GENÇLER CHP’DE NEDEN YOK?
19 MAYIS
MEB’in açıklamasının ve kararının iki sakıncası var: Birincisi, ulusal bilincin oluşmasını engellemek, ikincisi ise tören hazırlıklarının da bir eğitim etkinliği olduğunu bilmemek.
Ulusal bayramların coşkuyla kutlanması ve öğrencilerin törenlerde görev alması, onların “milli ve manevi değerlere” uygun olarak yetiştirilmesi açısından önemlidir. Bu da “Milli Eğitimin Temel Amaçları”nın gereğidir. Dünyanın neresinde olursa olsun çocuklara, gençlere yaşadıkları ülkenin ulusal değerlerini öğretmek, onlara ulusal bilinç kazandırmak eğitim bakanlıklarının görevidir. Öğrencilerin yakın tarihlerini bilmemesi sakıncalıdır. Vatana hizmet, onu sevmekle başlar. Sevgi de vatanı tanımakla, ulusun tarihsel geçmişini, hangi tehlikeleri aşarak bugünlere geldiğini, kültürel zenginliklerini, sanatsal değerlerini, halk kahramanlarını, tarihsel önderlerini, toplumu için yüksek özveri ve erdemleri gösterenleri tanımakla olur. Kişi tanımadığı, bilmediği bir şeyi sevip ona hizmet edebilir mi? Okul sıralarında vatan, ulus, insanlık, doğa sevgisi aşılanmayan çocuklardan gelecekte halkı için çalışması beklenebilir mi?
Ulus ve yurt bilinci gelişmemiş kişiler özgürlüğün, bağımsızlığın değerini bilebilir mi? Kölelikle özgür olmanın farkı, ancak doğru tarihsel bilincin kazanılmasıyla ayırt edilebilir. Ulusal bayramlarında coşku yaşamayanlar, sömürgecilere kolayca kul köle olurlar. 19 Mayıs’ın hem bizim tarihimizdeki hem de dünya tarihindeki önemini bilmeden bugünkü siyasal olayları nasıl doğru algılayabiliriz? 19 Mayıs tüm dünyanın ezilen uluslarının bağımsızlığına giden yolu açtığı gibi, Sömürgeciliğin de yıkılmasına neden oldu. Böylesine dünya tarihini etkilemiş bir olayın Kurtuluş Savaşımızın önderi tarafından başlatılması her Türk çocuğu için gurur kaynağıdır. Dünyanın her ulusunun kendince kahramanlık destanları vardır. Bu, onların ulusal bütünlüğü için gereklidir. Ulusal değerlerimizi erozyona uğratan, yaşamı sadece para kazanmaktan ibaret gösteren birtakım televizyon dizileriyle koşullandırılan, toplumsal çıkarları hiçe sayan bir kuşağın nasıl yetişmekte olduğunu da görmekteyiz.
Törenlere hazırlığın eğitim için zaman kaybı olduğunu açıklamış MEB yetkilisi. Törenlere hazırlanmak öğrencilerin kümeyle iş görme yeteneklerinin geliştirilmesi açısından önemli bir eğitim etkinliğidir. Eğitimi yalnızca kuru bilgileri öğretmek olarak gören anlayışın, böylesi bir etkinlikte öğrencilerin “grupla iş yapma ve başarma” becerisinin kazandıracağı özgüvenin değerini anlamaları olanaksızdır. Eğitim yalnızca sınıfın tekdüze ortamında yapılacak bir iş değil. Gezi, gözlem, araştırma yapmak eğitimin önemli bir bölümünü oluşturur. Yaşamda ve doğadaki zorlukları öğrenciye göstermek de eğitimin bir parçasıdır. Hava koşullarının olumsuzluğu bahanesi gülünçtür. Mayıs ayı güzeldir. Her yanın bahar koktuğu bir günü öğrencilere yasaklamak yanlıştır. Bazıları, törenlerde kafalarında Sibirya buzlarıyla donmuş düşüncelerini sıkıntıya dönüştürdüklerinden mi üşümekteler 19 Mayıs’ın ılıklığında? Yaparak, yaşayarak öğrenilen bilgiler bir yaşam boyu unutulmaz.
Bayram törenleri yalnızca öğrenciler için değil, veliler için de çok önemlidir. Törenlerde görev alan öğrencilerin velileri, çocuklarından daha büyük heyecan duyarlar. Çünkü her anne baba çocuğunun törenlerdeki başarısından, yeteneğinden, böylesi bir tarihsel kutlama gününde seçilmiş olmasından onur duyar. Törenlerde görev verilmeyen öğrencilerin velileri bu işe bozulur, okul yönetimiyle bu konuda anlaşmazlığa düşer. Zaman zaman bu durum velilerle öğretmenler arasında sert tartışmalara bile neden olur.
Televizyonların kadrolu bazı yorumcularıyla gazetelerdeki kimi köşe yazarları son zamanlarda ulusal bayramların Sovyetler Birliği’ndeki törenlere benzediğini tekrarla söylemekteler. Aslında bu doğrudur. Dünyada eşsiz devrimlere, büyük kahramanlıklara imza atmış kaç ulus var? Bu konuda şanslı uluslardan biriyiz, tıpkı Sovyetler Birliği gibi. Büyük devrimleri yapan ulusların törenlerinin görkemli olması da olağandır.
30 Ağustos’u, 29 Ekim’i sudan bahanelerle kutlamadınız. Şimdi de 19 Mayıs. Sıra 23 Nisan’a, Atatürk heykellerine gelmekte. Amaç, Atatürk’ü unutturmak. Çünkü Mustafa Kemal’in mavi gözlerine bakarak emperyalizmin emirleri uygulanamaz. 19 Mayıslarda bölücülük yok, ulusal birlik var.
AKP’li bir milletvekili geçenlerde Kurtuluş Savaşının aslında yapılmadığını, şehitliklerin de sembolik olduğunu söylemişti. Şimdi de kalkıyor aynı partinin Milli Eğitim Bakanı, ulusal bayramları zihinlerden silmeye çalışıyor. Kurtuluş Savaşını inkâr edebilirsiniz, bayramları türlü gerekçelerle kutlamayabilirsiniz, şehitlikleri yok sayabilirsiniz; ancak karşınızda bir büyük gerçek var: Türkiye Cumhuriyeti. Bunu ne yapacaksınız?
Adil Hacıömeroğlu
13 Ocak 2012
Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 23 Ocak 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazıların tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.
DENKTAŞ BEY
YANLIŞ ADRESTEKİ CHP
RESMİ TERÖR ÖRGÜTÜ
Son birkaç yıldır türlü adlarla TSK’nın emekli ve muvazzaf askerleri tutuklanmakta. Önce düşük rütbelilerden ve emeklilerden başladı tutuklamalar; sonra rütbeler büyüdü, silâhaltındaki askerleri de kapsadı. Tutuklananların ve tutuksuz yargılananların ortak özelliklerine bakıldığında hemen hemen hepsinin bölücü teröre karşı mücadelede görev aldıklarını görmekteyiz. Dağlarda, taşlarda teröristle mücadele edenlere, vefa gösterilmesi yerine cefa çektirilmesi düşündürücüdür. Böylesi bir durumda halkın suskun, duyarsız davranması da şaşırtıcıdır. Aylardır televizyonlarda diziler, topluma sunulan sanal kahramanlar, mütareke basınını aratacak nitelikteki ihanet kokan yorumlarla; gazetelerin manşetlerini ve köşelerini işgal eden sahibinin sesi sözde yazarlarla halk şaşkına çevrildi. Yüzyılların birikimiyle oluşan değer sistemlerimiz bir bir çökertildi kiralık kalemler ve tek merkezden yönetilen dillerle.
En sonunda eski genelkurmay başkanlarından İlker Başbuğ da tutuklandı İnternet Andıcı’ndan. Hem de ne suçlamayla: “Terör örgütü kurmak ve yönetmek!” İlker Paşa nerenin yöneticisi ve komutanıydı? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin… Peki, terör örgütü yöneticisi suçlaması deyince, neyi terör örgütü olarak adlandırmış oluyoruz? Tabi ki TSK’yı. Demek ki devletimizin içinde resmi bir terör örgütümüz varmış. Zaten yıllardır bölücü örgüt sözcüleriyle okyanus ötesinden kumanda edilen kimi sözde aydınlar “devlet terörü” deyip durmuyorlar mıydı? Dediler, dediler ve sonunda dedikleri de oldu. Eski genelkurmay başkanı teröristse yıllardır çoluk çocuk demeden katleden, sağa sola bombalar yerleştirerek sivil halkı öldüren, Mehmetçiklerimizi şehit eden bölücü örgüt mensuplarına ne diyeceğiz?
Subayların basına yansıyan ifadeleri de iç açıcı değil. Sanki suçluymuşlar gibi emri üstlerinden aldıklarını söylemeleri düşündürücü. Yıllardır (mevcut hükümetin ilk dönemleri de dâhil) “bölücülük ve irtica” Milli Güvenlik Kurulu kararıyla devletin mücadele etmesi gereken düşmanlar olarak gösterilmedi mi? “İnternet Andıçları” da bu doğrultuda oluşturulmadı mı? İrticaya karşı mücadele kimleri neden rahatsız ediyor? İrticaya karşı yapılan mücadeleyi, kendi iktidarına karşı yapılıyormuş gibi anlamak bilinçaltının dışavurumu olamaz mı?
“Biz geçmişte olduğu gibi bugün de teröristlere (ki bu kelimeyi kendi vatandaşlarımız için kullanmayı hiç arzu etmiyoruz. Bize göre bunlar çeşitli nedenlerle kandırılmış kişilerdir) gerek insani mülahazalar ve gerekse kanunların öngördüğü şekilde, başlangıçta hep teslim olmaları yönünde telkinlerde bulunuyoruz.” Bu sözler, şu an görevde bulunan genelkurmay başkanının sözleri. Tam da eski genelkurmay başkanının terör örgütü kurucusu ilan edildiği günlerde söylenen talihsiz sözler. PKK terör örgütü olmaktan çıkarken bölücü örgüte karşı mücadele edenler terör örgütü kurmaktan tutuklanmakta. Ne tuhaf bir çelişki değil mi?
Siz eski genelkurmay başkanını terör örgütü yöneticisi olmaktan tutukluyorsunuz, bölücülüğü destekleyen partinin genel başkanı da yeni genelkurmay başkanına ağzına geleni söylüyor. Yani çifte infaz var: 12 Eylül ürünü olan bölücülük ve irtica, iki koldan yeni, eski genelkurmay başkanlarına hücum ediyorlar. Amaç TSK’yı halkın gözünde küçük düşürüp savunmasız bırakmak. Bu arada Uludere’nin perde arkasını tartışan var mı? Orada otuz beş yurttaşımızın ölümüne kimler neden oldu? Tabi gündem saptırmada usta olan hükümet, bu işe de böylece süngeri çekti.
Silivri ve Hasdal tutuklularının anayasa değişikliğinden sonra çıkması olası bir genel af için rehin tutulduklarını artık herkes bilmekte. Burada amaç, PKK’lıları affetmek. Kamuoyuna sadece PKK’lılar suçlu değil, bakın Silivri’dekiler de onlar kadar suçlu, anlayışını benimsetmeye çalışıyorlar. Sanki kavga sadece Silivri’dekilerle PKK arasında oluyormuş gibi bir hava yaratmak. Böylece “bu kavgacıları” karşılıklı olarak affederek güya toplumsal barışı sağlayacaklar. Bu arada da Cumhuriyet çınarının köklerini de çoktan kurutmuş olacaklar bu toz duman içinde. Bir taşla birkaç kuş… Hem de çayın taşıyla çayın kuşlarını vurmak…
İsmet İnönü’yü, Fevzi Çakmak’ı, Ali Çetinkaya’yı… katliamcı ilan edenler, “Atatürkçü olmaktan utanırım” diyenler, yirmi altıncı genelkurmay başkanına terörist demiş çok mu? Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları televizyon ekranlarında bir bir harcanırken, Cumhuriyet kurumları yerle bir edilirken, devletimizin kurucusu Atatürk haksız saldırılarla yıpratılırken neredeydiniz beyler? Bütün bunları demokrasi şerbetiyle size yutturanlara karşı neden suspustunuz? Karargâhlardan her rütbeden muvazzaf subay gözaltına alınırken “Yargıya saygılıyız!” diyenler kimler? Nemrut Mustafa divanlarını bağımsız yargı diye sananlar ve yurtseverler zindanlara atılırken neredeydiniz?
Unutulmamalı ki Mustafa Kemal ve arkadaşları Nemrut Mustafaların, Ali Kemallerin, damat Feritlerin fermanlarını hiçe sayarak yurdu kurtarıp kahraman oldular. Ya boyun eğselerdi?...
Adil Hacıömeroğlu
10 Aralık 2012
Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 11 Ocak 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarım tümünü http://adiladalet.blogspot.co dan okuyabilirsiniz.
İŞARET FİŞEĞİ
Son yıllarda ülkemizde ne yazık ki ölüler üzerinden siyasal kazanç elde edilmekte. Bazı siyasal partiler var ki tüm sermayeleri ölümleri sahiplenip kutsamak. Gerginlik, çatışma bazılarına siyasal yaşamsallık vermekte. Etnik ayrımcılıktan başka sermayesi olmayanlar için önemli olan ölenlerin insan olmasından çok, alt kimlikleri. Uludereli köylülerin “Kürt” olmaları bölücü örgüte yeni propaganda alanları sağladı. Ne yazık ki medyanın önemli bir kısmı da bu propagandaya zemin hazırlamakta.
Uludere olayını anlamak için öncelikle bölgemizdeki siyasal bölünme ve çatışma potansiyellerini göz önünde bulundurmalı. Ülkemizi yıllardır uğraştıran etnik, bölücü terörü Ortadoğu’daki uluslararası oyunun dışında düşünemeyiz. “Uluslararası toplum” denilen Batılı emperyalistler bölgemizdeki enerji kaynakları için planlar yapıp uğraş vermekte. Bölgemizdeki bazı yönetimler ve çıkar grupları emperyalistlerle işbirliği yapıyor. Bazı kişi ve gruplar ise bu oyunu görmekte ve bölgenin çıkarlarını savunup emperyalist sömürüye karşı çıkmakta. Bu bağlamda Ortadoğu’da hızlı bir kamplaşma var. ABD ve İsrail, yandaş yönetimlerle bazı ülkelerde ise yandaş muhaliflerle egemenlik alanlarını artırıp kendilerine göre aykırı sesleri kesmek istiyor. ABD-İsrail bloğuna karşı İran-Suriye ve Irak’tan oluşan bölge ülkeleri var. Küresel güçlerin amaçlarına ulaşmak için en çok başvurdukları yöntem, etnik ve mezhepsel farklılıkları körükleyip kışkırtarak çatışmalar çıkartmak. Bu nedenle de bölgede hiç yoktan düşmanlıklar yaratılmakta. Ülkemizi otuz yıldır uğraştıran terör de böylesine sömürgeci bir planın parçasıdır. O zaman şu soru akla gelebilir: Bölücü örgüt, Ortadoğu’daki saflaşmanın neresindedir? Sorunun yanıtı çok açık ve basit. Tabi ki ABD-İsrail safında. Zaten RTE de zaman zaman Esat’a “Çek, git!” diyerek safını belirlemiş durumda.
İran’la ABD restleşmeleri son günlerde yoğunlaştı. Savaşın kokusu ortalığı kaplamakta. Bu çatışmada kilit ülke Türkiye. Hükümetin rengi belli, ancak halk Müslüman ülkelerle haksız bir savaşın içine çekilmeye olumlu bakmamakta. İşte, bu noktada provakatif hareketler gündeme gelmekte. Uludere olayını bu anlattıklarımız çerçevesinde düşünmeli.
Uludere olayında en çok tartışılan istihbarat… Kimin bu istihbaratı verdiği kamuoyuyla paylaşılmadı. Anlaşılıyor ki istihbarat, büyük müttefikimizden. Zaten insansız hava araçları da onların denetiminde değil mi? Amaç, Güneydoğu’da halkla devleti karşı karşıya getirmek. Böylece de istikrarlaştırılan bir Türkiye’ye istenilen her şeyi kabul ettirmek. Bölücü örgüt, öteden beri hem bölgede hem de büyük kentlerde ayaklanma provaları yapmakta. Uludere ve benzeri olaylar, ayaklanma düşüncesinin yaşama geçirilmesi için uygun fırsatlar. Bu ayaklanmalarla bölgeyi BM müdahalesine hazırlamak. Zaten BDP sözcüleri de bunu dile getirmekteler. BM müdahalesiyle de bağımsız Kürdistan’a giden yolu açmak. Son yıllarda dış etkilerle parçalanan ülkelere bakıldığında aynı senaryonun uygulandığını hep gördük. BDP milletvekillerinden birinin “artık özerkliğin de kendilerine yetmeyeceğini” söylemesi tam da bu noktada çok ilginç.
ABD ve İsrail oturmuşlar Ortadoğu’da ikinci İsrail’i kurmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Ülkemiz içinde türlü oyunlar çeviriyorlar. Böyle bir durumda birlik olması gereken Türk halkı, her türlü bölünmenin, kutuplaşmanın girdabına sokuluyor. Ayrıca moral değerleriyle oynanarak özgüveni yok edilmekte. Ordu komutanları Silivri ve Hasdal zindanlarına gönderilmekte, tıpkı Malta sürgünleri gibi. Ömürlerini teröre karşı savaşarak geçirmiş askerlerimiz, terör örgütü üyesi olmak suçuyla tutuklanmakta. Eski bir genelkurmay başkanı Silivri’ye terör örgütü yöneticisi olarak gönderiliyorsa terör örgütünün adı nedir? Teröristlerin aklanmaya çalışıldığı bir ortamda, TSK’nın eski ve yeni komutanlarının terörist ilan edilmesi önemlidir. Amaç, TSK’nın halktan koparılması ve savaşma gücünün yok edilmesi.
Yine gündem ustalıkla değiştirildi. AKP, tam da Uludere olayında köşeye sıkışmışken İlker Başbuğ’un tutuklanması gündemi değiştiriverdi.
Ortadoğu’da savaş rüzgârlarının hızlandığı bir dönemde ordusu zayıflamış bir Türkiye büyük yaralar alır. İran-ABD çatışması önümüzdeki aylarda kaçınılmaz hale gelecek. Bu gerilim yaza kalmaz. Tüm komşularımızı saracak bir yangının bizi etkilememesi mümkün mü?
Uludere olayında köylülerin ölümüne neden olan istihbaratın kaynağı açıklanmadıkça ve o gücün ülkemizle ilgili niyetleri ortaya serilmediği sürece ulusumuzun önü açık olamaz. Bölücü örgüte her türlü desteği vererek onu cesaretlendiren küresel güce tavır alamazsak birliğimizi koruyamayız.
1919’da sömürgeciliğe karşı ayağa kalkarak dünyanın ezilen uluslarına örnek olmuş ve güneş batmayan İngiliz İmparatorluğunun çökmesini başlatmış ulusumuzun önüne tarih yeni bir fırsat çıkarmıştır. Bu, ABD’nin saldırganlığına karşı çıkmaktır. Ortadoğu’da yenilen bir ABD’nin yıkılma süreci de başlayacaktır. Eğer Türkiye, kendi geleceğini de ilgilendiren bu emperyalist oyunda ABD-İsrail ikilisinin değil de kendi halkının, komşu uluslarının yanında yer alırsa; ABD emperyalizminin çöküşü gibi bir tarihsel fırsatın da öncüsü olur.
Adil Hacıömeroğlu
6 Ocak 2012
Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 9 Ocak 2012 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.
PARATONER
GÜBRE KOKULU KADINLAR
Dersim isyanı, Ermeni tehciri söz konusu olunca televizyon ekranlarını işgal eden zevat, olayları yaşayan büyüklerinden dinlediklerini söyledikleri birçok acıklı öykü anlatmaktalar. Bizler de işgal yıllarına ait göç anılarındaki eziyetleri, hüzünleri, ayrılıkları, ölümleri dinleyerek büyüdük. Ulusumuzun tarihi, başta savaşların neden olduğu iç ve dış göçlerle doludur. Göçlerde insanlarımız denklerinde acı, üzüntü ve ölümleri taşıdılar hep.
Doğduğum, çocukluğumu ve gençliğimin önemli bir bölümünü yaşadığım, fırsat buldukça da havasını solumaktan keyif aldığım memleketim Of, 15 Mart 1916’da Ruslarca işgal edildi. Ofluların işgale karşı direnişleri ve yarattıkları destanlar ayrı bir yazı konusu. Burada anlatacaklarımız işgal yıllarıyla ilgili.
Rusların Of ve çevresini işgal etmesinden sonra halk, işgalcilerin olumsuz davranış ve tazyikleriyle karşılaşmamak için batıya doğru göç etmek zorunda kalmış. Eli silah tutan erkeklerin büyük bölümü, işgale karşı direnmek için göçe katılmamış. Yaşlı erkekler, kadınlar, çocuklar ve göç kafilelerini korumak için çok az sayıda genç; yükte hafif, pahada ağır eşyalarını yüklenerek yollara düştüler. Bu göçe halk, “muhacirlik” adını verir.
“Muhacirlik”, iki yolla yapıldı: Birincisi deniz yoluyla Karadeniz’e özgü takalarla; ikincisi ise yolsuz, izsiz dağları, tepeleri aşarak karadan.
Denizden gidenlerin büyük çoğunluğu Rus savaş gemilerinin bombardımanı ya da Karadeniz’in azgın dalgalarına yenik düşerek yaşamlarını yitirdiler.
Karadan yayan yapıldak yollara düşenlerin durumları ise daha zordu. Göç edenler, kendileri için çok gerekli buldukları eşyalarını sırtlarındaki sepetlere koyarak ve yanlarına hayvanlarını da alarak evlerini, köylerini, topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Sabah ezanıyla başlayan yürüyüşleri, akşam ezanıyla sona ermekteydi. Saatlerce aç, susuz yürümek zorunda kalan kafilelerde yer alanlar yorgunlukları arttıkça sırtlarındaki yükleri taşıyamaz durumdaydılar. Yorgunluk, bitik bedenlerine bir karabasan gibi bastıkça sırttaki yükler de ağırlaşmaktaydı. Yüklerinin ağırlığını hafifletmek için sepetlerinin içinden işlerine en az yarayabilecek bir eşyayı yolun kenarına bırakırlardı. Arkadan gelenler, yol kenarına bırakılmış eşyayı, işine yarar diye sepetine atar, bir süre sonra ağırlaşan yükü hafifletmek için o da bulduğuyla birlikte sepetinden birkaç parça eşyadan kurtulmak zorunda kalırdı. Bu durum kilometrelerce süren göç kervanlarında tekrarlanırdı. Kıtlık, sefalet, savaş dönemlerinde en küçük eşyanın, bir iğnenin bile ne kadar değerli ve gerekli olduğunu ancak yaşayanlar bilir.
Karadan yürüyenler; açlığa, yoksulluğa, zorlu doğa koşullarına, zaman zaman Rus savaş gemilerinin ateşine karşı yollarına devam ettiler. Ancak onları yollarda bekleyen asıl tehlike çetelerdi. Rum, Ermeni ve az da olsa asker kaçağı Türklerden oluşmaktaydı bu çeteler. Bunlar cana, mala kastettikleri gibi kadınların namuslarına da el uzatmaktaydılar.
Savaşların en acı, üzücü ve onur kırıcı yönü kadınlara yapılan tecavüzlerdir. Göç eden kadınlar, çetelerin tecavüzünden kurtulmak için taze inek gübresini yüzlerine, vücutlarına sürerek kendilerince önlemler alırlardı. Gübrenin pis kokusunun, çetecilerin hayvanca cinsel şehvetini, şiddetini durduracağı düşünülürdü. Yollarda çekilen bunca eziyete karşın bir de gübre kokusu… Günlerce gübre kokusuyla yürümek, nasıl bir işkencedir acaba?
“Muhacirlik” sırasında çekilen sıkıntıları, olayları bu göçe katılmış babaannemden dinledim yıllarca. Yalnızca ondan mı? Tabi ki hayır! Savaş yıllarını yaşamış çevremizdeki her kişiden gözyaşları içinde yaşadıklarını anlatmalarına hep tanık oldum. Bu göç sırasında çetelerce katledilenlerin hikâyeleri savaşın vahşetinin en berbat yüzü. Sivil insanların, işgal güçlerinden cesaret ve destek alan çetelerce katledilmesi, kadınların tecavüze uğraması hangi hukukla açıklanabilir?
“Muhacirlik”, Rus işgalinin bitmesiyle sona erdi. Genellikle Samsun ve çevresine gidenlerin bir bölümü, birkaç yıl sonra topraklarına geri döndüler. Dönen ailelerin hemen hepsi ailelerinin, yüreklerinin bir parçalarını yollarda bıraktılar. Dönemeyenlerin büyük çoğunluğunun mezarları dahi belli değil.
Muhacirlerin bazıları ise gittikleri yerlere yerleştiler. Bu olay sonucunda parçalanan aileler hiçbir zaman bir araya gelmedi. Yollarda çete kurşunları, açlık ve salgın hastalıklardan ölenlerin sayısı meçhul. Savaşın ölüme sürüklediği bu kişiler için bir tek anıt bile yok!
“Muhacirlik”, Doğu Karadeniz’de milattır. Doğum, ölüm, evlenme, sel, heyelan gibi olaylar anlatılırken söze hep “muhacirlikten önce ya da sonra” diye başlanırdı.
Savaşların sıkça yaşandığı coğrafyalarda üzüntü ve acı dolu birçok hikâye var. “Muhacirlik” anılarını dinlediğim büyüklerimin hiçbirinde kin, intikam ve biz çocukları, gençleri kışkırtıcılık yoktu. Önemli olan bu hikâyeleri intikam yeminlerine, araçlarına döndürmemek değil mi?
Adil Hacıömeroğlu
26 Aralık 2011
Not: 28 Aralık 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.