ORDULAR! İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ’DİR, İLERİ!


Başkomutan Meydan Savaşının kazanılmasıyla Yunan ordusunun gücü kırılıp dağılmaya başlar. Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının başkomutanı Gazi Mustafa Kemal, ordularına tarihsel buyruğunu verir. “Türkiye Büyük Millet Meclisi orduları, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” Bu buyrukla Mehmetçik şahlanarak ovalarda yel, dağlarda sel olur.

Düşmanın kaçmaktan başka yapacağı bir şey yoktur. Kaçarken önüne gelen tüm yerleşim birimlerini yakarlar neredeyse. Tarladaki ürün, ambardaki ekin, ahırdaki hayvan yanar. Aşsız, evsiz, evlatsız kalan halk Türk ordusunun utkusunu heyecan ve mutlulukla karşılar. Türk askerine ayran, yoğurt, su, ekmek ikram edenler sevinç içinde ellerinde son kalan yiyeceklerini paylaşıyordu Mehmetçik ile.

Atatürk’ün 1 Eylül 1922’de Türk askerine verdiği buyruk çok tartışılır. Bazı kişiler “Akdeniz’in ülkemizin güneyinde yer aldığını, batısında ise Ege Denizi’nin bulunduğunu” söylerler. Bu sözde coğrafi açıdan bir çelişkinin olduğunu belirtirler.

Öncelikle Atatürk’ün tarih ve coğrafya bilgisinin çok üst düzeyde olduğunu belirtelim.

Eski Türklerde yönler renk adlarıyla anlatılırdı. Buna göre doğu yeşil, batı ak, kuzey kara, güney kızıldı. Bu bilgiden hareketle kuzeyimizde yer alan denizimiz Karadeniz, güneyde yer alan deniz Kızıldeniz, batıda yer alan denize de Akdeniz demiş atalarımız. Bugünkü topraklarımızla Kızıldeniz’in ilişkisini kuramayanlar olabilir. Selçuklu coğrafyası Kızıldeniz’den başlardı.

Akdeniz’e gelince… Ege Denizi, Akdeniz’in bir parçası. Selçuklu coğrafyası düşünüldüğünde Akdeniz, Suriye ve Filistin’in; Ege de Anadolu’nun batısında. O yıllarda Atatürk, Ege’den söz ettiğinde daha çok “Adalar Denizi” adını yeğlemekte. Atatürk, bu buyruğuyla Akdeniz uygarlıklarını ayırmamakta birbirinden. Hepsini bir bütün olarak görmekte. Bu nedenle Türkiye, bu uygarlıkların hepsini kucaklamalı. Akdeniz uygarlıklarını ulusça sahiplenmeliyiz. Çünkü tarihsel köklerimiz burada yüzyıllardır. Bu buyrukla Büyük Atatürk, Mavi Vatan’ın da adresini göstermekte bizlere.

Akdeniz’den kopan bir Türkiye, sınırlarını koruyamaz, toprak bütünlüğünü savunamaz. Bu nedenle Akdeniz’deki Mavi Vatan’ı sonuna dek savunmalı. Akdeniz’den uzaklaşmış bir Türkiye büyük devlet olamaz. Atatürk’ün bu buyruğu bugün de geçerlidir. Gereğini yapmak da bizlere düşer.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       30 Ağustos 2021

 

 

 

 

ELMA AĞACINA ASILAN KÖPEK


Köylerde evlerin bazılarında köpek beslenir. Köpek beslenmesindeki amaç, ev ve çevresini korumadır. Tavuk gibi çakalın çok sevdiği ve önemli besin kaynağı olan hayvanları korumak, köpeğin işidir. Köpek, çakalın sinsice yaklaştığını koku duyusuyla anlar ve havlayarak saldırıya geçer. Köpekle karşılaşmak istemeyen çakal hızlıca kaçar.

Doğu Karadeniz’de evler, birbirinden uzaktır. Bu nedenle köpeğin kapıda olması hırsız uğursuza karşı bir önlemdir. Bazı köpekler, yavruyken zincirle bağlanır. Zincirin bağlanmasıyla uyumlu ve sevimli hayvan yerine doğal davranışları değişen, huysuzlaşan, sinirleri bozuk bir köpek gelir. Büyüyüp zincirden çözüldüğünde ev çevresinden gelene gidene havlayıp saldırır. Sahibini koruma içgüdüsüyle saldırganlaşır git gide. Hayvanın doğasını değiştiren bu uygulama, köpeğin asıl beslenme nedenidir. Hayvan sevgisi ikinci, korunma düşüncesi birinci sıradadır. Bunun için beslenen köpeklerin çoğu kapı köpeğidir.

Bazı kişiler, av köpeği beslerler. Bu kişiler, genellikle avcıdırlar. Avcılık önemli bir şey kırsal alanda. Çevremizdeki avcılar, köylüye zarar veren domuz ve ayı gibi hayvanları avlarlardı çocukluğumda. Hatta başka köylerden, kasabalardan ve kentlerden bu avcılar çağrılırdı. Bu çağrıya uyan avcılar gider, günlerce ortada gözükmezlerdi. Köye döndüklerinde de kahraman gibi karşılanırlardı. Günlerce kahvehanelerde avcı öyküleri dinlenirdi. Bu öykülerde bire bin katılırdı kendilerini kahramanlaştırmak için.

Etçil bir hayvan olan köpek, insanların yoksulluğuna zamanla alışarak ekmek ve benzeri bitkisel yiyecekleri yemeye alışırdı. Çünkü başka bir seçeneği yoktu. Evde beslenen kedi ve köpekler varsıl bir evde yaşasalar bile fazla doyurulmazlardı. Karnı doyan kedi ve köpek uygun bir yer bulduğunda saatlerce uyur, gezip dolaşmaz. Gezip dolaşmayan kedi köpek de avlanmaz. Yeri gelmişken söyleyeyim. Köy evlerinde genellikle dişi kedi beslenir. Çünkü dişi kediler, erkeğine göre daha avcıdır. Evleri, fare zararlarından korumak için buna gereksinim vardır.

Köylerde dişi kapı köpekleri beslemek pek uygun bulunmaz. Her yıl çokça yavrulayan bir köpeğin eniklerini beslemek çoğu aile için zordur.

Komşumuzun bir dişi köpeği vardı. Adı Coni idi. Her yıl yavrulardı. Köpeklerin çiftleşmesi günlerce sürer. Köyümüzdeki erkek köpeklerin yanı sıra çevre köylerden de köpekler gelirdi çiftleşmek için. Erkek köpekler çiftleşme sırası için birbirleriyle amansız kavgalara tutuşur. Kimi zaman bu kavgalar kanlı biterdi.

Gece ve gündüz süren çiftleşme sırasında havlama, boğuşma, yaralanan köpeklerin inleme sesleri insanları rahatsız ederdi. Çiftleşme hakkını kazanan erkek köpeğe de saldırırdı kimi zaman diğerleri. Köpek çiftleşmeleri uzun sürerdi. Kimi zaman saatlerce. Dişi ve erkek köpeğin birbirine kilitlendiğini gören bazı kişiler onları ayırmak için ellerinden geleni yaparlardı. Bazıları üzerlerine soğuk su döker. Olmayınca bu kez kaynar su dökmeyi denerlerdi. Kaynar su dökülen köpeklerin cinsel organları yanardı. Yanan köpekler, acıyla birbirinden ayrılır ağlayarak uzaklaşırdı. Bazıları kapılarında saatlerce çiftleşen köpeklerin bu durumunu ayıp sayarlardı sanırım. Bu nedenle çiftleşmenin sona ermesi için usa gelmeyecek yöntemler denerlerdi.

Komşunun dişi köpeği son yavrularını büyütüp yeniden kızışma dönemine girince çözüm yolu buldu kendince. Onca yavruyu beslemek zor insanlar için. Kendi sofrasına ekmeği kırk bin türlü emekle getiren birinin onca köpek yavrusunu beslemesi epey bir külfet.

Önce Coni alınıp komşu bir ilçenin uzak bir köyüne bırakıldı. Hayvan, iki gün sonra geri geldi. Ev sahiplerince işe yaramadığı düşünülen kedi ve köpeklerden kurtulmak için bu yöntem sıkça denenirdi. Kedilerden geri dönenler çok az olurdu, ancak köpeklerin çoğu evlerine geri gelirdi. Hatta bir defasında köpeği bırakanlar eve dönmeden hayvan geri geldi. Herkes şaşırdı.

Bulunan çözümler işe yaramayınca Coni’nin asılmasına karar verildi komşularca. Kendileri bu işi yapamadılar. Bir yandan köpekten kurtulmak istemekteler, ancak diğer yandan da köpeğe karşı bir sevgileri, bağlılıkları var. Başka komşuların yeni yetme iki genci bu iş için görevlendirildi. Elleri ceplerinde geldiler kahramanlıklarını göstere göstere. Önce köpeğe malez (süt ve undan yapılan bir tür muhallebi) pişirilip yedirildi. Sağken süt göremeyen köpek, ölmeden önce yediği son yemekte sütle veda etti yaşama.

Köpek, malezi ivedilikle yerken iki genç avluda bulunan demir elmasına bir ip astılar. İpin ucu halka yapıldı. Karnını doyuran köpeği yakaladılar. Kararlı, çevik, biraz da duygusuz adımlarla hayvanı elma ağacının yanına getirdiler. Köpek, başına geleceği anlamışçasına bağırıp kurtulmaya çalıştı. Ama ne çare… İpin halkalı kısmı köpeğin boynuna geçirildi. İpin diğer ucunu gençlerden biri bir celladın kararlılığı ve tinsizliğiyle çekmeye başladı. Ayakları yerden kesilen hayvan can havliyle havlamaya başladı. Havlamalar bağrışa, bağrışlar inlemeye, inlemeler kesik kesik hırıltıya, hırıltılar sessizliğe dönüştü. Köpek, ağacın dalında devinimsiz ve hırıltısız sallanmaya başladı.

Gençler, köpeğin öldüğüne iyice kanaat getirdikten sonra onu daldan indirdiler. İp boğazından çözüldü. Biri bir bacağından, diğeri de öteki bacağından sürükleyerek önceden tarlada kazılan bir çukura götürüp attılar onu. Küreklerle hızlıca üzerine toprakları attılar.

Olanlar karşısında donup kalmıştım. İlkokula henüz başlamamıştım. Elma ağacının yanına geldim. İp, dalda sallanmaktaydı yavaşça. Ağacın altında rahatsız edici bir köpek kokusu vardı. Bir süre sonra yavaşça eve gittim.

Çelimsiz ve iştahsız bir çocuktum. Babam her sabah bana içine taze yumurta kırılmış bir bardak süt içirmek için akla karayı seçerdi. İçmem karşılığında bir lira ödül verirdi bana. Ben parayı alır süt bardağı elimde evin içinde dolaşırdım. Çaktırmadan gider, sütü köpeğimizin çanağına dökerdim sağken süt içsin diye. Zaman geçtikçe benim sıskalığımda bir değişim yok, ancak köpeğimiz iyice semizleşti. Bu durumdan şüphelenen babam en sonunda benim düzenimi fark etti. Fazla kızmadı, ama aldatıldığı için biraz kırıldı sanırım. Her şeye karşın ben mutluydum. Çünkü köpeğime ağız tadıyla yumurtalı süt içirmiştim.
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                       16 Ağustos 2021

 

 


OCAĞINA İNCİR DİKMEK


 “Ateş Almaya mı Geldin?” başlıklı yazımda “Ocaktaki ateşin sönmemesi yaşamın sürmesidir.” demiştim. Bacadan dumanın tütmemesi, o evde yaşamın bittiğini gösterir. Yaşamın olmadığı evlerin duvarlarında önce incir ağaçları biter, sonrasında otlar. Ev, yavaş yavaş çürüyüp çökmeye, topraklaşmaya başlar. Bir başka deyişle terk edilen ev, zamanla kendi kendini toprağa gömer. Bu konuda yardımcıları da incir ağacı ve otlardır.   

“Ocağına incir dikmek” deyimi, “Birinin evini barkını dağıtmak, bir daha şenlenemez duruma getirmek; ocağını söndürmek” anlamındadır. Deyimler genellikle değişmece anlamlıdır. Ancak deyimin ortaya çıkışında genellikle gerçek bir olay, bir yaşantı vardır. Bu da deyimlerin ortaya çıkmasındaki “gerçek anlamı” gösterir.

“Ocağına incir dikmek” deyiminin ortaya çıkışını düşündüğümüzde ilk paragrafta anlattığımız gerçekliğin payı çok büyük. Duvarlarında incir ağacının büyüdüğü, atların yeşerdiği konutta insan yaşamı yoktur. İnsanlar, evlerinin uzun ömürlü olması için her yıl bakım yaparlar. Evlerini boyayıp aşınmaya yüz tutmuş yerlerini onarırlar. Çimlenen otları, yeşeren incirleri koparırlar ki yaşadıkları evleri ayakta dursun.

İncir, cennet meyvesidir. Efsaneye göre cennetten kovulan insan cinsel organlarını incir yaprağıyla örtmüş. Kısacası incir yaprağı insanların ilk iç çamaşırı olmuş.

İncir, lezzetli olduğu kadar kolay çoğalıp büyüyen bir meyvedir. Neredeyse toprak seçmez. Her türlü toprakta boy atması olanaklıdır. Bunun için çoğu zaman insan eline gerek duymaz. Esen yelle savrulan tohumlar, kendine uygun bitek alanlar bulur. İncirle beslenen kuşların gagalarında kalan incir tohumları türlü yerlere taşınır. Kuşların midelerinde sindirilmeyen incir tohumları, dışkılarıyla ummadık yerlere taşınır. Türlü biçimlerde taşınan incir tohumlarının çoğu, düştükleri yerlerde çimlenip boy atar.

Son yıllarda köyden kente göç hızla artmış, ata toprakları terk edilmiş. Ataların yaşadığı anılarla dolu evler, hem yetim hem de öksüz kalmıştır. Tarih kokan duvarlar, çatılar, kilerler, ahırlar, avlular ıssızlığın üzüntüsüne bırakılmış. İnsan eliyle oluşmuş evler, incir ağaçlarının yaşam alanı olmuş.

Ana memleketim Çal-İsabey’in geçmişi cıvıl cıvıldı. Sokakları çocuk kaynardı. Her avluda tarhana, turşu, ekmek yapan kadınlara rast gelirdiniz. Erkekler kahvelerde, köşebaşlarında söyleşirlerdi. At arabalarının metalik tekerlerinin çıkardığı sesler, bir tarih yolculuğuna çıkarırdı insanı. Toprak damlı evlerin tavanlarında yan yana dizilmiş ardıç kütükleri, insana güven verirdi. Dar avlularda dolaşan tavuklar bir başka güzeldi. Eşek anırması, at kişnemesi, ineklerin böğürmesi, horozların ötmesi doldururdu topraktan sokakları. Eşeğin üzerindeki heybenin iki gözündeki iki çocuğun çapaklı gözlerinde dünyalar görünürdü. Heybesindeki ürünleri pazarda satmak için giden annelerin, babaların gözlerinden umut, yüzlerinden gülücük eksik olmazdı.

Çocukların işten güçten zaman buldukları zamanlarda oynadıkları türlü oyunların seyrine doyum olmazdı. Kışın asma dallarının yandığı sobaların ısıttığı yer minderleriyle kaplı odalarda, yazın dam üstlerinde serin yele karşı yenen yemeklerin tadı damaklarda yer ederdi. Evgilcek oturulan sofraların güzellikleri hem belleklerden hem de yüreklerden silinmedi yıllarca.

Savaşlar, kıtlıklar, afetler görmüş yaşlı duvarlar; terk edilmişliğin üzüntüsüne, yalnızlığın tinsizliğine dayanamadı. İncir ağaçlarıyla yalnızlıklarını giderdiler. Ayrık otlarıyla üzüntülerine umar bulmaya çalıştılar. Teknik gelişmelerin paslı demirine yenik düştü Çökelez’in görkemli ardıçları.

En son İsabey’e gittiğimde her incir ağacı gördüğümde yüreğimden seller aktı, kayalar kopup gitti. Oysa en sevdiğim meyveler arasındadır incir. Belki de doğanın bize sunduğu en bereketli meyve ağacıdır. Ne yazık ki en sevdiğim meyveleri veren bir ağacı gördükçe içimde yangınlar alevlendi. Başımdan alazlar yükseldi gökyüzüne.

Peki… Bu ocaklara, bu tarihe, bu mutluluğa, bu komşuluğa, bu anılara kim dikti incir ağaçlarını? Kim mi? Hepimiz… Geçmişi, kentin albenisine terk eden bizler… Ben, sen, o; biz siz, onlar; yani hepimiz… Her şeyi kendi ellerimizle terk ettikten sonra kalkmışız doğa ve tarih koruyuculuğuna soyunmuşuz. Oysa tarih ve doğa kolayca vazgeçtiğimiz yerlerde. Doğup büyüdüğümüz, sokaklarında koştuğumuz, aşımızı yediğimiz, suyumuzu içtiğimiz, bilincimizi oluşturduğumuz, yüreğimizi varsıllaştırdığımız yerlerde.

Kim bilir, belki bir gün anımsarız nereye ait olduğumuzu? Sanal dünyanın, bol ışıklı tüketici yaşamın sahteliğinden kurtulup gerçeğin kucağına atarız kendimizi. Ocaklarımızın duvarların yabanıl incirlerin, ayrık otlarının büyümesine fırsat vermeyiz. Kim bilir…

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   15 Ağustos 2021

 

 

 

FINDIK SERGİSİNDE GECE BEKÇİLİĞİ


Doğu Karadeniz’in en önemli geçim kaynağıdır fındık. Son yıllarda Hopa’dan başlayarak Rize’nin neredeyse tamamı, Trabzon ve Giresun’un bazı ilçelerinde fındık alanlarında artık çay tarımı yapılmakta. Fındık da çayın yayılması karşısında batıya doğru dikim alanları buldu kendine. Samsun, Düzce ve Adapazarı fındığın önemli üretim merkezleri oldu.

Köyümüzde çay, ilaçlık denecek biçimde yetiştirilirdi. Herkes denemek için yüz, bilemediniz iki yüz kilo çay toplayıp satardı. Yılda toplam olarak beş yüz ya da altı yüz kilo yapardı en fazla. Çayın yaygınlaşmamasında elle toplanması ve asıl neden olarak da çamuruyla ünlü köyümüz toprağının zor işlenmesiydi. Bir gün bir dozer çıkageldi ve fındıklıklar sökülerek çaylık yapıldı. Çok az fındıklık kaldı ayakta.

İlkokula gittiğim yıllarda fındık çok önemliydi bizim için. Babamla amcam köye bir dükkân açmışlardı. Her şey satılırdı burada. Bugünün marketlerinden daha geniş bir ürün türü vardı. Doğaldır ki o dönemde insanların cüzdanları zayıf, vicdanları güçlüydü. Bakkalımızda veresiye defterleri neredeyse ciltler dolusuydu. Yalnızca bizim köyden değil, çevremizde yer alan ona yakın köyden insanlar gelip alışveriş yaparlardı. Çoğunluk aldıklarını deftere yazdırırdı. Veresiye, alışverişin ana omurgasını oluşturmaktaydı.

Baban öğretmen olduğundan dükkânla daha çok amcan ilgilenirdi. Fındık toplama zamanı gelince hazırlıklar başlardı. Babam kooperatiften, sandıktan borç para alırdı anapara için. Bu borç para ve elde avuçta ne varsa bir araya getirilerek fındık alımı yaparlardı. Bazı müşteriler, veresiye defterindeki borçlarını fındıkla kapatırlardı. Borçlarının karşılığında fındık verirlerdi.

Alınan fındıklar genellikle yaş olurdu. Çünkü üreticinin usa gelmez gereksinmeleri olurdu. Bunun için de paraya gereksinim duyarlardı. Yaş fındık, kurusuna göre daha ağır geldiği için ederi de düşüktü. Yaş fındığı aldığınızda uzun süre bekletemezdiniz. Çünkü fındık küflenir, çürür. En tehlikelisi de yağlı kara olur. Yağlı kara fındığın randımanını düşürür. Kar edeceğiniz bir işte ne yazık ki büyük bir zararla karşılaşır, anaparanızı da yitirirdiniz.

FİSKOBİRLİK, bir üretici birliğiydi. Fındık alımında özenli davranırdı. Üreticinin hakkını da kooperatifin hakkını da korurdu. Çünkü fındık, ülkemizin en değerli ürünlerinin başında gelir. Yıllardır dünya üretiminde birinciyiz. Bu nedenle ürettiğimiz fındığın büyük bir bölümünü başka ülkelere satarız ve ülkemiz bu yolla kazanç elde eder. Böyle bir ürün için de kalite çok önemlidir ve bundan hiçbir nedenle vazgeçilemez.

FİSKOBİRLİK, fındık satın alırken randımana bakar, ona göre taban ederi üzerinden değer biçerdi ürüne. Peki, fındığın randımanı nasıl ölçülür? Bir görevli, fındık çuvallarından rastgele belli ölçüde fındık alır. Bir yanı açık bir bakır boru, fındık çuvalının içine sokulur. İçi fındıkla dolunca boru kapatılır. İçinde kalan bu fındıklardan iki yüz elli gramı yine gelişigüzel ayrılarak kırılır. Kabukları ve içler bir yana ayrılır. Çürükler ve içi boş (Yörede içi boş fındığa “fuş” denir.) fındıklar da kabukların içine katılır. İçi buruşuk çıkan fındıklardan üçte iki oranında fire düşülürdü randımanda. İçler tartılır. Eğer içler, kırılan iki yüz elli gram fındığın yarısı kadar gelmişse randıman yüzde ellidir ve taban ederiyle satın alınabilir. Randıman ellinin üzerindeyse ürünün ederi artar, ellinin altındaysa eder de düşer.

Fındığın randımanının yüksek olması için ürünün iyi kurutulması gerek. Nem en büyük düşmandır. Çünkü ürünü çürütür. Bu nedenle güneş altında kuruyan fındıklar, sık sık karıştırılıp altüst edilir.

Sergide kurutulan fındıklar için en büyük tehlike, ansızın yağmurun bastırmasıdır. Yaşadığımız bölge Karadeniz’dir, yağmurun ne zaman yağacağı belli olmaz. Bu nedenle sergiyi bekleyenler her an tetikte olmalı, yağmura karşı önlem almalı, fındığı ıslatmamalı. Islanan fındık, satıcıyı mahveder.

Sabahtan akşama dek fındık alımıyla uğraşan amcam yorulurdu. Ertesi gün de dükkânı açmak zorundaydı üstelik. O, eve giderdi gece yarısı ve gitmeden önce amcamın büyük oğlu Hasan Tahsin’le bize devrederdi nöbeti. Hasan, gözünü budaktan sakınmayan biri. Benden dört yaş büyük. O, ortaokuldaydı o yıllarda. Yaşımıza, boyumuza bakmadan birbirimize yoldaş oluyorduk. Burada büyüklerimizin bize güvenmeleri önemli bir konu. Özgüven kazanmamız için ders niteliğinde.

Fındıkların çoğunu çay alım yerinin üstüne sererdik. Alt taraf beton olunca iyi kurur ürün. Çünkü güneşin yakıcı ısısıyla iyice kızgınlaşan beton, fındıkları alttan da ısıtıp kuruturdu. Hırsızlık olayı az da olsa olurdu. Ancak asıl tehlike gökyüzündeydi. Yağmurun ilk damlası aşağıya indiğinde hemen yerimizden fırlar, fındığı bir araya toplar, üstüne naylondan örtü sererdik. Çoğu zaman yağmurun geldiğini anlayan büyüklerimiz kadınlı erkekli koşar gelirlerdi gece yarılarında bize yardım için.

Yıldızlı gecelerde gökyüzünü izler, düşlerimizi birbirimize anlatırdık. Köyde elektrik olmadığından çoğu zaman zifiri karanlıkta beklerdik. Yassı bir pile iple ya da bulabilirsek bir lastikle ampul bağlardık. Gerektiğinde bu ışık kaynağından yararlanırdık. Kimi geceler lüks lambasını yakardık, fındık sergimiz düğün evi gibi olurdu apaydınlık. Uyumamak için sabaha dek söyleşirdik. Konularımızın sınırı yoktu, imgelemlerimizin de. Kitaplardan söz ettiğimiz de olurdu. Arada bir çay alım yerinin çevresindeki yollara serdiğimiz fındık sergilerini gözetlerdik. Gece yarısı konukluktan dönenler ya da başka nedenlerle evine geç kalanlar sisli fenerleriyle geçerlerdi önümüzden. Feneri olmayanlar ise karanlığın içinden kapkara gölgeler gibi akardı gecenin içinden. Çoğu kez de selam verirlerdi bize. Selam vermeleri beni mutlu ederdi. Çünkü adam yerine konduğumu düşünürdüm büyüklerce. Bundandır ki nerede olursa olsun çocukları görmezden gelmem, onlara selam verip hatırlarını sorarım.

Gece yarısı çakal viyaklamalarını dinlerdik. Ardından köpek havlamaları başlardı kesintisiz, kızgın. Ay’ın evrelerini konuşurduk ve her gece gökyüzüne bakarak deneyimlerdik konuştuklarımızı. Yıldızların adlarını öğrenmeye çalışırdık kısıtlı olanaklarımızla. Yıldız kümelerine bakarak düşsel yolculuklara çıkardık.

Sabahın ilk ışıklarıyla mutlu olurduk. Güneşin sabah kızıllığında yemyeşil doğa, uçsuz bucaksız bir tablo gibi kaplardı her yanı. Ufuktaki kızıllığa uzanan ulu ağaçların tepeleri kıpkırmızı alev topuna dönerdi. Giderek alevden topların rengi açılır ve yok olurdu çok geçmeden. O zamanlar ezanlar sesbüyültenle okunmuyordu. İnsan sesinin doğallığı içinde sabah ezanını dinlerdik sessizce. İnsan sesinde kimi zaman coşkuyu, kimi zaman da üzüntülü durumu duyumsardık. Müezzinin sesindeki duygu içimize işlerdi.

Fındıklar kuruyup satışa hazır duruma getirilinceye dek bu gece nöbetleri sürerdi. Ürünü çuvallara doldurduk mu nöbetimiz biterdi.

Geceler boyunca yıldızlarla diz dize otururduk. Ay, gece boyunca gülümserdi bize. Düşlerimize Ay’ı da yıldızları da ortak ederdik. Yağmurlar üzüntülerimizi alıp götürürdü uzaklara. Uykusuzluk da yorgunluk da umutsuzluk da bizden ıraktı. Acaba şimdilerde fındık sergilerinde sabahlayan kaç çocuk vardır yıldızlarla konuşan?

Not: Fındıkların randımanının nasıl belirlendiği konusunda bilgisine başvurduğum ve deneyimlerini esirgemeyen eski Of FİSKOBİRLİK Müdürü Sayın Ömer Lütfü Saral’a teşekkürlerimi sunarım.

                                                                                     Adil Hacıömeroğlu

                                                                                     13 Ağustos 2021