıklamalarda bulundular.
Başkan Trump: “Brunson’ı uzun zamandır gözaltında tuttukları için Türkiye’ye geniş çaplı yaptırımlar uygulayacağız.” diyerek Türkiye’ye açıkça savaş ilan etti.
ABD Başkan Yardımcısı Pence ise. “Brunson’u ya şimdi serbest bırakın ya da sonuçlarla yüzleşin.” diyerek tehditkârlığın dozunu yükseltti.
Hem ABD başkanının hem de başkan yardımcısının açıklamaları Türkiye’ye açık bir düşmanlığın göstergesi. Mafya yöntemleriyle tutuklu birinin serbest kalmasını istemekteler. Dinadamı kılıklı casusun suçüstü olmasının telaşıyla Türkiye’ye saldırmaktalar.
Türkiye, Brunson’u serbest bıraksa ABD’nin öfkesi dinmez. Asıl amaç, Türkiye’yi Avrasya’dan uzaklaştırarak eski, ileri karakol konumuna getirmek. Ülkemizi bölme planlarını sürdürmektir asıl istekleri. Bölünmeyen bir Türkiye, ABD’nin Ortadoğu planlarının önünde büyük bir engel. Avrasya ile birleşen Türkiye, tam bağımsızlığa kavuşup demokrasiyle yönetilir. Emperyalizmin yıkıcılığından kurtulan ülkemiz, Avrasya’da Cumhuriyet kurumlarını yeniden oluşturur. Tarikat ve cemaatler etkisizleştirilerek laiklik yeniden yaşama geçer.
ABD’nin tehditleri havalarda uçuşurken ne yazık kendilerini solcu, laik, demokrat, hatta milliyetçi olarak tanımlayan kimileri; bu tehditlerin Erdoğan’ı hedef aldığını düşünmekteler. Erdoğan düşmanlığı gözlerini öylesine karartmış ki ABD’nin tehditleri karşısında Türkiye’nin değil de ABD’nin yanında yer almaktalar. Burada aymazlık, ihanete dönüşmekte. Bu nasıl bir Erdoğan düşmanlığıdır ki emperyalizmin Türkiye’yi tehdidi karşısında bile kendi ülkesinin yanında yer alamıyorlar.
Evet… Karar verin, söyleyin bakalım… Türkiye’den yana mısınız, yoksa ABD emperyalizminden mi?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       27 Temmuz 2018


BEDELLİ ASKERLİK


                                                
AKP hükümeti bedelli askerlik için düğmeye bastı. TBMM’de sağdan sola doğru birçok siyasi görüş, parti temsil edilmekte: YCHP, MHP, BBP, İYİP, HDP, SP, DP… Muhalefet partilerinden hiçbiri bedelli askerlik konusuna karşı çıkmıyorlar. Tartıştıkları konu, askerlikten kaçmanın bedelinin kaç lira olması gerektiği ve vatan hizmeti kaçkınlarının yirmi sekiz gün silah altına alınma zorunluluğunun olup olmaması.
Zorunlu askerlik, vatan savunması için vazgeçilmezdir. Çünkü vatan, yurttaşların ortak çabasıyla savunulur. Her yurttaş, topraklarını savunmak için sorumluluk üstlenmeli. Yoksa vatan da millet de kalmaz.
Varsılıyla yoksuluyla yurttaşın eşitlendiği yer, asker ocağıdır. Orada her şey gider, Mehmetçik kalır. Mehmetçik, yurttaşın sınıf farklarının bir yana bırakılarak eşitlendiği bir kimliktir. Her Türk gencinin ülküsü, hayali zamanı gelince Mehmetçik olmaktır.
Asker ocağı yalnızca askeri eğitimin verildiği bir yer değil. Sosyal açıdan eğitilir Mehmetçik. Toplu yaşamanın kuralları öğrenilir. Dayanışmanın,  yardımlaşmanın, küme olarak iş yapabilmenin önemi kavranır. Kişisel becerilerin kazanıldığı yerdir. Sabretme, gücünü akılcı kullanma, olaylara doğru zamanda müdahale etme, sorun çözme alışkanlığını edinir Mehmetçik asker ocağında. Vatanın kutsallığı, ulusunun yüceliği, tarihiyle ilgili bilinçlenir. Vatanın bütünlüğünü, milletin birliğini korumak vazgeçilmez bir inanca dönüşür. Asker ocağında ülkeni, toprağının üzerinde yaşayan farklılıkları tanırsın. İnsanını keşfedersin.
AB ve ABD yıllardır TSK’nın yapısının değişmesi için öneriler getiriyor, hatta baskılar yapıyordu. Ülkemizdeki tüm sorunların kaynağı ordumuzmuş gibi bir algı yaratmaya çalıştılar. AB ve ABD’ye ne yazık ki ülkemizdeki bölücüler, liberaller, FETÖ, zaman zaman AKP yöneticileri de alet oldular. Toplumu Allah ile aldatanlar, Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlıklarını orduya saldırıya dönüştürdüler yıllardır. Bölücüler ise güçlü bir ordu olduğu sürece amaçlarına ulaşamayacaklarının farkındalar. Sevr hayaliyle yaşayan emperyalistlerin önündeki en büyük engel, milli ordudur. Bu nedenle milli orduyu çökertmek için Türkiye düşmanları elbirliği etmiş durumdalar. Tam da bu koşullarda bedelli askerlik çıkarmak, Genelkurmay başkanlığını MSB’ye bağlamak, kuvvet komutanlıklarını eşgüdümsüz bırakmak, FETÖ’yü bahane ederek TSK’nın geleneksel emir-komuta sisteminin üstüne incir ağacı dikmek yakışık almamıştır. Böylece bilerek ya da bilmeyerek Sevr özlemcilerinin hayallerine hizmet edilmekte.
Vatanı savunmanın bedeli şehit ya da gazi olmaktır. Vatan hizmetini, paraya uyarlamak büyük yanlış. Vatan, para karşılığında savunulmaz. Milletin kanını dökerek kurtardığı ülke toprakları, yine yurttaşların kanı pahasına savunulur.
Paralı askerle vatan savunulamaz. Bakın Libya’ya… Biz. Kurtuluş Savaşı’nı Mehmetçik ile kazandık. Biz Çanakkale’de gönüllü askerlerimizle destan yazdık. Bedelli askerliğin sonu paralı askerliktir. Hani şu dünün emperyalistlerinin bize dayatmakta olduğu profesyonel ordudur. Ey milletim, bu tuzağa düşmeyelim.
Bedelli askerliği isteyenler, TSK’nın gereksinmesinin çok üzerinde askerlik çağına gelmiş gençlerin olduğunu söylemekteler. Bu, doğru olabilir. Askerlik hizmeti, vatan hizmetidir. Askere giden herkes, elde silah savaşmayacak tabi ki. Ülkeye hizmet etmenin başka yolları da var. Türkiye orman varlığı açısından varsıl sayılmaz. Bu nedenle üç aylık temel eğitimden sonra askerlerimiz kışlalarda yatmak yerine, Türkiye’mizin çorak bozkırlarını yeşillendirmek için vatan hizmeti yapabilirler. Karayollarımızın kıyılarında bulunan boşluklara ceviz, meşe, kayın gibi sanayide kullanılan ağaçlar dikildiğinde ülke ekonomisine çok büyük bir katkı yapılır. Temel eğitim sonrası kamu hizmetinde çalışabilir askerlerimizin bir bölümü.
Vatan hizmetinin alanı, sınırı ve sonu yok!  Yurdun her karış toprağı hizmet beklemekte bizden.
Türkiye’nin düşmanlarınca kuşatıldığı ve ülkemiz üzerinde şeytani planların yapıldığı bir dönemde bedelli askerliği düşünmek; vatanı, milleti, orduyu bölmektir. Bu da dostları üzen, düşmanları sevindiren bir durumdur. Hiçbir gerekçe ya da iş, vatan hizmetinden üstün olamaz.
TBMM’deki partilerin hepsinin bedelli askerlik konusunda birleşmesi bizi şaşırtmamıştır. AKP ile neredeyse her konuda birlik olan bu partilerin seçmenine sözüm şudur ki verdiğiniz oylar boşa gitmiştir. TBMM’ye gönderdiğiniz vekiller milletin vekili olma yerine bedellinin vekili olmuşlardır. Millet olarak vatanı her şeyden aziz bilen siyasetçilere gereksinmemiz var. Siyasetçi, ABD ve AB sözcülerini değil; yaşadığı toprağın sesini dinlemeli.
                                                             Adil Hacıömeroğlu
                                                             19 Temmuz 2018



MEYVE VE SEBZE NEDEN PAHALI?


                                    
Tüketici, meyve ve sebze fiyatlarının pahalılığından; üretici ise ürettiği ürünleri maliyetinin altında sattığından dertli. Neden üretici de tüketici de piyasa koşullarından memnun ve mutlu değil?
Basın ve yayın organlarında sık sık şu haberlere rastlarız:
“Türkiye’nin turp gereksiniminin yüzde yetmişini karşılayan Kadirli’de tarlada elli kuruşa satılan ürün, İstanbul’da üç lira.”
“Gazipaşa halinde salatalığın fiyatı on beş kuruşa düştü.”
“Bursa’nın Yenişehir İlçesinde sofralık sırık domatesler tarlada kaldı.”
“Bilecik’te tarlada kırk kuruşa satılan marul, İstanbul’da pazarda üç liraya satılıyor.”
“Bafra Ovasında erkenci karpuz otuz kuruşa satılıyor.”
Neyse sözü uzatmayalım. Nerdeyse her gün benzer haberlerle karşılaşmaktayız. Tarlada, bahçede yok pahasına satılan meyve ve sebze tüketiciye neden astronomik fiyatlarla ulaşmakta?
Öncelikle söyleyelim ki ülkemizde tarım, üstünkörü yapılmakta. Özellikle Özal döneminden itibaren planlı ekonomi terk edilmiştir. Türk tarımı merkezi plansızlığın, ilgisizliğin, desteksizliğin, uzağı görememenin, hem üreticiyi hem de tüketiciyi düşünememenin, modernleşememenin sıkıntısını yaşamakta. Bu plansızlığın en çarpıcı örneği, bu yıl içinde gördüğümüz soğan ve patates fiyatlarıdır. Üretimin planlanamaması, ülke gereksinmelerinin belirlenememesi, çiftçinin bilinçlendirilmemesi, üreticinin yönlendirilmemesi nedeniyle soğan ve patates fiyatları el yaktı.
Türkiye’de sebze ve meyve, serbest piyasa gereğince oluşturulan hal sistemiyle üreticiden tüketiciye ulaştırılır. Bu nedenle aracı kişiler, malı üretenden daha çok kazanır. Bu sistemde hem üretici hem de tüketici zararlı çıkmakta.
Peki, hem üreticiyi kazandıran hem de tüketicinin ucuz sebze ve meyve edinmesini sağlayan bir sistem oluşturulamaz mı? Tabi ki oluşturulur. Üstelik bu konuda oldukça deneyimi olan bir ülkeyiz.
Üreticiyi de tüketiciyi de koruyan sistemin iki ayağı vardır.
Birincisi, üretici de tüketici de kooperatifler kurmalı. Yani üretici ve tüketici kooperatifleri kurulmalı, tıpkı 12 Eylül (Özal) öncesi olduğu gibi. Türkiye’nin dört bir yanındaki üretici kooperatifleşmeli ve ürününü elbirliğiyle pazara sunmalıdır.
Tüketiciler; köy, mahalle, işyeri, sosyal gruplar temelinde örgütlenerek tüketici kooperatiflerini kurarak sebze, meyve alımını doğrudan üreticiden yaparak ve çok az kar koyarak üyelerinin tüketimine sunmalıdır. Böylece hem üretici, hem tüketici hem de kooperatif üyeleri kazanmalı. Burada kazanç iki yoldan olmakta. İlki, üreticinin zararına mal satması önlenmekte. Tüketici de aracısız ucuz mala kavuşmakta. Kazancın bir diğer yönü de kooperatif üyelerinin kooperatifin kârından pay almalarıdır.
Unutmadan söyleyelim: 12 Eylül (Özal) yönetimi ilk olarak kooperatifleri kapatmış, mallarına da el koymuştur. Çünkü liberal ekonomik sistem, kooperatifleşmeye izin vermez.
Meyve ve sebzenin üreticiden tüketiciye ulaşmasında en önemli görev belediyelere düşmekte. Bu da bu işin ikinci yoludur. Yıllar öncesine baktığımızda birçok belediye halk pazarları, tanzim satış dükkânları, “üreticiden tüketiciye” adlı kampanyalar örgütlerdi. Bu yolla halk ucuz ürüne ulaşırken üretici de yetiştirdiği ürünün yok pahasına gitmemesinden mutluluk duyardı. Belediyeler (Burada parti ayrımı yapmıyorum.), kendilerini zamanla liberalizmin uyuşturucu rüzgârlarına kaptırarak halk pazarlarının amaç dışına çıkmasına, tanzim satış dükkânlarının kapanmasına göz yumdular. Böylece üretici ile tüketiciyi birbirine bağlayan büyük ve önemli bir köprü yıkıldı.
Türkiye, dünyanın önemli bir tarım ülkesi olarak üreticisini de tüketicisini de korumak zorundadır. Bunun yolu da kooperatifleşmenin ivedi olarak yaşama geçirilmesi, belediyelerin gereksiz işleri bırakarak halk pazarlarını, tanzim satışları yeniden yurttaşın hizmetine sunmasıdır. Ayrıca destekleme alımı yapmayan bir hükümet, çiftçisine, tarımına, tüketicisine ihanet eder.
Çiftçinin ucuz tohum, gübre, mazot, elektrik, araç ve gereç gereksinimi devletçe karşılanmalı. Sulanmayan toprak olmamalı ülkemde. Tarımsal sorunlar üreticiye kulak verilerek çözümlenmeli. Dışalım gibi kolaycı yöntemlerle üreticilik yok edilmemeli.
Siyasal iktidarlar hem üreticiyi hem de tüketiciyi aracılara soyduran bir sistemden yana olmamalı. Olursa eğer, bu onların halk karşıt olduklarını gösterir. Türkiye’den çok küçük ve verimsiz arazilerde büyük çapta üretim yapan ülkelerden öğrenilecek çok şey var. Ancak asıl öğreneceğimiz kendi geçmişimizdir. Cumhuriyet’in üreticiye, köylüye verdiği değerdir.
            Bugün başta ABD olmak üzere liberalizmin öncüsü olan birçok ülke, halkı ezen bu sistemden vazgeçmekteler. Türkiye’yi yönetenlerin halâ bu liberal politikalarda ısrar etmeleri anlaşılamaz bir durumdur. Tek çözüm, devletimizin kurucu anlayışındadır.
                                                                                               Adil Hacıömeroğlu
                                                                                               18 Temmuz 2018





TEMİZLİK, DEVRİMCİLİKTİR


                                                
Rusya’da yapılan Dünya Kupası maçları, beş kıtada yaşayan herkesin ilgisini çekmekte neredeyse. Yaz sıcağında futbolla ilgilenmek, birçok sorunu unutturmakta geniş kitlelere. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de futbol ilgi odağı. Bu Dünya Kupası, şampiyonaya katılan bazı ülkelerde hayal kırıklığı yaratsa da spora önem vererek planlı çalışan ülkelerin başarısı gözlerden kaçmamakta.
Dünya Kupası’nda futbolun önüne geçerek en çok konuşulan olay, grup maçları sırasında Japon ve Senegalli izleyicilerin maç sonrasında oturdukları tribünleri temizlemeleri oldu. Japon futbolcuların Belçika ile oynayıp elendikleri maç sonrası soyunma odasını temizleme haberi ilgi çekti. Hem futbolcuların hem de izleyicilerin kendi kirlettikleri alanları temizlemeleri övgüye değerdir. Bu konu, Türk kamuoyunda da hak ettiği değeri buldu. Özellikle sosyal medyada Japon ve Senegallilerin temizlik anlayışları övülürken Türkler yerildi. Oysa tarihimize birazcık bakıldığında bu konuda toplumumuzda övgüye değer örnek davranışların bulunduğunu görürüz.
Türkiye’de 1968 Hareketi, emperyalizme karşı devrimci bir eylemdir. Yaşamın birçok alanıyla ilgili derslerle doludur. Ne yazık ki toplumumuzun büyük bir kesimi bu derslerden habersizdir. Bugünkü kuşaklara örnek oluşturacak 68 Hareketini iyi bilmek, ulusumuza geniş ufuklar açması bakımından yararlıdır.
12 Haziran 1968’de “demokratik bir üniversite ve parasız eğitim” isteyen öğrenciler, İstanbul Üniversitesini işgal ettiler. Üniversite işgalleri önce Ankara Üniversitesi DTCF’de başlamıştı bir gün önce. Üniversite işgalleri, toplumun geniş desteğini alınca Demirel hükümeti, öğrencilerin isteklerini kabul etti. (Gerçi daha sonra verdiği sözde durmayıp bu istekleri yaşama geçirmedi hükümet.) 26 Haziran günü, işgal eyleminin bitirilmesine karar verilir.
“27 Haziran tarihli Tercüman gazetesi, Üniversite’deki son gecelerini anlatıyor. Küslerin barıştırıldığı, halayların çekildiği o zafer gecesinde dikkat çekilen bir nokta var: ‘Öğrenciler aralarında son bir vazife taksimi daha yapmışlar ve okulu aralarında oda oda taksim ederek temizlemeye, dağılanları toplamaya elbirliğiyle başlamışlardır.’ (Hasan Yalçın, 68’in Sırrı, Kaynak Yayınları, 4.Basım, sf. 167.)” Devrimci öğrencilerin temizlik, düzen konusundaki özenleri basın organlarının ilgisini çekiyor o zaman. Zamanın gazetelerinde bugün de gurur duyacağımız bu haberler çıkmıştı o zamanlar.
Gezi Direnişinde onca kalabalığa karşın yerlere çöp atılmaması, devrimci bir tavırdı. Direnişçilerin çöpleri toplaması, ortaklaşa günlük temizlik yapılması örnek bir davranıştı. Ayrıca devrimcilerin tüm toplantı ve eylemlerine bakıldığında benzer durumla karşılaşmaktayız. Bu nedenle Japon ve Senegallilerin stadyumları temiz tutma davranışları karşısında hayret edenlere 68’in ve Gezi’nin devrimcilerini, yurtseverlerini anımsatmak istedik.
Unutulmasın ki emperyalizm, kapitalizm, feodalizm her şeyi kirletir. Devrimcilerse her alanda temizliğin savunucusu ve uygulayıcısıdır. Devrim, bir temizlik eylemidir.
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   7 Temmuz 2018


“OLAN OLDU, BAĞIRMANA GEREK YOK!”



Dinlencedeyiz... Öğretmen olan eşim evde. Atacan, yaz dinlencesinin tadını çıkarmakta doya doya. Birincil işi, oyun oynamak. Ne yoruluyor ne de bıkıyor oyundan. Sabahın erken saatlerinde başlıyor, gece uykuya teslim oluncaya dek sürdürmekte oyununu. Arada bir yemek yiyip kitap okumakta. Oyuna ara verdiği zaman oluyor kitap okuma ve yemek yeme saatleri. Aslında yemek yerken bile oyununu sürdürmekte.
3 Temmuz sabahı… Kahvaltıyı elbirliğiyle hazırlıyoruz. Atacan’la eşim masaya oturdular bile. Atacan, masaya bir kısım oyuncaklarını taşıyor. Hayvanlardan oluşan oyuncaklarını önüne diziyor. Kahvaltıyı onlarla yapmak niyetinde. Bir yandan onlarla konuşuyor, elleri onların üstünde. Ben, sofraya bir şeyler getirmek üzere mutfaktayım. Önce eşimin “Atacaaannn!” diye yükselen sesini işittim. Bir tersliğin olduğunu anlayarak çabucak salona gittim.
Çocuk, çayı dökmüştü. Masa örtüsü ıslanmış. Ekmekler de ıslaklıktan nasibini almıştı tabii ki. Peçetelerle tampon oluşturduk. Çayın yere akmasını önledik öncelikle. Arkasından masayı kuruladık.
Atacan: “Olan oldu, bağırmana gerek yok!” diyerek annesini yanıtlamakta üzüntüyle karışık bir kızgınlıkla.
Annesi, çocuğa ne yanıt vereceğini düşünedursun o, sözlerini sürdürdü. “Sen, hata yaptığın zaman, birisi sana bağırsa mutlu olur musun?” Eşim: “Olmam!” diye yanıtladı onu.
Çocuk, destek aramak için bana döndü ve sordu: “Sen, mutlu olur muydun?” Soru, çok hoşuma gitti. “Asla olmazdım.” diyerek yanıtladım onu. Hafifçe gülümsedi, çatık kaşları düzeldi, sesindeki titreklik sona erdi.
“Önemli olan can sağlığı can…” dedi. “Çay yerine gelir, ama kırılan kalp düzelmez.” sözünü de ekledi bir çırpıda konuşmasına.
Atacan, bir duygudaşlık ustası. Yaşamının, davranışlarının merkezinde duygudaşlık var. Kendisiyle ya da başkasıyla ilgili olsun her konuda duygudaşlık, temel ilkesi. Bu durum, onun çevresiyle iyi ilişkiler kurmasını ve kendisiyle barışık yaşamasını sağlamakta.
Birçok bireyin çevresiyle çatışmasının nedenidir duygudaşlık. Duygudaş olamamak, kişilerin hatalı davranışlarının asıl nedeni. İnsan, ne yaparsa yapsın kendini başkasının yerine koymalı ki, davranışlarında ölçüyü sağlasın.
Evet, günlük ilişkilerde en önemli olan şey: duygudaşlık, duygudaşlık, duygudaşlık…
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   3 Temmuz 2018