KIRMIZI HAT

“Abdullah Öcalan, PKK’nın tasfiyesinde örgüte daha iyi hâkim olmak için İmralı-Kandil arasında telefon hattı açılması talebinde bulundu.” Bu haberi ilk duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Sonra internette gazetelerin sitelerine girince birçoğunda aynı haberi okudum. Bölücü örgüt kurarak binlerce insanın ölümüne neden olan ve müebbet hapisle cezalandırılan bir kişinin böylesine bir istekte bulunması benim gibi milyonlarca yurttaşımızda da şaşkınlık yarattığını düşünüyorum.

“Öcalan, İmralı’yı barış görüşmelerini yürüttüğü bir ofise dönüştürmek ve ileride kendisini de kapsayacak bir affın siyasi zeminini hazırlıyor. Telefon talebi kabul edilirse, örgüt üzerindeki gücünü her an hem devlete hem de örgüte gösterme şansına erişecek.(Vatan)” Adı açıklanmayan ve Kürt siyasetinde etkin olduğu belirtilen bir kişinin bu açıklaması, her şeyi ne güzel de ortaya koymuş. Açılımla başlayan sürecin, bölücü başının affına giden bir yol olduğunu birçok kişi defalarca dile getirdi. Bunu anlamak için de kâhin olmaya gerek yok; yalnızca biraz saf olmayalım, yeter.

“Kırmızı hat” olarak tabir edilen özel hatlar, dünyada devletlerin üst düzey hükümet görevlileri arasında uluslararası görüşmeler için kullanılır. Böyle bir istek, bölücü başının kendisini bir devletin üst düzey sorumlusu olarak görmesi anlayışından kaynaklanmakta. Böylesi bir talebi dile getirme cüreti ise işin başka bir yönü. Bu kişiye bu tür isteklerde bulunma cesaretini kimler verdi. Yapıldığı söylenen gizli görüşmelerin içeriği nelerdir acaba? Bu görüşmelerdeki tavırlar, konuşmalar nasıl bir düzeydedir ki bölücü başı sınırsız isteklerini fütursuzca sıralayabiliyor.

Daha önceleri de PKK liderinin ilginç istekleri basına yansımıştı. Sürekli ve planlı bir biçimde gündemi belirleme ve bölücü başı üzerinden yeni gündemler oluşturma etkinliği aralıksız devam ediyor. Aylarca İmralı’daki koğuşun darlığıyla meşgul oldu kamuoyu. Herkes Öcalan’ın koğuşunun ölçülerini neredeyse milimi milimine bilir olmuştu. Bu konuda bölücü örgüt yandaşları büyük gürültü kopardılar. Avrupalı bazı sözde “özgürlük savaşçıları(!)” da işe müdahil oldular. Lozan’da kapitülasyonları kaldırdık. Ancak ulusal bağımsızlığın ne demek olduğunu bir türlü anlayamayan bazı politikacılarımız, yeni kapitülasyonlar yaratma peşindeler. Bunun için de iç işlerimize burnunu sokan yabancılara ses çıkartamıyorlar, aksine bu işten memnunmuş gibi de görünüyorlar. Sanırım, Osmanlı hayranı bu siyasetçilerimiz, en çok Osmanlı’nın kapitülasyonlarını seviyorlar.

Geçen aylarda bölücü başı ile ilgili istekler o kadar çığırından çıktı ki, iş İmralı sakinine seks izni verilmesine kadar vardırıldı. Amaç, bölücü başının normal, özgür bir kişiymiş gibi iç ve dış kamuoylarında algı yaratmak. Bu tür isteklerle mağduriyet ve masumiyet oluşturmak. Bölücü örgüt ve lideri de bunu iyi anlamış. Çünkü şu anki iktidar partisi yöneticileri de aynı taktiği kullanarak iktidara yürüdüler.

Son günlerde İmralı sakinini kahramanlaştırma kampanyası yürütülüyor. Ne yazık ki bu işin başını da medya çekiyor. Gazete ve televizyonlarda Öcalan’la ilgili ve onu masum gösteren yayınları ibretle izliyoruz. Bu kişinin muhatap alınması konusunda yoğun bir propaganda var. Bir taraftan da Kandil’deki terörist sözcülerinin sözleri manşetlerde yer buluyor.

Hükümetle PKK liderinin görüşmesi kamuoyundan tepki görünce AKP’nin imdadına bölücü başı yetişiyor. “Devlet AKP’den ibaret değil. Kimse korkmasın, görüşmeler devlet adına.” sözleri Öcalan’ın. Bu açıklamadaki düşünce ve dil özellikleriyle Başbakan’ınki aynı. Bu hükümet, Türkiye’yi yönetmiyor sanki. Devlet görevlileri hükümetin izni olmadan İmralı’ya gidebilirler mi?

Bölücülerle irticacıların 1919’da başlayan dostlukları, ittifakları yıllardır kesintisiz sürüyor. Uluslar arası bir komplonun aktörleri olarak rollerini iyi oynuyorlar. Aznavurlar, Şeyh Saitler, Delibaşlar ve daha niceleri kol kolalar. Peki, Müdafaa-i Hukukçular neredeler? İşte, bütün sorun burada.

Adil Hacıömeroğlu
2 Ekim 2010
Not: 4 Ekim 2010 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com da okuyabilirsiniz.

DEVLET ADAMI OLMAK

4 Ekim 2010 tarihli Sözcü Gazetesi’nde bir haber dikkatimi çekti. Sıradan bir siyasetçi ile devlet adamı arasındaki farkı anlamak açısından önemli bir tavrı, bakış açısını yansıtıyor bu haber.

Eski ABD Başkanı Bill Clinton ülkemize gelerek bir dizi temasta bulundu. Bir özel üniversitemizde de konuşma yaptı. Bu arada Clinton’un bilekliği dikkat çekti. Ne yazık ki gazetecilerimizin çoğunluğunun konuya ilgisizliği ilginç. Çünkü bileklikte ileti, dedikodu üretecek tarzda bir özellik taşımıyordu. Eğer o bileklikte özel yaşamla ilgili bir yazı olsaydı, günlerce manşetlerden inmezdi.

Sözcü Gazetesi, Clinton’un Türkiye gezisiyle ilgili haberi verirken şu ayrıntıyı öne çıkarıyor. “Bu arada Clinton’un kolundaki asker bilekliği dikkatlerden kaçmadı. Clinton, ‘Irak’a Özgürlük Operasyonu’ sırasında 4 Haziran 2008’de düşman ateşi sonucu ölen Çavuş Shane Padraig Duffy’in künyesini bileğinde taşıyor. 2004 Yılında on ay boyunca Irak’ta görev yapan yirmi iki yaşındaki Duffy, ölümünden kısa bir süre önce Irak’tan izinli olarak ABD’nin Massahusetts Eyaleti, Taunton kentindeki evine dönmüştü. Ziyareti sırasında kendi onuruna eskiden okuduğu lisede bir beyzbol maçını karısı ve birkaç aylık bir bebek olan kızıyla izleyen Çavuş Duffy, yirmi üçüncü yaş gününden sadece dört gün önce hayatını kaybetti. (Sözcü)”

ABD, kendi çıkarlarını korumak için Irak’ı işgal ediyor. O günkü ABD Başkanı George W. Bush Cumhuriyetçi Parti’den. Clinton, Demokrat Parti’nin unutulmaz, çok başarılı başkanı. Yani biri iktidar, diğeri muhalefet. Ancak ikisinin de bir amacı var: ülkelerine hizmet etmek. Ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda kenetleniyorlar. Sistemle, devletle, kurumlarla kavga etmek yok.

Irak’ta ölen bir ABD’li askerin künyesinin Clinton’un bileğinde olması halkına bir ileti. Ölene sahip çıkma, uğruna ölünen davayı sahiplenme, ulusal davalarda birlik olma davranışı. En önemlisi de ölene saygı göstermek. Bu, bir devlet adamı tavrıdır.

Clinton ABD başkanlığına aday olduğunda en sert eleştiriyi, Vietnam Savaşı sırasında geri hizmette olması nedeniyle aldı. Yine ABD’nin bir suikast sonucu öldürülen, unutulmaz başkanlarından John Kennedy, İkinci Dünya Savaşında ağır yaralanmıştı. Kennedy ailesinin büyük oğlu Joe aynı savaşta yaşamını yitirmişti. Her iki dünya savaşına da baktığımızda Amerika’nın ünlü zengin ailelerinin çocuklarını savaş meydanlarında görürüz.

Bizde öyle mi? Biz vatanı uğruna ölene şehit demişiz, ordumuza da Peygamber Ocağı. Hem dinsel hem de ulusal anlamda en büyük orun, şehitlerimizin. Sonra gazilerimiz gelir.


Siz bir bayram günü şehitliklere giden bir politikacı gördünüz mü? Bir gün olsun televizyonlarda, gazetelerde Kurtuluş Savaşımız ya da Güneydoğu’da şehit olan kahramanlarımız için övgü, saygı içeren haberlere rastladınız mı? Emperyalizmle işbirliği yaparak ülkesinin ulusal güçlerine silah çekenlerin nasıl yüceltildiğini, sahte kahramanlara dönüştürüldüğünü acı içinde izlemiyor muyuz?

Büyük devlet olmanın yolu, tarihine, ulusuna, değerlerine sahip çıkmakla olur.

Herkes terörün nasıl biteceğini tartışıp dursun. Bizim önerimiz basittir, ne zaman ki iktidarda ve muhalefette yer alan siyasetçilerimiz terör şehitlerimizin künyelerini bileklerinde taşırlar; işte o zaman terör biter. Bir dava ya da sorun ulus olarak sahiplenilmediği sürece üstesinden gelinemez.

Adil Hacıömeroğlu
4 Ekim 2010

ÖCALAN’A AF MI?

Hükümet, anayasa değişikliğiyle ilgili halkoylamasından istediği sonucu aldıktan sonra terör konusunda hızlı adımlar atmaya başladı. İçerde ve dışarıda yapılan yoğun görüşmeler dikkat çekici boyutlara ulaştı. Peki, bu yoğunluğun ve hızlılığın nedeni ne?

İç politika açısından bakıldığında tüm koşullar hükümetin manevra yapmasına uygun. Referandumdaki yüzde elli sekizlik halk desteği, iktidar partisine birçok konuda olduğu gibi terör konusunda da cüretkâr adımları atması için cesaret vermekte. Ana muhalefet partisi liderinin halkoylaması kampanyası sırasında genel aftan söz etmesi, daha sonra bazı parti sözcülerinin düzeltme yapmasına rağmen, “terörle mücadele(!)” konusunda iktidarın elini güçlendirmiştir.

MHP’nin halkoylaması sonuçlarıyla yaşadığı şaşkınlık henüz geçmiş değil. Ülkücü tabanın bir kısmının AKP’nin anayasa değişikliğine evet demesi, yönetimi parti içine dönük politika yapmaya yöneltebilir. Bu da kısa bir süre de olsa bocalamaya neden olabilir. Öyle görülüyor ki MHP, önümüzdeki günlerde dinsel kimliği biraz daha öne çıkaran bir politik süreci yaşayacağa benziyor. Bu nedenle TBMM’deki iki muhalefet partisinin, RTE’nin planlarını bozacak, onu engelleyecek manevraları yapması biraz zor.

Ayrıca türban konusunun yeniden gündeme oturması ve yüksek perdeden tartışmaya açılması da ülkenin asıl, yaşamsal konularının kamuoyunun dikkatinden kaçmasına neden oluyor. Bu da AKP’nin manevra alanını genişletiyor. Her zaman olduğu gibi iktidar partisi, gündemi saptırarak asıl konuyu ulusun dikkatinden kaçırmakta.

BDP ise bölücü örgütün taleplerini sürekli dile getirerek İmralı’nın muhatap alınması konusundaki ısrarlı tutumundan vazgeçmiyor. Olanaksız gibi görünen isteklerini usanmadan dile getirmeleri, tartışmaya açmaları ve bunun sonucunda da birtakım tavizler koparmaları cesaretlerini daha da artırmakta.

Hükümet kanadı ne kadar inkâr etse da devlet/hükümet yetkililerinin İmralı ile görüştüğü apaçık. Yani bölücü başı, ister istemez sürece dahil edilerek muhatap alınmıştır. Bu durum, PKK’nın birçok talebinin kabul edileceğinin bir işareti olarak görülmelidir. Bölücülerin istekleri nelerdir?

Her fırsatta istedikleri genel aftır. Hem dağdaki teröristlerin hem de İmralı sakininin affedilmeleri asıl istekleridir. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi, terör örgütünün zaferi demektir. Bundan sonra bölücü örgütün diğer taleplerinin reddi de olanaksızdır. İlk etapta KCK operasyonuyla tutuklananların serbest bırakılması isteği, genel affa giden önemli bir adımın atılmasını sağlamak içindir. Pek yakında Ergenekon sanıklarıyla bölücü örgüt mensuplarının birlikte affedilmesi ve böylece de “toplumsal barışın sağlanması(!)” konusunun kamuoyunda tartışmaya açılması kimseyi şaşırtmasın. Çünkü uzun süredir, teröristle teröre karşı mücadele edenleri, ulusal birliğimizi korumak için çırpınanları aynı kefeye koyma çabasını ibretle izliyoruz. Ülkemizde her olayın sorumlusu olarak Ergenekon’u göstererek halkın beyni adeta yıkanıyor. Böylece genel affa giden yolun taşları döşeniyor.

Bölücü örgütün ısrarla savunduğu ve gerçekleşmesi için de çaba gösterdiği konu ise demokratik özerkliktir. Bunun gerçekleşmesi için Türkiye’nin kuruluş ilkelerinden vazgeçmek ve üniter devlet yapısını terk etmek gerekir. Bu da anayasamızın değiştirilemez maddelerinin değiştirilmesi anlamına gelir. Bu konuyu bazı medya organları zaman zaman tartışmaya açıyor. Anayasada değiştirilemez maddelerin olmasının çağdaş, demokratik bir devlet anlayışıyla bağdaşamayacağı görüşü halkın belleğine yavaşça enjekte edilmekte. Kamuoyu, içten içe böylesi bir değişikliğin yapılması için hazır hale getiriliyor. Bu konuda bazı hukukçuların, siyasetçilerin, sivil toplum kuruluşu yöneticilerinin açıklamalarını ibretle izlemekteyiz. Hele konuyla ilgili yüksek yargı organlarımızdan birinin hukukçu olmayan başkanının açıklaması ise dikkat çekicidir. Anayasayı, dolayısıyla da devleti korumakla görevli bir kurumun başındaki bir kişiden böylesi açıklamalar duymaksa içler acısı.

Terörü bitirme gayretleriyle ABD’nin Irak’tan çekilmesinin eşzamanlılığı önemlidir. Son günlerde Ankara’ya gelen Amerikalı sivil ve asker yetkili trafiğindeki yoğunluk da ilgi çekici. Irak’ın kuzeyindeki aşiret devletçiğini Türkiye’nin kucağına atma gayretleri de gözden kaçmamakta. Türkiye, Ortadoğu’da ABD adına bir jandarmalığa soyunmamalı. Böylesi bir durum, bölgede yeni düşmanlıkların fitilini ateşler.

Terörün bitmesi için uluslararası her türlü desteğin, ki bu ülkelerin birçoğu dostlarımızdır, sona ermesi, komşu ülkelerdeki PKK üslerinin lağvedilmesi, bölücü örgütün yurt içinde ve dışındaki ekonomik kaynaklarının ortadan kaldırılması başta gelmektedir. Buna paralel olarak bölgedeki feodalizmin tasfiyesi ve geri kalmışlığın önlenmesi de ivedilik göstermektedir.

PKK taleplerine boyun eğerek bölücü terör önlenemez. Hele Türkiye’nin kuruluş felsefesinin yok edilmesi mevcut terörü artıracağı gibi, yeni karışıklıkların da ortaya çıkmasına neden olur. Bu tür adımları atarken Yugoslavya, Çekoslovakya ve Sovyetler Birliği örnekleri anımsanmalıdır.

Demokrasicilik oyunu bir komediyle sürerken yürekleri yakan bir trajediye dönüşmemeli. Bu oyunu bozmak ulusumuzun yeni bir utkusu olacak.

Adil Hacıömeroğlu
1 Ekim 2010
Not: 4 Ekim 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

SORU HIRSIZLIĞI VE ÖSYM

ÖSYM yılda yaklaşık kırk civarında sınav yapan güvenilir bir kamu kuruluşuydu. Yıllardır siyasal müdahalelerden, kişisel çıkarlardan uzak bir biçimde görevini başarıyla sürdürdü. Kamuoyunun en çok güvendiği devlet kurumlarının başında geldi hep. Son günlerde art arda gelen soru hırsızlığı konusundaki açıklamalar, itiraflar bu güzide kurumu temelden sarstı.

ÖSYM’nin görevi çok ağırdı. Genç nüfusun çok ve işsizliğin diz boyu olduğu bir ülkede adaletli sınavlar yapmak her yiğidin harcı olamaz. ÖSYM ilk başta üniversite sınavlarının adil bir biçimde merkezi sistemle yapılması amacıyla kuruldu. Zamanla birçok sınav bu kurumun görev alanına girdi. Böylece de iş yükü ve sorumluluğu arttı. Sınavların çoğalması ve bu sınavlara giren öğrencilerin sayısının fazlalığı, ülkemizde bir sınav ekonomisinin doğmasına da neden olmuştur. Bunun ekonomik boyutu günümüzde milyar dolar düzeyine ulaştığı, bizzat yetkililerce söylenmekte. Böylesine büyüyen bir ekonomik sektörde, doğaldır ki rekabet de ilgi de çoğalacaktı. Bu işin ekonomisinin döndüğü asıl merkezi sektör de dershanelerdir.

Dershaneler ilk başta, daha çok laik cumhuriyet anlayışını benimsemiş, sistemle çatışmayan kişilerin oluşturdukları kurumlardı. Sektörün kârlılığı ve öğrenciler üzerindeki etkileri anlaşılınca özellikle bazı cemaatlerin iştahı kabardı. Tarikat ve cemaatlerin kontrolündeki dershanelerin, önceleri adları duyulmazken birden piyasanın yükselen yıldızları oldular. Büyümelerindeki en etkili yöntem ise öğrencilerinin birçok sınavda kazandıkları birinciliklerdi. Bir dershanede birincilerin çıkması en büyük reklam. Çünkü bu durum, “başarının(!)” bir göstergesiydi. Sınavlara endeksli başarı anlayışı eğitimin içini boşaltıp amacını da saptırıyordu. Böylece de piyasa koşullarının gerektirdiği rekabet acımasızlaşıyordu.

Zamanla aynı sokakta oturan, hatta aynı okulda okuyan birkaç öğrencinin birden sınavlarda ilk dereceleri almaları dikkatleri çektiyse de kimse sesini çıkarmadı. Dershaneler arasında faksla gönderilen sorular bazı ciddi gazetelerde yayımlanınca da üzerine gidilmedi. Herkes, tatlı bir kârların peşinde koşarak ve geleceğin yüksek kazançlarını hayal ederek sustu.


KPSS’de soruların çalınması kamuoyuna bomba gibi düştü. Tabi bu ilk değildi. Daha önce de bu tür olaylar yaşandı ve sınavlar iptal edildi. Burada önemli olan ve ortaya çıkarılması gereken sorular ÖSYM’den görevlilerce mi sızdırıldı; yoksa sorular farklı yöntemlerle dışarıdan mı çalındı? Bunu iyi anlamak için konuyla ilgili basında çıkan haberlere göz atmakta yarar var.

“Tüm sınavlarda sorular test geliştirme ve araştırma merkezinde hata olup olmadığını kontrol etmek için yüksek sesle okunarak test ediliyor. KPSS’de eğitim bilimleri testinin 117 sorusu da yüksek sesle okunarak test edildi. Testin 19, 21 ve 41’inci soruları şekilli sorular olduğu için okunmadı. Sözle ifade edilemediği için bu sorular kitapçık üzerinden doğrulandı. Bunun üzerine neden 117 soru sızdı da 3 soru sızmadı şüphesi doğdu.” diyor ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan, 11 Eylül 2010 tarihli Hürriyet Gazetesi’ne yaptığı açıklamada. Gazetedeki haberin devamı şöyle: “Yarımağan polis ve savcılığa verdiği ifadesinde dinleme iddiasını dile getirdi. Yarımağan, bu odanın binanın üçüncü katında yola bakan tarafta olduğunu, teknik cihazlar veya odaya yerleştirilen basit bir dinleme cihazıyla kolaylıkla kayda alınmasının mümkün olduğunu söyledi.” Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere çalınan soruların niteliği iddiayı doğrular cinsten. Bu, bir kişinin tek başına yapabileceği bir şey mi acaba?

Soruların çalınmasıyla ilgili yapılan soruşturmada gözlerin çevrildiği “Reis” lakaplı bir öğretim üyesinin açıklaması da dikkat çekici: “Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından yapılan dört sınavda sınav sorularını sızdırarak para karşılığı satmakla suçlanan ‘kopya şebekesi zanlılarının savcılık ifadeleri çarpıcı detaylarla dolu. Çete lideri olmakla suçlanan Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Okulu'nda öğretim görevlisi olan O.A.U., ifadesinde, geçtiğimiz yıl yapılan Polis Meslek Yüksek Okulu sınavlarını da kendisinin iptal ettirdiğini itiraf etti. ‘Reis’ lakaplı zanlı, sınav sorularının cemaate yakın kişilerden sızdırıldığını öne sürdü. O.A.U., ifadesinde ‘Polis Meslek Yüksek Okulları öğrenci adaylığının iptalini sağladığım yönündeki suçlama kısmen doğrudur. Ancak soruları çalan ben değilim. Cemaatten aldım. Kadirlili olan bir hemşerim cemaate mensup bazı kişilerin sınav sorularını tanıdıkları kişilere dağıttıklarını söyledi. Ben de cemaatle içli dışlı olan akrabam Ö.L.E'ye söyledim. Soruları aldı ve bana faksladı’ diye konuştu. (Vatan Gazetesi)” Bu açıklamalar her şeyi anlatmıyor mu?

Hem Yarımağan’ın hem de “Reis’in” açıklamaları aynı adresi göstermiyor mu? Bir öğretim üyesinin böylesi bir olaya karışması da ibret vericidir. Bu, YÖK anlayışının üniversitelerimizi getirdiği durumu da göz önüne sermektedir. İntihal yaptıkları sabit görülen bazı öğretim üyelerinin, cezalandırılmak şöyle dursun, yüksek orunlara getirilerek ödüllendirilmeleri böylesi durumlara ortam hazırlıyor.

Devletin güvenilir bir kurumunu çökertmenin yolu ne de güzel bulunmuş. Soruları çalanlar ortalarda gezinirken kurum başkanı ve kurum çalışanlarının neredeyse tamamına yakını ya istifa ettirilerek ya da görevden alınarak işten uzaklaştırılıyor. Cumhuriyet düşmanlarının yıllardır uyguladıkları taktik devreye giriyor. Çökertilmek ya da ele geçirilmek istenen bir kurum önce iş yapamaz bir durumu getiriliyor, sonra da halkın desteği alınarak ele geçiriliyor. Yani, çayın taşıyla çayın kuşu vuruluyor. Burada suçu işleyenler ortadayken ÖSYM’deki görevlilerin hedef gösterilmesi ilginçtir.

Hırsızlık her dinde günah, tarih boyunca her türlü devlet sisteminde de suç sayılmıştır. Dünyada başkasının hakkını gasp etmek kadar kötü bir şet var mıdır acaba? Hırsızlık, hem yasalarımıza hem de geleneklerimize göre yüz kızartıcı bir suçtur.

Yoksa, birileri amaca ulaşmak için her yol mubah mıdır, diyor.

Adil Hacıömeroğlu
24 Eylül 2010
Not: 27 Eylül 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

HALKOYLAMASI

Anayasa değişikliğiyle ilgili halkoylaması yapıldı. Birçok siyasal gözlemcinin beklediği gibi “Evet” oylarının fazla çıkmasıyla değişiklikler kabul edildi. 12 Eylül 1980 siyasal tarihimizde önemli bir kırılma noktasıydı. 12 Eylül 2010 da diğeri gibi siyasal tarihimiz açısından çok önemlidir. 12 Eylüller Türkiye’nin demokratik süreçlerini geri döndürmek açısından yıllarca tartışılacak. Ne yazık ki ülkemiz üzerine kara bulutlar hep 12 Eylüllerde çökmeye başladı.

Halkoylaması sonuçları beni şaşırtmadı. Aylar önce anayasa değişikliği paketi TBMM’ye getirildiğinde yazdığım “Keskin Dönemeç” başlıklı yazımdan bir bölümü anımsamakta yarar var. “AKP’nin tek isteği anayasa konusunda halk oylamasıdır. TBMM’de anayasa değişikliğinin kabul edilmesi RTE ve arkadaşlarını tatmin etmez. Referandumla halkı biraz daha ayrıştırmak, cepheleştirmek asıl amaçlarıdır. Bizim halkımız seçimi sever. Bugüne kadar halka, “demokrasi, eşittir sandık” fikri aşılandı. Demokrasi, halkı adam yerine koymaktır. Sandığı halkın önüne koyan kazançlı çıkar. Bu, unutulmamalıdır. Referandum AKP’nin oylarındaki düşüşünü ters döndürebilir. Anayasa değişikliği paketi toptan oylanacağından bu, iktidar partisine avantaj sağlar. Bir maddeyi beğenen, diğerlerini incelemeden oyunu verir. Zaten gereğinden çok popülizm yapılarak ve belden aşağı vurularak kamuoyu referanduma hazırlanmıştır.(Ulus Gazetesi, 29 Mart 2010)” Halkoylaması AKP’nin çok istediği ve planladığı önemli bir siyasal manevra idi. Çünkü iktidarı kaybetmelerine yönelik bir süreç başlamıştı ve bunu ters döndürmeleri gerekirdi. Maalesef o dönemde muhalefet liderleri bu durumu doğru algılayamadıklarından RTE’nin bu oyununa karşı gereken önlemleri de alamadılar. Kısacası süreç, RTE’nin ve “Evet” oylarının lehine çalıştı.

Halkoylamasının tarihi bile AKP için büyük bir şanstı. Darbe anayasasını değiştirmek üzerine kurulan referandum propagandası 12 Eylül tarihiyle de güçlendi. Seçim öncesi birçok TV kanalında 12 Eylül’ün yıldönümü nedeniyle yayımlanan ve 1980 öncesi olaylarını anlatan belgeseller, o günleri yaşayanların hafızalarını tazelerken genç kuşağı etkilemiştir. Bu durum, “Evet” oyu verecek yurttaşlarımızın kararlılığını pekiştirmiştir.

Anayasa değişikliklerine “Hayır” diyen muhalefet partileri, baştan beri 12 Eylül’ü hükümete karşı bir güvenoyuna dönüştürmek için çaba harcadılar. Ancak propaganda çalışmalarında seçilen yöntem ve konuşmalar bu amaca hizmet etmedi. Kampanyadan akılda kalan “Recep Bey, kalpazan, havuzlu villa… gibi daha çok kişisellik içeren konulardır. “Hayır” cephesinin dinamosu CHP olmuştur. MHP’nin sesi çok az duyulmuş, kampanyayı “bölücülük” teması üzerinden yürütmeyi yeğlemiştir. Eğer halkoylamasını AKP’ye karşı bir güvenoyuna dönüştürmüşseniz ve o zaman hükümetin sekiz yıllık icraatını yerden yere vurmalısınız. Ülkenin dağ gibi sorunlarını, ki bunların çoğu AKP döneminde ortaya çıkmış ya da büyümüştür, gündeme getirmeden ve bunları halka anlatmadan referandumu güvenoyuna dönüştürmek söz konusu olamaz. Kampanya sırasında işsizlik, tarım, sanayi, turizm, hayvancılık, terörün ulusal ve uluslar arası kaynakları, ihracat ve ithalat gibi ülke gündeminin ana konuları tartışmaların ana odağına yerleştirilemedi. 12 Eylül darbesine giden siyasal süreçle darbe sonrasındaki siyasal oluşumların bağlantıları doğru bir biçimde, ikna edici olarak halka anlatılamadı. Bu konuda İP, TKP ve bazı eski solcu gençlik liderlerinin doğru anlatımları da teknik, ekonomik yetersizlikler nedeniyle yaygınlaştırılamadı, cılız kaldı.

Halk oylamasıyla ülkemizdeki kutuplaşma, ayrışma daha da arttı. Cumhuriyet’i koruma kaygısı taşıyan yurttaşların tedirginliği çoğaldı. Buna karşın “Hayır”ı savunan birçok kişinin dinlencesinden dönmeyerek oy kullanmaması ise dikkat çekicidir. Hem AKP’den ve onun uygulamalarından rahatsız olacaksın hem de oy kullanmayacaksın, böylesi tutarsız bir tavrı anlamak olanaksız. Sonuçlar iyi incelendiğinde görülecektir ki oy kullanma oranının yükseldiği yerlerde “Hayır” oyları da yükselmiştir. Birkaç istisna, geneli değiştirmez. Birkaç günlük tatil keyfinden vazgeçemeyen sözde laikler, Cumhuriyet kazanımlarından vazgeçmeyi göze almışlardır. Türkiye genelindeki sonuçlara ilçeler düzeyinde incelediğimde ilginç bir durumla karşılaştım. İç Ege’ de Denizli’ye bağlı üç ilçenin halkoylaması sonuçlarına bakmak dikkate değer bir durum. Bekilli (Katılım Oranı:% 99.6, Evet: 36.2, Hayır: 63.8), Çal (Katılım Oranı: % 99.5, Evet: 43.9, Hayır: 56.1), Baklan (Katılım Oranı: % 98.3, Evet: 46.9, Hayır: 53.1). Üç ilçede de halkoylamasına katılım oranları neredeyse yüzde yüz. Yurttaşlık bilinci budur. Oyunun rengi ne olursa olsun sandığa gitmek, sonrasında da oyuna sahip çıkmak. Bekilli ve Baklan’ın eskiden Çal’a bağlı olduğunu da söyleyelim. Sandığa gitmeyenlerin, olumsuzluklar karşısında ahkâm kesmesi boş gevezelikten ibarettir.

Ülke genelinde sonuçlar irdelendiğinde, seçmenin üç farklı davranışı göze çarpmaktadır. “Hayır” oyları, batı ve güney bölgelerimizde yoğunlaşmakta. Yani kentliliği, modern yaşamı benimsemiş, yaşam standardı yüksek halk kitleleri “Hayır” oyu vermiştir. Bunlar, ellerindeki nimetlerin Cumhuriyet’le birlikte kazanıldığının farkındalar. Ankara ve İstanbul’un sonuçları ilçeler düzeyinde ele alındığında “hayır”lar açısından kötü değildir. Daha önceki seçimlerde AKP’nin ezici farkla kazandığı birçok ilçede yarış başa baş geçmiştir. Buralarda ilginç olan kente yeni gelen ve kentlileşemeyen yurttaşlarımızın yaşadığı semtlerde ‘evet” oylarının çokluğudur.

İç ve doğu Anadolu’yla Karadeniz’de “evet” açık ara kazanmıştır. Bunun birçok nedeni vardır. Ancak önemli nedenlerden biri iktidar partisi tarafından yapılan kara propagandadır. AKP yetkililerince, etnik ve mezhepsel propagandanın zaman zaman vurgulanması, buralardaki seçmeni etkilemiştir. CHP liderinin etnik ve mezhep kimliği üzerinden rezil bir çalışma yürütülmüştür. Yine yüksek yargı organlarında yer alan üyeler için “TSE standartlılar” diyen bazı yandaş gazeteler, bu işi çağdışı bir anlayış düzeysizliğine taşımışlardır. Yine halk arasında fısıltı gazeteleri yoluyla bu söylentiler ahlak ölçülerini aşmıştır.

Bölücü örgütün boykot çağrısı kısmen etkili olmuştur. Abartılacak, başarı olarak gösterilecek bir durum da yoktur Güneydoğu’da. Bölgede yer alan birçok ilimiz, tehditlere aldırmayarak sandık başına gitmiştir. Burada ilginç olan şudur. Boykotun etkili olduğu illerde sokağa, maalesef PKK egemendir.

Demokrasi, yurttaşın özgür iradesinin seçime yansımasıdır. Özgür iradenin olması için de bireyin ekonomik ve sosyal bağımsızlığının olması şarttır. Ekonomik özgürlüğü olmayan, sosyal yaşamda aşiret, tarikat, hemşeri dernekleri gibi gruplara bağlı kişilerden özgür irade beklemek olanaksızdır. Demokrasinin kentlerde yeşerdiğini düşünürsek alacağımız çok mesafe var.

Seçim sonuçları çok da olumsuz değildir. Muhalefete, özellikle de CHP’ye yeni bir fırsat doğmuştur. Bu durum bundan sonra iyi değerlendirilmelidir. “Hayır” oyları içinde aslan payı CHP’nindir. Yıllardır ilk defa CHP oyları yüzde otuzların üzerine çıkmıştır. Bu, gelecek açısından umut vericidir.

AKP, halkoylamasıyla düşüşünü durdurmuş görünüyor. Eğer muhalefet partileri iyi bir özeleştiri sonucu yenileşme sürecine girerlerse ulusumuz AKP’den de RTE’den de kurtulur. Böylece ülkemiz yeni maceralara sürüklenmez.

Adil Hacıömeroğlu
16 Eylül 2010
Not: 20 Eylül 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

SOY, BOY

Hükümetin ağlak bakanı, Kılıçdaroğlu için: “Ya, şu kadar boyuyla bir şeyler söylüyor.” diyerek ilginç bir polemik yarattı. Söyleyecek sözü olmayanlar, böylesine akıldışı, saçma konular ortaya atarak kamuoyunun kafasını karıştırmakta üstün maharet göstermekteler. Böylesi konular, halktan gerçekleri saklamanın kurnazca bir yolu olsa gerek.

İnsanları boyuna, kilosuna, kaşına, gözüne, rengine, cinsiyetine… göre değerlendirmek son derece ayıp ve insanlık dışıdır. Bu tür değerlendirmeler ilkel kafaların çağdışı anlayışına da güzel bir örnektir. Allah’ın yarattığını, kulun küçük görmesi, ancak bilgisiz ve düşüncesiz kişilerin yapacağı iştir. Akıl, zekâ, bilgi, görgü, saygı, dürüstlük, adamlık, insanlık, merhamet kişinin boyunda değil; kafasında ve yüreğindedir. Eğer bu dediklerimiz anlaşılmadıysa konuyla ilgili birçok atasözümüz var, anımsamak yararlı olur.

Tam “boy” konusu kapandı derken bu kez başbakan tartışmayı farklı bir alana taşıdı. RTE halk oylaması için yaptığı bir konuşmada: “Ben buradan muhaliflere sesleniyorum; önemli olan boy değil, önemli olan soy, soy.” diyerek işi, soy sop konusuna getirdi. Bu anlayış da ağlak bakanın anlayışından farksızdır. Burada soy kast edilerek inançsal bir ayrımcılık yapılmıştır. Kısacası mezhep ayrımı yapılmaktadır. Demokrasi, özgürlük naraları atan sahte demokratların gerçek yüzü de ortaya çıkmış oluyor böylece. İnançlara saygı diye bağıranlar, kendi inançları dışındakileri hakir görme gafletindeler. Bu söylemle içlerindeki fanatizmi, diktatörlük özlemini, toplumu tek tipleştirme isteğini nasıl da açığa vurmuş oldular.

Soy demişken halkımızın soyluluk anlayışına da değinmeden geçemeyeceğim. “Soylu” sözcüğünün TDK sözlüğündeki karşılıklarını anımsamakta yarar var. “1. Doğuştan veya hükümdar buyruğuyla, bazı ayrıcalıklara sahip olan ve özel unvanlar taşıyan (kimse), asaletli, asil, kerim. 2. İyi tanınmış, köklü bir aileden gelen (kimse), necip, kişizade, asil. 3. Saygı uyandıran, yücelik taşıyan. 4. Soyu iyi nitelikli olan, iyi cins soydan gelen.”

Sözcüğün birinci anlamı, ülkemizde yaşayan cumhuriyet yurttaşları için geçerli değildir. Çünkü anayasamıza göre ülkemizde kimse doğuştan ayrıcalık taşımaz. Üstelik İslam dinine göre de kimse doğuştan farklılık taşımaz. Ayrıca hükümdarlıkla yönetilmediğimizi, unvanların ve lakapların kaldırıldığını da bilmem söylememe gerek var mı?

“Soylu” sözcüğünün ikinci anlamı biraz, üçüncü anlam ise konumuzla ilgili düşünülebilir. Haram yemeyen; kimsenin malında, namusunda gözü olmayan; haktan, doğrudan ayrılmayan; yasadışı yollara sapmayan; zayıfı, güçsüzü, kimsesizi, yoksulu koruyan; çevresindeki olaylara adaletli yaklaşım gösteren; yalan söylemeyip iftira atmayan; kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarından üstün görmeyen; sosyal ilişkilerinde saygı, görgü kurallarına uyan kişi için halkımız “soylu kişi” der.

Soyluluğun içinde görgüsüzlüğün, açgözlülüğün yeri olamaz. Soylu kişi ulusal çıkarları, her şeyin üstünde tutar. İçinde yaşadığı toplumu, başkasına ezdirmez, sömürülmesine neden olmaz.

Soylu kişi; ırk, din, mezhep, renk, cinsiyet, sınıf, meslek ayrımı gözetmez. İnsana, insan olduğu için değer verir.

Soylu kişinin ağzından kötü söz, küfür çıkmaz. Kimseye hakaret etmez. Durup dururken insanların kalbini kırmaz. Kişilerin özel yaşamına saygı duyar. Özel yaşamın mahremiyetine karışmaz. İnsanları yasadışı olarak gizlice dinletmez.

“Soy” çağrıştırmasıyla aile geçmişi anlatılmak istenmişse bu da son derece ayıptır. Çağdaş bir toplumda böylesi yaklaşımları düşünmek bile abestir.

İnsanın güzel bir ayna olduğu düşünüldüğünde, kişi baktığında kendi görüntüsüyle karşılaşır. Ne kadar yazık değil mi?

Yüzyıllar önce bir bilgemizin söylediği, “Yaratılanı severim Yaradan’dan ötürü.” sözü her şeyi ne kadar da güzel anlatıyor.

Adil Hacıömeroğlu
9 Eylül 2010
Not: 13 Eylül 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okyabilirsiniz.

BOYKOTÇU “AYDIN(!)”LAR

Son günlerde televizyonlarda referandum tartışmaları hızlandı. TV’ler genellikle anayasa değişikliği referandumuna “Evet!” diyecek gazeteci ve öğretim üyelerinin yer aldığı tartışma programlarına ağırlık veriyorlar.

Tartışmalara çıkarılan konuklar, farklı kesimleri temsil ediyorlarmış gibi bir hava yaratılsa da çoğunluğu AKP’yi destekliyor. Bu kişilerden bazıları topluma tanıtılırken de 12 Eylül darbesinin mağdurları oldukları da vurgulanıyor. Peki 12 Eylül’ün gerçek mağdurları kimlerdir?

12 Eylül’ün başlıca mağdurları sendikalar, demokratik kitle örgütleri, siyasal partiler, gençlik örgütleri, üniversiteler… kısacası halkın tümüdür. Askeri darbe öncesi sendika yöneticiliği yapanların ve sıkıyönetim mahkemelerinde yargılananların hemen hemen hepsi halk oyuna sunulacak anayasa değişiklikleriyle 12 Eylülcülerinden hesap sorulamayacağını düşünerek “Hayır!”oyu kullanacaklarını söylüyorlar.

1970’li yılların neredeyse tüm gençlik önderleri, ki çoğunluğu sıkıyönetim mahkemelerinde yıllarca yargılanıp 12 Eylül’ün işkence hanelerinden geçmiş kişilerdir, anayasa değişikliğinin bir aldatmaca olduğunu kamuoyuyla paylaşarak bu kandırmacaya “Hayır” diyeceklerini haykırıyorlar.

Evren Paşa’nın üniversitelerden 1402 ile uzaklaştırdığı öğretim üyelerinin neredeyse tamamı, anayasa değişikliğinin sivil bir diktaya yol açacağını kısıtlı olanaklarıyla halka anlatmaya çalışıyorlar.

12 Eylül’ün diğer bir mağdur kesimi olan ülkücü kesimin büyük bir bölümü, RTE aldatmacasının bir diktatörlüğe gideceğini, bu nedenle de halk oylamasında “Hayır!” diyeceklerini halkımıza duyuruyorlar.

RTE ve yandaşlarının neden evetçi olduklarını anlıyoruz. Çünkü onlar siyaseten 12 Eylül’ün ürünüdürler. Darbenin yarattığı apolitik ortamda gelişip palazlandılar. Her halde kendilerini var eden darbecilere karşı çıkacak halleri yok. Ayrıca, asıl amaçları Cumhuriyet’ten kurtulmak. Bu, onların yüzyıllık rüyası.

Bölücüler boykot ediyor halk oylamasını. Amaçları, AKP ile daha çok pazarlık ederek taviz koparmak. Daha sonra yapılacak asıl anayasa değişikliğinde bölücü taleplerinin yer almasını sağlamak. Boykot, AKP’ye örtülü bir destek.

Liberallerin bir kesimi evetçi. Bu, çok doğal. Çünkü liberallerin oldum olası sorunu, ulus devletle Cumhuriyet’ledir. Böylece irticacı, bölücü ve liberallerden oluşan Cumhuriyet’e karşı ittifaktaki yerlerini alıyorlar. 1919’ daki emperyalist işbirlikçilik, hiçbir kırılma göstermeden sürüyor.

Bu referandumda en acınacak durumda olanlarsa liberallerin bir bölümüyle dönek solcular. Bunlar da boykotçu. Hatta bir bayan yazar, demokrasinin, Güneydoğu’dan gelecek boş sandıklarla hayat bulacağını söyleyecek kadar gerçeklerden uzak. Kurt, kuzuyu herkesin gözü önünde yemeye çalışırken tarafsız davranmak kurda mı, kuzuya mı yarar? Elbete kurda… Boykotçuların bu tavrı sivil dikta kurma yolunda olan AKP zihniyetine destektir. Bu kesimin tüm gerçekleri bilmesine karşın, iktidara hoş görünme adına anayasa değişikliklerine “Hayır!” diyememeleri sözde aydın kaypaklığının tipik bir örneğidir. Bu davranış son derece tehlikelidir. Yani gerçeği, doğruyu bilip yanında tavır koyamamak. Korkak, çıkarcı, ilkesiz, özgürce düşüncesini açıklayamayan kişiden kendisine, içinde yaşadığı topluma ve insanlığa ne yarar gelir ki?

12 eylül darbesinin her türlü eziyetinden geçmiş, mağdur olmuş, ancak mağrurluğundan hiçbir şey yitirmemiş; mağduriyetin altında bir masumiyet yaratarak ağlayıp sızlamamış ve bunu da bir siyaset amacı, ayrıcalığı olarak kullanmamış olanlar anayasa değişikliğine “Hayır!” diyorlar. 1980 darbesinin ürünü olan irticacı, bölücü, işbirlikçi liberaller “Darbecilerden hesap soracağız.” diyerek “Evet”çi oluyorlar. Ne yaman çelişki değil mi?

Türkiye, bu anayasa değişikliğine “Hayır!” diyerek göz göre göre gelen sivil bir darbenin önünü kesmelidir. Çünkü RTE’nin sivil darbesinin geriye dönüşü yoktur. Böylesi bir darbe, hem ülkemize hem de bölgemize tarif edilemez zararlar verecektir. Buna karşı çıkmak da her yurttaşın, özellikle de aydının başlıca görevidir.

Adil Hacıömeroğlu
5 Eylül 2010

Not: 7 Eylül 2010 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

NEDEN “HAYIR!”?

Türkiye, 12 Eylül referandumunda geleceği ile ilgili önemli bir karara imza atacak. Bu nedenle de bu anayasa değişikliğiyle ilgili verilecek her oy büyük önem taşımakta. AKP anayasasına ben “Hayır!” oyu vereceğim. Peki, oyum neden kahverengi olacak?

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle Türkiye’nin siyasal yapısı dönüştürüldü. Özgür iradesiyle toplumsal sorunlara yaklaşan siyasal gruplar tasfiye edildi. Yerine güdümlü bir siyasal anlayış yerleştirildi. Bu güdümlü, apolitik, kendi çıkarından başkasını düşünmeyen siyasal anlayışlar otuz yıldır hep küresel güçlerden beslendi. Kültürden, sanattan, bilimden, toplumsal ve çağdaş değerlerden yoksun yeni siyasal anlayışlar; toplumsal dinamizmi ortadan kaldırdı. Popüler kültür, yeni siyasal biçimlenmenin itici gücü oldu. İletişim organlarının yaygınlaşması ve bunların tek elde toplanarak güdümlü yayın yapması toplumu tek tipleştirdi. Giyimde, zevkte, konuşmada, beslenmede, günlük ve uzun vadeli sorunları çözmede tek tip, kolaycı anlayışlarda aynılık toplumsal dokumuza enjekte edildi.

1980 darbesiyle toplumsal dayanışmanın yerini, bireysel köşe dönücülük aldı. Ulusun yaşamsal sorunlarıyla ilgilenmenin suç sayıldığı bir süreç yaşadık ve yaşamaktayız. Çevre, eğitim, sağlık, adalet, güvenlik, imar sorunlarına çözüm önermek; ekonomik sıkıntıları dile getirmek suçmuş gibi bir algı yaratılmakta. Bu nedenle de toplumun önemli bir çoğunluğu sorunları yok saymaktadır. Hak aramanın yerini şükretmenin aldığı bir anlayış, nerdeyse toplumun tüm katmanlarına egemen olmakta. Çalışmanın yerine, siyasetçiden iane bekleme anlayışı kişisel kurtuluşun yolu olarak yurttaşa gösterilmektedir.

12 Eylül darbesinin asıl hedef aldığı ise toplumsal, demokratik kurumlarla Cumhuriyet kazanımlarıydı. Siyasal partiler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri kapatılarak yöneticileri hapse gönderildi. Toplum sorunlarını tartışarak çözüme bağlama düşüncesinin yerine, yukarıdan verilecek buyruklarla işi halletme anlayışı getirildi. Halk örgütsüz yaşamaya mahkûm edildi. Çünkü örgütsüz kitleleri tek tek avlamak daha kolaydı. Örgütsüzleştirilen ulus, hakkını arayamaz duruma getirilince de bize ait ne varsa birileri tarafından gasp edildi.

AKP yöneticileri, sürekli olarak darbe anayasasına değiştireceklerini söylüyorlar. Değişen darbe anayasası mıdır? Eğer böyle bir düşüncede samimi iseler, onlara bir önerim var. Darbeden önce Türkiye, belki de dünyanın en özgürlükçü, demokratik anayasası olan 1961 anayasasıyla yönetiliyordu. Bu anayasa birkaç maddesi hariç (141, 142, 163) bir özgürlük ve demokrasi beyannamesi sayılabilir. Üstelik bu anayasa dışarıdan dayatmalarla da oluşturulmuş değil. Gelin bu anayasayı (61 anayasasını) kabul ederek 12 Eylülcülere de gereken demokratik dersi verelim. Ancak, bunu AKP kabul etmez. Niçin? Çünkü 61 anayasasında örgütlenme özgürlüğü var. Siyasal temsilde hakkaniyet var. Demek ki amaç demokratik, özgür bir toplum yaratmak değil.

12 Eylül darbecileri, özgürlük ve demokrasiden yana tüm kurumları tasfiye ederken bazı köklü kurumları ortadan kaldıramadı. Bunların başında da yargı gelmekte. İşte, bu anayasa değişikliğiyle yargı tasfiye edilerek yürütmenin emrine sokulacak. Yani, 12 Eylül darbesinin yargı alanındaki darbeci anlayışındaki eksikliği giderilecek. AKP anayasası ile bir nevi 12 Eylül darbesi, yine bir 12 Eylül günü tamamlanacak. Böylece demokrasinin olmazsa olmazı kuvvetler ayrılığı ilkesi yok edilecek. Devletin tüm yönetim erkleri bir elde, bir kişide toplanacak. Bunun adı da demokratikleşmek olacak, öyle mi?

Şu da iyi bilinmelidir ki AKP, asıl anayasa değişikliğini önümüzdeki genel seçimlerden sonra yapacaktır. Bu değişiklik, daha kapsamlı olacak ve Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerini tamamen tasfiyeye yönelik olacaktır. Seçimlerden sonraki anayasa değişikliğinin özünü başkanlık sistemine geçiş oluşturacak. Başkanlık sistemine geçişle tüm yönetim gücü bir elde toplanacak. RTE, 12 Eylül değişiklikleriyle kendi başkanlığına gidecek yolun taşlarını döşemektedir.

Başkanlık sitemine geçişin en önemli dayanağı eyalet sistemidir. Çünkü dünyaya baktığımızda başkanlıkla yönetilen tüm ülkelerde eyalet sistemiyle ya da benzer siyasal oluşumlarla karşılaşmaktayız. Bazıları öteden beri eyalet, federasyon, demokratik özerklik gibi benzer modelleri dile getirmekte. Bunun ülkemizdeki bölücü akımları durduracağı da iddia edilmekte. Bunun gerçeklik payı nedir? Dünyada eyaletlerle yönetilen ülkeler kuruluşlarından sonra eyaletlere ayrılmadı. Bu ülkeler zaten ayrı olan eyaletlerin birleşmesiyle kuruldular. Yani, bir ulus devlet modeli bu ülkelerde baştan beri söz konusu değildir. Kısacası, ayrı olan parçalar bir araya gelerek bir bütünü, bir ülkeyi oluşturmuştur buralarda. Bizim gibi ülkelerde bunu uygulamak parçalanmanın ilk işareti sayılmalıdır. Yüzyıllardır birlikte yaşayan toplumu eyaletlerle ayrıştırdığınızda toplumsal ve yönetsel yapı bozulur. İşte, ülkemizin bölünmesine neden olacak böylesi bir anayasal sürece “Hayır!” oyu vererek karşı durmalıyız. Bu süreç, BOP kapsamında küresel güçlerin planladığı önemli bir kavşak noktasıdır.

Peki, halk oylamasına ne gerek vardı? AKP için bu çok önemlidir. Çünkü toplumdaki siyasal ayrışmanın kemikleşmesi, kalın çizgilerle belirgin olması RTE’nin asıl amacıdır. Toplumun yarısına yakın bir kitlenin AKP saflarında politize olması, RTE’nin Cumhurbaşkanlığı/başkanlığı için yaşamsaldır. Toplumdaki siyasal kutuplaşmalar ve ülkemizin sağa dayalı siyasal tablosu, RTE’ye Çankaya’nın yolunu açacak. Ordusu çökertilmiş, yargısı yürütmenin emrine sokulmuş; sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, meslek odalarının etkisi yok edilmiş bir ülkenin rejimi diktatörlükten başka bir şey olamaz.

1980 darbesinin halk eliyle tamamlanmasına gönlüm, aklım, düşünce sistemim ve vicdanım razı olmadığı için bu referandumda “Hayır!” oyu vereceğim. Ülkemin başkanlık sistemiyle gelecek eyalet ve benzer sistemlerle parçalanmaması için, bu oyuna gelmeyerek “Hayır!” diyeceğim. Cumhuriyet’le kazandığım özgür ve eşit yurttaş hakkımı savunmak için, bu topraklarda binlerce yıldır yaşadığımız kardeşliğin bozulmaması için kahverengi oy vereceğim. Ben, 12 Eylül’de ülkem ve yaşadığım coğrafya üzerindeki emperyalist oyunları bozmak ve kendi yazgımı kendi irademle belirlemek, 12 Eylül darbecilerinin küresel güçlerle kurguladığı toplumsal, siyasal oluşuma “Dur!” demek için “Hayır!” demek zorundayım. Bu benim hem insanlık hem de yurttaşlık ödevimdir.

Adil Hacıömeroğlu
2 Eylül 2010
Not: 6 Eylül 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

DOĞAL AFET KADER MİDİR?

26 Ağustos günü Rize’deki aşırı yağışlar, Gündoğdu beldesinde can ve mal kayıplarına neden oldu. Şu an itibarı ile on bir ölü, altı yaralı, iki de kayıp yurttaşımız var. Ölenlere tanrıdan rahmet, yaralılara şifa diliyoruz.

Son yıllarda meydana gelen çeşitli doğal afetlerdeki can ve mal kayıplarında belirgin bir artış var. Doğal afetlerin, büyük felaketlere dönüşmesi de dikkat çekicidir. Karadeniz Bölgesi’nde son yıllarda sel baskınlarının artması ve bu sellerin ve sonucunda oluşan heyelanların yıkıcı etkileri giderek artmaktadır. Can ve mal kayıplarının artmasında etkenler nelerdir? Öncelikle doğanın bozulması başlıca etkendir.

Doğu Karadeniz’de dağlar kuzey batıya dönük olduklarından bol yağış alır. Karayel, bölgeye bereket ve güzellik getirir. Küresel ısınmayla birlikte bölgedeki yağışlarda yüzde onluk bir artışın olacağını söylüyor bilim adamları. Bilimsel gerçeklere sırt çevirmek, felaketlerin çoğalmasına neden oluyor.

Doğu Karadeniz, ülkemizin en çok yağış alan bölgesidir. Yağışlar dört mevsim yağar. Bu nedenle de doğa, yeşilin bin bir tonunu insanlara olağanüstü güzellikte bir tablo olarak sunar. Tablo kusursuzdur. Her renk, her fırça darbesi ustaca kullanılmıştır. Ancak son yılarda bu harika doğal tabloda dışarıdan hoyratça müdahaleler vardır. Renklerde oynamalar, fırça darbelerinde acemilikler göze çarpmakta.

Çocukluğum ve gençliğim bu olağanüstü doğa tablosunun içinde geçti. Her sabah sayısız kuş seslerinden oluşan muhteşem orkestranın ezgileriyle uyandım. Hele sabah serinliğinde camı açıp da dağları, toprağı kaplayan bitki denizinde hayallere dalmak ne güzeldi. Yıllar yılları kovaladı. Bu bitki denizi değişmeye başladı. Çay bitkisinin yaygınlaşmasıyla ormanlar hızla yok edildi. Aşırı ve bilinçsiz kimyasal gübre kullanımıyla önce böcekler, sonra da bu böceklerden beslenen kuşlar zehirlendi. Muhteşem orkestra dağıldı.

Doğal orman örtüsü, kökleriyle toprağı kavrayarak heyelanlara meydan okurdu. Ağaç, toprağına sahip çıkardı, onu korurdu. Çay bitkisi bu görevi yapamadı. Çünkü çayın kökleri, ağaçlar gibi derinlere gidip toprağı her yönden kavrayamıyor.

Karadeniz Bölgesi, heyelanların yıllardır sıkça yaşandığı bir yer. Ancak bu gerçeği yetkililer görmezden geliyor. Doğal dengeler alt üst edilirken yetkililer yetkisiz bir durumda uyuyor.

Televizyonlardan sel baskını sonrası canlı yayınları izliyorum. Bir görüntü beni ekrana kilitliyor. Belki yüzyıllık Karadeniz’e özgü yapım tekniğiyle yapılan doğaya uyumlu bir ev tepeden bir kartal duruşuyla olanları izliyor. Aşağıda ise dere yatağında, yeni yapıldığı belli olan beton, biçimsiz bir bina. Maalesef bu beton bina selin etkisiyle yıkılmış. Yüzlerce yılın deneyimiyle oluşturulan mimari teknikle yapılan çevreye uyumlu yapı ayakta. Doğaya, bilime ve deneyime aykırı yapı ise sel sularının getirdiği çamur deryası içinde.

Zaman zaman doğduğum, büyüdüğüm yerlere giderim. Her gidişimde içim daha da buruklaşır. Ormanların hunharca yok edilmesiyle gösteriş olsun (hızlı zengin olmanın getirdiği önemli bir savurganlık) diye yapılan apartmanları gördükçe ciğerim parçalanır. Genellikle bu apartmanlar meskûn değildir. Yılın belli aylarında kalınmak için yapılmıştır bu savurganlık. Ama asıl zarar doğaya veriliyor. Ahşap yapı hafif olduğundan toprağa fazla baskı yapmaz, bu ucube apartmanlar ise tonlarca betonlarıyla toprağa baskı yapar, selle birlikte de kayıp gider.

Son yıllarda gerek deprem gerekse sel bölgelerinde dere yataklarında yapılaşma moda oldu. Tüm uyarılara karşın bu, önlenemiyor. Bilinçsiz yurttaş ölüme meydan okurken merkezi ve yerel yöneticiler ise kış uykusunda. Bununla da ülkemizde kış uykusuna yatıp hiç uyamayan ne kadar çok canlının olduğunu da öğrenmiş oluyoruz.

Karadeniz’de önemli bir doğal sorun da yol yapımıdır. Dağınık yerleşim nedeniyle her yere, her kapıya yol götürme kaygısı toprağın dengesini bozmakta. İş makineleriyle yarılan yırtılan toprak, parçalanan kayalar direncini de yitiriyor.

Bölgedeki yerel yöneticiler işbirliği yaparak ve Ankara’nın desteğini de alarak yapılaşmaya, orman kıyımına, HES’lere karşı akılcı önlemler planlanarak uygulanmalı. Demokrasi isteyenin istediğini hoyratça yapması demek değildir. Bir cennetin bilinçsizce yok edilmesine izin verilmemelidir.

Sel felaketinden sonraki açıklamalar ise tam bir rezalet. Tüm sorumluluk doğaya yüklenerek sorumlular, sorumsuz duruma geliyor. Rize il merkezinden yürüme mesafesindeki bir belde yerle bir oluyor, hükümet yetkilileri hala yaraların sarılacağından söz ediyor. Önemli olan yaralattırmamak yurttaşı.

İlkel insan, doğa olayları karşısında çaresizdi. Çağdaşlık, bu çaresizliği önledi. Merkezi ve yerel yöneticilerimizin doğal afetler karşısındaki çaresizliğini görünce sormadan edemiyorum. Biz çağdaşlaştık mı?

Adil Hacıömeroğlu
27 Ağustos 2010
Not: 31 Ağustos 2010 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://ailadalet.blogspot.com ‘dan okuyabilirsiniz.

GİZLİ HESAPLAR

Anayasa değişikliyle ilgili halk oylaması yaklaştıkça ülkemizdeki siyasal tansiyon da yükseliyor. 12 Eylül, otuz yıl önce ülkemizin siyasal yaşamı için önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu 12 Eylül de ulusumuzun siyasal geleceği açısından çok önemlidir. Halk oylamasının sonucunun “evet” çıkması ülkemizin bir siyasal meçhule yolculuğunun da dönüm noktası olacaktır.

Türkiye’nin siyasal rotası, 12 Eylül darbesiyle küresel güçlerin güdümüne girmiş, siyaset üzerinde iç dinamiklerinin rolü azalmıştır. Ayrıca hemen hemen tüm demokratik kurumlar çökertilmiştir. Siyasal yaşama yeni bir yön, yeni bir anlayış getirilmiştir. 1980 askeri darbesi, ülkemizin siyaset ve toplum yaşamına iki önemli armağan bırakmıştır: Bölücülük, irtica. Bu iki gücü, darbe sonrası siyasal yaşamın başlıca belirleyicileri olarak da saymak gerekir.

Bu iki siyasal gücün ortak özellikleri, Atlantik ötesindeki küresel aktörün kontrolünde bulunmaları ve Cumhuriyet’in kuruluş anlayışına karşı olmalarıdır. Bu nedenledir ki Cumhuriyet’e karşı bir tavır söz konusu olduğunda bunları ittifak durumunda görmek şaşırtıcı değil.

12 Eylül’de yapılacak anayasa değişikliği öncesi, irticacılarla bölücülerin gizli/açık işbirliği yapmaları karşısında şaşırmamak gerekir. Amaçları, Cumhuriyet’in temel dayanaklarını sarsmak, 1920 öncesi koşullara dönmektir.

İktidar partisi her ne pahasına olursa olsun anayasa değişikliklerini, halk oylamasından geçirmek zorundadır. Çünkü yıllardır arzuladıkları Cumhuriyet’ten “rövanşı alma” fırsatıdır bu. Bu nedenle de “Evet!” oylarının çok çıkması için siyasal açıdan mubah olan/olmayan tüm yöntemlerini kullanmaktan da geri durmuyorlar. ABD’de bulunan cemaat lideri, “Referandumda ölü ya da diri herkes ‘evet’ oyu vermelidir.” diyerek anayasa oylamasının kendileri bakımından ne denli önemli olduğunu duyuruyor. Ayrıca mubah olmayan yollar da burada öneriliyor.

Yaz mevsimiyle birlikte artan terör olayları birden kesiliyor. Bölücü örgüt ramazan ayı boyunca eylemsizlik kararı aldığını açıklıyor. Terörle birlikte azalan “evet”ler, terörün bitmesiyle yükselişe geçiyor. Çünkü terör, siyasal gündemden düşüyor. Gündem hızla değişiyor. Terörün yerini kısır çekişmeler alıyor. Ülkemizin her mahalle ve köyündeki kahvelerde konuşulabilecek siyasal derinlikten yoksun daha çok da kişisel konular, siyasetin ana malzemesi oluyor. Terör dışındaki ülke sorunları da siyasal gündeme ustaca taşınamıyor. Miting meydanlarındaki tartışmaların özeti: “Saksağanın kuyruğu suya değdi mi, değmedi mi?”

Bölücü örgütün eylemsizlik kararı almasından sonra gündeme, hükümetin bölücü başıyla görüştüğü iddiası düşüyor. İktidar kanadı, önce inkâr ediyor görüşmeyi. Sonra üstü kapalı kabul ediyor. Cumhurbaşkanı ve başbakan konuyla ilgili açıklamalarında bölücü başıyla bazı devlet kurumlarının görüşebileceğini söylüyorlar. Yine iktidar partisinden birtakım sözcüler, kendilerinin görüşmediklerini, ancak ilgili devlet kurumlarının görüşmesinin de normal olduğunu açıklıyorlar.

Bölücü başıyla görüşen bu devlet kurumları kime bağlıdır? Bu kurumlar, kimlerden emir alarak görevlerini yaparlar? Eğer, bu kurum yetkilileri hükümetin iradesi dışında bir şey yapıyorlarsa suç işliyorlar? O zaman hükümet, gerekeni yapmalı. Sizin haberiniz olmadan böyle bir görüşmenin olması olanaklı mı? Olanaklıysa o zaman siz ne iş yaparsınız orada?

“Ben görüşmedim, bir devlet kurumu görüşmüştür.” sözü beni yıllar öncesine götürdü. 12 Eylül öncesinde para ve enerji dar boğazında sıkışan Türkiye, Bulgaristan’dan elektrik almak zorunda kalınca o zamanki iktidar, muhalefetin sert eleştirileriyle karşılaşmıştır. Zamanın başbakanı Demirel: “Bulgaristan’dan yazın biz elektrik alıyoruz, kışın da onlar bize veriyorlar.” diyerek tarihi (!) bir söze imza atmıştı.

Peki, görüşmede amaç nedir, tam da ülke yaşamsal bir anayasa değişikliğine giderken? Terörü bitirmek midir istenen? O zaman neden şimdi? Halk oylamasını boykot edeceğini söyleyen BDP’yi “evet” oyu vermeye ikna etmek midir asıl hedef? Bizce “evet”leri artırma manevrasıdır amaçlanan.

Durum böyleyse PKK’nın “evet” demesi karşılığında bölücü başına ne vaat edilmiştir? Özerklik mi? Af mı? Yoksa ikisi birden mi? Siyasal çıkarlar için bu tarz yollara başvurmak ne kadar ahlakidir? İlerde devleti zora sokacak, siyasal ve toplumsal yaşamı son derece olumsuz etkileyecek böylesi bir tavrın sonuçlarına iktidar partisi katlanmalıdır.

Unutulmamalıdır ki devlet, toplumsal birliğin ve güvenliğin hukuksal çatısıdır. Bu çatıyı günlük siyasal kazançlar için çatırdatmaya hiçbir kişinin ya da siyasal grubun hakkı yoktur. Devletin kuruluşu, çetelerin yok edilmesi içindir. Çete olunca devlet olmaz.

Adil Hacıömeroğlu
26 Ağustos 2010
Not: 30 Ağustos 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabiliriniz.

YARININ ADAMI OLMAK

Mustafa Kemal, 11 Ocak 1905’te Harp Akademisi’ni kurmay yüzbaşı olarak bitirir. Vatan hizmeti için tayin beklemektedir. Bu sırada arkadaşlarıyla İstanbul’da kiraladıkları bir evde, Abdülhamit yönetimine karşı muhalif toplantılar yaparlar. Bu toplantılar, düşünce alışverişi biçimindedir. Bir gün toplantıya katılanlardan askerlikten kovulmuş biri ihbarda bulunur. Mustafa Kemal ve arkadaşları yakalanıp cezalandırırlar.

Önce Taşkışla’da hücre cezası alırlar. Ardından Mustafa Kemal’le arkadaşı Müfit (Özdeş), Şam’daki beşinci orduya sürgüne gönderilirler. Sürgün ve şüpheli iki genç, idealist kurmay yüzbaşılar süvari alaylarına stajyer durumundadırlar. Bu görev pasiftir, bir nevi görevsizdirler. Görünüşte bölük komutanıdırlar; ancak ordu göreve giderken onlara haber verilmez. Mustafa Kemal ve arkadaşı doğruca alay komutanının yanına koşarlar. Neden kendilerine görev verilmediğini sorarlar. Baştan savma, olumsuz bir yanıtla tatmin olmazlar. Tümen komutanına çıkıyorlar, sonuç daha kötüdür, küstahça kovulmuşlardır.

Tüm bu olanlara karşın Mustafa Kemal ve Müfit, atlarıyla ordunun peşine takılıp görev yerine ulaşırlar. Burada, onlara kalacakları bir çadır bile verilmemiştir. Emir erleri onları çadırlarına çağırıp çay ikram ederler. Geceyi birer saman çuvalının üzerinde uyuyarak aç geçirirler. İki yalnız ve dışlanmış adam, başlarına gelen tüm olumsuzluklara karşın kararlılıklarından asla vazgeçmezler.

Mustafa Kemal yıllar sonra Şam’da yaşadıkları bu olayı arkadaşı Müfit’e şu sözlerle anlatıyor: “Hatırlar mısın Müfit, Şam’dan bu kuvvete katılmaya karar verdiğimiz dakikada bir süvari teğmeni bana demişti ki: Beyim, size büyük hürmetimiz var. Bu sefere gitmemenizi tavsiye ederim. Bilmezsiniz, düşünemezsiniz beyim, hayatınız bile tehlikeye girebilir. Sizi öldürürler. Bugün bütün Suriye ordusuna şamil bir müşterek menfaat vardır. Siz bu menfaate mani olacak gibi görünüyorsunuz. Bunu kimse kabul etmez. Hayatınız mevzubahistir.(Tek Adam, Şevket Süreyya Aydemir)” Tüm uyarılar ve tehlikeler, onları korkutmaz, yıldırmaz, amaçlarından geri bırakmaz.

O zor ve tehlikeli gecenin sabahında neler olduğunu en güzel şu satırlar anlatmaktadır: “Harekât, çok yüz kızartıcı bir kargaşalık içinde gelişir. Mürettep kuvvetin –onun tabirince- ‘hırsız’ları çok dikkatli idiler. Mustafa Kemal’i imha etmeyi düşünmüşlerdi. Hatta bir gece ordugâhta kaldığı çadırı sardılar. Fakat o da tedbirlidir. Talan sonunun paylaşılmasında elinden geldiği kadar engeller çıkarır. Orduda katıldıkları bu ilk seferde Mustafa Kemal, Osmanlı hükümeti namına yapılan haydutluğun ne olduğunu anlamıştır. .

Kaldı ki Suriye’de Havran ve Dürzîler sahası, imparatorlukta, bu türlü tertip, bu türlü yağma hareketlerinin yürütüldüğü sahaların yalnız bir tanesiydi. Her tarafta ya devlet ya eşkıya halkı soyuyordu. Yahut bu güvensizlik içinde halk devlete dayatarak, ona ödemek zorunda olduğu mal ve can vergisini mümkün olduğu kadar devletten kaçırarak, devleti halsiz bırakıyordu. Mustafa Kemal’in daha ilk adımda bu sert gerçeklerle karşılaşması onun için üzücü olduğu kadar da düşündürücü ve uyarıcı oldu. Bir defa daha karar verdi ki, günün değil, yarının adamı olmak lazımdır. Hatta bir vesile ile arkadaşı Müfit’e hatırlattı. Soygun ekipleri, kendi aralarındaki dalavereli hesaplardan bir miktar altını da Müfit’e vermek istemişlerdi. Müfit almadı ve Mustafa Kemal’e haber verdi. Mustafa Kemal şahlandı:

─Müfit, sen bugünün adamı mı olmak istersin, yoksa yarının adamı mı?(Tek Adam, Şevket Süreyya Aydemir)”

Evet, bugün de sorunumuz budur. Bugünün adamı olanlar ve yarının adamı olmak isteyenler…

Bir koltuk, üç beş kuruşluk bir kazanç, küçücük bir unvan, içeride ve dışarıdaki birtakım çıkar çevrelerine hoş görünmek uğruna ilkelerinden, insanlığından vazgeçenler yarının adamı olabilirler mi?

Bir ülkenin güçsüzleşmesi, yıkılması, parçalanması bugünün adamlarının açgözlü ve hoyrat yönetimleriyle olur. Osmanlı’nın son dönemlerinde var olan bir gafletten söz ettik. Halkını soyan ve soyduran bir yönetici güruhundan. Tüm bu pisliklere bulaşmayan, bu “hırsız”lıkları ne pahasına olursa olsun önlemeye çalışan Mustafa Kemal ve Müfit’in onurlu tavrını gördük. İşte saygı duyulacak budur. Ulusun geleceğini halkını soyanlar değil, bu soyguna karşı çıkanlar belirler.

Günümüzde de bir soygun düzeninin içindeyiz. Halk hunharca, hem de “demokrasi ve özgürlük” diye diye soyuluyor. Halkla yöneticiler arasında güvensizlik gittikçe artıyor. Ulus yoksullaştıkça birileri varsıllaşıyor. Bu soygun düzeninin ayakta durması için halkın temiz duyguları, inançları siyaset malzemesi yapılıp sömürülüyor.

Ülkemizi yönetenlerin, Mustafa Kemal’e ve kurduğu Cumhuriyet’e karşıtlıklarının nedenini; özellikle son dönem Osmanlı yöneticilerine ise inanılmaz bir aşk, tükenmez bir hayranlık duymalarının kaynağının ne olduğu sanırım anlaşılmaktadır.

Adil Hacıömeroğlu
19 Ağustos 2010
Not: 23 Ağustos 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

BU VATAN NASIL KURTULDU?

“Bu meclis, İstanbul meclisinin devamıdır. Ben de zaten İstanbul meclisinin reisiyim. Yeni intihaplara (seçimlere), yeni kanunlara ne lüzum var? Ben reislik sandalyesine oturayım, siz de benim işlemiş iki aylık maaşımı vermenin yolunu arayın!” Bu sözler, İstanbul’daki son Osmanlı Meclisi’nin başkanlığını yapan Erzurum milletvekili Celalettin Arif Bey’e ait.

İstanbul, 16 Mart 1920’de itilaf devletlerince resmen işgal edildi. İşgalle birlikte meclisi basan İngiliz askerleri, Temsil Heyeti’nin iki önemli kişisini de gözaltına aldılar. Bu hareketin etkisiyle padişah Osmanlı Meclisi’ni dağıttı. Bazı yurtsever milletvekilleri de İngilizler tarafından Malta’ya sürüldüler. İşte, bu dağıtılan meclisin başkanı Celalettin Arif Bey de zorlu bir yolculuktan sonra Ankara’ya gelir. Yokluklar içinde, iç isyanların tehdidi altındaki Ankara’ya. Haklarında padişah tarafından idam fermanları çıkarılan Mustafa Kemal ve arkadaşlarına katılır. 23 Nisan’da açılan TBMM’de milletvekili olarak yerini alır. Baştan itibaren Atatürk’e karşı muhalefetin de öncülerindendir. Yatacak yer, yiyecek ekmek, giyecek elbise, düşmana atacak mermi bulamayan Ankara yönetiminden bu zatın isteği, İstanbul meclisi başkanlığının aylığını almak. Bu nedenle de Mustafa Kemal’in meclis başkanlığına karşı çıkarak asıl meclis başkanının kendisi olduğunu savunuyor.

Peki, dünyaya meydan okuyan, bağımsızlık aşkıyla her şeyi göze alan Kuva-yı Milliyeci nasıl birisidir? İşte yanıtı: “Kuva-yı Milliyeci, yalnız milli vicdanından emir alan, mücadelesinde yılmadan hayatını istihkar eden, ferdi menfaatlerden tamamıyla uzak, milli bir aşkla içi yanan, emperyalistlere ateş püsküren, cesur, yiğit, milliyetçi ve halkçı bir kuvveti temsil ediyordu. Kuva-yı Milliyeciler, hürriyet ve istiklal için Milli Mücadele’ye giriştiler. (Enver Behnan Şapolyo, Kuva-yı Milliye)” Bu tanımda her şey çok açık değil mi?

Şimdi de o bunalımlı, zor dönemin bir başka kişisini, kahramanını tanıyalım. Uşak’ın Bozkuş köyünden Hoca İbrahim Efendi (Tahtakılıç), sarıklı ve ulusal sorunlara duyarlıydı. Alaşehir Kuva-yı Milliye Kongresi’nin toplanmasına öncülük etmiş, Milli Mücadele sırasında da Uşak’ta işgale karşı direnişe öncülük yapan bir yurtsever.

“Bir gün, bir Dumlupınar ziyareti dönüşü, rahmetli Alaettin Tiritoğlu ile İbrahim Efendi’nin Bozkuş köyüne gittik. Hoca’yı ilk defa orada tanıdım. Ne yiğitçe konuşuyordu! Kuva-yı Milliye devrinde köylerden aldığı her torba samanın, her ölçek bulgurun, buğdayın hesaplarını, santimine kadar birtakım sarı bakkal defterlerine yazmıştı. Bize bu defterleri sandığından, kutsal emanetler gibi çıkarıp gösterdi:

─ Vasiyet ettim. Beni bunlarla beraber gömecekler. Eğer milletten aldığımın bir habbesi yerine harcanmamış ve benim kursağımdan geçmişse Allah bana hesabını sorsun diye…

Bunları söylerken kırış kırış gözleri, içten gelen damlalarla ışıl ışıldı. Sonra, çocukları adına da bir andı vardı:

─ Savaşlar bitince beni mebus seçtiler. Ankara’ya yolladılar.

Fakat çocuklarım adına bir ahdım var: Büyüsünler, adam olsunlar, son santimine kadar hesabımı çıkarıp şu fakir milletten mebus maaşı diye aldığımız paraları devlet hazinesine geri versinler. Böylece bizim de bir hizmetimiz geçmişse, bari hak yoluna hizmet sayılsın… (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam)”

İşte, vatanın kurtuluşunda da Cumhuriyet’in kuruluşunda da var olan düşünce, özveri, yurtseverlik; Hoca İbrahim Efendi’nin söz ve davranışlarına yansıyan bu yüce gönüllülüktedir.

Acaba günümüzde TBMM’de Celalettin Arif Beyler mi, yoksa Hoca İbrahim Efendiler mi çoğunluktadır? Yoksul halkın parasından yüksek aylıklarla sefa sürenler, bir kez olsun, bu paraları hak etmediklerini hiç düşündüler mi?

Şu da bilinmelidir ki İbrahim Efendi gibi mebusların aldıkları maaşlar analarının ak sütü gibi helaldir. Çünkü onlar bize bir vatan, özgürlük ve tam bağımsız bir Türkiye kazandırdılar. Şimdiki milletvekillerimiz acaba bize ne kazandırıyorlar? Dilim varmıyor, ama yoksa bir şeyleri mi kaybettiriyorlar?

Adil Hacıömeroğlu
12 Ağustos 2010
Not: 16 Ağustos tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlamıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com ‘dan okuyabilirsiniz.

PROVOKATÖRLER NEREDE?

İnegöl ve Dörtyol’da çıkan olaylar ülkemizin geleceği açısından çok önemlidir. Ulusal bütünlüğümüzü tehlikeye düşürecek bu tür olaylar karşısında halkımızın sağduyulu davranması en büyük dileğimiz. Ancak yıllardır, özellikle de son aylarda, bölücü tahrik o kadar sınır tanımaz bir boyuta geldi ki bunu anlamının olanağı yoktur.

Bölücü teröre karşı mücadelede binlerce gencimiz şehit oldu. Artık ülkemizin her yerleşim yerindeki mezarlıklara gidildiğinde birçok şehit mezarının üstünde al yıldızlı bayrağımızın dalgalandığı görülmekte. Yine binlerce insanımız, çatışmalarda ya da mayın tuzaklarında sakat kaldı. Bütün bunlara karşın ulusumuz, metanetini koruyarak Kürtçü teröristle Kürt’ü birbirinden özellikle ayırdı. Etnik bir çatışmanın çıkmaması için olağanüstü bir sabır ve sağduyu gösterdi.

Terör örgütü ve onun iç, dış destekçileri etnik bir çatışmanın olması için ellerinden gelen tüm kışkırtmaları yaptılar. Etnik bir çatışmanın tüm ulusumuza çok zarar vereceğini, bundan da en çok Kürtlerin etkileneceğini defalarca yazdık ve söyledik. Böylesi bir çatışmanın, bölgemiz üzerinde petrol hesapları yapan küresel güçlere yarayacağı da açıktır.

Şimdi herkes, İnegöl ve Dörtyol olaylarından sonra bu olayları provokatörlerin (kışkırtıcıların) çıkardıklarını söylüyor. Doğrudur, bu olayların sorumluları kışkırtıcılardır. Ayrılıkçı örgüt ve onun siyasal uzantısı parti, bölünme senaryosunu yaşama geçirmek için sürekli kışkırtma ve saldırganlık içinde oldu. Ulusumuzun tüm değerlerine karşı ağza alınmayacak hakarette bulundu bölücü parti sözcüleri. Bu kışkırtmada bölücülere en büyük desteği de sözde “demokrat”, özde emperyalist uşaklığı yapan liberaller verdiler. Ortaçağ özlemi içinde yanan din sömürücüsü siyaset bezirgânları da bu ittifakın üçüncü ayağını oluşturdu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, kuruluş felsefesi, toprak bütünlüğü, laik kurumları, hukuk düzeni, ulusal değerleri, fütursuzca eleştirildi. Hemen hemen her gün, neredeyse tüm televizyon kanallarında bölücü örgüte övgüler dizilirken Cumhuriyet değerleri ve kurumları yerden yere vuruldu. Ülkenin gerçek kahramanları hapislere gönderilirken dağdaki eşkıyadan sahte kahramanlar yaratılmaya çalışıldı. Ulusal değerlerimize küfretmek, maharetmiş gibi desteklendi. Ulusun değerlerini savunanlar ilkel, çağdışı gösterilmeye çalışıldı. “Türk” sözcüğünü kullanmak, Türk tarihinden söz etmek, Kurtuluş Savaşı’nı ve Lozan’ı konuşmak; Cumhuriyet, laiklik, ordu, yargı, aydınlanma devrimi sözcüklerini ağza almak, hele “Türk’üm, Atatürkçüyüm!” demek neredeyse vahim hatalarmış gibi bastırılmaya çalışıldı.

Koca bir ulus, yenilgi psikolojisi içine sokulmaya, toplumun bilinçaltı türlü olumsuz propagandalarla kirletilmeye, toplumsal özgüven yok edilmeye çalışıldı.

Şehit cenazeleri, tüm ulusun yüreğini yakarken bazı siyasal gruplar neredeyse bayram yaptılar. Ulusu için şehit olanla dağda devletine, ulusuna silah çekip sonrasında da öldürülen terörist bir tutulmak istendi.

Hükümet yetkilileri, bölücü parti sözcüleri tarafından sokakta bile yapılmayacak küfürlerle tehdit edildiklerinde sustular. Laik cumhuriyeti savunan devlet görevlilerine karşı aslan kesilenler, bölücüler karşısında korkak bir tavşana döndüler. Cumhuriyet’e karşı kazandıkları sözde utkulara karşı sevinç gözyaşları dökenler, şehit cenazelerinde gözyaşlarının sahtesini bile dökemediler.

“Operasyonda, BDP Seyhan İlçe Başkanı Hüseyin Beyaz, Agit B. ve Murat C. gözaltına alındı. Beyaz'ın organize ettiği gösteride PKK lehine slogan atıp polise taş ve molotofkokteyli ile saldıran grubu yönlendirirken polis kameraları tarafından görüntülendiği öğrenildi. Görüntülerde Beyaz'ın polise taş atan gençlerin yüzlerine taktıkları poşuları düzelttiği ve afişlerin nasıl taşınacağına ilişkin yönlendirmeler yaptığının görüldüğü kaydedildi. Beyaz çıkarıldığı mahkemece tutuklandı.” Aylardır, polise taş atan çocukların affıyla ilgili tartışıldı durdu. Tabi ki suç işleyen çocukların topluma kazandırılması başlıca ödevimizdir. Ancak yukarıdaki alıntıda da görüleceği üzere taş atan çocuklar bizzat BDP yöneticilerince eğitiliyor. Taş atan çocukların sesini duyuyorsunuz da şehit çocuklarının yürek yakan feryatlarını niçin duymuyorsunuz. Gencecik gelinlerin ömür boyu dinmeyecek gözyaşlarının acısını nasıl görmezsiniz?

İnegöl ve Dörtyol olaylarıyla ilgili BDP’li bir milletvekilinin şu sözleri ibret vericidir. “Bu şekilde saldırılarla bir arada yaşamanın koşullarını nasıl güçlendireceksiniz? Bu nasıl kardeşlik olacak? Demek ki siz bir arada yaşamak istemiyorsunuz. Bir arada yaşamak istemiyorsanız biz de artık çok fazla ısrarcı olmayacağız.” Vekil Bey, dilinin altındaki baklayı çıkarıveriyor. Ayrılma isteklerini açıkça dile getiriyor. Kim bu kişi? Ülkenin ve ulusun bölünmez bütünlüğüne yemin etmiş birisi. Çok yazık değil mi?

Şimdi provokatörleri mi görmek istiyorsunuz? Açın bir televizyon kanalı, reyting artırmak için ekrana çıkarılan ve ulusal değerlerimize küfredenlere bakın, görürsünüz kışkırtıcıları. Yine bu kışkırtıcılara kol kanat geren anlı şanlı basın patronlarıyla görevini yapmayan ülke yöneticilerimiz de kışkırtmanın diğer tarafında.

Türk Ulusu, tarihi boyunca nice badirelerden geçti, nice ihanetler gördü. Her zorluğu ulusal bütünlüğümüzle aştık. Yurt dışı fonlardan beslenen küresel güçlerin piyonları, tarihe baktıklarında işbirlikçilerin hazin sonlarını göreceklerdir. Maşalık görevi sırasında el üstünde tutulanların, işleri bittiğinde çöpe nasıl atıldıkları tarih sayfalarında vardır.

Halkımızın ulusal sağduyusu, ulusumuzun sabrı bu emperyalist oyunu er geç bozacaktır.

Adil Hacıömeroğlu
29 Temmuz 2010
Not: 2 Ağustos 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com’dan okuyabilirsiniz.