GEZİDEN NOTLAR (Dinlence Yazıları 20)

 

Her gezi insana çok şey öğretir. Biz de bu yılki gezimizden çok şey öğrendik. Gezdiğimiz yerleri, yazıya dökmemin nedeni, insanları gezmek için yüreklendirmektir. Onlara ülkemizin sahip olduğu tarih ve doğa varsıllıklarını az da olsa anlatmak, anımsatmaktır. Atalarımızın dediği gibi “Yiyip içtiklerin senin olsun, gördüklerini anlat.” sözü doğrultusunda davranmayı ilke edindim gezilerimde.

Ortaokulda sınıflar arası yapılan bir tartışı (münazara) konusu vardı. Sıkça tartışılırdı: “Çok gezen mi, yoksa çok okuyan mı çok bilir.” Gezme ve okuma eylemleri birbirini tamamlayıcı eylemler. Okumayan, araştırmayan, bilincini yükseltmeyen kişi; gezdiği yerlere yalnızca bakar, görmez. Görmek, bir bilinç işidir. Bir konuda bilinciniz oluşmamışsa öğrenmeniz, bilmeniz olanaksız. Dağlara bir ressamın gözüyle bakmak, bir bilincin sonucu. Bu nedenle okuma eylemi, merakımızı artıracağından gezip gördüğümüz yerleri algılama, ilişkilendirme, başka yerlerle kıyaslamamızı da artıracaktır. Örneğin, Namık Kemal’i bilmeyen, tanımayan, onun Türk toplumunun gelişmesine katkılarını, öncülüğünü bilemeyen biri için Bolayır’da onun gömütüne gitmek çok fazla bir anlam taşımaz.

Gezilerimi anlatmamın nedeni, insanları az da olsa ülkemizin tarihsel, kültürel ve doğal değerlerini tanımaya yönlendirmektir. Bu kadar çok kahramanın var olduğu bir ülkede, özellikle genç kuşakların sanal kahramanların, büyüklerinse uyduruk ve içi boş kişilerin peşinden gitmeleri beni çok üzmekte. Tarihini bilmeyen, doğasını tanımayan insanların yaşadığı toprakların değerini bilmeleri, onu koruyup savunmaları güçleşmekte. Ülkemizin tarihsel, kültürel ve doğal varsıllıklarını bilip öğrendikçe ona olan saygımız daha da artar. Bu gerçeği bir an olsun unutmadan bu konuda herkes kendini sorumlu olarak görmeli.

Okullarımızda coğrafya, tarih ve doğa öğretimi ne yazık ki soyut olarak yapılmakta. Keşke öğrenciler, bazı derslerini şehitliklerde, kahramanların anıtlarında, savaşların yapıldığı alanlarda, müzelerde, doğada yapabilseydi. Bu iş, sanıldığı kadar zor değil. Böylece dersler somutlaşarak daha gerçekçi duruma gelir. İnsan, gördüğünü, yaşadığını kolay kolay unutmuyor. Söylencelerin yerini gerçek yaşam aldığında eğitim amacına ulaşır ve davranışa dönüşür. Uzakta olan okulları az da olsa anlıyorum, ancak burnunun dibindeki tarihsel yerleri doğal olağanüstülükleri gezip görmeyen ve buraları eğitimin bir aracı yapmayan okulları anlayışla karşılamak olanaksız. Topraklarımızın her köşesinde tarih dersleriyle dolu topraklar uzanmakta. Olağanüstü güzellikleri bağrında saklayan doğayı öğrencilerin tanıyıp bilmemesi büyük bir eksiklik. Bu nedenle okullarımız dersler soyut, soğuk ortamdan çıkarıp sıcak bir ortamda somuta indirgenmeli. Böylece öğrencilerin kavrayışları, farkındalıkları artırılabilir.

Kentler arası yollarda taşıt sürücülerinin birçoğu trafik kurallarına uymamakta. Kurallara en çok uyanlar kamyoncular… Kuralları en çok çiğneyenler ise özel otomobiller… Yolun ve çevrenin tadını çıkarmayan bir sürücü topluluğuyla karşı karşıyayız. Bu durum, çoğu zaman bir trafik vandallığına dönüşmekte. Vandallığın nedeni, zevksizlik, bencillik, biraz da görgüsüzlük… Liberalizmin yarattığı bireycilik, insanların toplumsal düşünmesini önlemekte.

Gezimiz boyunca yollarda en çok gördüğümüz taşıtlar; kamyon, kamyonet ve TIR’lar… Bu taşıtların birçoğunun yaz mevsiminin gereği olarak sebze ve meyve taşıdıklarının farkındayız. Ancak önemli bir bölümünün sanayi ürünleri taşıdıklarının da tanığıyız. Türkiye üretiyor. Ülkemiz hem tarımda hem de sanayi de büyük bir üretim etkinliğinin içinde. Ancak bu yeterli mi? Değil… Ülkemiz, kuruluş dönemindeki üretim canlılığına erişmeli. Anadolu ve Trakya’nın verimli topraklarında ekilmeyen bir karış toprak olmamalı. Bu konuda hükümet, liberalleşme öncesindeki tarıma destek izlencelerini uygulamaya koymalı. Ayrıca her kentimizde fabrika bacalarının tütmesini özlemle beklemekteyiz.

Ülkemiz, tüm dünyada olduğu gibi korona salgınının pençesinde. Bazı kentlerde maske takmayan, sosyal araya uymayan insanları gördük. Salgından korunma kurallarına uyulmadan yapılan düğünlere tanıklık ettik. Bunun yanı sıra köy kahvelerinin önünde maske takıp sosyal araya özen gösteren güngörmüş yurttaşlarımızı görünce onur duyduk. Liberalizmin bencilliği kentliyi sarıp sarmalarken Kemalizmin toplumcu anlayışını öne koyan köylülerimizi görünce umudumuz çığ gibi büyüdü. Kemalizm, ülkemizde düşünsel alanda kalmamış, halkımızın önemli bir kesiminde davranışa dönüşmüştür.

Birçok işyerinin salgın önlemlerine uyduğunu görünce mutlandık. Halkımız, yeter ki bir konuya inansın, inanınca uygulamaya geçmesi kolay olmakta.

Kentlerin neredeyse hepsinde imar rezaleti var. Yapılar yapılırken insanlar ve diğer canlılar düşünülmemiş. Yaratıcı bir mimari anlayış yok! Yapıların neredeyse hepsi birbirinin kopyası. Kentlerdeki yapılaşma, yapsatçılarla olmuyor. Belediyeler, günü kurtarmanın peşinde. Uzgörülü izlenceler hazırlanmıyor nedense. Kırsal alanda yeni yapıların da bir ruhu yok! Kentlerdeki yapılaşmadaki çirkinlik, ruhsuzluk, düşüncesizlik, uzgörüsüzlük kırsal alanlara taşınıyor ne yazık ki. Kırsal kesimde doğaya uygun bir yapılaşma mimarisi oluşmamış, oluşturulmamış. Köylerde yüksek katlı apartmanlar niye yapılır? Kırsal kesimi tehdit eden bir yapılaşma biçimi de yazlık modası. Tarım arazileri, yazlık yapma adına yok edilmekte. Bu yok edişi durdurmak gerek. Ülkemizin en verimli topraklarını ortalama bir ay kalınan yazlıklara kurban etmekten vazgeçilmeli.

Gezdiğimiz tarihsel alanlarda bakım çalışmaları yerinde. Özellikle şehitliklerin hepsinde ve Truva’da ayakyollarının yeterliliği ve temizliği, üstelik de parasız olması övgüye değer.

Turistik alanlarda serbest piyasa ekonomisi uygulanmamalı. Belediyeler, satıcıların ürünlere uygun gördüğü ederleri sıkıca değerlendirmeli. Bu yapılırsa turistik yörelerde satışlar daha da artar. 

Yaşadığı yerin tarihini, doğasını korumak ve bu değerleri tanıtmak için olanaksızlıklar içinde olağanüstü insanüstü bir çabayla çalışan kahramanlarla tanıştık. Bu kahramanlarımızın desteklenmesi, en büyük dileğimiz.

Kapitalizmin insanlara dayattığı dinlence anlayışı içinde tektipleşmeyi benimsemiyorum ve karşı çıkıyorum bu anlayışa. Güney’in ünlü bir dinlence beldesine gidip herkesle aynı biçimde bir dinlence geçirmek bizim toplumsal anlayışımıza uymuyor. Akşama dek güneşte yatıp yiyip içtiklerini paylaşmak liberalizmin ortaya çıkardığı bir görgüsüzlük. Bu nedenle kapitalizmin isteği doğrultusunda tekelleşmiş işletmelere para saçmak yerine, ülkemizin emeğinden başka hiçbir dayanağı olmayan küçük esnafına, köylüsüne katkı yapmak iç erincimize erinç katmakta. Bir tatil köyünün (Nasıl bir köyse…) tel örgüleri, duvarları arasından modern bir tutsak olmak yerine ülkemiz toprakları üzerinde özgürce, dilediğimizce gezmeyi yeğlemekteyiz. Özgürlük, öğrenmeyi ve tanımayı artırmakta. Başkasının dayattıklarını değil; doğanın, tarihin, ülkemin bizlere sunduklarını öğrenmek insanı çok mutlu etmekte. Tabi ki gezilerimizde dostlarımızın önerileri, bu konuda uzman kişilerin yazdıklarını özenle dikkate alıyoruz.

Yıllardır gezi anlayışım hep aynı. Bundan sonra gezip gördüğüm yerleri yazarak dostlarımla paylaşacağım. Bakalım, yeni rotamız nereler olacak? Tüm dostlarıma bir göçmen kuş özgürlüğünde geziler dilemekten başka yapacak bir şeyim yok!

Türkiye büyük ülke… Tanıdıkça büyüsüne kapılıyor insan. Ülkemizi tanımak, her yurttaşın görevi. Yurtdışı gezilerimde de benzer bir yaklaşımı olanaklar çerçevesinde uygulamaktayım. Unutmayalım ki özgür beyinler, sağlıklı düşünceler üretir.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       30 Ağustos 2020

 

 

İSTANBUL’A DÖNÜŞ (Dinlence Yazıları 19)


Cumalıkızık’tan zor da olsa ayrıldık. Akşam olmak üzere… Arabamız, yemyeşil ağaçların uzamış gölgeleri arasında yavaşça ilerlemekte. Açık camlardan temiz havanın serinliği içeri dolmakta. Bursa, solumuzda gri bir gölge gibi uzanmakta. Kent, Uludağ’ın eteğinde uzanmış betondan bir ölü gibi. “Yeşil Bursa” kentleşme sürecinde gri betona teslim olmuş. Betonun cansızlığı, görsel olduğu kadar duygusal bir zevksizlik de oluşturmakta. Türkiye’nin en eski yerleşim yerlerinden biri hem tarihsel hem de doğal özelliklerini bir yana itmiş. Dağı, ovası yemyeşil bir kente, egemen olan soğuk gri.

Yolun her iki yanındaki topraklarda bereket fışkırmakta. Neredeyse bir karış boş yer yok. Toprağın en küçük bölümleri bile tohumla ya da fidanla buluşmuş. Meyve bahçelerinin çoğunda meyvelerin ağırlığına dallar dayanmıyor. Dallar, yere doğru eğilmiş, geleni geçeni selamlamakta. Bazı meyve bahçelerinde dallar dimdik havada. Demek ki bu dalların meyveleri toplanmış. Dallar özgürce göğe doğru bakmakta.

Meyve bahçelerinin güzellikleri arasında Yalova’ya doğru yol almaktayız. Gittikçe İstanbul plakalı taşıtlar çoğalmakta. Eee, İstanbul plakalı taşıt olur da korna sesi, hatalı sollamalar, trafik kurallarını altüst etme olmaz mı? Sağa dönmek için sinyal veren bir arabanın sağından kurşun hızıyla geçmeyi hangi kişi akıl edebilir? Tehlikeyle yarışırcasına gaza yüklenmek, hangi bilinçsizliğin ve sorumsuzluğun düşüncesizliğidir?

Karayollarında çevreyi izlemek, geçtiğiniz toprak parçasının keyfini sürmek, tertemiz havada oksijen solumak çok zor. Böyle insani bir şey yapmaya kalkarsanız korna korosu, maganda tacizi ile karşı karşıya kalırsınız. İnsanlar yaşadıkları anın tadını çıkarma konusunda ya yeteneksiz ya da zevksiz. Metalin gücüne, grinin soğukluğuna teslim olmayı bir yaşam biçimi olarak benimsemiş çok kişi var. Yol boyunca tabelalar var: Sarı, kahverengi, mavi yeşil… İnanın bunları fark edenlerin sayısı bir elin parmakları kadar. Yol boyunca olağanüstü değerde ve nitelikte nice tarihsel, doğal güzellikler görmezden gelinmekte.

Gemlik’e yaklaştık. Az sonra Orhan Veli’nin dediği gibi denizi gördük. Yavaşça Orhangazi’ye doğru ilerlemekteyiz. Yoldaki araç yoğunluğu gittikçe artmakta. Eşim, İznik yol ayrımından Göynük’e gitmeyi önerdi. Benim de gönlüm orada. Uzun zamandır Göynük’ün dinginliğini yaşamadım. Ülkemizin en özel yerleşim yerindeki erince gereksinmemiz çok. Ancak hesabıma yatmasını beklediğim para, henüz yatmamış. Bu nedenle nakit sıkıntımız üst düzeyde. Birkaç bardak çay içtiğimiz yerde de kredi kartı kullanamayız. Bunu anımsatınca eşim, hak veriyor bana. Gülerek “Yolcu yolunda gerek.” dedim. Göynük, Mudurnu gezimizi bir başka zamana bıraktık.

Arabanın bagajı dolu. Atacan’ın oturduğu arka koltuğun sol yanını eşyalarımız işgal etmiş. Hatta Atacan’ın ayakaltında bile çantalar var. Yol boyunca uzanan satıcılardan bir şey alamamanın çaresizliği var bende. Doğal ürünleri, yol boyunca toplama huyum var. Doğal ürünler bir emeğin nimeti. Bu nedenle yol boyunca kurulan doğal ürün tezgâhlarına ilgim oldukça yüksek.

Yalova feribot iskelesi tabelası görününce kendimizi İstanbul’a gelmiş gibi görüyoruz. Taşıt sırasına girdik. Çok beklemeden feribota bindik. Feribotlar peş peşe kalktı. Arabamızdan inip üst kata çıktık. Korana öncesi günlerde ilk işimiz; birer bardak çay alıp denizi, İzmit Körfezini doyasıya izlemekti. Virüs korkusuyla çay içmedik. Kuru kuruya oturup Körfez’e, deniz araçlarına, Orhangazi Köprüsüne baktık. Çaysız da olmuyor. Ama ne yapacağız? Korona var!

Eskihisar İskelesi, önümüzde apaydınlık uzanmakta. Yavaş adımlarla merdivenlerden inip arabamıza gittik. Bir anda onlarca motor sesi işitildi. Feribotun alt katı egzoz gazına boğuldu bir anda. Az önce soluduğumuz iyot ve oksijen yüklü hava, yerini arabaların çıkardığı zehre bıraktı. Feribottan uzaklaşarak İstanbul trafiğine girdik. Değişmeyen bir şey yok! Hep ivedilikle bir yerlere yetişmeye çalışanlar... Bitmek tükenmek bilmeyen korna sesleri... Trafik kurallarının hiçe sayıldığı yollar…

Işıl ışıl kentin içinden ilerledik. Bostancı yol ayrımına gelince keşmekeşten kurtulduk, dedik. Evimizin önüne eğledik aarabamızı. Eşim araba kullandığından yorgundu. Eline küçük birkaç eşya aldı. Atacan, yeni uyandığı için sarhoş gibiydi. Annesinin eline tutunup birlikte gittiler. Ben taşıyabildiğim kadar eşya alıp eve girdim.

Yaklaşık bir buçuk ay süren dinlencemiz ve gezimiz bitmişti. İstanbul’un gerçeğiyle yüz yüzeydik yine. Koca kentteki koşturmacamız yine başlayacak. Yine koronadan köşe bucak kaçacağız. Bir süre sonra dinlencemizi sisli bir camın arkasında kalan bir düş gibi anımsayacağız. Giderek bu düş, silinecek belleğimizden. Uygun bulduğumuz bir anda, mevsimi çok önemli değil, yine yeni yerlere yelken açacağız ülkemizin bitmeyen tarih ve doğa varsıllıklarını gezip görmek için.

                                                     Adil Hacıömeroğlu

                                                     29 Ağustos 2020

 

 

 


CANLI TARİH, CUMALIKIZIK (Dinlence Yazıları 18)


Mudanya’dan çıkıp Bursa çevreyolundan dolanıp Cumalıkızık’a ulaştık. Koronaya karşın çarşısı kalabalık. Otopark taşıtla dolu. Arabadan inip köyün içine doğru yürüdük yavaş adımlarla gördüğümüz her şeyi anlamaya çalışarak. Atacan’ın dediği gibi beynimizle fotoğraf çekmekteyiz.

Cumalıkızık Köyü, Türklerin Bursa bölgesindeki ilk yerleşim yerlerinden. Köyün adından da anlaşılacağı üzere Kızık boyundan Türklerin yerleşim yeri. Köy, Osmanlı köyü olarak adlandırılmakta. Olasıdır ki kuruluşu, Orhan Bey’e dek uzanmakta. Köyün girişinde ve cami önünde tarihiyle ilgili bilgilendirici bir kitabe yok! Bu, büyük eksiklik.

Cumalıkızık, adını köyün yukarısında yer alan ve hayranlıkla gezdiğimiz camisine borçlu. Eskiden Cuma namazı her köyün camisinde kılınmazdı. Daha çok merkezi camilerde kılınırdı. Cuma günü hem çevre köylerden gelen insanlar kaynaşıp özlem giderir hem de ev gereksinmelerini karşılamak için ufak tefek alışverişler yapılırdı. Kısacası, insanlar cem olurdu. İşte, çevredeki Kızık köylerinde yaşayanlar da cuma günleri buraya gelip namazlarını kılardı. Bu nedenle buranın adı, Cumalıkızık oldu.

Köy, 270 evden oluşmakta. Bu evlerin 180’inde insanlar yaşamakta. Evlerin tarihsel özellikleri titizlikle korunmakta.

Köye girdiğimizde ilk ilgimizi çeken şey, yola döşenmiş taşlar. Sanki bin yıldır aynı yerdeymişler gibi bir izlenim vermekte. Evler, taş ve ahşap karımı. Alt katlar taştan yapılmış. Taş bölümlerin orta yerlerinde ağaç kalaslar var. Üst katlar ahşap. Her evin yüksek duvarlarla çevrili bahçesi bulunmakta. Köyün her yanı yeşile kesmiş. Koca koca ağaçlar köyü adeta çevrelemiş, bir koruma duvarı örmüş. Neredeyse evlerin hepsi işyerine dönüşmüş. İşyerine dönüşmeyen evler, genellikle köyün yukarı kısmındakiler. Ev bahçelerinde genellikle meyve ağaçları yükselmekte. Bazı avlularda kiviye rastlanmakta. Kiviler de diğer meyve ağaçları gibi meyveden yıkılacak gibi. Hele üzümler… Serinlikleri de aşağıya sarkan salkımları da insanları mutlu etmekte.

Evlerin altlarında en çok aşevleri açılmış. Yöresel yemekler yapılmakta. Neredeyse hepsi aile işletmesi. Çoluk çocuk ev ahalisi işbölümüyle bir işin ucundan tutmuş. Kadınlar ön cephede. Yöresellik olunca kadın emeği ön plana çıkmakta. Ev kadınları, gencecik kızlar koca dükkânları çekip çevirmekteler. Bazı aşevlerinde aile üyeleri işin çokluğuna yetişemeyince aile dışından elemanlar çalıştırmaktalar. Hatta buralarda çalışan Suriyelilere de rastladık. Turizm, yalnızca köy halkına değil, köy dışından gelenlere de iş ve aş sağlamakta.

Bazı evlerin altındaki dükkânlarda, ev önlerinde, sokak başlarında yöresel ürünler satılmakta. Köyün neredeyse her yeri, bir ekmek kapısına dönüşmüş. Yöresel ürünlerin dışında hediyelik eşyaların çokluğu ilgi çekmekte. İncik boncukçular, köyün her yanına yayılmış durumda.

Köy içine doğru ilerlerken karşımıza bir çeşme çıkınca Atacan durur mu? Çeşmeye yanaştı; elini, yüzünü, ayaklarını yıkadı güzelce. Ardından su içmeye başladı doyasıya. Atacan’ın arkasında bir su doldurma sırası oluştu. Çocuğun su içmesi bitecek gibi değil. “İstersen gezelim biraz, dönüşte yine içersin suyunu.” dedim. Kabul etti ve çeşme başı özgürleşti.

Köyün yukarısına doğru ilerledik yavaş adımlarla. Yol boyunca sattıklarını tanıtan satıcı kadınların sesleri işitilmekte sıkça. Bu sesler, hoş gelmiyor kulağa. Tarihsel bir köyü, sıradan pazaryerine ya da kentler arası otobüs terminaline çeviren bir çığırtkanlık bu. İnsanlar zaten görüyor satılan ürünleri. Acıktıklarında da oturup bir yerde karnını doyururlar. Komşular arasındaki rekabet, bu ses kirliliğine neden olmakta. Bu da köyün tarihsel özgünlüğüne ters düşmekte.

Köy camisine geldik Atacan’la. Kapıda caminin yapılışı ve özellikleriyle ilgili açıklayıcı bilgi olmadığından karşısındaki kahve çalışanına ve orada oturan köylülere sorduk. Onların anlattıkları birbiriyle çelişkili. Bu nedenle biz de sağlam bir tarihsel bilgiye ulaşamadık. Cami gezimiz bitince eşim aradı, onunla caminin önünde buluştuk. Çünkü eşim incik boncukçuları, hediyelik eşya satıcılarını gezdi uzun süre. Üçümüz birlikte dükkânlaşmayan tenha evlerin mimarisini ve bahçelerini inceleme fırsatı bulduk. Bir evin geniş avlusunda Orta yaşlı karıkoca salça yapıyorlardı kocaman bir kazanda. Adam, bir sandalyeye oturmuş, büyükçe bir kürekle salçayı durmaksızın, yorulmaksızın karıştırmakta. Kazanın altında büyükçe bir odun ateşi yanmakta. Selam verip girdik içeri. Selamımız, güzel bir insan yüreğinin sıcaklığıyla alındı. Kadının “Buyurun!” sesini işittik aynı içtenlikle.

Atacan: “Niye karıştırıyorsun onu durmadan?” sorusuna adam: “Karıştırmazsam dibine tutar ve salçamız istediğimiz gibi olmaz.” yanıtını verdi.

Atacan: “Neden küreğinin sapı o kadar uzun?” diye sordu.

Adam: “Hava çok sıcak… Bir de ateşin ve kaynayan kazanın sıcağı var. Bu nedenle ateşten ve kazandan uzak duruyorum, yoksa sıcağa dayanamam.” dedi şefkat dolu bir sesle.

Atacan: “Ben de karıştırabilir miyim? Siz yorulmuşsunuzdur, yardımım olsun.” diye atıldı.

“Yardımcı olmak istediğin için sağol, ama bu senin yapacağın bir iş değil. Yanarsın, devirirsin kazanı ateşe.” dedi babacanca.

Bir süre daha izledik salça yapımını. Karıkocayla söyleştik biraz. Ardından “Bereketli olsun!” diyerek çıktık avludan.

Bir evin bahçesinde tavuklar tavşanlar görünce Atacan neredeyse yatıya kalacak burada. Bahçe duvarına benim yardımımla oturdu ve özellikle beyaz bir tavşanla olağanüstü bir dostluk kurdu. Ağaçlarla çevrili türlü sebzelerle dolu bahçede uzunca bir süre vakit geçirdik. İstemeyerek de olsa bu güzel cennetten, yeni bir cennet bulmak için ayıldık.

Köyün aşağısına doğru yürümeye başladık. Karnımız iyice acıktı. Yemek yiyecek bir yer arayışındayız. Yukarıya doğru yürürken Atacan’ın kana kana su içtiği çeşmenin önüne geldik. Görmesin diye önüne perdeleme yaptım. Ama nafile… Çeşmeyi fark etti ve çöktü başına. Avuç avuç su içti yine. Neyse insanlar çeşme başına birikince bitirdi su içmeyi. Yürüdük aşağıya doğru. Sol yanda geniş bir bahçe içinde bir aşevinin üst katına çıktık. Aşevini çekip çeviren aydınlık yüzlü lise öğrencisi bir kız. Birazcık söyleştik. Korona nedeniyle işlerinin çok azaldığını, yurtdışından gelişlerin bittiğini söyledi. Özellikle buraya en çok Araplar geliyormuş. Yeşillikler içinde güzel bir yemek yedik. Bardaklar dolusu çay içtik üstüne. İstemeyerek de olsa kalktık yerimizden. Vedalaşarak ayrıldık.

Vakit ikindiyi geçti. Ağır adımlarla arabamıza yürüdük. Yürürken yöreye özgü tahinli, cevizli ekmekten almayı unutmadık. Eşimin aldığı birkaç hediyelik eşyayı da arabaya yerleştirdikten sonra yola çıktık. Yolcu yoluna gerek. Gönlümüz Cumalıkızık’ta kaldı. Kimbilir bir uygun zamanda bu cennetle yeniden buluşuruz. Hem tarihin hem de doğanın kokusunu doyasıya içimize çekeriz.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       28 Ağustos 2020

BÜYÜK UTKUNUN ONAYLANDIĞI YER, MUDANYA (Dinlence Yazıları 17)


Tirilye’de güzel, sessiz, mutluluk dolu bir sabaha uyandık. Kahvaltının yapılacağı aşevine indik. Olağanüstü güzellikte ve lezzette bir kahvaltı yaptık. Hiç mi hiç acele etmedik. Her lokmanın tadını çıkardık denizi izleyerek. Sonrasında keyif çaylarını içtik. Ardından otelimize veda ettik. 

Tarihe tanıklık etmiş güngörmüş sokaklar bizi kendine bağlamış bırakmıyor. Bir süre sokak sokak dolaştık. Fotoğraflar çektik. Arabamıza bindik. Araba da ayrılmak istemiyor sanki buradan. Eşim, dümeni Çamlı Kahveye kırdı. Tepeye çıkıp park etti. İndik arabadan. Tepeden Marmara’ya baktık uzun uzun, hayranlık içinde. Böylesine güzel bir görünüm olamaz. Ya da çok az vardır böyle bir yer. Doyumsuz bir görünümün tadına varmak için bir süre burada kaldık. Gideceğimiz yerler var ve güzelliklerin sonu yok, hepsi doyumsuz…

Arabamıza bindik. Gideceğimiz yer, Mudanya… Tirilye’den çıkıp Mudanya yoluna döndük. Kumyaka köyüne girdik. Sağımızda bir köy çeşmesi… Atacan, çeşmeyi görür de durdurmaz mı arabayı. Çeşmenin önünde durduk. Arabadan iner inmez Atacan suyun yalağına çıkıp avuç avuç su içmeye başladı. Uzun süre içti. Köyde kısa bir yürüyüş yaptık. Tarihsel bir köy... Gezilmeye değer… Arabanın yanındayız ve Atacan yine su içiyor kana kana. Çocuk, sanki çölde vaha bulmuş. Suya doymadı bir türlü. Neyse onu ikna edip arabaya bindirdik. Kısa bir yolculuktan sonra Mudanya’dayız. 

Arabamızı park ettikten sonra birazcık dolaştık. Karşımızda apak, ahşap bir tarihsel yapı deniz kıyısında. Sevinçle ilerliyoruz oraya doğru. 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Anlaşmasının imzalandığı yapı önümüzde. Yani Büyük Utkunun düşman tarafınca da onaylandığı yer. Koronaya karşı önlemlerimizi alıp içeri girdik. Müze çalışanları çok dikkatli. Belli bir sayıda insanı içeriye almaktalar. Odalar, güzel düzenlenmiş. O günkü durumu iyi yansıtmakta her şey. Ateşkes’in imzalandığı yıllardaki eşyalar korunmuş. Anlaşmayı imzalayanların mumyaları yapılmış. Oda girişlerindeki açıklayıcı bilgiler insanı duygulandırmakta. İsmet Paşa’nın kaldığı sade döşenmiş oda görülmeye değer. Şatafat ve aşırılık yok! Gösteriş, konfor yok! Görgüsüzlük hiç yok! 

Müze’nin her yanını adım adım dolaştık. Gereksiz zaman geçirmeye gerek yok! Dışarıda bekleyenler var. Onları sıcakta bekletmemek gerek. Biz üç kişi çıkınca müzeden üç kişi içeri girecek. İnsanların müzeye, dolayısıyla Mudanya Ateşkes Anlaşmasına ilgisi beni gururlandırıyor. Türkiye’nin Atatürk yolunda ilerlemesi konusunda hep var olan umudumu daha da çoğalttı. 

Mudanya Ateşkes Anlaşması kimlerle mi imzalandı? İngiltere, Fransa ve İtalya ile… Masada Yunanistan yok! Çünkü o, emperyalist devletlerce ateşe sürülüp kullanılmış bir devlet. Yunanistan’ın yerine masaya kışkırtıcı büyük devletler var. O büyük devletler, Mudanya’da ana sütü gibi helal Türk’ün Büyük Utkusunu o apak yalıda onayladılar. Tabi Yunanistan’ın ve kendilerinin yenilgisini de.

Kıyıda olağanüstü güzellikteki bu yalı, zamanında bir Rus yurttaşına aitti. Mudanyalı İşadamı Hayri İpar, burayı satın aldıktan sonra onarıp müze durumuna getirerek Mudanya Belediyesi’ne bağışladı. Kurtuluş Savaşı’mızın bir Utku Anıtı olarak orada durmakta.

Mudanya’da varlığını sürdüren eski Rum evlerine baktık. Tarihe meydan okur gibiler. Tahir Paşa Konağı ve 1653 yılında yapılmış Hasan Bey Cami’ne gittik. Mudanya’nın her yerinden tarih fışkırmakta. Bu nedenle Mudanya’ya daha çok zaman ayırmak gerek. 

Epeyce yorulduk. Sıcak da çok bunaltıcı. Sahile gittik. Biraz dolaştıktan sonra kıyıda bir yeiçe gitmeye karar verdik. Yerler yeni yıkanmış. Bazı yerlerde su birikintileri var. Atacan, her zaman olduğu gibi önüne bakmadan yürümekte. Ayakları yerde gözleri çevrede... Su birikintisine basınca ayağı kaydı ve düştü. Ayakları, üstü başı ıslandı. Ayağa kalkarken kzıgınca "Bu suyu, buraya kim koydu?" diye bağırdı. Biz gülmekteyiz çocuğun bu durumuna. Atalarımız: "Kabahat, samur kürk olsa kimse üzerine almaz." sözünü boşuna söylememiş. Önüne bakmadığı için kendini suçlamak yerine, yerleri yıkayan kişiyi suçlamakta.  

   Atacan'ın durumuna gülerek deniz kıyısında tüm Körfez'i gören bir masada oturup dondurmalarımızı yerken Marmara’nın mavi sularında Gemlik Körfezi’nin güzelliklerine daldık. 

Saate bakınca zamanın epeyce geçtiğini fark ettik. Bu kadar dinlenme yeterli bizim için Arabamıza yürüdük yavaş adımlarla. Arabaya binip çevreyi seyreyleyerek Mudanya’ya veda ettik. Gideceğimiz yer, Cumalıkızık…

Adil Hacıömeroğlu

28 Ağustos 2020

TİRİLYE, MUTLULUK PINARI (Dinlence Yazıları 16)


Akşam olmadan Trilye’ye ulaştık. Ben suskunum. Tarihin kokusunun dört yandan duyumsandığı sokaklardan arabamız yavaşça ilerlerken eşim gülücükler saçıyor durmadan “Ne güzelmiş burası!” demekte. Arabamızı sahile inmeden bir yere park ettik. Yürüyoruz tarihi anlatan yaşlı yollarda. Eşim, neredeyse her şeyin fotoğrafını çekmekte. Atacan’la ben, gördüğümüz yapılarla ilgili söyleşmekteyiz.

Sahile indik. Burada eşim, neredeyse sevincinden bayılacak. “Burada kalalım, gitmeyelim.” demekte. 

Ben: “Hayır! İstanbul’a gidelim.” diyorum.

O: “Tamam, önyargılı davrandım. Anla beni! Yol çok kötüydü. Yol umudumu kırdı.”

“Yolun neresi kötüydü. Yeşil bir cennetten geçtik. Neyse kalacak yerimizi ayarlayalım önce.”

“Biraz dolaşalım, ondan sonra…”

Sahile inince sağa doğru döndük. Burada bir sıra kulübede zeytin, zeytinyağı, sabun… satanlar var. İlk baştaki tabela ilgimi çekti: “Trabzon Maçkalı Pirnaz Mersin’in zeytin, zeytinyağı evine hoş geldiniz” yazmakta büyük harflerle. Zeytinci bir yerdeşimi bulmanın mutluluğuyla gittik satıcının yanına selam verdik. Güler yüzlü bir memleket sıcaklığıyla karşılandık. Önce söyleştik. Sonra eşim ve Atacan zeytinleri tatmaya başladı. Eşim bir zeytinde Atacan ise başka bir zeytinde karar kıldı. Her ikisinden de bir miktar alalım, dedik de cebimizde paramız yok! Kredi kartı da geçerli değil. Durumumuzu anlayan Pirnaz Hanım’ın kızı Serpil Hanım, parayı sonra ödersiniz demekte ısrarla. Zeytinleri alıp arabaya yerleştirdik. Eşim internet üzerinden orada göndermeye çalıştı parayı olmadı. Neyse… Şimdi bu güzelliği, insanlığı, güveni yok etmeyelim, dedik. Ödeme işini İstanbul’a bırakalım, dedik. Bir satıcı düşünün, yaşamında ilk kez gördüğü bir insana parayı almadan ürününü veriyor. Ona güveniyor. Haberiniz olsun, insanlığımızı öldürmediler. Emperyalistler bir yandan ortaçağ özentisi içinde olanlar diğer yandan insanlığımızı içimizden söküp almadılar.

Serpil Hanım ve kızıyla epeyce söyleştik. Bir yandan da denizi, gezip dolaşanları, çevreyi izledik. Bu sıcaklığı vedalaşarak geride bırakmak zorundaydık. Çünkü bizim buraya gelme amacımız, gezmek…

Önce karnımızı doyurmamız gerek. Sahilde, dalga seslerinin ritmik ezgisini işittiğimiz bir aşevine oturduk. Akşam oldu. Karanlık gecede denizin olağanüstü büyüsünün esrikliğiyle karnımızı doyurduk. Çay üstüne çay içtik. Gemlik Körfezi, yıldızlı gökyüzünün altında nazlı bir gelin gibi uzanmakta. Karşı kıyılarda ışıklar yanmakta. Her yerde yaşam var. Her yerde mutluluk var. Her yerde insanın yarattığı uygarlığın doğaya egemenliği görülmekte. Oturduğumuz yer, kalkılıp gidilecek gibi değil. Doğası, insanı sarıp sarmalıyor. Eşime, daha nerede kalacağımızın belli olmadığını söylüyorum. O ise umursamaz bir tavırla “Yer buluruz, bulamazsak arabada yatarız.” diye yanıtlamakta beni.

Gece yarısına doğru kalktık. Otel aradık ve bulduk. Hem de denize bakan tarihsel bir yapıda. Arabamızı otele yakın bir yere çektik. Küçük bavulumuzu sırtlayıp odamıza koydum. Atacan, uyumak istedi. Başını yastığa koyar koymaz hemen uyudu. Eşim, birden ayaklandı. “Hadi kalk, sahilde yürüyelim. Çıktık. El ayak çekilmek üzere. Sahil boyunca yürüdük. Gecenin tadını çıkardık. Otele döndüğümüzde zaman epeyce geçmişti. Artık uyuma zamanı.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       26 Ağustos 2020

ATACAN’IN HAYAL KIRIKLIĞI (Dinlence Yazıları 15)


Bursa-İzmir yolundayız. Atacan atların hayalini kurdu sürekli olarak. Tayları sevebileceğini düşünüyor. Onun keyfini yaşıyor oturduğu arka koltukta. Harada yüzlerce at olduğunu düşündükçe sevincinden uçuverecek. Coşkusu, arabanın içinden taşmakta.

Atların otçul olduğunu söyledi. Ardından en çok hangi otları sevdiklerini düşündü kendince. Ben, atların arpa başta olmak üzere tahılları yemekten çok hoşlandıklarını söyleyince yeni bir bilgi öğrenmenin mutluluğunu yaşadı uzun süre.

Sonra atların renginden söz etmeye başladı. Siyah, beyaz, kahverengi… Atların renklerini kendine özgü sözcüklerle anlatmak gerektiğini söyledim ona. “Yağız, doru, kır, kula, boz, alaca…” ben sayarken sözcükleri yavaşça ve düşünerek o atılıyor: “Alaca, birden çok renkten oluşan değil mi?”

 “Evet!” diye yanıtlıyorum onu. Ardından “Atların rengi denmez, atların donu denir.” tümcesini söyledim.

Kahkahalarla güldü uzun uzun. “Atlar don mu giyiyor yani?”

Yok, “don” senin anladığın anlamda değil. “Giysilerin tümüne verilen bir ad olduğu gibi atların kıllarının rengine de don denir.” Ayrıntıya girdik. Atlar donlarının hangi renklere denk geldiğini konuştuk.

“Bazı atların ayaklarındaki beyazlığın adı ne?”

“O beyazlığa seki denir.”

“Bazılarının alınlarında aşağıya doğru uzanan beyazlık var.”

“Evet, onun adı akıtma. Bu aklık yalnızca alındaysa ona kartopu denir. Sen, bütün bunları niye öğreniyorsun?”

“Haraya gidince orada atlara bilgisizce bakmayayım diye.”

Karacabey Harasına vardık. Arabamızdan hemen indik maskelerimiz takılı olarak. Kapıda bir güvenlik görevlisi… Bizi güler yüzle karşıladı. Selamlaşmanın ardından harayı gezmek istediğimiz, çocuğumuzun atları görmek istediğiniz söyledik. Salgın nedeniyle içeriye ziyaretçi alınmadığını birkaç gün sonra yapılacak at satışı sırasında içeri girebileceğimizi bildirdi. Burada oturmadığımızı, İstanbul’dan geldiğimizi anlatsak da yararı olmadı. Direnmenin, ısrar etmenin bir yararı yok!

Arabamızı Mustafakemalpaşa’ya sürdük. Zaten çok yakın. Atacan üzgün, hayalleri suya düştü birkaç dakika içinde. Biz de üzgünüz bunca yolu çocuğumuza atları göstermek için gelmişiz. Ancak durumumuzu belli etmedik. Ona: “Salgın bittiğinde geliriz.” dedik. O da kabul etti.

Mustafakemalpaşa’ya geldik. Niyetimiz, burada gecelemek. Böylece çevreyi gezmek. Özellikle de köylere gitmek. Öğretmenevini kolayca bulduk. Oturup bir şeyler içip dinlenelim, dedik. Arabamızı park ettik öğretmenevinin otoparkına. Otopark paralı. Tuvalete gittik, tuvalet paralı. Amaç öğretmene hizmet mi, para kazanmak mı anlamadık. Otelinde yer olup olmadığını sorduk. Varmış varmasına da tuvalet ve banyo ortak kullanılıyor diğer odalarla. Böyle koşullarda kalmamız olanaksız. Bir şeyler içip çıktık Kemalpaşa tatlısı yemek üzere. Tatlıcıya girdik. Siparişlerimizi verdikten sonra yaşadığımız olumsuzluk yüzünden tatlıları yemeden çıktık. Arabamıza binip buradan ayrıldık.

Amacımız, Kocaçay Deltasına gitmek. Buradaki longozu, kuşları görmek istemekteyiz. Yavaşça yol almaktayız. Yolun sağında TJK’nın at çiftlikleri var. Atlar dizi dizi. Neredeyse her kısrağın yanında bir tay var. TJK’nın kapısına yanaştık. İsteğimizi söyledik. Görevli salgın nedeniyle bizi içeri alamayacağını söyledi. Burada da umudu kırılan, hayalleri gerçekleşmeyen Atacan, görevliye: “Korana insanlardan atlara bulaşmaz. Neden böyle bir karar aldınız ki?” diye sordu merakla. Görevli, bu kararı kendilerinin değil, yönetimin aldığını söyledi. Oradan ayrılarak yol boyunca oldukça yavaş giderek atları izlemekteyiz arabamızdan.

Atların çıplak bir arazide, güneşin altında kavrulmasına Atacan karşı çıktı. Buna üzüldü. Geri dönüp söyleyelim, dedi. “Atları bulaşmayacak olan koronadan koruyorsunuz, ama güneşin altında pişmelerine ses çıkarmıyorsunuz?” diyeceğim onlara. Geri dönüşümüzün olanaksız olduğunu söyledik.

Gezmeye çıkmışız. Çocuğumuza uzaktan da olsa atları göstermekteyiz. Arabanın dörtlüleri yanıp sönmekte. Ama kim anlayacak ki bizi? Yavaş gittiğimiz için korna çalanlar, ışıklarını yakıp söndürenlerden geçilmiyor. Olsun, havlayan köpeğe havlamak gerekmiyor, biz ağzımızın tadını kaçırmayalım. İnsanların altlarında son model arabalar uçarcasına gitmekteler nereye gidiyorlarsa. Geçtikleri yollarda neler var, neler yok farkında bile değiller.

Yol ayrımına geldik. Kocaçay yönüne gideceğimiz yerde Tirilye, Mudanya yoluna girdik. Eşim geri dönmekte ısrarlı. Ben, Tirilye’ye gitmemizin bizi mutlu edeceğini söyledim. Yol gidişli gelişli ve çok bozuk. Bu nedenle eşim söyleniyor durmadan. “Bak, eğer gideceğimiz yer de bu yol gibiyse gözüme görünme! Oradan hemen İstanbul’a döneriz.” demekte sürekli olarak. Oysa ben Tirilye’yi biliyorum ve eşimin de böyle yerlere bayılacağının farkındayım. Yol boyunca anlatmaya çalışıyorum, ama nafile…

Atacan, atları yakından görememenin hayal kırıklığını üstünden atmış gibi. Annesine önyargılı olmaması ve bana güvenmesi gerektiğini söylemekte sürekli. Yemyeşil bir doğanın içinden geçtik. Engebeli arazide dar alanlarda üretim patlaması var. Yol boyunca köylerde genç görmek neredeyse olanaksız. Doğanın yeşil büyüsü bizi alıp götürmekte türlü düşlerin sağanağında. Yol boyunca gördüğümüz her çeşme başında durduk neredeyse. Çünkü Atacan böyle istiyor. İniyor arabadan kana kana su içiyor. Ardından elini, yüzünü, ayaklarını, terliklerini yıkıyor. Çeşme, onun ziyaretgâhı gibi. Çocukların bu coşkuları olmasa yaşam çekilir miydi acaba?

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   26 Ağustos 2020

           

 

LEYLEK KÖYÜ (Dinlence Yazıları 14)


Sessiz, sıcak bir Karacabey sabahına uyandım. Çabucak duşa girdim. Duştan çıktığımda eşim ve Atacan uyanmak üzereydi. Onlara seslendim. Kalktılar. Giyinip hazırlandık. Kahvaltıya geç kalmamalıyız. Hemen kahvaltı salonuna indik. Rahat, telaşsız bir kahvaltıdan sonra odamızdaki eşyalarımızı toplayıp arabamıza bindik.

Kafamızda ilk gezilecek yer olarak Karacabey Harası var. Atacan atları ve onların yavruları tayları görmek istemekte. Bursa yoluna döndük. Karacabey’in geniş, verimli, bin bir bereket fışkıran düzlüklerinden geçmekteyiz. Ovada neredeyse yetişmeyen bir ürün yok gibi. Tarlalar ekinle, bahçeler meyveyle dolu. Sağımızda Uluabat Gölü… Eşim, gölü görmek istemekte. Karşımızda Gölkıyı Köyü tabelası çıkınca oradan sağa saptık.

Köye gitmeden yol kıyısında bir çeşme, musluksuz... Açık borudan gürül gürül su akmakta. Altında uzunca, su dolu bir yalak… Hayvanların su içmesi için… Önünde durduk. İstanbullu olan ve köy yaşamını pek bilmeyen eşimle İstanbul’da kafes kuşu gibi evin dört duvarı arasında büyüyen Atacan, akan suya bakmaktalar meraklı gözlerle. Köyde büyümüş biri olarak oluğun önüne eğilip elimi, yüzümü güzelce yıkadım. Ardından avucumla kana kana su içtim. Terliklerimi ve ayaklarımı yıkadım serinlik veren soğuk suyla. Bir baktım birisi beni hafifçe itmekte yana doğru. Baktım Atacan. “Ben de su içmek istiyorum.” dedi mutluluk damlaları akan bir sesle. Su içerken gözlemlemiş beni. İki avucunu yan yana getirip küçük bir çanak yapıp içmeye başladı suyu. Ne içiş… Çocuk suya kanmıyor bir türlü. İçti, içti, içti…

Annesi: “Oğlum yeter, sudan patlayacaksın. Bu kadar su içilir mi?” diye uyarıyor da kimin umurunda. Çocuk yüzünü yıkayıp su içiyor. Ayaklarını yıkayıp su içiyor. Saymadım ama bu eylemi, onlarca kez yineliyor. Sonunda su içme sırası eşime geldi. O da önce birazcık işkilli, sonrasında iştahla su içiyor çeşmeden.

Atacan, yalağın adını bilmediğinden “Bu havuzu neden yaptılar buraya?” diye sordu.  

“Bunun adı havuz değil, yalak… Bunu yapmalarının nedeni hayvanların su içmesi için. Burada biriken temiz suyu başta inekler olmak üzere diğer hayvanlar içer.” dedim. Sözümü sürdürdüm: “Suyun aktığı metal boru var ya bizim çocukluğumuzda ağaçtan yapılırdı genellikle. Üstü açık olurdu, buna da ‘oluk’ derdik. Köy çeşmelerinden en güzel, temiz, soğuk sular akar.” açıklamasını yaptım. Çeşmenin yanındaki mısır tarlasına girdi. Dolaştı uzun uzun. “Sakın bir şeye zarar verme, mısırları koparma!” uyarısını yaptım. Islak ayaklarıyla tarlaya girdiğinden çamur içinde kaldı. Çıkınca tarladan ayaklarını, terliklerini yıkayıp uzun uzun su içti avuçlarıyla.

Su içerken ikide bir avuçlarına bakmakta. Daha önce iki avucunu yan yana getirdiğinde parmakları açık olurdu. Korona nedeniyle eline kolonya döktüğümüzde kolonyanın yarısı yere dökülürdü. Çoğu zaman da kızardım ona kolonyayı ziyan ediyor diye. Şimdi bakıyorum ona iki avucu küçük bir tas olmuş çeşmenin altında. Bunun mutluluğunu yaşamakta keyfince. İkide bir: “Başardım, gördünüz mü? Avcumdan su içtim, tek damlayı da yere dökmeyerek.” demekte. Demek ki bir şeyi öğretmek zorla olmuyor. İnsan zorunlu olduğunda ve gereksinim duyduğunda kolayca öğrenmekte.

Çeşme başında epeyce zaman geçirdik. Çevredeki tarla ve bahçelerdeki ürünleri inceledik. Bir küçük meyvenin bile koparılmasına karşı çıktım. O meyve için harcanan emeğin, ürüne beslenen umudun ne denli değerli olduğunu anlattım. İlk kez kavun ve karpuzu bostanda doğal ortamında gördü. Koparmak istedi bir tane. Çevreye baktım bir insan görsem sorup bedelini ödeyerek kopartacağım çocuğa. Bu zevki tatsın istiyorum. Ama kimsecikler yok! Ona yol üzerinde bostanların birinde insan görürsek durup kavun kopartacağımı söyledim.

Yaşamım boyunca sahibinden habersiz kimsenin meyvesine, sebzesine, malına el uzatmadım. Kentli ailelerin meyve ve sebze bahçelerine dalıp çiğneyerek kopararak zevklenmelerinden nefret ederim. Bir fotoğraf çektirmek için kocaman ayçiçeğini yerinden koparıp eline alan vandallığı onaylayamam. O koparılan ayçiçeği, tarla sahibinin emeği, alınteri… İnsan yaşamında emeğe, alınterine saygı esas olmalı.

Gölkıyı Köyü’ne ulaştık sonunda. Karşımızda bir leylek yuvası… Hayranlıkla izlemekteyiz. Yuva boş… Az sonra, biraz ileride havada uçmaya çalışan bir leylek… Uçuşu biraz dengesiz… Bir süre izledik leyleği. Az sonra elinde bir şeyler taşıyan bir kadıncağız göründü. Yüzünde gülücük, gözlerinde sıcaklıkla yanımıza yaklaştı. Leylekle ilgilendiğimizi fark etti. Ona selam verdim. Sıcak gülüşüyle “Köyümüze hoş geldiniz.” dedi. “Hoş bulduk!” dedik. “O leylek yavru…” derken leylek gelip karşımızdaki yuvaya kondu. Leylek hakkında kısaca bilgi verdi bize. Yuvada bu yıl bir yavru büyümüş. Geçen yıllarda iki yavru uçmuş yuvadan. Köyle ilgili konuştuk birazcık, sonradan vedalaşıp ayrıldık. Arkamızdan el sallayarak “Uğurlar olsun!” dedi.

Anayola çıktık. Uluabat Gölü’nü görmek için gittik çeşme, leylek deyince gölü unuttuk. Az sonra yolun sağında bir Leylek Köyü tabelası. Yanında “Leylek festivali” yazmakta. Hemen köy yoluna saptık. Çok yavaş gitmekteyiz. Gözlerimiz, havada leylek aramakta. Bir yandan yol kıyısında uzanan bahçe ve tarlardaki ürünlere bakmaktayız. Yolun sonuna doğru “Avrupa Leylek Köyleri Ağının Türkiye’deki Tek Temsilcisi Eskikaraağaç Köyü” yazmakta. Böylece Leylek Köyü’ne geldik. Leylekler için festivaller yapılan yer burası… Festivalin bir tarihi yok, mayıs sonuyla haziran başında yapılmakta. Belli bir günün saptanması, festivali daha cazip yapar. Böylece Karacabey dışından gelenlerin çoğalması sağlanır.

Arabamızı park ederken bir tabela ilgimizi çekti: Kuş Tahnit Müzesi… İnsanlar girip çıkmakta… Soluklanmadan müzeye girdik. İçerde onlarca kuş var. Kuşlar tahnit edilmiş. Hepsi canlı gibi durmakta. Doğal varsıllıklarımızın insanlara tanıtılması için güzel bir düşünce bu. 1999’da Bakırköy Belediye Meclisi Üyeliğine seçildiğimde, meclise ilk verdiğim önerge üniversitelerle işbirliği yapılarak Bakırköy’de bir doğa tarihi müzesi yapılmasıydı. Bu önergem dikkate alınmadı. Hatta bazı arkadaşlar bu konuda dalga bile geçtiler. Yıllar önce düşündüğüm bir şeyin küçük de olsa kuşlarla ilgili olarak yapılması beni neredeyse mutluluktan havalara uçuracaktı. Zevkle gezdik müzeyi. Özellikle Atacan, müzeden çıkmak istemedi. Müze kapanmak zorundaydı. Günlerden pazartesiydi ve aslında müzenin kapalı olması gerekiyordu. Çok sayıda ziyaretçi geldiğinden köyde oturan müze görevlisi, açmak zorunda kalmış kapıyı köylerine konuk gelen bunca kişiyi geri döndürmemek adına.

Müze görevlisi taşeron işçi. Kültür Bakanlığı’nın kadrolu elemanı değil. Böylesine güzel bir müzede, özveriyle çalışan bir kişi neden kadrolu olmaz?

Müzeden çıkıp göl kıyısına indik. Kıyıda ördekler var. Bize doğru gelmekteler ötüşerek. Biz, bu ötüşleri “Hoş geldin!” demek olarak anlamaktayız. Atacan ördekleri görünce neredeyse sevinçten çılgına döndü. Onları yakalamaya çalışıyor, ama başaramıyor. Küçük bir iskele var. İskelenin önünde bir kayık. Kayıktan inenler mutlu... Bize gölü kayıkla dolaşmamızı önermekteler. Biz de bu öneriyi geri çevirmeyip biniyoruz kayığa. Türlü türlü kuş güzellikleri arasında gölü geziyoruz mutlulukla. Gezi bitti, kıyıya çıktık. Göl kıyısındaki yürüyüş yolunda yürüdük. Yürüyüş yolunda kabaklık var. Kabaklar, irili ufaklı. Atacan ulaşabildiği her kabağı okşayıp sevdi. Oradan geri dönüp köy içine doğru yürüdük. Evlerin arasındayız. Selam verip selam almaktayız. Leylek yuvaları, köyün sırça köşkleri.

Eskikaraağaç eski bir yerleşim yeri. Tarihsel doku kısmen korunmuş. Yine de bakıma gereksinim var. Yaklaşık üç yüz kişi yaşamakta bu güzel köyde. Köy insanı leyleklerle bütünleşmiş. Onları, yerdeş olarak kabullenmişler. Temiz, düzenli bir yer. Güleç, sıcak insanların yaşadığı bir köy. İnsan erinç bulmakta.

Köyden ayrılmak istemiyoruz. Bir çay bahçesi var yeşillikler içinde. Girdik içeriye, bizi karşılayan güleç adama selam verip selam aldık. Bizi dut ağaçlarının gölgesinde bir masaya oturttu. Sessizlik, insanın içine işlemekte. Kuş seslerinden başka bir ses işitilmemekte. Tostlarımızı ve çaylarımızı söyledik, beklemedeyiz. Atacan, oynarken ve çevreyi incelerken bilekliğini dut ağaçlarının aşağısında yaklaşık birkaç metre bir duvarı olan bize göre düşük bir düzeyde bulunan elma bahçesine düşürdü. Bahçenin çevresi dikenli telle kaplı. Bir türlü giremedik içeri. Kuytu bir yerde eski ahşap, derme çatma bir merdiven bulduk. Merdiveni yukarıdan aşağıya doğru dikenli tellerin üzerinden uzattım. Eşime: “Sen, sıkıca tut, ben inip alayım.” dedim.

Atacan atıldı: “Ben düşürdüm, ben alacağım.” der demez merdivene yapıştı. İndi aşağıya arayıp buldu bilekliğini ve yukarıya çıktı. Özgüveninden duyduğu mutluluk sözcüklerle anlatılmaz, ancak görülür.

Ayakyoluna gitmek istedi Atacan. Gitti gitmesine de ayakyolu alaturka. Daha önce hiç gitmemiş, nasıl kullanacağını bilmiyor. Annesi anlattı ve becerdi. Yeni bir mutluluk ve özgüven kazanma nedeni daha… Aynı gün içinde çeşmeden su içmesi, derme çatma bir merdivenden inip çıkması, alaturka ayakyoluna gitmesi ona çağ atlattı resmen. Bu özgüvenle “Köylere gidelim.” demekte sürekli olarak. Yeni beceriler kazanmak için.

Tostlarımızı yiyip çaylarımızı içtik. Canım kalkmak istemiyor oturduğum yerden. Böylesi bir cennetten kalkıp gitmek olanaklı mı? Zorla da olsa kalktık yerimizden Karacabey Harasına gitmek üzere. Gönlümüz Eskikaraağaç’ta kaldı. Belki bir gün yine buraya gelip doğanın tadını çıkarırız. Kim bilir…

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   26 Ağustos 2020

GECE YARISI KALACAK YER ARAYIŞI (Dinlence Yazıları 13)


Biga’dan Bandırma’ya büyük bir mutlulukla gittik. İç erincimiz yerindeydi. Çünkü yıllardır görmek istediğimiz Mehmet Çavuş’un gömütünü görmüştük.

Saat yirmi bir sıralarında Bandırma’daydık. Öncelikle kalacak yer sorunumuzu halletmeliyiz. Öğretmenevini kolayca bulduk. Yakın bir yerde park ettik arabamızı. Atacan, arka koltukta deliksiz bir uykuda. Öğretmenevine gitmek için arabadan indim. İnmişken az önce bir ses işitmiştik ne olduğuna da bakayım, dedim. Arabanın bir yerini mi çarptık yoksa? Soluk soluğa bir genç geldi yanıma elinde arabamızın ön plakası. Az önce kavşaktan dönerken düşmüş. Genç arkadaş da balkonda otururken görmüş. Üçüncü kattaki evinden inip plakamızı bize yetiştirmiş. Öylesine mutlu olduk ki anlatamam. “Memlekette insanlık ölmedi.” dedirtecek biçimde bir güzel davranış.

Genç adama içtenlikle “Sağol!” dedim. O, toplumsal bir görevi yerine getirmiş biri mutlu. Ben de arabamızın plakasını yitirmediğimiz için mutluyum. Gençle vedalaştık. Plakayı ön camdan görülebilecek biçimde sağ yana koydum. Ben bu işle uğraşırken eşim çoktan öğretmenevine gitmiş bile. Atacan’ın başında bekledim bir süre.

Eşim, çok geçmeden döndü yanımıza. Öğretmenevinin bahçesinde düğün olduğunu görevliyi uzun süre aradığını ve bulup onunla konuştuğunu, kalacak yer olmadığını söyledi. Bana. “İstersen bir de sen git, bak!” dedi. Bunun üzerine ben de gittim. O, uyuyan çocuğun başında nöbetçi. Gidip görevliyi kolayca buldum. İnceledi, baktı ve “Yerimiz yok!” dedi. Geri dönmeden önce bahçedeki düğüne biraz bakayım, dedim. Vur patlasın, çal oynasın. Ne maske ne de sosyal ara… Kapının girişindeki masanın üzerinde duran bir dezenfektan. Bahçedeki genel havaya bakınca o da yasak savmak için. Koronanın kol gezdiği bir memlekette bu rahatlık bizi şaşırttı epeyce.

Arabamıza binip sahile doğru indik. Eşim ve Atacan arabada kaldı, ben inip otellerde yer aramaya başladım. Sahildeki otellere bakınca bir tersliğin olduğunu hemencecik anladım. Karşıma çıkan ilk otelin kapısına gittim. İçeride cılız bir ışık. Kapıyı çaldım birkaç kez hareket yok! Aynı sırada olan ikincisine yöneldim. Burada ışık mışık yok! Merak ettim. Ön camların birisine yapıştırılmış bir dosya kâğıdında gerekli açıklamayı gördüm. Korona nedeniyle bir süre kapalı kalacakları yazmakta. Bunun üzerine geri döndüm.

Eşime durumu anlattım. “Otellerden birisinde açıklama yoktu, ama diğerinin camında korona nedeniyle kapalı olduğu yazılıydı. İçime kurt düştü. Burada kalmayalım.” dedim. O da kabul etti. Böylece gezmeyi düşündüğümüz Bandırma, Erdek, Manyas’ı görmeyeceğiz şimdilik. Gerçi daha önce görmüştük. Ama Atacan için önemliydi gezimizin bu ayağı. Özellikle de Kuş Cenneti…

Dinlencemiz boyunca salgının varlığını bir an olsun unutmadık. Gezimizi bu acı ve kahredici gerçeğin ışığında yaptık. En küçük bir riski bile almadık. Olsun yorulacağız, ama salgının en küçük olasılığı da olsa ondan kaçmak zorundayız. Nasıl olsa çocuğumuz uyumakta arabada. Yorucu bir gün geçirdik. Onun getirdiği bir yorgunluk var üzerinde. Eşim, bana baktı, “Ne yapalım?” der gibi. Bursa’ya doğru gitmemizi söyledim. Kolayca anayol çıktık.

Yavaşça yol almaktayız. Gecenin, yıldızlı gökyüzünün, ay ışığında dalga dalga parlayan bahçe tarlaların, yolun iki yanında sık sık gördüğümüz fabrikaları seyreylemekteyiz. Karacabey’e yaklaştık. Buraya gitmeye karar verdik.

Gece yarısına doğru bir vakitte Karacabey’e girdik. Tatlı bir yokuştan tırmanırken sağ yanda bir fırın ışıl ışıl… Önünde birkaç kişi oturmakta. Onlara önce selam verdim, sonra öğretmenevini sordum. Selamımı alırken konuşmalarından yerdeşim olduklarını anladım. Memleketlerini sorunca söylediler Trabzon-Beşikdüzülü olduklarını. Ben de ilçemi söyleyince yerdeşim, kalkıp bize öğretmenevini gösterdi. Yolun diğer yanındaymış. Memleket özlemi kokan birkaç tümcelik söyleşiden sonra vedalaştık.

Öğretmenevine vardık. Bahçesinde birkaç kişi… Kapanmak üzere… Görevliyi bulduk bahçede çay içerken… Saygılı, içten bir adam… Odaları varmış. Hemen işlemlerimizi yaptık. Ben bu işle meşgulken eşim arabayı park edip Atacan’ı uyandırdı. Açlıktan ölmek üzereyiz. Burada yiyecek bir şey yok! Bitişikte bir çay bahçesi var. Oraya gittik. Üçümüz de birer gözleme ve ayrandan oluşan öğünümüzü yavaşça yedik. Atacan’a o uyurken neler yaşadığımızı anlattık. Şu anda bulunduğumuz yerin Bursa’nın Karacabey İlçesi olduğunu söyledik. Gezimizin zorunlu olarak gitmemek durumunda kaldığımız bölümü için fazla üzülmedi. “Başka zaman gideriz.” dedi.

Gözlemeler yenip ayranlar içilince öğretmenevine geçtik. Atacan’la eşim gecenin serinliğinde beklerken ben arabadan küçük bavulumuzu ve birkaç parça eşyamızı alıp geldim. Hemen odamıza çıktık. Duşlarımız alıp uykunun kollarına bıraktık kendimizi yeni bir sabaha uyanmak için.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       25 Ağustos 2020

MEHMET ÇAVUŞ’A SAYGI (Dinlence Yazıları 12)


Biga’da dinlendiğimiz ve söyleştiğimiz dondurmacıya Bahçeli Köyü’ne nasıl gideceğimizi sorduk. Zaten bulunduğumuz cadde üzerinden gidecekmişiz oraya. Yol tarifini, Necdet Bey’e de sorduk, o da telefonda anlattı. Bursa yoluna çıktık. Çok geçmeden yolun sağında Bahçeli’nin tabelasını gördük ve köy yoluna saptık.

Köye varınca yavaşladık. Kahvenin önünde oturanlara selam verip selam aldık. Gömütlüğün yolunu daha önce öğrenmiştik. Olsun, yine de kahvede oturanlara soralım, dedik. Köylerinin onur duyacağı bir kahraman için buralara geldiğimizi bilsinler istedim.

Gömütlüğe vardık. Bir kahramanın karşısındayız. Heyecanımız doruk noktasında. Çevreyi incelemeye başladık. Kapının sol yanında Mehmet Çavuş’u tanıtan bir kitabe var. Özgeçmişi anlatılmakta. İçeri girdiğinizde sağ yanda başka bir kitabe. Mehmet Çavuş’un türbesi bakımlı ve düzenli. Türbeyi, Biga Kaymakamlığı yapmış. Necdet Özer ve arkadaşlarının çalışmaları amaca varmış ve bazı devlet kurumları, büyük bir kahramanın tanıtımı için kolları sıvamışlar gibi. Kahramanlarımıza sahip çıkılması bize umut vermekte. Onları, gelecek kuşaklara tanıtmak gerek. Kahramanlarını bilmeyen, tanımayan toplumlar geleceklerini sağlam temeller üzerine oturtamazlar. Bu nedenle elimizden ne geliyorsa yapmamız gerek. Küçük damlaları birleştirip sele dönüştürmeliyiz.

Mehmet Tabak, 1878’de Bulgaristan’ın Filibe kentinde doğdu. 93 Harbi’nden (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) sonra ailesi, Anadolu’ya göç ederek Biga’nın Bahçeli Köyü’ne yerleşti. Mehmetçik, bu köyde büyüdü. Balkan Savaşı çıkınca gönüllü gitti, ata topraklarını savunmaya.

Balkan savaşları bitip I. Dünya Savaşı başlayınca Çanakkale cephesinde görev aldı topçu olarak. İngilizlerin karaya ilk asker çıkarması sırasında mangasıyla ölümüne, insanüstü bir direniş gösterdi. Tüfeği tutukluk yapınca kürekle karşı koydu düşmana. Kürek kırılınca kayaları, taşları söküp saldırdı İngilizlere. Elleri param parça, kan içinde. Bu sırada göğsünden ve başından da yaralandı. İlk müdahaleler yapıldıktan sonra hastaneye kaldırılmış. Hastanede yatacak adam mı Mehmetçik? Bir an önce siperlere koşmak istiyor.

Tedavisi tamamlanmadan yine arkadaşlarının yanına, cepheye gitti. Siperden sipere koştu. Savaştı, düşmanla boğuştu. Kutsal bildiği toprağına düşmanın ayak basmasına gönlü razı olmadı.

Atatürk, bu kahramanı övdü, ödül alması için öneride bulundu üst orunlara. Osmanlı Devleti Başkomutan Vekili Enver Paşa, Mehmet Çavuş’a “Harp Madalyası”nı bizzat taktı Çanakkale Askeri Hastanesi’nde.

Mehmet Çavuş’un kahramanlığı, siperden sipere yayıldı. Kahramanlığıyla cephedeki tüm askerlerin sevgisini, saygısını kazandı. Mehmet olan adı, birden “Mehmetçik”e dönüştü. Türkçede “-cik” eki, eklendiği ada “küçültme, acıma, şefkat, azımsama” anlamları kattığı gibi “sevgi” anlamı da kazandırır. Herkesin ona “Mehmetçik” demesi, Mehmet Çavuş’a karşı duyulan sevginin bir belirtisi. O günden sonra erden mareşale dek askerlerimize Mehmetçik dendi.

On altı yıl askerlik yaptı. Vatan hizmeti, ardı arkası kesilmeyen savaşlar bitince köyüne döndü. Maddi ödülleri, aylığı reddetti. Çünkü ona göre vatan hizmetinin parasal bir karşılığı olamazdı. Sıradan bir yaşam sürdü. Tarlasında, bahçesinde çalıştı. Yurttaşlarımızın çoğu gibi emeğiyle geçindi, çoğu zaman da geçim güçlüğü çekti. El avuç açmadı kimseye, azla yetinmeyi bildi. İç erinci yerindeydi. Hasta olan eşine baktı uzun yıllar. 3 Şubat 1964’te bu dünyadan göçtü. Hasta olan eşinin bakımı yapılamadı. Birbirini çok seven eşler kısa aralıklarla ölür, derler. Öyle de oldu. Fatma Nine, eşinin yokluğuna dayanamadı ve on dört gün sonra o da Mehmetçik’ine kavuştu. On altı yıl asker yolu gözleyen bir kadın düşünün. Asıl savaşı veren asker yolu gözleyen anneler, eşler, kız kardeşler, yavuklular değil mi?

Tam mezarlığı fotoğraflayacağız eşimin telefonunun şarjı bitti. Çaresizliğimiz dorukta. İşte, fotoğraf çekmek için çözüm ararken Necdet Özer yetişti. Birkaç fotoğraf ancak çekebildi o da. Onun da telefonunun şarjı tükendi kısa sürede. Bu demektir ki fotoğraf çekmek için olsa dahi Bahçeli Köyü’ne bir daha gitmemiz zorunluluk.

Necdet’le kırk yıllık dost gibi kucaklaştık. Yaklaşık beş aydır kimsenin elini sıkmamıştım korona salgını nedeniyle. Bu yasağı bir anda yok ettik Mehmetçiğin huzurunda. Mehmet Çavuş, sanki yattığı yerden bize “Sarılıp kucaklaşın!” dedi, biz de sarılıp kucaklaştık. Burada biraz söyleştik. Hava kararmak üzereydi. Necdet Özer’in köydeki kahvesine gidip oturduk. Çay içtik. Ardından “Bigalı Mehmet Çavuş Sanat Galerisi” adlı müzeye gittik. Olağanüstü bir emekle hazırlanmış. Olanaksızlıklar içinde yaratılan bir tansığın tanığı olduk. Bilgilendik. Çok şey öğrendik. Necdet Bey bıkmadan usanmadan her şeyi, en küçük ayrıntısına dek anlatmakta. Akşama dek ekmek parası için çalışıp yorulan adam, Mehmet Çavuş söz konusu olunca yorgunluğu unuttu bir anda. Bu arada büyük bir incelikle bana verdiği onurluk (plaket) karşısında ne yapacağımı şaşırdım. Onur duydum. Müze gezimiz ve bilgilendirilmemiz bitince vedalaşıp ayrıldık. Yüreğimin bir bölümünü Bahçeli’de bıraktım.

Aslında Mehmet Çavuşlar bugün de var. Yurdumuzun birçok yerinde Necdetleri görünce “İşte, kahramanlarımız hala yaşıyor.” diyorum. Bu da geleceğe olan umudumu çoğaltmakta, halkıma olan güvenimi artırmakta.

Bandırma’ya doğru yol alırken kafam Bahçeli’de, Mehmet Çavuş’ta, Necdet’te. Kaç gündür geziyoruz yurdumuzun bir köşesinde ve nice kahramanlar görüp tanıdık. Bu kahramanlar bir batı ülkesinde olsa her birine onlarca film çekilir. Bu kahramanların bulunduğu yerler insan akınına uğrar. Uyduruk öyküler yerine, gerçek kahramanların yaşam öyküleri ders kitaplarının başköşelerinde olur. Bunları düşünerek Bandırma’ya vardık. Gezimiz sürecek biraz daha. Ülkemin tarihini, doğası daha iyi tanımak, temiz havasını solumak için.

Not 1:Geniş bilgi için bakınız. MEHMETÇİK https://adiladalet.blogspot.com/2014/08/mehmetcik.html?spref=tw

Not 2: 8 Eylül 2020 Aydınlık gazetesinde "Yolumuz mehmet Çavuş'a düştü" başlığıyla yayımlanmıştır.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               23 Ağustos 2020

BİGA’DA KISA BİR MOLA (Dinlence Yazıları 11)


Şehit Köprülülü Hamdi Bey’in anıtından ayrılıp Biga kent merkezine doğru ilerledik yavaşça. Acıkmışız. Hem kenti az da olsa gezip hem de karnımız doyurmak amacımız. Bahçeli Köyü’ne Mehmet Çavuş’un huzuruna tok karnına çıkalım.

Biga Çayı’na geldik, köprüden karşıya geçtik. O da ne? Biga’da AVM… Kapitalizmin tekelleşme amacını taşıyan ve küçük esnafı yok eden, kapısız, camsız modern mağarası buraya dek gelmiş. Bu yolla Anadolu’muzun esnaf, çarşı kültürüne, geleneğine bir saldırı var. Aynı zamanda sosyalleşmeyi, insanlar arasındaki iletişim ve ilişkiyi yok eden bir şey AVM’ler. Caddeden yukarı doğru gidip geri döndük ve arabamızı çay kıyısında park ettik.

Arabamızı park ettikten sonra telefonla onlarca kez konuştuğum, sesini işittiğim, dost olduğum, ancak yüzünü göremediğim Necdet Özer arkadaşımı aradım. Necdet Bey, emeğiyle geçinen kocaman yürekli bir adam. Bitirmesi gereken bir işi olduğunu birkaç saat içinde bitireceğini söyledi. Ben de acele etmemesi gerektiğini söyledim. Ekmek parası kazanmanın, hele ki bu zamanda, çok önemli olduğunu belirttim. “Biga’nın içini gezeceğiz.” dedim. Önceden bilerek haber vermedim ki işine engel olmayayım diye. Gezmeye çıkmışız, zamanımız bol. Aslında niyetimiz, geceyi Biga’da geçirmek. Bu nedenle ayak sürümekteyiz. Ancak işimiz biterse Bandırma’ya gideceğiz.

Necdet Özer, yurdumuzun adsız kahramanlarından biri. Öğretmen Ömer Arslan’la (Tarihçi-yazar) Bigalı Mehmet Çavuş Derneği’ni kurmuşlar. Olanaksızlar içinde bir büyük kahramanı Türkiye’ye tanıtma uğraşındalar. Bu derneğin maddi, manevi yardıma gereksinimi var. Birkaç yurtseverin ülkemiz tarihine sahip çıkarak büyük özveriler göstermesi örnek bir davranış.

Mehmet Çavuş, Çanakkale Savaşı’mızın büyük kahramanlarından. Ne yazık adına bir anıt yok! Oysa isterdik ki Bahçeli Köyü’nde, Biga merkezinde anıtı yükselsin. Adı okullara, caddelere, sokaklara, alanlara verilsin. Yaşam öyküsü öğrencilerimize öğretilsin. Toplumumuzun bir rol modeli olsun.

Necdet Bey’le tanışmamızı sağlayan ve bana kocaman yürekli bir dost kazandıran Mehmet Çavuş. 30 Ağustos 2014’te Mehmet Çavuş’la ilgili “Mehmetçik ( https://adiladalet.blogspot.com/2014/08/mehmetcik.html )” başlıklı bir yazı yazmıştım. Ancak Bahçeli Köyü’ne gitmemiştim. Mehmet Çavuş’un mezarını görmemiştim. Böylesi büyük bir kahramanın tanınmaması, bilinmemesi, adına bir anıtın olmaması beni çok üzmüştü. Necdet Beylerin çalışmalarından habersiz olarak tanıdığım duyarlı işadamlarından bu konuda yardım istedim. Ne yazık ki bugüne dek başarılı olamadım. Ancak arayışlarım sürmekte.

Çocukluk arkadaşım Mehmet Nuri Kılıç’ın Biga’da yazlığı var. Her yaz orada. Birkaç yıl önce telefonla görüşürken Bahçeli Köyü’ne gidip Mehmet Tabak’ın mezarını ziyaret etmesini söyledim. Bana “Niye?” diye sormadı. İkircikli davranmadan “Giderim.” dedi. “Niye ‘Kim?’ diye sormadan ‘Evet!’ diyorsun?” diye sordum. “Sen, boş bir iş için beni oraya yormazsın. Vardır bildiğin.” Diyerek yanıtladı beni. Ben, ona Mehmet  (Tabak) Çavuş’un kahramanlığını anlattım. Sonrasında “Mehmetçik” başlıklı yazımı gönderdim. Yazıyı okudu.. Birkaç gün sonra Bahçeli’ye gitti. Necdet Bey’le tanıştı. Telefonunu bana bildirdi. Mehmet Çavuş’la ilgili çalışmalarından söz etti. Bu konuda çalışan kişilerin olduğunu görünce çok heyecanlandım. Ben de Necdet Özer’i hemen arayıp konuştum uzun uzun.  Ardından Ömer Öğretmenimizin telefonunu alıp onunla da telefonda arkadaş oldum. İşte, bu nedenle Necdet Bey’le yüz yüze görüşmenin heyecanı da var içimde.

Arabamız, Biga Çayı kıyısında. Biz, çevreyi gezmeye çıktık. Önce Çay’ı gözlemledik. Suyu, iyice azalmış ve pek temiz değil. Çay kıyısı betonla kaplı. İki yanında betondan yol ve araba park yerleri. Park yeri, tüm Türkiye’de olduğu gibi Biga’da sorun. Bu sorunu çözmek için hazırcılık yerine yaratıcı çözümler gerekir. Oysa oranın bir yeşil cennet olmasını isterdim. Nedense yöneticilerimiz griyi, yeşile yeğlemekteler. O Biga Çayı nice tarihsel olaya tanıklık etmiştir. Büyük İskender’i de Köprülülü Hamdi Bey’i de Kara Hasan’ı da Mehmet Efe’yi de görmüş. Anzavur ve Gâvur İmam’ın ihanetine tanıklık etmiş. İşte, böyle bir alanın doğa ve tarih müzesi durumuna getirilmesi gerekmez mi?

Biga, temiz bir kent… Ancak ABD ve büyük kentler kaynaklı beslenme düzeni neredeyse egemen olacak buraya. Ayaküstü yeme yerleri çokça. Oysa çay kıyısında yöresel lezzetleri tatmak olağanüstü olur. Bir yerde oturup karnımız doyurduk. Yemekten sonra Atacan dondurma yemek istedi. Biz de onun isteğine uyup dondurmacıya gittik. Dondurmamızı yerken dükkân sahibi ve çalışanıyla söyleştik. Gençlerin yaşadıkları yerin tarihsel özellikleri bilmemesi beni üzmekte. Ancak Necdet ve arkadaşları, Mehmet Çavuş’u ve Bahçeli Köyü’nü tanıtmışlar herkese.

Necdet Özer’in işi Biga’da… Gittikçe sabırsızlanmaktayım Bahçeli’ye gitmek için. Onu beklemeden yola çıktık. Bir kahramana saygı, minnet duygularımızı sunmak amacıyla...

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       23 Ağustos 2020