ÇAVUŞ KÖYÜNDEN ÇİFTELER’E


        Ahmet Özkan… 1923’te Beyşehir’in Çavuş köyünde doğdu. 1937 Yılında Çifteler Köy Öğretmen Okuluna girer. Bu okul, daha sonra 1939’da köy enstitüsü olur. 1944’te bu okuldan mezun olarak ülkemizin eğitim ordusuna katılır.

        Ahmet Özkan, köylüsü Hüseyin Elmasyazar’la heyecanla okula gidecekleri günü beklerler. O gün gelip çatar. On yıl süren savaşlarda kanı iliği kurumuş, yoksul Türkiye’min yoksul çocukları öğretmen olmak için yollara düşer.

        “Gitme günü gelip çattığında, 28 Ekim 1937 sabahı erken saatlerde Beyşehir’in Çavuş köyündeki tuz kayalarından iki çocuk uğurlandık: Ben ve Hüseyin Elmasyazar…

        Bir yandan çok sevinçliydik ama bir yandan da ayrılık gözyaşlarımızı silerek koşuyor, koşuyorduk. Okumak, okumak istiyorduk! Eskimiş ediklerimizle taşlı ve tozlu yollardan dağları aşarak Akşehir’e geldik. Babam bizi, Eskişehir’e gidecek bir un kamyonunun üstüne bindirdi ve ağzı bağlı, yamalı şitare bezi para kesesinden adam başı 50 kuruş çıkarıp şoföre uzattı. Babamın elini öptük ve ayrıldık. Bir hüzün çökmüştü içimize… Bir süre gittikten sonra, şoför muavinin sesiyle irkildik. “Haydi, İshaklı İshaklı! Çay, Bolvadin, Emirdağ, Eskişehiiir!” diye bağırıyor, kamyona yolcu toplamaya çalışıyordu.

        Uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra kamyoncu bizi Mahmudiye’de indirip gitti. Üstümüz başımız un olmuştu. Onları temizlemeye çalıştık. Gecenin geç saati vardığımız okulda, okulun hizmetlisi Lokman Ağa bizi karşıladı. O saatte bize yatacak bir yer buldu. O kadar yorgunduk ki hiçbir şey düşünmeden kendimizi yatağa attık.

        Ertesi sabah çalgı sesleriyle uyandık. Ortalık sallanıyordu. Düğün var sandık. Meğer o gün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramıymış!

        Kahvaltımızı ettik, bahçeye çıktık. Beyşehirli Abdullah Özkucur ve Mustafa Ünüvar’la tanıştık. Bu tanışmaya çok sevinmiştik. Daha sonraları ise, birçoklarıyla tanışıp arkadaş olduk. Dersliğimizi, yemekhanemizi, vakit çizelgesini, ders saatlerini, paydos saatlerini, toplantı yerini öğrendik. Çok sevinçliydim. Her şeyi yutar gibi öğrenmeye çalışıyordum.

        Gece gündüz durmadan dönerek okuma ve okutma çarkının yatağı olan okulda, bilgiyi ve beceriyi öğrenecek ve o gün geldiğinde, eğitim denen kutsal hizmet borcumuzu kendi köyümüzde ödeyecektik.

        ‘Okuyup okutmak işimiz bizim/haram lokma kesmez dişimiz bizim!’ ülküsü olacaktı bizim ülkümüz… (Gülten Başol, Aydınlanmanın Neferleri Köy Enstitülü Öğretmenlerim, Kaynak Yayınları, 1. Basım, 1 Nisan 2016, sf. 40)” Bu dizeler, Hasan Ali Yücel’in “Yeni Hayat” şiirinden… Okuyup okutmayı amaç edinmiş öğretmen adayları… Haram lokmaya ağzını, elini sürmeyen eğitimciler ordusu… İşte, köy enstitülü öğretmenin yurt ve insan sevgisini, toplum ülküsünü belirleyen dizeler…

        Ahmet Özkanlar, yoksul Türkiye’nin çorak topraklarından kopup gelerek eğitim ordusunun neferi olmak için yayan yapıldak yola düştüler. Bir tek amaçları vardı insanüstü bir özveriyle geldikleri toprakları her yönden kalkındırıp uygarlık ışığıyla aydınlatmaktı. Onlar için kişisel çıkar önemsizdi, asıl önemli olan kendilerini adadıkları toplumsal çıkardı.

        Halkçı devlet, yoksulun elinden tutup onu okutmaktaydı. Çünkü Ortaçağ karanlığı ancak böyle yenilirdi. Uygarlık güneşinin ışıkları, Ortaçağ’ın kara bulutlarını bu yolla dağıtabilirdi. İşte, Cumhuriyet’in erdemi de buydu.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               30 Kasım 2022

 

ÇOCUKLARIN İÇİNDEKİ ASLANI ÖLDÜRMEYİN


        Köy enstitülü yazarımız Fakir Baykurt’un yaşamını anlattığı sekiz kitaplık diziyi okumak gerek. Öncelikle öğretmenler, anneler, babalar, “Devrimciyim, milliyetçiyim, İslamcıyım!” diyenler okumalı. Yazarlar okumalı ki bir yapıtta hele de özyaşamöyküsünde nesnellik nasıl olur, onu öğrenmeliler.

        İğneyi kendine batıran bir yazar Baykurt. Özyaşam dizisi, güzel bir Türkiye tarihi. Yalnızca yazın meraklılarının değil, tarihle ilgilenenlerin de başucu kitapları olabilecek bir dizi bu. Bu kitaplarda Cumhuriyet tarihimizin önemli bir kesiti okuyucuya sunulmakta. Okumayan çok şey yitirir, okuyan ise Akçaköy’den doğan güneşin aydınlığında ışıl ışıl bakar ufuklara.

        Fakir Baykurt, birçok kişi gibi zor bir çocukluk yaşadı. Düşe kalka büyüdü. Yaşama dişiyle tırnağıyla tutundu. Hatalarından ders çıkarıp yanlışlarından öğrendi. Yaşam okulunun sert kuralları içinde ayakta kaldı.

        Neyse konumuza dönelim.

        Baykurt, her köy çocuğu gibi çelik çomak ustası. İşten güçten fırsat buldukça çelik çomak oynar köyünün çocuklarıyla. Hele de köylüyü ezen güçlülerin çocuklarını yenmekten çok zevk alır. Onlarla oynarken neredeyse kendini kaybederdi.

        Ömer Ağa’nın Hacı ile kapışırlar köy alanında. Çelik çomak oyununun izleyicileri de çevrelerini almıştır. Oyunu yengiyle bitirir Tahir (Fakir). Çok sevinçli ve coşkuludur, ancak iş güç zamanı ailesine yardım edemediği için de annesinden korkmaktadır. Kazandığı utkunun heyecanıyla eve koşarak gider. Annesinin az önce pişirip kapının önüne koyduğu çorba tenceresini görmeyip deviriyor onu. Yedi boğazın aşı, bir anda yok oluyor.

        Annesi Elif, “Aferin koçuma!” deyip bağrına basıyor oğlunu. Öfkesini sevgiye dönüştürüp sıkıyor onu göğsünde. Hasırı çulu yıkayıp ekmek kırıntılarından yeniden çorba pişiriyor Elif Ana. Yedi nüfus, yeni çorbayı iştahla kaşıklıyor.

        Daha sonraki günlerin birinde yine çelik çomak başlıyor. Bu kez karşısında Çiyanoğlu’yla yarışmakta. Baki de ayırtman… Bugünkü deyişle hakem… Baki, Çiyanoğlu’nu tutmakta. Tahir’in iki sayısından birini saymamakta, onu yendirmek için. Yine de pes etmiyor yetim Tahir.

        “Köyün büyükleri akşam namazını kılıp çıkmış, bizi seyrediyor. Ayırdında değilim, anam da gelip köşeye durmuş. Niyeti kolumdan tutup eve götürmek. Bakmış kızışkın bir yarıştayız, hem de ayırtman Baki’nin kötü tutumuna düşmüşüm; “Ha koçum göreyim!” diyor. Ama ne dikilişini görüyorum ne mırıldanışını duyuyorum. Aştım onca kayırmayı, yendim Çiyanoğlu’nu. Köyün içi çanga manga oldu. Alkış tufan birbirine karıştı.

        Birden anamın elini bileğimde buldum. Boynumun kulağımın terlerini siliyor. ‘Bu köyün gözü öldürür seni; bir gök boncuk asayım omuzuna!’ diyor. Yanı sıra yürüyor, ‘İyi!’ diyorum içimden. ‘Azarlamayacak!’ Uça uça gideceğiz sanıyorum. Yoook; Hüseyin’in kahveye sapıyoruz. ‘Hüseyin! Bir çay getir Tahir’e!’ diyor. Hüseyin kahveyi açalı kaç zaman oldu, daha kapısından girmedim. Öyle imreniyorum çaya; ince belli bardaklar içinde öyle mis gibi kokuyor. Evimizde yok, Hüseyin’in kahvesi ilk. Kimi varsıl babalar çocuklarını götürüp içirmiş, anlatıyorlar, deli oluyorum.

        O güzel bardağı doldurup elime verdi Hüseyin. Alır almaz diktim. Sıcağı elbet biliyorum ama ayırdında değilim. Elim dilim yandı; bıraktım yere. Yer toprak, kırılmadı ama çay döküldü.

        Kulaklarımda anamın sesi: ‘Hüseyin, bir daha getir!’ Beni de öğütlüyor: ‘Üfle de iç akıllım! Üfle de!’ (Fakir Baykurt, Özüm Çocuktur, Literatür Yayınları, 3. Basım, Mart 2019, sf. 109, 110)”

        Çocuk dayak yemez, tersine ödüllendirilir. Bu ödüllendirilmeye bir türlü anlam veremez. Yıllar geçer, köy enstitüsünü bitirip öğretmen olur. İlk görev yeri Kavacık Köyü. Doğup büyüdüğü Akçaköy’e yakındır burası. Annesi Elif, işten güçten fırsat buldukça Kavacık’a gider. Öğrencilerini görür. Mutlu olur. Unutulmaz öğüdünü verir oğlu genç öğretmene: “Bu yavruları sakın dövme! İçlerindeki aslanı öldürme! (Fakir Baykurt, Kavacık Köyünün Öğretmeni, Literatür Yayınları, 3. Basım, Kasım 2019, sf. 35)” der. Ne güzel bir öğüt! Bu öğüdü işittiğinde anlıyor çoraba tenceresini döktüğünde niye dayak yiyip azar işitmediğini. İçindeki aslanı öldürmek istemediğinden Elif Ana, Çiyanoğlu’yla çelik çomak oynadığında kızmayıp una yaşamının ilk çayını içirmesinin nedenini belliyor bu öğütle.

        Her gün anneler, babalar, öğretmenler ve başkaları milyonlarca çocuğun içlerindeki aslanı öldürmekteler. Hem de farkında olmadan… Kimi eğiteceğim diye yapmakta bu işi. Yani kaş yaparken göz çıkarmaktalar. Keşke Anadolu’nun bilge kadını Elif Ana’yı tanısalardı da çocukların içlerinde yaşattıkları aslanların kükremesini sağlayabilselerdi.

        İçindeki aslan ölen çocuk, kafeste yaşayan korkak maymuna döner. Çocukların özgür gelişimi için onların aslanlarını yaşatmalı, hem de sonsuza dek.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       29 Kasım 2022

 

       

KÖY ENSTİTÜLÜNÜN ANDI


        Dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde farklı mesleklere ilk adımını atan kişileri isteklendirmek için ant içilir. Bu ant, onlara hem mesleğinin ne denli gerekli olduğunu anlatır hem de yapacağı işin ilkelerinin güdülenmesine yardım eder. Asıl olarak da mesleğine olan inancını pekiştirir.

        “4274 Sayılı Kanun’un 10. Maddesinin bana verdiği bütün vazifeleri hakkıyla, tam ve eksiksiz yapmaya, her zaman temiz ve düzenli olmaya, okulumu, çevremi temiz tutmaya, talebemi, köyü ve köylümü temizliğe alıştırmaya, çocukları ve komşuları her zaman sevmeye ve korumaya, onlara her zaman iyilik etmeye, köyümün topraklarını işleyip onu dünyanın en iyi vatanı haline getirmeye, köylülerimi yetiştirip onu cumhuriyete layık dünyanın en ileri insan derecesine yükseltmeye, milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmaya ant içiyorum, ant içiyorum, ant içiyorum. (Gülten Başol, Aydınlanmanın Neferleri, Köy Enstitülü Öğretmenlerim, Kaynak Yayınları, 1. Basım, 1 Nisan 2016, sf.117)”

        Andın güzelliğine bakın! Öncelikle vurgulanan düşünce, göreve bağlılık. Her meslek çalışanında bulunması gereken birincil özellik. Görevini eksiksiz yapmaya söz veriyor enstitülü genç öğretmen.

        İkinci sırada, temizlik var. Önce kendisi temiz ve düzenli olacak. Böylece örnek oluşturacak okuluna ve çevresine. Salgınlarla kırılan köylülere temizlik alışkanlığı kazandırmayı görev sayıyor kendine genç ülkücü. Böylece sağlıklı olmanın, salgınları önlemenin de askeri olmakta.

        Üçüncüsü; doğruluk, dürüstlük ve iyilik… Bunlar insanı, insan yapan nitelikler değil mi? Bu niteliklerle liberalizme, kapitalizmin kokuşmuşluğuna ve çürümüşlüğüne, feodal çıkarcılığa savaş açılmakta. Toplumun çıkarını önemseyip değerli saymanın biricik koşulu değil mi doğru, dürüst ve iyi insan olmak. Günümüzün bencillik kuyularında debelenen insanının anlayamayacağı bir şey bu.

        Dördüncüsü ise çocukları ve komşuları sevip korumak… Sevginin mumla arandığı liberalizmin çökerttiği insanlık gömütünde ne denli önem kazanmakta bu ilke.  İnsana değer vermek, onu önkoşulsuz sevmek, onu korumak… Doğaldır ki bunu yapabilmek için de yüreklerin insan sevgisiyle dolup taşması gerek.

        Beşincisi, köyünün topraklarını işleyip dünyanın en iyi vatanı haline getirmek… Demek ki işlenmeyen, üretimin olmadığı toprak vatan olmaz. Bir toprağa vatan demek için o toprağın işlenip yurttaşın hizmetine verilmesi gerek. Ne yazık ki ülkemize egemen olan kapitalizm, toprağı işleyeni zamanla aşağılamış ve gereksiz görmüş. Vatan toprakları emperyalist merkezlerden buyruk alan yöneticilerce çoraklaştırılmış. Toprağın sahibi köylü, yaşam kaynağından göçe zorlanmış. Toprak üzgün, vatan küskün, çiftçi yalnız bırakılmış. Enstitülerin kapılarına kilit vuranlar, bu vatana bilerek ihanet ettiler. Köylümüzün kara yazgısını sürdürmesini istediler. İnsanımızın özgür birey, bilinçli yurttaş olmasını engellemekti tüm çabaları.

        Altıncısı, köylülerini yetiştirip onu cumhuriyete layık, dünyanın en ileri derecesine yükseltmek… Köylüleri yetiştirmenin, ülke topraklarında yüzyıllardır egemen olan Ortaçağ düşüncesini silip atmak değil mi? Cumhuriyete yaraşır insan yetiştirmek, onu sonsuza dek ayakta tutmanın biricik yolu. Dünyanın en ileri ülke olma amacı, yadsınamayacak bir ülkü. Amacı yerine getirmemize kimler engel oldu köy enstitülerini kapatarak?

        Yedincisi, milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarma amacı. Bu, Cumhuriyet’imizin onuncu yılında Atatürk tarafından ulusumuzun önüne konmuş bir hedef. Bu amacı gerçekleştiremeyişimiz nedense emperyalistlerin tatlı vaatlerine kanan siyasilerce oldu. Ne yazık ki çağcıl uygarlık düzeyinin üstüne çıkma amacımız bazılarınca ertelenip geciktirilse de önümüzdeki yıllarda Ata’mızın bu öğüdünü gerçekleştireceğiz. Bu, ulusumuzun birincil görevi.

q    Bir konuda ant içmek, o işi yapacağına dair hem halka hem de kendi vicdanına söz vermektir. Söz de geleneklerimize göre namustur. Sözünü yerine getirmemek, büyük bir tutarsızlık. Bu nedenle ant içmişsen bir konuda, söz ağzından çıkmışsa bir kere bu işin geri dönüşü yok!

        Köy enstitülü gencin okuldan ayrılışı sırasında içtiği ant, bugün için de geçerli. Bu ant, lise ve üniversitelerimizde mezuniyetlerde okunmalı. Uyduruk ve emperyalistlere özenilerek yapılan kep törenlerinin yerini bu ant, neden almasın?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               28 Kasım 2022

“ÖĞRETMEK, BİR SAĞALTIMDIR”


        Dr. Odhan Yüksel, eğitimle ilgili bir yazıma yaptığı yorumda: “Eğitim bir sağaltımdır.” diye yazdı. Bu söz, çok anlamlı. Bu yorum, yazı konum oldu şimdi. Bu sözü: “Eğitip öğretmek, bir sağaltımdır.” biçimine dönüştürdüm.

        “Sağaltmak” sözcüğü, “Sağlığa kavuşturmak, iyileştirmek, iyi etmek, tedavi etmek” anlamında.

        Doğaldır ki “öğretmedeki sağaltım” hem tinsel hem de bedensel alanda. Öğrenen kişi, bilgilenip olumlu yönde davranış değişikliği göstererek gittikçe tinsel olarak iyileşme içindedir. Özgüven, sevgi, saygı duyguları güçlenir bu sayede. Akranları, büyükleri, küçükleriyle iletişimi güçlenir kişinin. Bireyler arasındaki ilişkide belli bir düzeye erişilir. Bu düzey, sağlıklı ilişkilerin olması gereken düzeydir.

        Tinsel alanda oluşan iyileşme, bedensel alana da yansır. Kişi, bedenini daha sağlıklı duruma getirmenin yollarını öğrenir. Tinsel ve bedensel eğitim, günlük yaşama bir disiplin getirir. Bu disiplin, zamanı doğru kullanmayı sağlar. Eğitimle sağaltılmış birey, günlük yaşamını rastgele değil, bir izlence doğrultusunda yaşar. Çünkü bu kişinin boşa geçirilecek zamanı, çöpe atılacak emeği, harcanacak bir çalışması yoktur. Onun için zaman ve emek çok değerlidir. Bunları doğru ve yararlı kullanmak, eğitim-öğretimin sağaltımıyla kazanılan bir davranış olmakta.

        Kişi, eğitim ve öğretimin gücüyle önce kendi tinini, bedenini disiplin altına alır. İlkel güdüler, bu eğitim sayesinde kontrol edilir. Güdülerin ilkelliğinin ortadan kalkmasıyla her alanda eşit ilişkiler kurulur insanlar arasında. Kişiler sosyal, siyasal, ekonomik, ekinsel konumu ne olursa olsun eşit ilişki içindedirler.

        Kadın ve erkek, cinsellikleriyle değil; ussal üretimleri, birey kimlikleriyle değer kazanır. Cinsellik, çiftleşme dürtüsünün ilkelliğinden kurtularak sevişme aşamasına geçer. Sevişmenin olması için gerekli koşul, sevidir. Zorlama, parasal çıkar, tek yanlı doyum sevinin olduğu yerde söz konusu bile olmaz. Sevişme, eşit bireylerle eşit ilişki durumuna gelir.

        Eğitip öğretmenin sağaltımı, asıl olarak bilimsel alanda görülür. İnsanda merak duygusu gelişir. Bu meraktır ki bireyin öğrenmesini hızlandırır. Kişinin öğrendikçe öğrenesi gelir. Bu da bilim alanında gelişimin tetikleyicisi olur. Her bilimsel buluş, bir merakın sonucu. Eğitip öğretmek, insanlara yeni ufakları görmek için geniş pencereler açar. Bu pencerelerde yeni bakış açıları oluşur. Bu bakış açıları; kişiyi bilinmeyeni bulmaya, öğrenilmeyeni öğrenmeye, tanınmayanı tanımaya yöneltir. Ulaşılmayana ulaşma isteği, önemli bir amaç olur.

        Doğadaki varlıklar arasındaki ilişki öğrenilir. Bu ilişkideki kurallar, çoğu zaman büyük derslerle doludur. Bu dersler, kişiyi eğitir. Ona tansık sayılabilecek bilgileri öğretir. Doğanın sırrına erişmek, kişinin çevresindeki saygısını ve onlarla uyumunu güçlendirir. Aslında demokrasi eğitiminin önemli bir alanıdır doğa. Doğanın güzelliklerini, varsıllıkları, değerini kavramak eğitip öğretmekle olmakta.

        Eğitip öğretmekle kişi, kendi gücünü ve güçsüzlüğünü fark eder. Gücünü doğru kullanmayı öğrenir. Diğer kişilerin gücüyle kendi gücünü örgütlü bir biçimde birleştirmenin önemi kavranır. Güçsüzlüğünü gidermek için toplumun diğer bireyleriyle işbirliği yapmayı düşünüp uygular. Güçten de güçsüzlükten de güç almayı öğrenmek, eğitim ve öğretimle olur. Bilginin gücü, kişinin kendisini ve yaşadığı dünyayı değiştirmesinin önünü açar. Dünyayı değiştirme gücü, eğitilip öğrenmenin gücüdür.

        Eğitilen kişi, kendini kötü alışkanlıklardan korur. Kötü alışkanlıkların toplumu saran bir virüs durumuna gelmesini önleyen güç de budur. Sapkın ilişkilerin önüne geçer eğitim.

        İnsanın tinsel ve bedensel sağaltımıyla içinde sakladığı erişilmez güç ortaya çıkar. Bu güç, başıboşluğu kaldırmaz. Bunda disiplinsizliğin yeri yoktur. Gücün doğru, tutumlu, dizginlenerek kullanımı söz konusu.

        Eğitmek ve öğretmek, bireyi ve toplumu sağaltır. Onu, onulmaz sayrılıklardan kurtarır. Eğitim ve öğretimin olduğu yerde salgın sayrılıklar olmaz. Ancak eğitim öğretim ulusal, çağcıl ve bilimsel olmalı.

        Sağaltımcılar toplumu ve bireyleri sayrılıklardan sağlatarak kurtarırlar. Öğretmenler de toplumu kör karanlıklardan, geriliklerden, yozluktan, güçlü devletlerin sömürüsünden kurtarmak için sağaltırlar. Bu nedenle onların yetiştirilmesi, geliştirilmeleri savsaklanamaz. Öğretmenleri önemsemeyen toplumların gelişmesi olanaksız.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               26 Kasım 2022

ÖĞRENMEYİ SEVDİRMEYEN EĞİTİM, AMAÇSIZDIR


        Öğrenciliğimi anımsarım çoğu zaman. Okullar dinlenceye girdiğinde üzülürdük. Okula severek giderdik. İlkokul birinci sınıftan başlayarak sayısız arkadaşlar edindik. Her arkadaşlık, bir öğrenmeydi. Birlikte öğrendik onlarla. Birbirimizden öğrendik. Aslında oyun içinde bir eğitimin temellerini attık. Her arkadaşlık, bir eğitim ve öğrenme kaynağıydı bizim için.

        Öğretmenlerimizin birçoğunda tanrısal özellikler görürdük nedense. Verdikleri her bilginin, gösterdikleri her davranışın biz öğrencilere yeni bir ufuk açtığını düşünürdük. Verdikleri bilgileri belleğimizde tutar, davranışlarını benimserdik. Onlar, anlattıkça bizim ufkumuz genişlerdi. Ders aralarında yeni öğrendiğimiz bilgileri, heyecanla konuşup tartışırdık kendi aramızda. Önerdikleri kitapları olanaksızlıklar içinde bulmaya çalışırdık. Okuma sevisi, ilkokul sıralarında içimizde bir fidan gibi göverdi. Onlardan öğrendiğimiz en değerli şey, bilgiyle güç kazanacağımızdı.

        Bugünün çocuklarına bakıyorum. Okula severek giden öğrenci, neredeyse parmakla sayılacak kadar az. Okulda sıkılıyor çocuklar. Bir çocuk denizinde neden sıkılır çocuklar? Bunda bilgisayar, tablet ve telefonlarda oynanan oyunlara olan bağımlılıklar asıl etken. Ne yazık ki okullar ve öğretmenler, değişen toplumsal koşullara uyum sağlayamadı. Eğitimi, değişen toplumsal koşullara göre biçimlendiremiyorlar nedense. Bu konuda asıl sorumluluk, Millî Eğitim Bakanlığı’nda. Bakanlık yöneticilerinin çoğu değişen çağın, farklılaşan koşulların farkında değiller. Farkında olanlar da ya çözüm üretmede yetersizler ya da sorunları dile getirmede yüreksiz davranmaktalar koltuklarını yitirmemek için. Ülke, toplum sorumluluğunu kişisel çıkarlarını önüne koyacak yöneticilere ivedilikle gereksinimimiz var.

        Bakanlık ve okul yöneticileri ile birçok öğretmen, günü kurtarmanın peşinde. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” diyenler çok. Yöneticinin de öğretmenin de kendini geliştirmediği bir yerde sağlıklı eğitim olabilir mi? Doğaldır ki olamaz. Olmuyor zaten.

        Yöneticilerin ve öğretmenlerin kendilerini meslek içinde yetirmeleri olmazsa olmaz. Ne yazık ki ÖSS sistemiyle iyi öğretmen yetiştirilmiyor. Öğretmenlik, biraz da doğuştan gelen bir yetenek. İş edinme amacıyla yapılacak bir meslek değil. Nedense son zamanlarda durum bu. Çocuklar, öğretmenlerinin çoğunu ve okullarını sevmiyorlar. Coşkun bir ırmak gibi okullara akmıyorlar. Sevgi ve coşku olmayınca eğitim ve öğretim de zayıflamakta.

        Eğitim, sevgiyle olur. Eğitim kurumları ve eğitimciler, öğrenmeyi sevdirmeliler öğrencilerine. Öğrenme; sevilerek, isteyerek, coşkuyla yapılması gereken bir iş. Sevgi yoksa eğitim de yok! Öğrenmeyi sevdirmeyen eğitim amaçsızdır, yanlıştır.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       25 Kasım 2022

TÜRKÇENİN KÖKÜ OLMAZSA GÖVDESİ OLUR MU?


        Türkçe Kökler kitabı (Kaynak Yayınları), bir bahar yeliyle düştü okuyucularının eline. Meraklı okuyucular da yaz sıcağında bir an serinlemek için bu güzel kitapla Türkçe yolculuğuna çıktı. Tarihin derinliğine daldık bu kitapla. Dilimizin değişik coğrafyalardaki gezisine katıldık bir solukta.

        Türkçe Kökler’in yazarı, Doğu Perinçek… Sayın Perinçek’in Türkçeye ilgisi bilinmekte. Daha önce OG’DAN OGUR’A Devletin Oluşma Sürecinin Türkçedeki İzleri kitabı okuyucuyla buluşmuştu. Bu kitap, Silivri Tutukevinin zor koşullarında yazılmasına karşın dil meraklılarını beğenisini kazanmıştı.

        Sayın Perinçek, her iki kitabı da bir bilimadamının özeniyle hazırladı. Onlarca kaynaktan yararlandı. Kaynaklardaki bilgileri, düşüncesinin ve deneyimlerinin imbiğinden geçirdi. Böylece okuyucuya kolayca ve zevkle okuyacağı iki önemli yapıt sundu. Her iki yapıt da Türkçenin kökenbilimiyle ilgili. Özellikle Türkçe konusunda eğitim gören öğrencilerin, bu alanda ders veren öğretmenlerin/öğretim üyelerinin yararlanması gereken iki kaynak kitap meraklılarını beklemekte.

        Türkçe Kökler’i dinlenceye giderken aldım. Başka kitaplarla onu yükçeme koydum. Kalacağımız yere varıp yerleştirdiğimizde bu kitabı, ilk sırada okumaya karar verdim. Havuz başındaki uzanağa uzandığımda elimde Türkçe Kökler vardı.

        Dinlençteki konukların ilgisini çekti kitap. Zaman zaman onlarla kitap üzerine konuştuk. Birkaç yerde çekincelerim vardı. Bunları, sıcağı sıcağına Sayın Perinçek’e telefon ederek söyledim. Eleştiri konusundaki hoşgörüsü örnek sayılacak bir davranış.

        Türkçe Kökler’in dili yalın… Anlatım biçimi ise bir öykü tadında… Kitabın genelinde eğlenceli sayılabilecek bir anlatım var. Verilen örnekler, günlük yaşamla bağlantılı... Böylece okuyucunun örnekleri kavraması kolaylaşmış. Dille ilgili bilmediğimiz birçok şeyi öğrenme olanağı bulmaktayız bu kitapta. Akıcı bir anlatım, okuyucuyu sürüklemekte. Bu nedenle her kesimden insanın zevkle okuyup anlayabileceği bir kitap…

        Beni en çok şaşırtan şey, -mek (-mak) adeylem ekinin dilimize sonradan girdiğini öğrenmem. Bu ekin nereden dilimize geldiği bilinmemekte. Bu ek, 8.yüzyıla dek dilimizde yoktu. Birden dilimize giriyor ve eylemlerin sonuna yerleşiyor. Böylece adeylem oluşturduğumuz -iş ekinin bir ayrılmaz arkadaşı oluyor -mek (-mak).

        Türkçe köklerin yolculukları anlatılmakta kitapta. Birçok Türkçe sözcük kökünün başka dillerde sıkça kullandığını öğreniyoruz. Bu, Türkçenin gücü… Kitabı bitirdikten sonra yabancı dillerde Türkçe kök arayışı başlamakta okuyucuda.

        Kitapta yirmi dokuz başlıkta Türkçe kökler incelenmekte. Her başlık, okuyucuya yeni bir dünya, yeni bir ufuk açmakta. Okudukça okuyucunu kökenbilime ilgisi artmakta. Türkçe sevgisi doruklara çıkmakta. Yaşamla dil arasında kopmaz bir ilişki kurulmakta belleklerde. Tarihin, coğrafyanın dili nasıl biçimlendirdiği anlaşılmakta. Bir dilin kökenbilimine ilgi duymak, tarihi öğrenmeyle eşdeğer bir iş.

        Zamanla sözcüklerde oluşan ses değişiklikleri çok güzel anlatılmış. Bazı sözcüklerin karşıt yönde anlamsal kazanmaları, bir tarihsel süreç içinde anlatılmış.

        Türkçe sözcük köklerinin oluşumunda bir mantık ve tutarlılık var. Bunu sözcüklerin türetilmesinde ve bileşmesinde de görmekteyiz. Adlar ve eylemler, matematiksel bir mantık çerçevesinde oluşturulmuş. Bu durum, Türkçeyi diğer diller arasında başköşeye koymakta.

        Dil, bir ulusun ulusal kimliği… Dil, olmadığında ulus da olmuyor. Ulus olmayınca devlet de ortadan kalkıyor. Kültürün temeli, dil… Kültürel gelişimi sağlamanın yolu, sağlam bir dilden geçmekte. İşte, Türkçe bize bu olanakları yaratmakta.

        Atatürk’ün en büyük devrimlerinden biri, dil devrimi… Dilimizin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtulması hepimizin bir yurttaşlık görevi. Bu konuda başta aydınlar olmak üzere her yurttaş üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeli.

        Kitabın içeriğinden söz etmeyeceğim. Bırakalım okuyucu merakla okusun Türkçe Kökler’i. Tarihin derinliklerindeki dil yolculuğunu özgürce yapsın. Bu kitaptan bir harf değil, onlarca harf  öğrendim. Bu nedenle Sayın Perinçek’e teşekkür ediyorum kendi adıma.

        “Dilimizde karşılığı varken yabancı sözcüklerin sokulması aynı zamanda halka karşı bir eylem, halkla arayı açmak, halka sırt dönmek, halktan kopmak, dahası halkı aşağılamak, düpedüz züppelik! (Türkçe Kökler, Doğu Perinçek, Kaynak Yayınları, s.36)” demekte yazar. Züppelik yapmamak için Türkçe konuşup yazmalı. Çünkü başka Türkiye yok! Türkçemiz giderse ülkemiz de gider.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               11 Ekim 2022

 

 

ENSTİTÜLÜ ÖĞRETMENİN EMİL AŞKI


        Ahmet Öztuna… 1929’da Romanya-Silistre-Şahinler köyünde 1929’da doğdu. 1934’te Türkiye’ye gelerek Eskişehir-İmişehir köyüne yerleşti ailesi. 1940’ta Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsünden mezun oldu. Kendi köyüne atanmış bozkırı aydınlatmak için.

        Kolları sıvayıp okulunun bahçe duvarının yapımına girişir ülkücü öğretmen. Okul çevresini ve köyün gömütlüğünü ağaçlandırır. Okulun eksik olan bölümlerini tamalar. Köy yollarını, moloz taşlardan temizler. Geceleri ise köylülere okuma yazma öğretir. Saman yerine kömür yakmaya başlarlar. Okulun ve çevresinin, ayakyollarının temizliği ön plandadır. Öğretmen evinin temelini atar. Önce yardım etmeyen köylüler, kolları sıvamışlar öğretmenlerinin yanı başında.

        Öğretmen Öztuna meyvecilik ve bağcılıkta öncü olmuş köylülere. Fidanları, Çifteler Köy Enstitüsünden kendi at arabasıyla getirir. Her aileye birer dönümden az olmamak koşuluyla meyve bahçeleri elbirliğiyle dikilir.

        1945 Yılı 17 Temmuz günü Rousseau’nun Emil yahut Terbiyeye Dair kitabını satın alıp okumak ister. Çünkü bu kitabı okumalarını enstitüdeki öğretmenleri salık vermiştir öğrencilerine. O yıllarda üç ayda altmış lira aylıkları vardır. Para yetmiyor doğal olarak. Babasında para ister Emil’i almak için. İsteği olmayınca da gözyaşlarını tutamaz.

        Genç öğretmenin üzüntüsünü gören babası: “Ağlama oğlum, sen kör eşeği hazırla! Ben sana bir koyun yapağı veririm; sabah ezanıyla eşeğe yükler. Eskişehir’e gider satarsın ve kitabını alır gelirsin.” der. Bu söz üzerine dünyalar onun olur. Şafak sökerken Eskişehir’in yolunu tutmuş ülkücü öğretmenimiz.

        “Pazarda yapağıyı sattım. Dört lira beş kuruş etti. Dört lirası ile Emil’i aldım. Beş kuruşu ile bir de simit aldım. O tarihlerde Eskişehir-Ankara yolu çok tenhaydı. Eşek köye rahat rahat gidiyordu. Ben de eşeğin üzerinde bir elimde simit, bir elimde Emil’i okuyordum. Şimdiki Sultandere civarında iken, ‘Öztuna, Öztuna!’ diyen bir ses duydum. Başımı kaldırıp baktığımda, bizim Çifteler’in kömür kamyonu yanımda duruyordu. Çifteler’den öğretmenim Hamit Özmenek’ti bana seslenen, ‘Hayrola Öztuna! Ne bu halin?’ dedi.

        ‘Öğretmenim Eskişehir’den Emil’i aldım. Okuyarak köyüme dönüyorum.’ dedim.

        Konuştuk; durumu anlattığımda hepsi çok duygulandı.

        Onlar da Eskişehir’den köy enstitüsüne dönüyorlarmış. Kömür almaya gitmişler. Ancak kömür bulamayınca geri Çifteler’e boş dönüyorlarmış. Öğretmenim hemen kamyonun arkasındaki öğrencilere seslendi, ‘Çocuklar inin aşağı, açın kamyonun kapağını! Kaldırın kör eşeği, kamyona alın! Öztuna, sen de ön tarafa gel!’ deyip beni de şoför mahalline, yanlarına aldı.

        Bizim köy meydanında beni ve bizim kör eşeği indirdikten sonra bana başarılar dileyerek kamyonun homurtusuyla gittiler.

        Bizim kör eşek kamyona sucuk yapılmak üzere değil, köye ışık götürmek, köye kültür götürmek ve çağdaş toplumlardaki akran köylerin seviyesine yükselmek üzere kamyona bindiriliyordu. Aynı zamanda bu kamyon, J. J. Rousseau’yu ve cebinde sadece beş kuruşluk bir simidi olan ama köyü için her şeyi yapmaya hazır idealist bir öğretmeni taşıyordu. (Gülten Başol, Aydınlanmanın Neferleri Köy Enstitülü Öğretmenlerim, Kaynak Yayınları, 1. Basım, 1Nisan 2016, sf. 157 vd.)”

        Atatürk’ün aydınlığında köy enstitülerine emek veren Hasan Ali Yücel’in, İsmail Hakkı Tonguç’un, Hamit Özmeneklerin ve Ahmet Öztuna öğretmenlerin ışığıyla ülkemizi, yurttaşlarımızı aydınlatan ülkücü öğretmenlerin Öğretmenler Günü kutlu olsun.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       24 Kasım 2022

       

GURBETTEN SILAYA GİDEN CENAZELER


        Tarih boyunca insanlar hep göç etmiş türlü nedenlerle. Sıladan gurbete gidiş zor bir şey… Bir insanın doğup büyüdüğü toprakları terk etmesi çoğu zaman onulmaz acılara, özlemlere, pişmanlıklara neden olmakta. Hele yıllarca sılaya uğramamak ise zorun zoru, katlanılmaz bir durum, dayanılmaz bir dert. Zaten insanoğlu, bu dünyaya dert çekmek için gelmedi mi?

        Ülkemizde yıllardır iç ve dış göçler yaşanmakta. Bir avuç toprak, o toprakta üretilen tarım ürünleri insanımızın geçimini sağlayamamakta. Bu nedenle insanımız, ekmeğinin peşine düşüp ülkemizin başka kentlerine ya da yabancı ülkelere gitmekte. Çoğu kişi, gittiği yerde ekmeğini büyütmekte. Geçim sıkıntısının kahredici eziyetinden kurtulmakta. Ancak usu, gönlü hep geldiği topraklarda. Yüreğini doğup büyüdüğü topraklara bırakmakta çoğu kişi.

        Çocukluk dönemi, insanların en mutlu anlarıdır. Ayrıca çevresini en hızlı algıladığı dönemdir bu güzel yıllar. İnsanoğlunun bilgiyi en hızlı algıladığı devredir çocukluk. Kişinin neden-sonuç ilişkili düşünmesi bu yıllarda olur. Çocukluk döneminde kişilik biçimlenir, yetenekler ortaya çıkar, insan ilişkileri bu dönemde anlam kazanır, iyi ile kötü bu yıllarda belirginleşir insan belleğinde. Yenen yemeğin, çiğnenen lokmanın tadı bir başkadır. İçilen suyun verdiği ferahlık, erişilmez bir mutluluktur.

        Doğa ile insan arasındaki dostluk, çocukluk döneminde kurulur. İnsan, doğanın sırrına erişir bu dönemde. Doğanın verdiği nimetler fark edilir. Doğayla hem uyumun hem de savaşın dengede tutulduğu bir zamandır çocukluk. Bu dengedir ki kişiyi başarıya götürür. Ayrıcı yaşama sevincinin doruğa çıktığı dönemdir bu. Dengeyi kuramayanlar, hiçbir zaman mutluluğu yakalayamaz.

        İnsan yaşlandıkça çocukluk ve gençlik dönemlerindeki anılarıyla yaşar. Usunda hep o dönem vardır. Çocukluk ve gençlik, insan belleğinin, yüreğinin hiç solamayan goncalarıdır. Goncadan uzaklaştıkça onun değeri artar. Kokusu, sıladan gurbete dek erişir goncanın. Onun içindir geçmişin anılarının capcanlı kalması. İnsanın hep o dönemi anlatması, dostlarıyla tatlı anı yolculuklarına çıkması bundandır.

        Kişi, yaşlandığında ve sonsuz yolculuğun yaklaştığını fark ettiğinde geçmişi uzak diyarlardan bir film şeridi gibi geçer gözünün önünden. Bazı bölümler, soluktur kimi zaman. O anılar canlandığında bellekte insanın yaşama gücü çoğalır birden.

        İnsanımız, kilometrelerce uzakta yaşasa da yüreği kendi toprağında filizlenen bir fidandır hep. O fidan, anılar ve amaçlarla hep canlı tutulur sılanın yürek toprağında. O yürek toprağıdır kişiye yaşama gücü ve sevinci veren. Yürek toprağı, yurttur. Yurt ise kişinin olmazsa olmazı. İnsan çocukluk ve gençlik döneminde kavrar yurtseverliği. O yurtseverlik duygusudur kişiyi gözüpek yapan. Gerektiğinde yurdu için ölümü göze almak bundandır.

        İnsan, gurbet elde son soluğunu verir. Artık sılada başlayan yaşam sona ermiştir. Onun için gurbetin bir anlamı yok! Bedeninin var olduğu topraklardır onun sonsuza dek yatacağı yer. Onu var eden toprak, var ettiği bedeni ister bağrında. Toprağın koynunda erinç bulacaktır cansız beden.

        Ölen kişinin yakınları seferber olur. Zaman yitirmeden cenazeyle sılanın yolu tutulur. Yolun uzaklığı önemli değildir. Çünkü bir görevi yapmanın mutluluğu, erinciyle aşılır sılaya uzanan ırak yollar. Toprağı, yurt edinmenin yoludur bu. Gelecek kuşaklar, toprağından kopmasın diyedir bu çile. Çocuklar ve torunlar, en azından bayramda seyranda atalarının, analarının gömütünü görmeye gitsin de topraklarını, köklerini unutmasın diyedir bunca çaba. 

    Bazı kişiler bir türlü anlayamaz gurbetteki ölülerin sılaya taşınmasını. Toprağın kokusunu hücrelerine sindirmeyenlerin anlayacağı bir şey değildir bu.

        Toprak ölüyü de diriyi de bağrında sakladığında yurt olur bizlere. O zaman biz de ulus oluruz yaşadığımız toprak üzerinde.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       22 Kasım 2022

 

“BÜTÜN YAPILANLAR TÜRK MİLLETİNİN ESERİDİR”

 

        Atatürk, 1924’te Konya’ya gider. Halk tarafından O’na armağan edilmiş konakta bazı milletvekili ve halktan çağrılılarla akşam yemeğinde Millî Mücadele’den söz açılmıştı. Sofrada bulunanlar, o dönemle ilgili anılarını anlatmaktaydı. Atatürk, çok neşelenmişti. Söyleşinin bir yerinde Konya Milletvekili Refik Koraltan söz alır. Atatürk’e hitaben bir söylevde bulunmaya başladı. “Her şeyi yapan sensin, bütün varlığımızı sana borçluyuz. Sen olmasaydın başka hiç kimse, hiçbir şey yapamazdı; bundan sonra da yapamaz. Allah seni başımızdan eksik etmesin.”

        Atatürk’ün neşesi kaçmış, bunalmaya başlamıştı; konuyu kapamak istedi: “Beyefendi!” dedi, “Bütün yapılanlar, herkesten evvel büyük Türk milletinin eseridir. Onun başında bulunmak bahtiyarlığına ermiş bulunan bizler ise ancak onun şuurlu fedakârlığı sayesinde ve fikir ve iman birliği içinde müşterek vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız; hakikat bundan ibarettir.”

        Ancak Koraltan, alkolün etkisiyle coşmuştu, susmuyordu, sözlerini sürdürdü: “Paşam, bu kadar yüksek tevazua tahammülümüz yoktur.”

        Atatürk, artık iyice sinirlenmişti; sesini biraz yükselterek yanıtladı onu: “Efendim, müsaade buyurunuz. Ortada tevazu filan yok. Gerçeğin ifadesi vardır. Zatıalinize bir şeyi hatırlatacağım. Elbette dikkat etmişsinizdir; ben önümüze çıkan meseleler hakkında, her zaman uzun uzadıya konuşur, istişarelerde bulunurum; herkesi söyletir ve dinlerim. İtiraf edeyim ki, konuşulacak meselelerin hal şekilleri hakkında açık bir fikre sahip olmadan müzakerelere girdiğim çok olmuştur; bu konularda ancak arkadaşlarımı, yani sizleri dinledikten sonradır ki kanaate varmışımdır. Binaenaleyh tatbikatta olduğu gibi, verilen kararlarda da hepinizin hissesi vardır; bunu bilesiniz.”

        Atatürk, biraz susup düşündükten sonra sözlerini şöyle sürdürdü: “Şimdi mevzuun asıl ince noktasına geliyorum. Beyefendi, içeride ve dışarıda şahsıma karşı suikastlar tertip edilmesinin sebep ve hikmeti nedir, hiç düşündünüz mü? Bu tertiplerin peşinde koşanların benimle şahsi bir alıp verecekleri mi vardır? Hayır! İntikam hissiyle mi hareket ediyorlardır? O da değil. O halde neden beni ortadan kaldırmak istiyorlar?

        Cevap vereyim; çünkü devrimci Türkiye Cumhuriyeti’nin benimle var olduğunu, ben gidince yıkılacağını, bu suretle haince emellerine kavuşacaklarını vehmediyorlar da ondan. Sizin sözlerinizin de onların sakat muhakemesine uygun olduğunu bilmem fark ediyor musunuz?

        Çok rica ederim Beyefendi, eğer samimi iseniz; bu fikri kafanızdan çıkarınız, hatta böyle düşünenlere rastlarsanız, onlara da aynı şeyi ihtar ediniz. Herkes milli vazife ve mesuliyetini bilmeli ve memleket meseleleri üzerinde o zihniyetle düşünüp çalışmayı alışkanlık edinmelidir.”

        Sonra sofradakilere dönerek: “Efendiler, size şunu söyleyeyim ki, devrimci Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla var olacağını sananlar çok aldanıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti, her manası ile büyük Türk milletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, ebediyen payidar olacaktır. Şimdi rica ederim, artık bu bahsi kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim. (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, 5. Baskı, Ekim 2008, sf. 55-56)”

        Yukarıdaki anı, derslerle dolu. Öncelikle söylemeliyim ki, Atatürk yüzüne karşı aşırı övgü yapılmasından hoşlanmıyor. Bu tür övgüleri, içten bulmuyor. Onu putlaştırmaya çalışanları, terslemekte. Onlara gerekli yanıtları verip yanlış davranışlarını düzeltmelerini istemekte. Bir kişiyi, put yaparsan onu yıkmak çok kolay. Çünkü putlar kırılmak için var.

        İnsanların yüzüne karşı aşırı övgülerde bulunanlara oldum olası güvenmem. Bu kişilerin ilk fırsatta, övgüde bulundukları kişileri sırtından vuracağını düşünürüm. Bu düşüncem de birçok kez kanıtlanmıştır. Bir düşünceden, bir ülküden, bir davadan dönenlere bakın! Göreceksiniz ki dönmeden önce lidere en çok övgülerde bulunanlardır bu kişiler. Koraltan da Atatürk sonrasında devrimler Atlantik sürecinin yelleriyle lime lime edilirken en öndedir. Cumhuriyet kurumları ortadan kaldırılırken sessizdir. Hatta sorumludur çoğu zaman. Tam bağımsızlığımız yok edilirken Atatürk dönemini unutmuştur çoktan. İşte, bu anıda Atatürk’ün uyarısı bir öngörüdür. Aslında Koraltan’ın övgüsünden de rahatsızlığı bundandır.

        Kurtuluşun da devrimlerin de toplumumuzun, ulusumuzun ortak emeğiyle olduğunu vurgulamakta Atatürk. Burada siyasetçilerin halktan başka kimseye dayanamayacağını anlatmakta. Kurtarıcıların ancak bir toplumun içinden çıkacağının altını çizmekte. Devrimlerin, liderin yaşamıyla ilişkili olduğu gibi yanlış bir anlayışı, bu konuşmada çürütmekte.

        Koraltan gibi düşünenler, günümüzde de çok. Devrimleri savunma konusunda gerekeni yapmayanlar ve ulusun gücüne güvenmeyenler, “Keşke Atatürk, on yıl daha yaşasaydı.” benzeri tümceler kurarlar. Hatta bazıları biraz daha ileri giderek Atatürk’ün dirilmesini beklerler. Deyim yerindeyse göklerden kurtarıcının gelmesini düşlerler. Büyük Kurtarıcı’nın bu ulusun içinden çıktığı nedense unutulur. Bu tutum, Cumhuriyet’i koruma görevinden kaçmanın kestirme yolu. Kişilerin kendi tembelliklerine gerekçe bulmasıdır bu. Bu anlayışta, halka güvensizlik de açık seçik ortaya çıkar.

        Kemalist devrim, bir tansık değil; gerçektir. O gerçeği de yaşama geçiren Atatürk önderliğindeki Türk ulusudur.

        Günümüzde de kurtuluş, kişilerden beklenmekte. Cumhuriyet kurumlarını yeniden canlandırmak ve Türk devrimini tamamlamanın yolu, Atatürk’ün “arasız devrimler” söylemine uygun olarak davranmaktır. Devrimci tutum, halkla birlikte Cumhuriyet’imizi kundaklayan emperyalizmi ülkemizden defetmektir. Bir devrim, dış güçlerin desteğiyle yeniden kazanılmaz. Çünkü Kemalist devrim, emperyalizmle savaşarak yapıldı. Şimdi de öyle olacak, emperyalizmle savaşarak devrimci sürecimizi sürdüreceğiz. Ulusça bunu başaracak güçteyiz.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                      

         

 

       

ATATÜRK VE GEOMETRİ

                             

        “Zaviye, hattı munassıf, mesahai sathiyye, müseddes, muhammes, buud, müsellesi muhtelifül adla’, zaviyei hadde, haricen mütebadil, amudi, hattı müstakim, münharif, sathı müstevi, hattı münhani, main, müsellesi mütesaviyüladla, müsellesi mütesaviyüssakeyn, murabba, hattı münkesir, kutri zu kesiriladla’, tenasüp, müsemmen, ıstılah, re’sen mukabil zaviye, müselles, şibhi münharif… (Atatürk’ün Kaleminden Geometri, Kaynak Yayınları, 6. Basım, Kasım 2017)” Burada birtakım geometri terimlerini sıraladım. Okuyucuların kaçının anlamını bildiklerini merak etmekteyim. Ayrıca bu sözcüklerin anlamlarını aile üyelerimize, her derecede öğrencilere, arkadaşlarımıza, hatta öğretmenlere, özellikle de matematik öğretmenlerine sorunuz. Bakalım kaçının anlamını bilirler?

        Yukarıdaki sözcüklerin anlamlarına bakarak kişi, bu terimlerin köklerinden yola çıkarak başka terimlerin anlamlarını çağrışım yoluyla anlayabilir mi Türkçe konuşan biri?

        Cumhuriyet’ten önce öğrenciler, öğretmenler, çalışanlar, sokaktaki insanlar bu sözcüklerin anlamalarını bilirler miydi acaba?

        Atatürk, yazdığı geometri kitabında yabancı kökenli geometri terimlerinin karşılığı olacak Türkçe sözcükler buldu. Bu sözcükler, matematiğin kavranmasının önünü açtı.

        İşte, yukarıdaki geometri terimlerinin sırasıyla karşılıkları : “Açı, açıortay, alan, altıgen, beşgen, boyut, çeşitkenar üçgen, dar açı, dış tersaçı, dikey, doğru çizgi, dörtgen, düzey, eğri çizgi, eşkenar dörtgen, eşkenar üçgen, ikizkenar üçgen, kare, kırık çizgi, köşegen, orantı, sekizgen, terim, tersaçı, üçgen, yamuk… (Atatürk’ün Kaleminden Geometri)” Bu sözcükler, Atatürk’ün geometriye kazandırdığı Türkçe terimlerden birkaçı. Bunların anlamlarını bilmeyenler neredeyse yok! Tam tamına 152 sözcük türetmiş ya da halk arasında kullanılanlardan önermiş yabancı sözcüklere karşılık olarak. Bu terimlerin büyük bir çoğunluğu, günümüzde de kullanılmakta.

        “Aç-” eyleminden “açı”yı, “al-” dan “alan”ı, “dik-” ten “dikey’i türetmiş. Köklerle türetilen sözcüğün anlam ilişkisi büyük kolaylık anlamada.

        “Üç+gen=üçgen, dört+gen=dörtgen, köşe+gen=köşegen…” Bileşme yoluyla oluşturulmuş bu sözcükler. “Gen: kenarlı” demek… “Açı+ortay=açıortay, eş+kenar=eşkenar, ters+açı=tersaçı…”

        Atatürk’ün geometriye kazandırdığı Türkçe terimler sayesinde öğretmenlerimiz matematik dersini daha kolay anlatmaktalar. Öğrenciler de bu nedenle anlatılanları kolayca anlamaktalar. Eğer bugün dünya çapında mühendisler yetiştiriyorsak Atatürk’ün tüm bilim alanlarında, özellikle de matematikte öncülük ettiği Türkçeleşme nedeniyledir. İnsan anadilinde eğitim yaptığında daha iyi öğrenir. Bilgi, o zaman su gibi akar belleklere.

        Bugün 10 Kasım… Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 84. yılı… Bugün, herkes kendince bir Atatürk anlatacak. Bizce Atatürk’ü en iyi anlamanın yolu, onun devrimlerini içselleştirip uygulamak. Her alanda bağımsızlığı savunmaktan geçer Atatürk’ü anlamak. Öncelikle emperyalistlerin kültürel boyunduruğundan kurtulmaktır asıl amaç.

        Türkçeyi savunalım ki ulusumuz sonsuza dek var olsun. Türkçe giderse Türk de Türkiye de gider. Bu nedenle Türkçemizi, Atatürk’ün gösterdiği yolda yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak için çalışmalı.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       10 Kasım 2022

        

10 KASIM SABAHI


Saat dokuzu beş geçe

Acı dolu, özlem yüklü sirenler

Öttü uzun uzun gözyaşı dökerek

Islandı yollar, ağladı ağaçlar

Kuşlar boynunu büktü

Evler üzünçle sessizleşti

Saat dokuzu beş geçe

Bir ulus ayağa kalktı saygıyla

 

Saat dokuzu beş geçe

Durdu arabalar, vapurlar

Uykulu gözlerle dizildi çocuklar

Yağmur yüklü bulutlar gibi

Bastonuna dayanarak nineler, dedeler

Ayaklandı geçmişin tatlı düşleriyle

Saat dokuzu beş geçe

Yurttaş onurunu yaşadı yurttaşlığının

 

Saat dokuzu beş geçe

Durdu yaşam ülkemin dört bir yanında.

Halk birleşti, ayrılık yok

Yurttaş el ele verdi ulus oldu

Yürekler birleşip okyanusa döndü

Okyanus dalgalandı Türkiye oldu

Türkiye Atatürk oldu coşkuyla

Saat dokuzu beş geçe

                                Adil Hacıömeroğlu

                               10 Kasım 2022

 

 

ANKARA’NIN DOĞUSUNA DEMİRYOLU YAP(A)MAYAN II. ABDÜLHAMİT


        Ülkemizin yıllardır en büyük sorunu, ulaşım olmuş. Kıyı kesimleri, denizlerin taşıyıcı gücünden az da olsa yararlanmaktaydı. Ancak iç kısımlarda böyle bir olanak yoktu. Ulaşım, tamamen insan ve hayvan gücüne dayanmaktaydı. Bu da taşınan malları hem pahalı yapıyor hem de zamanında ulaşmayı olanaksız kılıyordu. Bu nedenle yurttaşlarımız, farklı bölgelerde yetişen ürünleri tanımıyordu. Hele kısa sürede çürüyüp bozulan ürünlerin taşınması tamamen olanaksızdı.

        Ulaşımın güçlüğü, yurttaşın kendi ülkesini tanımamasına yol açmaktaydı. Ülkemizin değişik yörelerinin kültürel, ekonomik açıdan birbirinden kopuk yaşaması, ulusal birliğin sağlanmasına da engel olmaktaydı. Ayrıca sağlıklı, devinimli bir iç pazarın oluşması olanaksız olmaktaydı.

        Peki, neden Anadolu kentleri ulaşım ağıyla birbirine bağlanmamıştı. Özellikle Osmanlının son yüzyılında gelişen demiryolları, niye ülkemizde yaygınlaşmamıştı.

        “İslam davasının ilerlemesi için büyük önemi olan Hicaz demiryolu inşaatında Padişah Hazretlerinin sağladığı harikulade başarı çok öne çıkarılmaktadır. Oysa bu başarı Türkiye’de halkın gözünü kamaştırmıyor pek, aksine karışıklık yaşanmayan yedi bölgenin ikisinde insanlar diğer taleplerinin yanı sıra Anadolu demiryolunun kendi eyaletlerine kadar uzatılmasını istiyorlar. Rusya’nın, 30 yıl önceye kadar Osmanlı toprağı olan sınır bölgelerine demiryolu getirdiğini kendi vilayetlerinin başkentle veya Asya Türkiye’sinin Batı vilayetleriyle kolay bir ulaşım hattının bulunmadığını söylüyorlar. Bağdat hattı güneye doğru ilerleyecek, Anadolu demiryolu ise Ankara’dan öteye gitmiyor. Rus-Japon Savaşı’ndan önce, Yakındoğu siyasetinde Moskova etkisinin büyük önem taşıdığı dönemde Sultan, Asya Türkiye’sinin Karadeniz kıyı şeridinde yabancı şirketlere demiryolu imtiyazı vermeme, bu bölgede demiryolu inşaatına karar verirse bunun Ruslar veya kendi hükümeti tarafından yapılması kararındaydı. Sultan, Rus saldırılarına bu kadar açık olan bu bölgede şimdiye kadar demiryolu veya düzgün askeri karayolu yapmak için herhangi bir adım atmamıştır. Sultan ile Rusya arasındaki bu zımni ihanet anlaşması, Yıldız köşkü otokrasisine hizmet edenler dışında Türkiye’de herkes için sürekli bir ıstırap nedenidir. (Asya Çağını Açan Devrimler 1905-1911, H. Zafer Kars-Emrah Maraşo, Kaynak Yayınları, 1. Basım, Temmuz 2018, sf. 154)”

        Yukarıdaki alıntıdan da anlıyoruz ki Sultan II. Abdülhamit, Ruslarla zımni bir anlaşma nedeniyle Ankara’nın doğusuna demiryolu hatlarının yapılmasını istememiştir. Bu da ardı ardına birçok felaketi yaşamımıza neden olmuştur. Yol olmadığı için Sarıkamış Savaşı’na gerekli lojistik desteği sağlayamadık. Bu nedenle güneyden gelen askerlerimiz, yazlık giysiyle savaşmak zorunda kaldılar. Yazlık giysilerle kış günü yoğun tipi altında Allahuekber dağlarını aşmaya çalışan askerlerimizin karşısında donmaktan başka seçenek yoktu. Oysa Rusların o yıllarda Sarıkamış’a dek uzanan demiryolu vardı.

        Osmanlı döneminde ülkemizin özellikle batı yanında yapılan demiryolları yabancı şirketlerce yapıldı. Bunlar, yine yabancılarca işletildi. Hicaz demiryolu ise Almanların isteği doğrultusunda yapıldı. Almanya, İngiltere ile sömürgeleri arasındaki bağlantıyı kesmek amacıyla inşa edilmişti bu yol.

        Sarıkamış’ta binlerce askerimizin donma, tifüs yüzünden şehit olmasının asıl nedeni; buraya yol yapmayan Sultan’ın ihmalidir. Cumhuriyet, Ankara’nın doğusunu demirağlarla örerek, ardından da karayolları yaparak bu yurt köşesini ana merkezlere bağlamıştır.

        Ülkemiz insanı, Cumhuriyet döneminde ulaşımın gelişmesiyle ülkesinin farklı yörelerinde yetişen ürünleri tanımıştır. Ulaşım sayesinde sağlam bir ekonomik iç pazar oluştu. Ulaşım sayesinde yurt savunmamız güçlendi.

        Ulaşamadığın toprak ,senin değil. Ulaşırsan toprak vatan olur.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               9 Kasım 2022

MUSTAFA KEMAL GİBİ DÜŞÜNMEK


        “Burada hatırıma gelen hazin bir noktayı da ilgilenirseniz, işaret edeyim: ben Halep’te mevki ve vazifeme son veren bu teşebbüsü aldığım ve en son teklif olunan 2. Ordu Kumandanlığını da reddettiğim sırada, Halep’ten İstanbul’a gitmek için şimendifer ücreti verecek kadar param olmadığını bilmiyormuşum. Vakıa, Yıldırım Ordusu Kumandanlığını üslenip İstanbul’dan Halep’e hareket ettiğim günün gecesiydi. Falkenhayn karargahında erkânıharp subaylarından Tevfik Bey’in (şimdi Cumhurbaşkanlığı Başkatibi) refakatinde bir genç Alman subayı Akaretler’deki 76 numaralı ikametgâhıma geldi. Ufak ve zarif sandıklar içinde Falkenhayn tarafından bazı şeyler getirdiğini söyledi. O “şey”lerin kendilerini kabul ettiğim odaya nakledilmesini emrettim. Salon kapısının yanına ufacık sandıklar istif edildi.

        -Bunlar nedir? dedim.

        Alman subayı dedi ki:

        -İstanbul’dan ayrılıyorsunuz, size Mareşal Falkenhayn tarafından bir miktar altın gönderilmiştir.

        Kimseye hiçbir ihtiyacımdan bahsetmemiştim; fakat zannettim ki, Mareşal bu parayı ordunun ihtiyacına sarf edilmek üzere göndermiştir. Onun için:

        -Bu sandıklar bana yanlış geldi, ordunun Levazım Reis’ine gönderilmek lazımdı. Benim için fazla külfettir, dedim.

        Subayımız, sözlerimi Alman subayına nakletti. Subay derhal:

        -Efendim o da başka! dedi.

        -Paranın miktarını bu subaydan iyi tahkik et, huzurunda alındığına dair bir senet yaz, ver, imza edeyim, dedim.

        Emrim yapıldı, fakat subay imzalı senedi kabul etmek istemedi, tekrar Tevfik Bey’e:

        -Bu subay bilmiyor, dedim, senedi alsın ve Mareşal’e versin ve siz de bu paraları gelip alması için Levazım Reisi’ne haber gönderiniz.

        Bittabi iş böyle cereyan etti. Bu sandaklar ve içindekiler ordunun levazım başkanlığında ve benim bunlara karşılık verdiğim senet de Falkenhayn’ın gizli dosyasında birkaç ay birbirlerini beklediler. İşte yukarıda söylediğim gibi, Yedinci Ordu Kumandanlığı’ndan kendimi affettikten sonra, kumandanlığa vekil bıraktığım Ali Rıza Paşa’ya bu sandıkları teslim ettim ve kendisinden aldığım senedi o vakit yaverlerim bulunan Cevat Abbas (şimdiki Bolu Mebusu) ve Salih (Bozok Mebusu) Beylere bırakarak, kendilerine şu emri verdim.       

        -Hemen Falkenhayn’ın karargahına gideceksiniz, bizzat kendisini görüp bu senedi vereceksiniz ve benim kendisinde bulunan senedimi alacaksınız.

        Yaverlerim bizzat Falkenhayn’ı görmek hususunda biraz zorluğa uğramakla beraber emrimi yapmışlar. Biraz sonra yanıma gelerek dediler ki:

        -Mareşal Falkenhayn size böyle bir para vermiş olduğunu hatırlamıyor ve bu para için sizin imzanızı taşıyan hiçbir belgenin kendisinde mevcut olduğunu bilmiyor. Dolayısıyla Ali Rıza Paşa imzalı senedi de kabul etmiyor.

        Tekrar yaverlerime dedim ki:

        -Şimdi size çok ciddi emrediyorum. İkiniz tekrar Falkenhayn’ın odasına gireceksiniz ve diyeceksiniz ki, verdiğiniz altınlar olduğu gibi saklanmıştır. Buna karşılık size senet verilmiştir. Senet olmadığını iddia etmek, altınların mevcudiyetini yok edemez. Belgeyi kaybetmiş olabilirsiniz, o halde verdiğiniz altınları size iade edeceğiz, aldığınıza dair siz bize belge veriniz. Ve diyeceksiniz ki, bizi buraya gönderen kumandanın altın karşılığında memleket menfaatleri hakkında müsamaha gösterecek insanlardan olmadığını çoktan öğrenmeliydiniz. Hala bunda tereddüdünüz varsa kumandanımız size ve kamuoyuna daha başka türlü de ispat edebilir. Paralarınız duruyor, fakat bu paralardan daha çok kıymetli olan Mustafa Kemal imzası sizde kalamaz. Ve olumlu netice almadıkça karşıma gelmeyeceksiniz.

        Emir verdiğim arkadaşlar Grup Kumandanı Falkenhayn’ı tanıyan adamlar değildi. Fakat beni çok iyi tanıyorlardı. Onun için bir saat sonra Falkenhayn’ın elinden benim imzam olan kâğıt parçasını alıp dönmüşlerdir. Kolayca tahmin etmek mümkündür ki, Mareşal Falkenhayn beni, belki benden başka birçoklarını böyle sandıklarla altın vererek iğfal etmek yolundadır. (Atatürk’ün Kaleminden Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, 1. Basım, Nisan 2018 sf. 37-38-39)

        Halep’ten İstanbul’a dönmek için cebinde tren parası olmayan bir ordu komutanı, Alman altınlarını reddediyor. Elini sürmüyor sandıklar dolusu altına. Bu; yurtseverlik duygusunun, dürüstlüğün, devrimci ülkünün bir gereği. Burada kişisel kurtuluş yok, toplumsal kurtuluş için vazgeçilmez ülküler var.

        Günümüzde siyasetin orasından burasından tutanlar, ülke yönetiminde önemli görevler üslenenler, belediyelere çöreklenenler, partilerin kıyısında köşesinde olanlara bakın! Bal tutup parmağını yalayanları çokça gereceksiniz. Şucuymuş bucuymuş çok mu önemli? Nefsine egemen olamayanlar, kişisel kurtuluşu her şeyin üstünde görenler neyi savunursa savunsunlar topluma yarar sağlayamazlar. Hele Atatürk’le adları yan yana hiç anılamaz. Atatürkçü olmak için Atatürk gibi olmak gerek. O’nun ahlakını, ülküsünü, kararlığını, insanlık değerlerinden ödün vermemesini örnek almalı.

        Atatürkçü olmak için Mustafa Kemal gibi düşünüp davranmalı. El aleme, hele ki emperyalistlere el avuç açmamalı. Unutmamalı ki gâvurun ekmeğini yiyen onun kılıcını sallar.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       8 Kasım 2022