KÜFÜRBAZ ÇOCUKLAR VE GENÇLER


Uzun süredir okullardan ayrıyım. Emekli olsa da öğretmen, öğretmendir. Okul önlerinden geçerken bir başka olurum. Yüreğimin çarpıntısının hızlandığını duyumsarım. Eğitim yuvalarının önlerinden geçerken adımlarım yavaşlar, ayak sürürüm. Okul bahçesinden gelen çocuk ya da gençlerin sesi bana kuş cıvıltısı gibi gelir. İnsanlığın geleceğini oluşturan çocukların gelişiminin doğal bir tansık olarak görürüm. Onların davranışlarını gözlemlemekten, sözlerini işitmekten çok mutlanırım.

Toplu taşım araçlarında, aşevlerinde, dinlençlerde (parklarda) çocuk sesinden rahatsız olmam. Çünkü onların seslerini, gürültü olarak algılamam. Ne yazık ki kimileri, onların oynarken ya da birileriyle konuşurken ivedilik ve heyecan dolu konuşmalarını gürültü olarak gördüklerinden rahatsız olur. Çoğu zaman da onların susması için sert, tehditkâr uyarılarda bulunur. Bu davranış, hoşuma gitmez.

Evimin karşısında bir ortaokul var. Az ilerimizde, deniz kıyısına giderken de bir lise... Evde işim bitip alışverişe ya da kıyıda yürümeye gitmek için dışarı çıktığımda ortaokulun dağılma anına denk gelirim. Çocukların arasına karışırım isteyerek. Konuşmalarını dinler, nelerle ilgilendiklerini, sosyal eğilimlerini, beğenilerini, önem verdikleri konularını anlamaya çalışırım. Ne yazık ki kız olsun erkek olsun ortaokul çocuklarının çoğu küfürlü konuşmakta. Neredeyse üç tümceden birinin küfürlü olduğunu işitince üzülürüm. Kimi zaman uyarmaya çalışsam da pek işe yaramadığını anlarım. Bu yaş ağaçların niye eğilmediklerini düşünmeye çalışırım.

Güneşli, hafif poyrazın serinlettiği, deli ve coşkun baharın insanın içine ferahlık, yaşama coşkusu verdiği bir gün evimden çıktım deniz kıyısında yürümek için. Yakınımızdaki lise dağılmış. Yanımdan beş kız öğrenci yürümekte. Dillerinde yakası açılmadık küfürler var hem de en sinkaflısından. Biri, diğerinin yaptığı sövgünün daha şiddetlisi yapmakta. Yanlış anlaşılmasın aralarında kavga etmiyorlar. Birbirlerine bir şey anlatıyorlar kendilerince olağan bir biçimde. Demek ki arkadaşlar arası günlük konuşmaları böyle… Bunu da en işlek caddeden yürüyerek yapıyorlar. Her iki yanlarından yüzlerce kişinin geçtiği bir anda sövdüklerine göre bunu ayıp olarak görmüyorlar. Onlar için günlük, olağan bir dil bu…

Kızların konuşmalarını işitince üzülüp rahatsız oldum. Onlara dönüp: “Merhaba Çocuklar… (Gençler yerine özellikle çocuklar dedim. Onların daha küçük olduklarını, öğrenmeye çok gereksinim duyduklarını vurgulamak için.)” dedim. Onlar da: “Merhaba Amca!” diye karşılık verdiler bana. Sözümü eğip bükmeden doğrudan söze girdim terslenmem olasılığına göze alarak. “Az önce ister istemez konuşmalarınıza kulak misafiri oldum. Sözlerinizi, sövgülerinizi pek beğenmedim. Beğenmedim dediysem sizin gibi güzel ve zeki çocuklara yakıştıramadım bu sövgüleri.” Hepsi kızarıp bozardı. Bir şeyler söylemeye çalıştılar, ancak söyleyemediler. “Bu sövgülerin kadınları, dolayısıyla sizleri aşağıladığını biliyor musunuz?” diye sürdürdüm sözlerimi. Onlar, şaşkınlar, ancak uzaklaşmıyorlar benden.

Yürüdük biraz. Önümüze iki tane oturak çıktı. Oturma önerisinde bulundum. Küfrün ne denli aşağılık bir şey olduğunu, insan onurunu nasıl zedelediğini, insan ağzının güzel şeyler söylemesi gerekirken bu tür sözlerin güzel olması gereken ağızları, çöp kutusundan beter bir duruma getirdiğini anlattım. “Bakın…” deyip sürdürdüm sözlerimi. “Size çok kızmadım, bunu çocukluğunuza verdim. Bu anlattıklarımdan sonra bu sövgüleri sizden işitirsem o zaman çok kızarım ve sizi ayıplarım.” Kızlar susuyor, sustukça ve ben anlattıkça yüzleri pembeleşiyor, gözleri utangaç bir biçimde, biraz da suçluluk duygusuyla yerde. Cinselliğin sövgüye dönüşmesinin ne denli kötü ve aşağılayıcı olduğunu anlattım. “Cinsellik sövgü olsaydı, sizin gibi güzel kızlar, dünyaya gelir miydi?” dedim. Gülümsediler hınzırca.

Liselilere, kitap okuyup okumadıklarını sordum. Ne yazık ki kitaplarla araları iyi değil. Düşküleri, ülküleri, geleceğe yönelik bir amaçları yok! Aileleriyle sağlıklı ilişki oluşmamış. Okul, onları yönlendirme, bilinçlendirme okuma alışkanlığı verme, araştırıcı olma konusunda iyi çalışmamış. Ne yazık ki bilgiye susamışlıklarının olmadığını söyleyebilirim. Kültürel olarak beslendikleri alan, sokak ve sosyal medya… Ne yazık ki bu da onların ilgisini çekip kolaycılığa sürüklemekte. Bu, onların bilinçlerini, dillerini tekdüzeliğe tutsak etmekte. Üretkenliklerinin, yaratıcılıklarının, gençlik coşkularının tükendiğini üzülerek gördüm. Sözcük dağarcıklarının darlığı bir başka olumsuzluk…

Çocuklar ve gençler, toplumumuzun geleceği, umudu, büyük varlığı, en değerli hazinesi… Nedense gençlerimizi, sövgünün çürümüşlüğüne, kokuşmuşluğuna terk ediyoruz. Sövmeyi; bıçkınlık, delikanlılık, üstün olmak ve büyümek olarak algılamaktalar nedense. Kitap okumanın uzun yıllar yasaklandığı, son dönemlerde ise gereksiz görüldüğü bir zamandan geçmekteyiz. Yetkin, çağcıl, ideolojik saplantıları olmayan yazarlar yerine; yazınsal değeri olmayan yazıcıların kitapları öneriliyor siyasal amaçlar nedeniyle. Bu, çocukları ve gençleri okumaktan soğutuyor. Okullar, öncelikle kitap okuma alışkanlığını vermeli çocuklara. Bunu yapamayan bir eğitim sistemi, ülkemize doğru bir biçimde hizmet edemez. Bilim ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla geliştiği çağımızda kitap okuma alışkanlığı olmayan toplumların ileri gidip ayakları üstünde durması olanaksız. Toplumlar küfürle değil; bilim, kültür, sanatla kalkınıp ileri gider. Bu nedenle çocuklara sahip çıkmak başta ülkemiz yöneticileri olmak üzere yurttaşlarımızın tümünün görevi. Bu yurt görevinden kaçılır mı hiç?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  23 Haziran 2025

ANNE KUMRUNUN BÜYÜK SAVAŞI (Pazar Yazıları)


Sabahleyin erkenciyim. Yatağımdan kakar kalkmaz balkondaki çiçek, salatalık, biber ve domatesleri suladım. Sıra çay demlemede. Güneş, gülen yüzünü gösterdi. Sabah serinliği kırıldı böylece. Temiz, sessiz bir hava var. Kırlangıçlar, çoktan uyanıp ekmek savaşımına girişmişler çığlık çığlığa.

Mutfağa girdim çay demlemek için. Her sabah, mutfak camında beni karşılayan Kumru Ayşe hızlı adımlarla dolaşmakta pencerenin denizliğinde ivediliği varmış gibi. Dolaşırken bir yandan da içeriye, bana bakmakta “guluk, guluk, guluk” diyerek.  Belli ki sabrı tükenmiş. Çay için su koydum ocağa. Ben, ayak sürüdükçe onun sabrı azalıyor. Adımları gittikçe hızlandı. Yükselen sesinde biraz da öfke var sanırım. Gecikmeyeyim fazla, Kumru Ayşe sinirlenmesin.

Buğday dolu kabı alıp açık pencereye yöneldim. Guluklaması ton değiştirdi, seviniyor sanki. Denizliğin uzak köşesine çekildi. Birkaç avuç buğday bıraktım cam önüne. Hemen koştu buğdaya. Birkaç adım geri çıktım, onun yemesini izlemek için. Az sonra iki güvercin geldi. Kumrumu kaçırdılar. Ben kaynayan suyla çay demlemek için ocağa doğru gidince güvercinler korkup kaçtı. Onlar gidince benim aç kuşum döndü sofrasına, başladı yemeye.

Az sonra güvercinler yeniden geldi. Kumru Ayşe’yi yine gagalayıp kaçırdılar. Kumru, uzaklaştıktan sonra ansızın geldi cam önüne ve güvercinlere saldırdı var gücüyle. Güvercinler karşı koyamadı bile. Belli ki çok öfkelendi. Güvercinlerden küçük olmasına karşın can havliyle saldırdı defalarca. Bir yandan buğdayları yerken diğer yandan gelen güvercinleri kovmakta hırsla. Belli ki acelesi var. Sanırım yavruları ondan yemek bekliyor. Çünkü bu öfke bir anne öfkesi. Yavrularını aç bırakmama isteğinin, güdüsünün yürekliliği. Yavrular, yuvada aç beklerken hazır yiyeceği, güvercinlere kaptırmak olmaz. Üstelik uzun süre camda beklemiş. Buğdayları dili ve davranışlarıyla istemiş benden. Kaptırır mı şimdi önündeki yiyeceği?

Kumrular, çok sevilen kuşlar… Kumrular, tek eşliler… Ölünceye dek eşlerine bağlı kalırlar. Bu nedenle Türkçemizde birbirini çok seven eşler, sevgililer için “çifte kumrular” sözü kullanılır.

Eşleri öldüğünde, sağ kalan eş başka bir kumruyla çiftleşmez. Bu nedenle kumruları avlamak, türlü nedenlerle onların ölümüne neden olmak bu güzel kuşların soylarını tehlikeye düşürür. Zaten kentlerde yeni yapılaşma biçimiyle hayvanların yuva yapmaları zorlaşmakta. Çünkü onlar sık yapraklı ağaçlar ve çatı altlarındaki oyuklarda, oluklu kiremit altlarında yuvalanır. Yeni yapılarda oluklu kiremit kullanılmamakta. Ayrıca çatı altlarındaki oyuk ve aralıklar da bulunmamakta. Kentlerde sık yapraklı ağaçların giderek azalması bu hayvanların yuvalanmasına olanak vermiyor.

Kumrular için bir başka tehlike de yırtıcı büyük kuşlar. Kentlerde özellikle martı ve kargalar, kumruları avlayıp yemekte. Ayrıca kentlerde sayıları hızla artan kediler ise bir başka tehlike kumrular için.

Kumrular, ilkbaharın gelişiyle yuvalarını yapar. Yuvayı yaparken eşler arasında elbirliği zorunluluk... Yuvanın yapılmasından sonra çiftleşir bu güzel kuşlar.  Çifteleşmeyi izleyen on dört gün içinde iki yumurta yapar dişi. Yumurtlama işi bitince dişi, kuluçkaya yatar. Kuluçka süresi on iki gün sürer. Bu süre içinde dişi kuş, yuvadan hiç ayrılmaz. Yumurtaların üstünde yatarak onların sıcaklığını korur. On ikinci günün sonunda iki yavru yumurtadan çıkar. Yavrular doğduklarında tüysüzdür. Giderek tüylenirler. Yavru kumrular, annelerinin gagalarından çıkardıkları “güvercin sütü” denen salgıyla beslenir. Bu, onların hızlı gelişmesini sağlar. Biraz büyüdüklerinde anne ve babasının getirdiği yemlerle karınlarını doyururlar. Bir aylık olduklarında tamamen tüylenen yavrular, yuvadan uçar.

Kumru çifti, yavruları yuvadan ayrıldıktan sonra ikinci kez çiftleşir. Bir yılda ikinci kez yavru büyütür sevginin simgesi bu kuşlar.

Kumrular; buğday, mısır, kenevir tohumu ve böcekler gibi yiyeceklerle beslenir. Onlara ekmek yerine bu yiyecekler vermek en doğrusu. Gerçi ekmek de yerler. Ancak mayalı yiyecekler, onlara zarar verir. Bu nedenle olanak buldukça cam önlerine doğal yemler bırakmak en güzeli.

Kumrular, güvercinlerin bir alt türü. Yani akrabalar… Kumru Ayşe’nin güvercinleri kovması, annelik güdüsünden. Çünkü onun yuvasında yiyecek bekleyen yavruları var. Yeryüzünde annelik güdüsünün üzerinde daha güçlü bir duygu yok! Bir anne, yavrusu için her türlü tehlikeyi göze alır. Kumru Ayşe’nin yürekliliği de bundan. Dünyada annelik gibisi var mı?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  22 Haziran 2025

 

ÇOCUĞUNUZ KÜFRETMEYE Mİ BAŞLADI?


Çocuklar, ister istemez çevresinden etkileniyor. Bu çevrenin çekirdeğini, özünü aile oluşturmakta. Bu etkilenme, olumlu ya da olumsuz yönde olabilir. Bu, tamamen onun bulunduğu, yaşadığı çevreye bağlı. Çocukların çok hızlı öğrendiğini belirtelim. Bu öğrenme, genellikle büyüklerinin düşünceleri, sözleri ve davranışlarıyla olur. Büyüklerinin davranışlarını kopyalamada onun üstünde kimse yoktur.

Çocuğun yaşadığı evde, küfürlü bir dil kullanılıyorsa onun bu dili öğrenmesi çok çabuk olur. Çünkü o, işittiklerini yineler. Büyüğü, bir söz kullanıyorsa bir bildiği var demektir. Evde kullanılan sözler, onun için olağan bir konuşma… Onun en büyük örneği, büyükleri… Bu nedenle evde küfür etmemeli ve çocuklara kötü örnek olmamalı.

Anne ve babanın evde kullanacağı dil, çok önemli. Çünkü bu dil; çocuğun bilincini, sözcük dağarcığını, konuşmasını, insan ilişkilerini ve kişilerle iletişimini belirler. Böylesine önemli bir konuya, evde yaşayan herkesin özen göstermesi gerek. Dil olmasa düşünce olmaz. Bu nedenle düşünceyi belirleyen çocuğun işittiği sözcükler… O sözcüklerle kendine özgü bir dil oluşturur. Küçük yaşta oluşan dilin, çocuğun bütün yaşamı boyunca onun düşüncelerini anlatmasına olanak sağlayacağı gibi, insanlarla ilişkilerini de belirleyecek.

Çocuklar, küfretmeyi, yalnızca evde öğrenmez. Gittiği okuldan, yaşadığı çevreden, sanal dünyadan da öğrenebilir bu kötü sözleri. Bu konuda aileler dikkatli olmalı. Çünkü küçük yaştaki çocuklar, küfrü öğrendiklerinde hemen bu sözleri olduk olmadık yerde yinelerler. Bu sözleri söylemenin bir beceri ya da en kötüsü de yeni bir bilgi olduğunu sanırlar.

Çocuğun en başta küfürlü bir dil kullanmasındaki nedenlerden biri, çevresinin ilgisini çekmektir. Küfür içeren sözcükleri kullandığında çevresindekilerin söylediklerini daha iyi dinleyeceklerini düşünür. Bu yanlış düşünce çocuğa ikna edici, sakin bir dille anlatılmalı. Çocuğundan ilk küfrü işiten anne ve baba, çok sert tepki vermekten, hele onu cezalandırmaktan kaçınmalı. Çocukları bu kötü sözcükleri kullanmasını önlemenin yolu, ona bu sözlerin yanlışlığını sabırla anlatmak.

Kimi çocuklar, duygu ve düşüncelerini anlatmakta zorluk çeker. Bunun en önemli nedenlerinden biri, büyüklerinin ona karşı uyguladıkları baskı. Bu nedenle çocukların içindekini dışa vuran sözlerini baskılamamalı. Onların bize, saçma sapan gelebilecek sözlerini sabırla dinlemeli. Böylece çocuğa, iyi konuşmanın ve özgür bir ortamda saygıyla tartışmanın gücünü benimsetmeli. Böylece onların iç dünyasını, düşüncelerini öğrenme fırsatı yakalar büyükler.

Çocuk küfrederek evdeki ya da bulunduğu değişik çevrelerde kendi sınırlarını belirlemek ister. Ona karşı gösterilecek anlayış ve hoşgörüyü test eder adeta. Bu diliyle yer aldığı toplulukta kabul görüp görmediğine bakar. İlk küfrettiğinde duymazdan gelinirse o, fırsat bulunduğunda yineler bu kötü sözleri. Bu, aynı zamanda çevredekileri bir sabır sınavından geçirmektir.

Çocuklar çoğu zaman yaşadıkları düş kırıklıklarını, çaresizliği, anlaşılmamayı ya da öfkeyi anlatmak için küfre başvururlar. Bu durum bilinerek ona yaklaşılmalı. Onun içinde bulunduğu olumsuz duyguları anlarsak çocuğa yardımcı olabiliriz. Aslında o, kötü sözler kullanarak biz büyüklerin, onun yaşadığı duyguları anlamamızı ister. Bir başka deyişle içinden çıkamadığı tinsel durumunu kötü sözlerle gözümüze sokar görüp anlayalım diye. Bu dışavurumu, büyüklerin kolayca fark etmesi gerek. Bir sorun anlaşılmadan çözülmez. Bunun için çocuğu anlamalı. Küfre odaklanmak yerine, onun ne duyumsadığına bakmalı, tüm ilgimizi dilinden kötü sözlerle dökülen tinsel durumunu görmek.

Çocukları her ne olursa olsun sabırla, hoşgörüyle dinlemeli. Eğriyi doğruyu konuşarak anlamalı ve anlatmalı. “Küfrettiğine göre biraz öfkelisin sanırım. Seni, bu denli öfkelendirenin ne olduğunu bana anlatır mısın?” biçiminde tümcelerle onun içini allak bullak eden duygusal fırtınayı dindirmeli.

Çocuğu kötü söz kullanmaktan alıkoymanın yolu, onunla iyi bir dille konuşmaktır. Ona kullandığı kötü sözler nedeniyle çevresinden tepkiler gelebileceği anlatılmalı. Bu sözler nedeniyle çok sevdiği kişilerin kendisinden uzaklaşabileceği söylenmeli. En başta ise evdeki kişiler arasındaki iletişim dilinin düzeltilmesi gerekir. Bir çocuğu en çok etkileyen yer, evi. Bu nedenle kötü sözler, evin kapısından girmemeli.

Çocukların bulunduğu ortamları, edindiği arkadaşları tanımalı. Onların nasıl bir kültürden geldiğini, toplumsal değerlere, kişisel inceliğe ne denli önem verdikleri bilinmeli. Arkadaşları küfürlü bir dil kullanıyorsa nasıl davranması gerektiği anlatılmalı ona. Ona, bir şeyi anlatırken nedenleri ve sonuçları açıkça belirtmeli.

Çocukları cezalandırmak yerine, onlara kılavuzluk yapmak çok değerli ve küçük eğinlerin tinsel sağlığı için çok çok önemli. Kötü sözü yasaklayarak onu cezalandırmak, sorunu çözmez. Hele onlarla inatlaşmak, sorunu büyütür. Zamanla küfrün yerini güzel sözler almaya başladığında onu karınca kadarınca ödüllendirmeli. Kendisindeki değişimi fark ettiğimizi ona bu yolla anlatmalı.

Çocukların hangi dili, nasıl kullanacağı büyüklere bağlı. Bu nedenle anne, baba, öğretmen ve diğer büyükleri çocukların yanında olumlu bir dil kullanmalı, doğru davranışlarda bulunmalı. Onların büyüklere öykündüklerini, giderek büyüklerinin bir kopyasına dönüştüklerini unutmamalı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  21 Haziran 2025

 

ZALİMİN DEĞİL, MAZLUMUN YANINDAYIZ


Atatürk, 18 Ekim 1921 günü Ankara’da Azerbaycan Elçisi Abilof’un söylevine verdiği yanıtta şunları söylüyor: “(…) Anadolu bu vaziyetiyle bütün zulümlere, hücumlara, taarruzlara maruz bulunuyor. Anadolu yıkılmak, çiğnenmek, parçalanmak isteniliyor; fakat efendiler, bu hücumlara Anadolu’yla kısıtlı ve sınırlı değildir. Bu hücumların genel hedefi bütün Doğu’dur.

Anadolu her türlü tasallutlara, taarruzlara karşı bütün mevcudiyetiyle nefsi müdafaa etmektedir ve bundan muvaffak olacağından emindir. Anadolu bu müdafaasıyla yalnız kendi hayatına ait vazifeyi yapmıyor, belki bütün Doğu’ya yönelik hücumlara bir set çekiyor. Efendiler, bu hücumlar elbette kırılacaktır. Bütün bu tasallutlar mutlaka nihayet bulacaktır. İşte ancak o zaman Batı’da, bütün cihanda hakiki sükûn, hakiki refah ve insaniyet hüküm sürebilecektir. (Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, 1. Basım, Nisan 2018, s. 166)” Görüldüğü gibi Atatürk, büyük bir öngörüyle Anadolu’da emperyalizme başkaldırının bütün Doğu’yu (Asya’yı) kurtuluşa götürecek bir savaşım olduğunu vurgulamakta. Onun için baş düşman, kapitalizm ve onun bağrından çıkan emperyalizmdir ona göre.

Atatürk, mazlum milletlerin emperyalizme, yani zalimlere karşı yaptıkları savaşların insanlığın kurtuluşu olduğunu söylüyor. Bu mazlum milletlerin dünya görüşlerine, toplumsal düzenlerine, dinsel inançlarına, etnik kökenlerine bakmıyor Büyük Önder. Onu ilgilendiren yalnızca o milletin mazlum oluşu ve zalimlerce ezilmesi.

İsrail, İran’a saldırıyor ABD emperyalizmi adına. Atatürkçü geçinen kimileri: “İran’ın başında mollalar var.” diyerek içten içe ABD-İsrail’in zulmüne alkış tutmaktalar ne yazık ki. Yani mazluma karşı zalimin (emperyalizmin) safında yer alıyorlar. Bu, emperyalizme işbirlikçilik değil de nedir?

Atatürk, 18 Nisan 1920’de Hâkimiyeti Milliye gazetesindeki başyazısında şunları yazıyor: “Emperyalizm aleyhine mücahede ilan etmek, vicdanı olan bütün insanlara bir vazifedir. Herkes kendi mesleğinde çalışmakla beraber, milletlerarası bir işbirliği ile bu maksadı temin eylemelidir. Lakin dünyayı istila etmek isteyen genişleme ve istila taraftarlarının azgın tehdidinden dünyayı kurtarmak ancak kapitalizmin kaldırılmasıyla mümkün olur. (Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi/Hâkimiyeti Milliye Yazıları, Kaynak Yayınları, s.136)” Bu sözleriyle Atatürk, günümüzde zalimin zulmü karşısında ne yapmamız gerektiğini açıkça anlatarak bizlere yol gösteriyor.

Emperyalizme karşı ırk, dil, din, mezhep, siyasal görüş, yaşam biçimi ayrımı yapmadan herkesin yanında olmak gerektiğini vurgulamakta Atatürk yukarıdaki sözleriyle. Asıl düşmanın da kapitalizm olduğunu vurgulamakta. Yani asıl savaşın kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla olacağını anlatıyor yoruma gerek kalmadan.

Atatürk, yukarıdaki iki ayrı açıklamasıyla kapitalizm ve emperyalizme karşı durmanın bir vicdan, insanlık savaşı olduğunu belirtiyor. Yüreğindeki insanlık duygusunu yitirmemiş, vicdanı kararmamış herkesin emperyalizmin ve onun piyonu olan İsrail’in saldırısı altında olan İran halkının yanında olması, insanlık ve vicdan savaşıdır.

Türlü gerekçelerle emperyalist saldırıları haklı göstermek; saldırgana, sömürücüye ve insanlık düşmanlarına hizmettir. Böyle bir durumda “Armudun sapı, üzümün çöpü var.” demek emperyalizme hizmetin örtülmesi değil de nedir?

Emperyalizm ve kapitalizmin insanlığı tutsaklaştırıp yok etmek için ördüğü duvardan bir tuğla düşürenlere selam olsun. Her tuğla düştüğünde mazlum milletler daha çok soluklanıp özgürleşecek. Bundan kimler rahatsız olur ki?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         17 Haziran 2025

İÇİMİZDE NE DE ÇOK İSRAİL’E TAPINAN VARMIŞ?


İsrail, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin desteğinde gemi azıya aldı. İnsan öldürmekte ve ülkeleri yakıp yıkmakta sınır tanımıyor. Filistinliler, tüm dünyanın gözü önünde dünyanın bugüne dek görmediği en acımasız soykırıma uğratılıyor Siyonistlerce. Uygar denen Batı, yalnızca izliyor. İzlemekle de kalmıyor, İsrail’e yeryüzünün en öldürücü silahlarını veriyorlar. Uygarlık, çoluk çocuk günahsız insanları öldürmekse ben uygar değilim.

İsrail, 13 Haziran 2025 Cuma günü sabaha karşı İran’a çok sayıda uçakla saldırdı. Birçok yeri yakıp yıktı. Onlarca kişiyi öldürdü. Öncelikle şunu söylemeliyim ki ABD’nin desteği olmadan İsrail, bu saldırıları ve Filistinlere soykırımı yapamaz. Çünkü İsrail, Batı Asya’da ABD çıkarlarını korumak için var olan bir devlet. Bu kirli savaşta kullandığı silah, teçhizat ve mühimmatlar başta ABD olmak üzere diğer batılı emperyalistlerce sağlanmakta.

İsrail saldırısında, başta genelkurmay başkanı olmak üzere İranlı bazı üst düzey devlet yöneticileri öldürüldü. Ülkemizdeki ABD kuyrukçusu bazıları ile İsrail severler koro halinde Tel Aviv yönetimine övgüler düzmeye başladılar. İçlerinde İran’a karşı kin, İsrail’e sevgi var nedense. Bu kişiler, İran’ın ne denli geri bir ülke olduğunu, İsrail’in ise ne denli usçu davrandığını söylediler televizyonlarda ve sosyal medyada. Peki, neden?

Ülkemiz, 1945’ten başlayarak Atlantik sisteminin etkisine girdi. Ne yazık ki sağcısıyla solcusuyla birçok kişi, emperyalist aldatmacalara kapılarak ABD ve Avrupa’ya hayran oldu. ABD, bu süreçte ülkemizde kendi çıkarlarını savunacak siyasal partilere ve terör örgütlerine destek verdi. Yıllardır içimizde ABD çıkarları için Atatürk ve Cumhuriyet üzerinden ulus devletimizle kavga edenler var. ABD’ye göbeğinden bağlı FETÖ ve PKK, her fırsatta batı övgücülüğü, mazlum ulus sövgücülüğünü güçlendirmek için bazı siyasal parti tabalarını oymaktalar. Ne yazık ki medyanın önemli bir bölümüne egemen olanlar, Atlantik sürecinde ABD’nin sesi olarak görev yaptılar. Nedense bugün de içlerindeki ABD sevgisi, mazlum sövgüsü zaman zaman ortaya çıkmakta.

“Ahirette, Cennet’e giden yol İran’ın içinden geçse ben sorarım kenarından bir yol var mı, derim.” Bu sözler, Fetullah Gülen’e ait. Şaşırdık mı bu sözlere? Asla! ABD’nin devşirerek besleyip büyüttüğü birinin bu sözleri söylemesi çok olağan. Çünkü sahibinin sesi… ABD’ye tapınanın, ondan beslenenin İran’a düşman olması kadar doğal ne var?

“İran’da güneş doğsa şemsiyenin altına saklanın, radyasyonludur.” diyor bazı siyasetçilerin üstat(!) dediği ve sıkıştığında İngiltere’ye sığınan Kadir Mısıroğlu. Emperyalizmin değirmenine su taşımanın en kestirme yolu, mezhepçilik üzerinden komşuya düşmanlık yapmak. Ayrıca dünyada, emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Atatürk’e de savaş açar bu meczuplar, efendileri adına.

Ekranlarda AKP’yi savunan Selman Öğüt, sosyal medya hesabında: “İran’dan İsrail’e şöyle bir misilleme yapıldı: Kahrol düşman al sana bir bomba!” diyerek kendince İran’la dalga geçip İsrail’i övmekte.

Ekran ekran dolaşıp AKP propagandası yapan ve her fırsatta İran’ı eleştiren Gazeteci Taha Hüseyin Karagöz, sosyal medya hesabından İran’ı küçümseyerek İsrail’e güç atfetmekte, neden? Gerçi İran’ın İsrail’e yaptığı saldırılar karşısında sözünden dönse de hızla ve dairesel döndüğünden yeniden aynı yere, yani İran karşıtı ve İsrail yandaşı konumuna geldi.   

“Yine İsrail ve İran danışıklı dövüş yapıyor. Fotoğraflardan çok açık bir şekilde belli oluyor bombalar nokta atışı belirli hedeflere atılıyor. İran muhalifleri Siyonistlere temizletiyor sanırım. Siyon ACEM OYUNU… Allah samimi Müslümanları korusun. (Yazım ve noktalama yanlışlarını düzelttim.)” Paylaşıma bakın, nasıl da İran düşmanlığı içeriyor. İran’a düşmanlık, emperyalizme dostluk değil de nedir? Bu paylaşım, Mehmet Ardıç adlı sosyal medya kullanıcısından. Esin kaynağı, İngiliz dostu ve Atatürk düşmanı Kadir Mısıroğlu. Yani kılavuzu karga…

Sosyal medyada Sağcı Gazete diye bir hesap: “İran, İsrail’e animasyonlar ile karşılık vermeye başladı.” diyerek kendince İran’la dalga geçiyor. Dalga geçerken de İsrail’in gücüne tapınarak Siyonizm yandaşı olduğunu açık ediyor. Sağcı Gazete’nin de kılavuzu, İngiliz sever Mısıroğlu.

“İsrail’den Azerbaycan’a dost ateşi!

İsrail, İran’ın kuzeybatısında yer alan Tebriz kentinde, dost ülke olarak tanıdığı Azerbaycan vatandaşlarının yaşadığı Doğu Azerbaycan Eyaleti’nde 10 farklı noktayı hedef aldı.” Bu tümce de Sağcı Gazete’den. Tebriz’de yaşayanlar Azerbaycan yurttaşı mı, yoksa Azeri kökenli İranlılar mı? Ne yazık ki ABD ve İsrail’in İran’ı bölme amacına hizmet etmekte sözde AKP yandaşı bu sosyal medya hesabı. İsrail’in 13 Haziran’da başlayan saldırısından sonra Netanyahu’nun ilk açıklaması, İran’ın bölünmesi yolundaki açıklaması değil miydi?

“İsrail’in İran’a ve Güney Azerbaycan’a yönelik saldırılarına herhangi karşı hareket göstermeyen İran, yeni bir animasyon videosu yayımladı.” Bu paylaşım da kendince Türkçü bir görüşü savunduğunu sanan TÜRK’ÜN SESİ adlı sosyal medya kullanıcısından. Güney Azerbaycan bir devlet mi? ABD’nin İran’ı bölme kervanının gönüllü NATOTürkçüsü.

“İran İslam ve Animasyon Cumhuriyeti yeni bir animasyon filmi yayınlayarak (yayımlayarak olmalı) dosta korku, düşmana huzur ve güven verdi.” Bu da kendini milliyetçi olan gören Volkan Giritli adlı İran düşmanı, ABD-İsrail dostu bir sosyal medya kullanıcısından. Bu doğrultuda onlarca ileti paylaşmış.

“İran’ın İsrail’e ciddi bir yanıt verme imkânı bulunmuyor.

Gelen görüntü ve bilgilerden anladığımız İsrail’in İran’da neredeyse vurmadığı askeri stratejik nokta kalmamış. İsrail’in hedef aldığı bütün noktalar İran’ı avucunun içi gibi öğrendiğini gösteriyor. (…)” Nevşin Mengü’nün bu paylaşımına hiç şaşırmadım. Çünkü o, emperyalist çizgide yayın yapmasa şaşırırdım.

Neyse uzatmayalım. 13 Haziran günü İsrail’i yüceltip ona tapınan, İran’a söven binlerce sosyal medya paylaşımı var. Üstüne üstlük bir de yandaş ve candaş televizyon kanallarında boy gösteren İsrail sevicileri gördük. Sağdan soldan bu kişileri birleştiren ortak payda İran düşmanlığı, İsrail dostluğu.

Kimi Yeşil Kuşak İslamcılarını, sözde milliyetçileri, bölücüleri, batıcılığı Atatürkçülük sanan aymazları birleştiriyor İran düşmanlığı. Aklını etnik köken milliyetçiliğiyle, mezhepçilikle, laikçilikle bozmuş cümle ABD muhipleri, batı emperyalizminin gönüllü askerleri; ABD ve İsrail’in yanında saf tutuyorlar İran’a karşı. Rastlantı mı bu? Hayır, dünde Atatürk’e karşı İngilizlerin yanında kol kolaydılar. Anlaşılacağı üzere durum da onların mevzileri de pek değişmedi.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Haziran 2025

 

 

 

 

 

 

 

NAZIM HİKMET’LE İLGİLİ BİR ANI (Pazar Yazıları)


Devrimci düşünceyle çok küçük yaşta tanıştım. Babam köy enstitülü bir öğretmen olarak okuma alışkanlığı olan biriydi. Her gün evimize birden çok gazete girerdi. Ayrıca aylık dergilerden bazılarının da sürdürümcüsüydük. Bunların yanı sıra kısıtlı bütçemizin bir kısmı da kitap alımı için ayrılırdı. Bundan da anlaşılacağı üzere kitap, dergi ve gazetelerin olduğu bir evde doğup büyüdüm. Böyle olunca da ülkemizin ve dünyanın birçok yazarıyla erkenden tanışma fırsatı buldum.

Ortaokulda devrimci düşüncelerle az da olsa bir tanışıklığım oldu. 1973-74 Öğretim Yılında Of Şehit Ahmet Türkkan (Kore savaşında şehit olan komşu köyümüzden bir subay) Lisesi’ne kaydoldum. Liseye başladığımda bu tanışıklığım, serpilip gelişti. Dünya görüşüm biçimlenmeye başladı bu yıllarda. Zaten 1968’de başlayan devrimci rüzgâr, büyüyerek sürüyordu. Özellikle de gençliği etkiliyordu. Dünyada da devrimci eğilim, o dönemde güçlüydü. Dünya, emperyalizme karşı savaşımın yükseldiği ve ezilen ulusların sömürüden, baskıdan kurtulma yoluna girmişti. Devrimci yükselişler, kültür, sanat alanında da etkili olur. Bu etkiyle toplumcu-gerçekçi bir sanatın, kültürün gelişmesi de olağan.

Liseye başladığımda okuduğum kitapların içerikleri değişmeye başladı. Ayrıca Anadolu gerçeklerini anlatan öykü ve romanlar da başköşedeydi. Yanı sıra bilimsel, düşünsel içerikli kitapları da okuyorduk. Bu yıllarda dünya edebiyatıyla da tanıştık. Okuduğumuz kitapları, arkadaşlarımızla tartışırdık. Okuduklarımızı, arkadaşlarımıza verirdik onlar okusun diye. Halkevinde seminerler düzenlerdik. Bu seminerler, düşünsel eğitim kazandırdığı gibi demokratik olgunluk da oluşturuyordu bizlerde. Ayrıca bu toplantılar, aktöresel bir gelişimi de sağlıyordu.

Nazım Hikmet’in şiirleri elimizden de dilimizden de düşmezdi lise yıllarımızda. Onun şiirleri, yaşadığımız Doğu Karadeniz Bölgesi’nin dereleri gibiydi. Dört mevsim suyu kesilmez gürül gürül akardı belleğimizde. Derelerimizin temiz sularının kayalara çarparak gelen çağlayanları gibi çağlardı yüreğimizde. Onun “Kuvayı Milliye” ve “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitapları elimizden düşmezdi. Hem kendimiz okur hem de arkadaşlarımıza okurduk. Anlaşılacağı üzere Okur, okur, okurduk.

Lise birinci sınıfta Hilmi Saral’la aynı sınıftaydık. Nerdeyse okulun ilk gününde arkadaş olduk. Okul içinde dışında neredeyse her gün buluşur söyleşirdik saatlerce onunla. Başka arkadaşlarımız da zaman zaman katılırdı bize. Lise 2’ye geçmiştik. Biraz daha bilinçlenmiştik. İkimiz de ulusal bayramlarda şiir okurduk. Şiirlerimizi, okulumuzun edebiyat öğretmeni seçerdi. Lise birinci sınıfın yarısında okul müdürümüz değişti. Yeni müdürümüz Metin Doğu, milliyetçi-muhafazakâr bir çizgideydi. Doğaldır ki Soğuk Savaş döneminin biçimlendirdiği düşünsel ortamda o zamanın milliyetçileri, Nazım Hikmet’e şiddetle karşıydılar. 29 Ekim 1974 günü kutlanacak Cumhuriyet Bayramı hazırlıkları başlamıştı okulumuzda. Müdürümüz, edebiyat öğretmenimizin seçtiği şiirleri denetliyordu kendince. İstemediklerinin okunmasına izin vermiyordu. Hilmi, elinde bir gazete ya da dergi kesiğinde yer alan bir şiir getirdi. Bunu okumak istediğini söyledi. Müdürümüz ve Edebiyat Öğretmenimiz Raif Özben’in karşısında şiiri okudu. Müdürümüz, çok beğendi şiiri. Şiiri nereden bulduğunu, kime ait olduğunu sordu. Hilmi: “Yazarını bilmiyorum, yırtık bir gazetede gördüm, hoşuma gitti.” dedi. Hilmi, şiiri çok güzel okumuştu. Onun bu şiiri okuması için izin çıktı.

Hilmi’nin okuduğu şiir: “Ayın altında kağnılar gidiyordu” dizesiyle başlıyordu. Okuyacağı şiirden önceden haberim vardı. Okumaya başladığında Raif Bey’in cam şişenin dibine benzeyen kalın camlı gözlüklerinin arkasından gözleri parladı ve müdürümüze baktı yan gözle. Metin Bey, kendini şiiri kaptırmıştı. Dinledikçe hoşlandığı belliydi. “Sarışın bir kurda benziyordu” dizesi okunduğunda müdürümüzün yüzündeki mutluluk arttı. Ne de olsa düşüncelerinin simgesi kurt vardı şiirde.

Şiirin Nazım’a ait olduğunu bilen birkaç kişiyiz. İçten içe seviniyoruz. “Dörtnala gelip uzak Asya’dan/ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ Bu memleket bizim” dizeleriyle sona doğru yaklaşırken şiir, müdürümüz iyice keyiflenmişti. Atalarımızın kopup geldiği toprakları vurgulayan dizeler onu milliyetçi, tarihsel düşlere daldırmıştı. Şiirin okunması bitti. Müdür Bey, onayını verdi.

29 Ekim günü geldi kaşla göz arasında. Of Meydanı’nda bayram kutlaması başladı. Konuşmalar yapıldı, Sıra şiirlere geldi. Sırayla okuyoruz şiirlerimizi. Derken sıra Hilmi’ye geldi. Başladı okumaya. Okulumuzun ve diğer okulların öğretmenleriyle adli, idari ve mülkü erkân can kulağıyla dinliyor onu. Şiir okundukça gülümsemeler başladı içten içe. Yüzlerde memleketimizin bin bir renkli kır çiçekleri açmaya başladı. Az sonra kulaktan kulağa fısıldaşmalar... Şiir bitti. Bayramımızı dünyaca ünlü ozanımız Nazım Hikmet’le kutladık böylece.

Törenden sonra Metin Bey de öğrendi şiirin ozanını. Ancak iş işten geçmişti. Çünkü şiirin okunmasına onay veren kendisiydi. Suç varsa o da kendisinindi. Eğer soruşturma açsaydı kendi bilgisizliği ortaya çıkacaktı. Bir şiirini bile okumadığı dünyaca ünlü bir ozanı, yaftalayarak ona düşman olmanın bilgisizliği.

Ne yazık ki toplumuzda yıllarca benzer durum ve olayları yaşadık. Soğuk Savaş dönemi milliyetçileri ve İslamcıları, ABD’nin yönlendirmesiyle yurt içinde dost ve düşmanlarını seçiyorlardı. Bir kez ABD, Nazım’a “komünist” demişti. Ülkemizi yönetenler de NATO’ya bağlılıkları nedeniyle ABD’nin verdiği yargıya uyarak çocuk ve gençlerimizi, hatta büyüklerimizi Nazım Hikmet’ten korumak için seferber olmuşlardı. İçlerinden biri de çıkıp: “Bu Nazım ne yazmış?” diye merak etmemişti. Bu nedenle okumadıkları şiirlere, tanımadıkları Nazım’a düşman olmuşlardı ne adına, kimler adına?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  15 Haziran 2025

 

ÇOCUKLARLA SAĞLIKLI İLETİŞİM NASIL OLMALI?


Anne, baba, diğer aile büyükleri ve öğretmenlerin çocuklarla sağlıklı, doğru iletişim kumaları çok önemli. Büyüklerin küçüklerle kurduğu doğru iletişim, onların tüm yaşamını etkiler. Sağlıklı, uyumlu, üretken kuşakların yetişmesi için farklı kuşakların bebeklik döneminde başlayan sağlıklı iletişimi, çocukların yaşamını belirleyen en büyük etken.

Anne, baba, nine, dede ve diğer aile büyüklerinin çocuklarla iletişimde yaptıkları en önemli yanlış onları tehdit etmeleri. “Yemeğini yemezsen seni oynamak için dışarı çıkarmam.”, “Ders çalışıp ödevini bitirmezsen arkadaşlarınla buluşmana izin vermem.” ya da “Şunu yapmazsan ben de bu önlemi alıp sana kısıtlamalar uygularım.” biçimindeki sözler, sıkça işitilir evlerde. Bu sözler, yüksek sesle çocukları tehdit etmekten başka bir şey değil. Zamanla bu sözler, çok yinelendiği için sıradanlaşıp tehdit özelliğini yitirir. Zaten böyle olunca çocuk da bu tehditlere kulak asmaz. Böylece velinin tehdidi işe yaramaz ve çocuk kendi başına buyruk olarak dilediğince davranır. Demek ki böyle bir dili kullanmak, çocuğa doğruyu yaptırmıyor; tersine onun yanlışını perçinleyip olağan bir davranışa dönüştürüyor. Bundan da anlaşılıyor ki çocuklarla iletişimde tehdidin yeri yok!

Kimi ebeveynler ve öğretmenler, çocuğu sürekli suçlar. Suçlayarak bir kişiye doğruyu yaptırmak neredeyse olanaksız. Suçlama, karşılıklı bir zıtlaşmayı da getirir. Zıtlaşma, kişiler arasındaki iletişimi zayıflatır, giderek iletişimi koparır. İletişimin olmadığı bir yerde anlaşma, öğrenme, birlikte bir şeyler yapma, üretken olma düşünülemez. Bazı anneler: “Bak, beni çok yoruyorsun. Neredeyse tüm zamanımı sana ayırıyorum. Kendime ayırdığım beş dakikam bile yok!”, bazı babalar da “Saçma sapan sorularınla boşuna zamanımı alıyor, beni bunaltıyorsun.” ya da “Her işini ben mi yapacağım, biraz da sen emek harca. Yan gelip yatarak iş yapılmaz. Hazırcısın, çok hazırcı…” sözlerine, çoğu kişi yabancı değildir.

Sürekli çocuğu suçlamak, onunla büyüklerinin arasında olması gereken iletişim köprülerini yakıp yıkar. Aslında bu durum, çocuğun kolunu kanadını kırar. Onun gideceği yolları tıkar. Bu, onun için büyük bir düş kırıklığı yaratır. Ne yazık ki bazı öğretmenler de çocuğu suçlayarak onu eğiteceğini sanır. Oysa her suçlama, çocuğun tinsel sağlığını bozduğu gibi, onun benliğinde derin yaralar açar. Bu nedenle suçlama ve tehdidin, çocuk eğitiminde yeri olamaz.

Bazı anne ve babalar, çocuklarını sürekli eleştirir. Çocuklar; ne yapsa, ne söylese beğenmezler. Bu da çocuğun çalışma azmini, üretme yeteneğini köreltir. Sürekli eleştiri, aynı zamanda çocukta özgüven yitimine yol açar. Bu da onu, başarısızlığa götüren, en büyük neden. Ne yazık ki buna yol açan da ona zarar vermekten uzak durması gereken ebeveynleri, kimi zaman da bazı öğretmenleri. Bu durum, çocukla büyükleri arasındaki iletişimi yok eder. İletişimin olmadığı bir yerde öğrenme, olumlu işler yapma da olanaksızlaşır.

Kimi anne, baba, nine, dede ve öğretmenler çocukları sürekli başkalarıyla kıyaslar. Bu kıyaslamalar, çocuğu yapamama, başaramama duygusunun içine sokar. Doğaldır ki bu da çocukta özgüven yitimini getirir. Özgüveni örselenip yok olan bir çocuğun başarılı, mutlu ve tinsel açıdan sağlıklı olması olanaksız. Çocuğu, başkalarıyla kıyaslayıp yarıştırmamalı. Yani dünüyle bugünü arasındaki olumlu yöndeki gelişme anlatılarak yüreklendirilmeli çocuk. Böylece onu, kendi gelişim düzeyi içinde değerlendirmeli. Çocuğu başkalarıyla kıyaslamak, onun çalışma azmini, emeğini, başarma isteğini yok eder. Bu davranıştan kaçınmak hem çocuğun hem de ailenin geleceği için olumludur.

Bazı anne, baba ve öğretmenler sürekli öğüt verir. Bu öğütler, çoğu zaman çocuk için bıktırıcıdır. Çocuk öğütle değil, büyüklerinin davranışlarıyla öğrenir. Onu en çok olumlu yönde etkileyecek olan büyüklerinin doğru davranışları. Büyükler, çocuğa örnek olmak için bol bol öğüt vermek yerine, doğru davranışta bulunsalar geleceğimizin güvencesi olan yavrularına daha yararlı olurlar.

Kimi anne ve baba, sürekli buyruklarda bulunur. Kesinlik içeren buyuru tümceleriyle çocuklara, söz hakkı ve seçenek oluşturma hakkı tanımazlar. Buyuru tümceleriyle onları hem duygu hem de düşünce olarak bir cenderenin kıskacına sıkıştırırlar onları. Bu da çocuğu yaratıcı düşünmekten, üretken olmaktan, duygularını açıkça dile getirip göstermekten alıkoyar. Bu, çocuğa yapılabilecek en büyük kötülük değil de nedir?

Gözlerini dünyaya büyük umutlarla açan çocukları umutsuz, zevksiz, sağlıksız, başarısız bir yaşama tutsak eden büyüklerinden başkası değil. Bilerek ya da bilmeyerek yaptıkları yanlış davranışlar yüzünden en değerli varlıklarını mutsuzluk, özgüvensizlik, başarısızlık bataklığında debelendiren ne yazık en yakınları. Çocukların uzun, umutlu yollarını açmak ve onları mutluluğa götürmek aslında çok kolay. İşin kolayı varken yanlış olan zoru yapmak niye?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         13 Haziran 2025

 

 


BAZI ÇOCUKLAR NİYE İNATÇI


Bazı anne ve babalar ile öğretmenler, çocuklarının çok inatçı olduklarından yakınırlar. Bu çocukların inatçılıkları yüzünden öğrenmelerinin en düşük düzeyde olduğunu, kendi başına iş yapabilme yeteneklerinin giderek köreldiğini söylemekteler. Öğretmenlik gözlemlerime dayanarak bu yakınmaların haklı olduğunu söyleyebilirim. Ancak birçok kişinin “inatçı” ve “azimli” sözcüklerinin karıştırdığını söylemeliyim. Bu sözcükler, aynı anlamda değil.

Çocuklar, doğduklarında tertemiz bir kişilikle dünyaya gelir. Birçok olumsuz davranışı, yaşadıkça büyüklerinden öğrenir. Ya da bu olumsuzlukları onların duygu ve düşüncelerine yerleştiren ise büyüklerinin çocuklara karşı yaptıkları yanlış davranışlar. Çocukları en çok etkileyen şey, gördükleri uygulamalar. Demek ki çocukların inatçı olmalarına yol açan da onu yetiştiren kişiler. Büyükler, çocuklara karşı konuşmalarına ve davranışlarına özen göstermeli, onları bazı şeyleri yapmaya zorlarken çok düşünmeli, sorumlu davranmalı.

Peki, bir çocuk nasıl inatçı birine dönüşür?

Kimi anne ve babalar, çok otoriterdir. “Dediğim dedik, çaldığım düdük” sözüne uygun olarak söyledikleri olumlu ya da olumsuz olsun her şeyin çocuklarca eksiksiz yapılmasını isterler. Söylediklerinin yararlı ya da yararsız olduğunu düşünmeden uygulanmasını isteyen anne ve babalar, çocuklarının ister istemez inatçı olmalarına neden olurlar. Çünkü çocuklar yapmaları istenen şeyleri, kendilerine biçilen davranışların bazılarını mantıksız bulurlar. Bu da onların hakları… Büyük olsun küçük olsun bir insan mantıksız, kendisine zararı olacağını bildiği bir sözü niye dinlesin ya da zorla yaptırılmaya çalışılan us dışı bir davranışı neden yapsın?

Öncelikle anne ve babalardan biri ya da ikisi de inatçıysa çocukları da inatçı olur büyük olasılıkla. Çünkü onun aile içinde öğrendiği başat davranış, inatçı olmak. Çocukların büyüklerin davranışlarını kopyalamakta usta olduklarını belirtmeliyim. O, büyüklerinin yolundan gitmeyi yeğler. Çünkü ebeveynleri, onun en iyi örneği.

Bazı evlerde anne ve babalar, çocuklarına neredeyse birbirine karşıt sayılabilecek tutumlar içine girer. Karşıt tutumlar, söylemde ve uygulamada çelişkiler yaratır. Bu da çocuğun kafasını karıştırır, onu ikircikli olmaya yönlendirir. O, çoğu zaman iki arada bir derede kalır. Çoğu zaman ne yapacağını şaşırır. Giderek bu ikirciklilik, kendince bir çizgi, anlayış oluşturur. Bu çizgi ve anlayışın ya da yaşam biçimi çoğu zaman yaşamın gerçeklerine, çocuğun doğasına uymaz. Anne ve babanın uyumsuz davranışlarına karşı inatçılığı geliştirir kendince. Bu inatçılık, giderek onun için yaşam biçimine dönüşür.

Evde, tutumları çelişkili anne ve babaların en önemli özellikleri kuralsız olmaları. Kuralların kesin çizgilerle belirlenmediği evlerde mutluluk, işbirliği, erinç, karşılıklı iletişim olmaz. Kurallar, kişilerin durumuna ve zamana göre değişir. Anlık değişmeler söz konusu olduğundan kuralsızlık, kural durumuna gelir. Kuralsızlık, çocuğu bocalatır. Neyi, neye göre, nasıl yapacağını bilemez. Hangi davranışa karşı nasıl davranacağına karar veremez. Çocuk, kararsızlık içinde kalır. Bu karasızlık, onunla ebeveynleri arasında çatışmaları ortaya çıkarır. Bu çatışmalar, giderek olağanlaşır ev içinde. Bu da karşılıklı inatlaşmayı ortaya çıkarır.

Bazı anne ve babalar gereksiz yere çok ısrarcıdır. Ağızlarından bir şey çıktı mı, hemen uygulanmasını isterler. Bu da çocukları zor durumda bırakır. Neden mi? Çocuk da bir insan... Onun de kendine göre beğenileri, akıl süzgeci, yaşam anlayışı, kararları var. Her söyleneni yapması, doğanın kurallarına ve mantığına aykırı. Bu nedenle çocukların duygu ve düşüncelerine büyüklerin saygı göstermesi, temel kural olmalı. Onun kişilik sınırlarını aşırı derecede zorlamak doğru değil. Bu durum, çocuğu inatçı yapar. Bu inat, istenen şeyleri, yapmama inadıdır.

Çocuklar, doğaları gereği büyüklerin ilgisine gereksinim duyar. İlgi, onların duygusal zekâsı üzerinde etkilidir. Onların duygu ve düşünce dünyasının gelişmesine yardımcıdır büyüklerin ilgisi. Çoğu zaman bu ilgiden yoksun kalır sevgiyle büyümesi gereken çocuklar. Ona gösterilecek ilgi, kişiliğinin oluşmasını, doğru yolda biçimlenmesini sağlar. İlgi gösterilmeyen çocuk, anne ve babanın ilgisini çekmek için zaman zaman inatçı davranışlar gösterir. Bununla aslında “İlginizi istiyorum!” diye bağırır. Doğaldır ki anlayana... Bu bağırış, amaca ulaşmayınca çocukta inatçılık huy durumuna gelir.

Bazı veliler, ne yazık ki çocuklarının her isteğine olumsuz yanıt verir. Onların dediğini yapmanın kendi otoritelerini sarsacağını, evdeki disiplini yok edeceğini düşünürler. Bu, çok yanlış... Çocuğun mantıklı isteklerini yapmak, karşımızdakini hem mutlu eder hem de ona değer verildiğini anlar. Bu da onun sağlam bir kişilik kazanmasına olanak sağlar.

Çocuklara değer verip saygı göstermek, onların kişilik kazanmasında en büyük etken. Çocuk sevgiyle büyürken saygıyla da kişilik kazanır. Bu yalın gerçek kavranmadığında ve çocuk yetiştirmede öncelikli tutulmadığında inatçı çocukların yetişmesine yol açar aile. Çocuklar inatçı değil; azimli olduklarında başarıya, mutluluğa, bedensel ve tinsel sağlığa kavuşurlar. Bu nedenle çocuklara yapacağımız yürekten usçu dokunuşlarla onları inatçılık çukuruna düşmekten kurtarırız. O zaman ne bu inat ey anne ve babalar?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  12 Haziran 2025

 

 

ANNEMİN MEŞE AĞACI


Kurban Bayramında Ankara’daydım. Bayramları bir engelim yoksa genellikle başkentte, annemin yanında geçiririm. Evde oturup annemle söyleşmeyi yeğlerim. Bu yaşıma geldim, hâlâ annemden öğrenirim. Her söyleşimizde notlar alırım. Söylediklerinden bazılarını da belleğime silinmemek üzere kaydederim. Bu nedenle evin çevresinden ayrılmam. Akşam kararmadan yürüyüşe çıkarım düzenli olarak. Bu bayramda da öyle yaptım.

Bayramın ikinci günü iki kız kardeşim, benimle yürüyüşe gelmek istediler. Bu istek, beni mutlu etti. Üçümüzün yürüyüşü güzel oldu. Yol boyunca söyleştik. Yürüyüşün nasıl bittiğini anlamadık bile. Tam da bir parkın karşısındaki kaldırıma geçip yürürken kız kardeşlerimden Muazzez durdu ve bana seslendi. Yaklaştım ona. O, iki metre boyunda, gövdesi bileğim kalınlığında bir meşe ağacının yanında gülerek ve mutlu bir yüzle duruyordu. “Abi, bu pelit ağacını annem dikti.” dedi. Ben: “Nerede buldu fidanı?” diye sordum. O: “Palamutlar toplamıştı, onları farklı yerlere dikmişti birisi bu.”

Ağaç, diğerlerine göre daha canlı durmakta. Yaprakları sık ve çok koyu renkte. Bu durum, ilgimi çekti. Bu arada Doğu Karadeniz’in birçok yerinde meşe ağacına, pelit denir. Pelit, aslında meşe palamuduna verilen ad. Benim de doğup büyüdüğüm yörede meşeye, onun tohumu olan pelit denmesi çok ilginç.

Annemin diktiği meşe, Çayyolu’nda bulunan Muharrem Dalkılıç Koşu Yolu’nun (parkın) karşısındaki tepenin eteğinde. Tam da bu yürüyüş yolundan caddenin karşısına geçtiğinizde tel örgülerle çevrili alanın yola en yakın yerinde bulunuyor. Ağacı görünce heyecanlandım, sevindim. Tel örgüye karşın gövdesini, yapraklarını okşadım.

Eve dönünce anneme sordum meşe ağacını. On yıl önce dikmiş palamudu toprağa. İlk filizlendiğinden beri her yürüyüşe gittiğinde içme suyunu, onun dibine dökmüş. Böylece hızlı büyümüş pelit. Aynı günlerde yaşadığı evin çevresindeki yol kıyılarına onlarca meşe palamudunu toprakla buluşturmuş. Neredeyse hepsi çimlenip yeşermiş. Ancak belediyenin yol çalışmaları sırasında bu fidanların üstüne taş, toprak, asfalt artıkları atılmış. Güzelim fidanlar yok olmuş. Sonrasında molozlar kaldırılsa da meşe fidanları kurtulamamış ne yazık ki. Bu, annemi çok üzmüşe benziyor. Anlatırken sesi titriyor. Ben de onun üzüntüsünü hafifletmek için: “Olsun, bir meşen dimdik ayakta. Bir de herkesin görebileceği bir yerde. Ankara’da dikili bir ağacın var.” dedim. Gülümsedi.

Annemin bir diğer üzüntüsü de bazı parklara ve yaşadığı sitenin bahçesine toprakla buluşturduğu palamutların yeşerdikten sonra çim biçme makineleriyle yok edilmesi.

Palamut, aslında meşenin meyvesi. Başta sincaplar, köstebekler olmak üzere birçok canlı bununla beslenir. Bu meyve, aynı zamanda tohum. Yaklaşık iki yılda olgunlaşır.

Meşe, süs ağacı ve sağlam olduğundan kıyılarda rüzgâr siperi olarak yetiştirilir. Uzun ömürlüdür. Dayanıklı sert bir gövdeye sahiptir. Farklı iklim koşullarında yetişir. Geniş kök sistemiyle toprağı iyi kavrayıp tutar. Bu özelliğiyle erozyonu önler.

Kerestesi sağlam ve dayanıklı olduğundan mobilya yapımında kullanılır. Bunun yanı sıra birçok alanda vazgeçilmez bir hammaddedir. Bu nedenle ekonomik değeri yüksek. Birçok hayvanın barınağı ve besin kaynağı. Çok fazla oksijen ürettiğinden doğa dostu ve iklim değişikliğine karşı savaşımda önemli bir ağaç. Buraya sığmayacak kadar yararları var meşenin. Özellikle sağlık alanındaki yararları eski çağlardan beri bilinir.

Bir süre meşe ağacının yararları üzerine söyleştik annemle. O, ağacın yararlarını bildiği için yetişkin meşe ağaçlarının altından palamutları toplayıp bulduğu boş yerlerde toprakla buluşturmuş. Şimdilerde çok fazla yürüyemediği için artık bu alışkanlığını zorunlu olarak bırakmış.

Bir gün sonra yürüyüşe çıktım tek başıma. Eve yakın olan bir marketten iki şişe 1,5 litrelik su alıp sırt çantama koydum. Birini yol boyunca içtim. Diğerini ise eve yaklaştığım sırada annemin meşe ağacının dibine döktüm. Bir gün sonra aynı şeyi yineledim. Atatürk’ün bozkırı yeşertmede öncü olduğunu söyleyeyim burada. Bunun en iyi örneği de Atatürk Orman Çiftliği. İşte, annem de Atatürk’ün izinden giderek bozkırda oksijen üreten yeşilliğiyle canlılık veren bir meşe ağacının annesi oldu. Artık Ankara’ya gittikçe sulayacağım, gövdesini ve yapraklarını okşayacağım bir ağacım var. Ne mutlu bana!

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  11 Haziran 2025

 

 

 

ÇOCUKLARI DAMGALAMAYIN

 

İnsanoğlunun belki de hiç kabul etmediği şey, bilgisizliği. Bilgisizliğini kabul eden kişi, öğrenmeye açıktır. Çünkü öğrenme bir gereksinmeden doğar. Bu gereksinme de bilgiye ulaşmaktır. Bedensel ve tinsel olarak sağlıklı çocuk yetiştirmek için deneyim de bilgi de çok gerekli. Günümüz insanı, her konuda olduğu gibi çocuk yetiştirmede ve onun davranışlarının nedenini anlamada da uzman(!). Çocukların her davranışında onu damgalar. Bu damgalamalar da hep olumsuz yöndedir.

Annem, çocuklara pek kızmadı yaşamı boyunca yaramazlık yapsalar bile. Bu durum, yalnız büyüttüğü çocukları için değil; hısım akraba, konu komşu çocukları için de geçerli. Çocuklar, kendilerine zarar verecek bir davranışta bulunduklarında işini gücünü bırakıp ona, olumsuz davranışının yanlışlıklarını anlatırdı sabırla. Karşısındaki de onu can kulağıyla dinlerdi. Bu tavrıyla karşısındaki insan yavrusuna değer verdiğini gösterirdi. Bu da o küçük yavruya olumsuz, yanlış, kendine zarar verme olasılığı olan davranıştan vazgeçmesini sağlardı.

Öğretmen olduktan sonra annemin çocuklara kızmama davranışı, daha çok ilgimi çekmeye başladı. Bir gün ona: “Çocuklar, yaramazlık yaptıklarında onlara niye kızmıyorsun anne?” dedim. O: “Onların kapları (bedenleri) küçük, canları büyük. Canları, kaplarının içine sığmıyor. Kaplarını büyütmek için devinimleri çok oluyor. Her geçen gün yeni bir şey öğreniyorlar kaplarını büyütmek için. Bu; doğal bir davranış, yanlış yapılmadan doğru yapılır mı? Büyüdüklerinde yaramazlık yaparlarsa o zaman kızarım onlara.” diye yanıtladı beni. Bu örnekle annem, bana çocuklar konusunda güzel bir ders verdi. Ben de çocuklara çok kızmam. Onların kendilerine zarar vermeyen yanlışlarını görmezden gelirim.

Meraklı, meraklı olduğu için de sağı solu karıştıran ve devinimli çocuklara “yaramaz” damgası kolayca vurulur birçok kişice. Çocuk öğrenmek istiyor zaman geçirmeden. Öğrenmek için de merak etmesi gerek. Merakını gidermek için sürekli bir devinim gerekli. Çünkü ivedilikle öğrenmeli. İvedilik göstermeli ki, yeni öğreneceği şeylere zaman ayırabilsin. Onlara göre zaman az, öğrenilecek şey çok… Kaplarının dolması gerek. Kap doldukça da büyüyüp genişlemeli. Bu nedenle öğrenme isteğiyle çabalayan bir çocuğa “yaramaz” demek, son derece yanlış. O yalnızca devinimi yüksek bir meraklıdır.

Bazı anne ve babalar ya da öğretmenler, çocukların bir işi yapıp sonuca ulaşmada kararlı, öğrenme konusunda azimli olduklarını görünce onları “inatçı” olarak damgalarlar. Bu, son derece yanlış… Bir işteki engelleri yenmede kararlılık gösteren birini inatçılıkla suçlamak niye. Kişi; ülkülerini gerçekleştirmek, amaca ulaşmak için kararlı olması olağan bir şey. Bir kişi, direşme ve sabırla amaca ulaşır. Bir çocuğun bu özelliğini, huysuzluk olarak görüp onu “inatçı” olarak damgalamak çok yanlış. Atalarımız: “Azimli sıçan (fare) duvarı deler.” sözünü boşuna mı söylemiş?

Oynamayı çok seven sürekli yerinde oturamayan, canına dar gelen kabını büyütmek için koşturan çocuklara toplumumuz hemen tanıyı koyar: “Bu çocuk kesinlikle hiperaktif…”  “Neden, neye göre, nasıl anladın bunu, sen tinbilimci misin?” Benimki de ne biçim soru? Böyle soru mu olur? Memlekette herkes anadan doğma bilim adamı… Her konuda uzman… Bu tanıyı, çocuğun yüzüne karşı söylerler, hem de defalarca. Öğretmeni de destekler bu tanıyı. “Ah şekerim, bu çocuk yüzünden sınıfta öğrence yapamıyorum. Yerinde hiç durmuyor, sırasında daz<aqqqaqq oturmuyor.” İşin uzmanına götürürler yavrucağızı. Bu tanılarını tinbilimciye de kabul ettirmeye çalışırlar. Çocuğa bir ilaç vermesini isterler uzmandan. O da boyun eğer umarsız, yazar reçeteyi,

Çocuk her gün reçetede yazılan haptan bir tane içer. Okulda sesini çıkarmadan sus pus oturur, yarı uyur yarı uyanık. Eve geldikten sonra da uyuşukluğu sürer. Anne ve baba, öğretmen, çevresindeki herkese göre çocuğun hiperaktivetesi kontrol altına alınmıştır. Böylece çocuk uslanmıştır. Oysa çocuk enerjiktir. Durmak bilmeden devinerek içindeki enerjiyi boşaltmak istiyor. Ona bu konuda yardımcı olmak en doğru yol. Onun enerjisini doğru yolda ve biçimde harcaması için yardım etmek gerek. Çocuğun spor, sanat, kültür, bilim alanlarında ilgisinin olduğu dallarda yönlendirilmeli. Böylece enerjisini, kendine yararlı bir alanda kullanması sağlanır.

Bazı çocukların beğenileri gelişmiştir. Bu nedenle seçicidirler. İyi-kötü, güzel-çirkin, yararlı-zararlı… gibi ayrımları kolayca yapar bu çocuklar. Kendi seçimlerini yapacak güçleri de beğenileri de vardır. Kendisine alınacak bir şeyin seçimini kendi yapmak ister. Yaşamını etkileyecek kararların verilmesinde söz sahibi olmaktan mutlu olur. Hatta bu kararların verilmesinde son sözü kendisi söylemek ister. Çocuklara bu tür fırsatları da vermeli. Seçici olan çocuklar, ne yazık ki “huysuz” olmakla suçlanmakta. Ne acı değil mi?

Kimi anne ve babalar, çocuklarına kendi istedikleri yemekleri yedirmeye çalışırlar. Onların damak tatlarını kendileri belirlemek isterler. Onların da kendilerine göre bir damak tatlarının olabileceğini uslarından geçirmezler bile. Bu durum, çocukları robota dönüştürür. Zararlı besinlerden çocukları korumak, bir anne-baba görevi. Ancak bu durum, çocuklara anlatılmalı. Konuyu anlayan çocuk, kendisine zarar verebilecek besinlerden kendini sakınır.

Ne yazık ki kendi seçtiği yemeği yemek isteyen çocuklar için anne ve babalar: “Bizim kızımız ya da oğlumuz yemek seçer.” der. Bu da özgür düşüncesiyle ne istediğini bilen bir çocuğun yanlış anlaşılıp yanlış etiketlenmesine yol açar.

Bazı çocuklar çok dikkatlidir. Önsezileri güçlü kişilerdir bu çocuklar. Dikkatli olduğu için de seçimlerini yapar. Bu nedenle yaşamı daha doğru ve ayrıntılı anlayıp duyumsar. Dikkatli çocuklara, ne yazık ki “utangaç” damgası yapıştırılır kolayca. Bu damgalamayla çocuğa haksız baskılar, telkinler başlar. Bu da onun zamanla onun kendi kabuğuna çekilmesine neden olur.

Çocukların bazıları girişkendir. Girişken olmak, yürekli olmayı da gerektirir. Yürekli olmak, bir işe girişmenin, başarılı olmanın ilk adımı. Bu da kötü bir şey değil. Onun bu durumu desteklenmeli. Bu tür çocuklar, düşündüklerini açıkça söylemekten çekinmezler. Kendilerini ezdirmezler. Kişiliklerinin örselenmesine izin vermezler. Bu davranışlarıyla herkesin ilk bakışta ilgisi çekerler. Bu nedenle hakkını koruma yürekliliğini gösteren çocuğa hemencecik “küstah” damgası vurulur.

Çocuklarımızı damgalayıp yaftalamak çok kolay… Oysa onları anlamak gerekir. Onları doğru anlayıp yönlendirmeli. Çocuklar doğru anlaşıldığında hem kendileri hem de toplum için yararlı işler yapar. Önemli olan çocukları destekleyerek kazanıp yollarını açmaktır. Onların içindeki yapma, başarma isteğini görmeli. Onların ne büyük işleri başarabileceğinin farkına varmalı. Çünkü onlardan başka dayanacağımız bir güç yok? Geleceğimizi çocuklarımızdan başka emanet edebileceğimiz kim var ki?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  8 Haziran 2025

 

 

 

BAYRAM GECESİ UYKUSUZLUĞU


Uykusuzluk, zaman zaman bazı kişilerde görülen bir durum… Uykusuzluk; kimi zaman dertten, kimi zaman da sevinçten olur. İnsanoğlu, mutluluk ve sevinç yaşamasa, umut etmese bunca derdi nasıl taşısın sırtında, yüreğinde?

Zaman gelir kişi, dertlenir. İçine bir sıkıntı çöker. Uyumak için yatar yatağına. Ancak yatak donmuş bir buz, yorgan dikenli bir örtü, yastık ise bir taş... Sağa sola dönersin, döndükçe uykun de döner gider. Kaçan uykunun kuyruğu yok ki tutup çekesin kendine. Bir kaçtı mı bir daha yakalamak olanaksız. Gecenin bir saatinde bitkinlikten sızarsın dikenli yorganın altında. Çok geçmeden karabasan basar seni ter içinde uyanırsın ıpıslak. Yerinden fırlayıp dikilirsin yatağın içinde. Ne olduğunu anlamadığından afallamışsın. Kendi kendine “Hayırdır inşallah!” dersin. Bildiğin duaları okursun. Sabahı edersin yorgun, bitkin ve içgücün yok olmuş bir durumda.

Kimi zaman sevinçli bir yorgunluğun vardır. Erinç ve mutluluk içinde yattığın yeri bilmezsin. Başını yastığa koyduğun anda uyuyakalırsın olduğun yerde, kıpırdamadan. Yattığın yerin önemi yoktur. Taşın üstünde yatsan, sana kuştüyü yatak rahatlığı verir. Çünkü erinçli, mutlu ve sevinçlisin. İçgücün en üst düzeydedir.

Çocukken bayram geceleri uyuyamazdık heyecandan. Çünkü bayramlar, yaşamımızın en önemli günleriydi. Çocuklar çocukluğunu, büyükler büyüklüğünü yaşardı.

Birkaç gün öncesinden başlardı bayram hazırlıkları. Önce ev, köşe bucak temizlenirdi. Sonrasında tatlı yapma telaşı başlardı. Özellikle baklava ve burma tatlıları komşuların yardımıyla yapılırdı. Ayrıca yemekler pişirilirdi. Çünkü evlere bayramlaşmaya gelen hısım akraba ve konu komşunun ya da kırk kat yabacının önüne bir tabak koymadan olmaz. Yemekten sonra tatlı ikram etmek, bayramın geleneği. Üstelik tatlı yenilip tatlı konuşulmalı. Bu ne demek? Dedikodu yapmayalım, başkalarını çekiştirmeyelim. Burada konuşulanları ve gittiğimiz evde gördüğümüz eksiklikleri başka yerde anlatmayalım.

Çocuklar akşamdan yıkanırdı. Yeni giysiler, hazırlanıp odanın bir yanına konurdu. Çocuklar, ikide bir gidip giysilerini izlerlerdi hayranlık ve heyecanla. Çünkü o giysiler, bayram demekti.

Biz çocuklar, bayram gecelerini neredeyse uykusuz geçirirdik. Bir an önce sabah olsa da bayram başlasa... Yeni giysilerimizi giyip fiyakalı fiyakalı dolaşsak… Çünkü bayram biz çocuklara, yeni giysi giydirerek bir ayrıcalık sağlıyordu.

Arada bir uyusak da uyanırdık hemencecik, sabah olur da bayramı kaçırırız diye. Uykumuz tilki uykusu... Sevinç ve mutluluğumuz içimize sığmaz taşarak bir deryaya dönerdi. Sabahı iple çekerdik. Tan vakti geldiğinde yatağımızdan fırlardık bayrama “merhaba” demek için. Bağırıp evdekileri uyandırırdık.  Bu arada kaşla göz arasında bayram giysilerimizi giyerdik. Çaresizce herkes sıcak yataklarından kalkardı. Çocukların erken kalkmasının nedeni, bayramın bir saniyesini bile kaçırmamak içindi.

Bayram namazı sonrası kahvaltı yapılırdı neşeyle. Ardından kurban kesme hazırlıkları başlardı. Bayramlaşmak, çocukluğumuzun en törensel anıydı. Bunun mutluluğu, hiçbir şeye değişilmezdi. Bunun için yolda izde gördüğümüz her kişiyle bayramlaşırdık.

Bayram demek; evlere tanıdığımız, tanımadığımız konukların gelmesi demek. Bu da çocuklar için bir eğlence ve sosyalleşme fırsatı. Konuklar, yanlarında çocuklarını da getirirlerdi. Bayramlaşmadan sonra çocuklar arası kaynaşma olurdu. Evin bahçesi çocuk cıvıltılarıyla dolardı. Soluk soluğa koşardık yorulmaksızın. Yeni giysilerimiz çok geçmeden kirlenirdi düşüp kalkmaktan. Nasıl olsa bayram… Büyüklerimiz kızmazdı bize, üstümüzü kirlettik diye. 

Bayramda yenen yemeklerin tadı farklıydı. Çünkü kalabalıkla yenirdi her lokma. Bir de her lokmamız anne kokardı. Onun eli değmişti, o lezzetli yemekleri yapmak için annemizin alınteri akmıştı. Bin bir emekle yapılan bir yiyeceğin değerini bilmek, onun lezzetini duyumsamak kadar güzel bir şey var mıdır bu dünyada?

Büyüklerimizim bazıları, kadın olsun erkek olsun, bu dünyadan göçüp gitmiş ve uçmağa varmış aile üyelerimizi uslarına getirdikçe gözlerine yağmur bulutları otururdu. Hele yakın zamanda sonsuzluğa göçmüş yakınlarımızdan söz edilince herkesi bir üzüntü kaplardı. Küçük büyük demeden dalıp giderdik yanaklarımızı ıslatan gözyaşlarımızla. Bayramlar, anıları da canlandırırdı. Zaten bir aile, ölüsü ve dirisiyle aile olmaz mı?

Bayramlar yüreklerin Allah’a, ellerin insanlara uzandığı günlerdir. Bayramlar, kötülüklerden ve yanlışlardan arınma fırsatı tanır kişiye. Yardımlaşma ve dayanışmanın vazgeçilmez olduğu bu günlerde düşkünün ve yoksulun elini tutmak, onun yarasına merhem olmak, dertlinin derdini unutturmak kadar insana erinç veren bir şey var mı bu dünyada acaba?

Bayramları, bayram gibi kutlamak en büyük dileğim. Eski bayramları özlerken aslında özlediğimiz çocukluğumuz ve gençliğimiz... El emeği ve göz nuruyla elbirliğiyle hazırladığımız sofralarımız... Sofraları çevreleyen kalabalığımızdır. O kalabalıkta söyleşerek yediğimiz mutluluk lokmalarıdır. Zaten bayramın amacı da kişiyi mutlu etmek değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  6 Haziran 2025