Matematik,
oldum olası neredeyse her düzeydeki okullarımızda en zor ders. Böyle olunca da
öğrencilerin en çok kırık not aldığı bu ders oluyor. Öğrencilerin korktuğu,
velilerin bu dersi çocuklarına öğretmek için yol ve yöntemler aradığı bir
derstir matematik. Acaba matematik, Köy Enstitülerinde nasıl öğretiliyordu?
Köy
Enstitülerinde eğitim; yaparak yaşayarak, iş için de öğrenmeye dayalıydı. Ezber,
neredeyse hiç yoktu. Uygulama olmadan kuramsal bilgiyi yüklenmek, eğitimin de yaşamın
da gerçeklerine uymadığından bu okullarda, böyle bir şey söz konu olmazdı bile.
Hangi ders olursa olsun uygulamayla kavratılırdı öğrencilere. Çünkü yalnızca
dersi karatahtada anlatarak öğretmek, eğitim kurallarına aykırı bir yöntemdi.
İ.
Hakkı Tonguç, 1940’ta Antalya Aksu’da eğitmen kursu için bir yer bulmuştu. Mayıs’ta
kurs başladığında yeniden gitti Aksu’ya. Çifteler’den gelen öğretmen ve
öğrenciler oraya yeni yapılar yapmıştı. Bu barkaların dördünde eğitmenler yatıp
kalkıyordu. Dersler, kış gelinceye dek açık havada yapılacaktı.
On
enstitü birden açıldı o yıl. Dört öğretmen okulu da enstitüye dönüştürüldü.
Aksu köy Enstitüsü de köy ilkokulunda ve barakalarda eğitime başladı haziran
başında. Otuz üç kişilik iki sınıf vardı ilk olarak. Bir yandan da yeni
yapıların yapılması, araç ve gereçlerin sağlanması için olağanüstü bir çalışma
yapılıyordu.
Tonguç,
yanında Aksu Müdürü Talat Ersoy ve Gönen’in müdürü ve oradan gelen iki öğretmenle
yeni enstitüde neler yapacaklarını tartışıp planlıyorlardı. Yanlışları söylüyor,
doğruları anlatıyordu Aksu’dakilere.
“Böyle
dolaşıldığı sırada, bir odanın telli penceresinden gördükleri onu çileden
çıkardı. Burası derslikti. Yeni alınmış cilalı masa ve sandalyelerde uyuyan
öğrenciler. Karatahta başında ‘kare’yi anlatan öğretmeni dinliyordu. Oysa böyle
olmayacağını daha bir iki ay önce eğitmen kursuna geldiğinde anlatmıştı.
Yağmurlar bastırıncaya kadar içerde ders yapılmayacaktı. Özellikle matematik
vb. dersler için iş alanlarında hazır ortam çoktu. Karatahta başında kuru
kuruya ders yapmayı enstitülerine sokmayacaktı. Enstitü sistemi, böylesine
edilgen ve yararsız bir ders yapmaya temelden karşı olacaktı. Üstelik hava çok
sıcaktı. Önceki açıklamalarının yerine getirilmemesine kızmıştı.
‘Enstitünün
ne demek olduğunu ne müdür, ne yardımcısı ne de maarif müdürü hiçbiriniz anlamamışsınız.
Bu iş böyle yürümez. Cehennem gibi sıcak bir yerde, hem de bahçede ölçüp
biçilecek, hesaplanacak birçok iş varken bile öğrenciyi bu bunaltıcı yere sokmuşsunuz.
Matematik öğretiyorsunuz. Öğretmenler iş içinde ders yapmayı öğreninceye kadar
kitleyin sınıfların kapısını.’ dedi”
Ötekilerden
ayrılıp müdürle sınıfa girdi. Müdür onu öğretmenimize ve bize ‘İlköğretim Genel
Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç’ diyerek tanıttı. Golf pantolonlu, yazlık ceketli
genel müdürü görünce hepimiz toparlandık. Onu ilk kez görüyorduk. Müdür,
matematik öğretmenimiz Sabit Bey’i de ona tanıttı. Sabit Bey, metrekareyi
öğretmekte olduğunu anlattı.
‘Bu
dersi dışarda yapsak olamaz mı Sabit Bey, bak öğrenciler uyukluyor’ dedi.
‘Yazı
tahtası gerekli ama efendim’ dedi öğretmen.
‘Onu
da alırsınız yanınıza.’
İki
öğrenci omuzladı taşınabilir yazı tahtasını. Koşarak, arkada yukarda, büyük
ağacın altında toplandık. Çevreye tararcasına göz gezdirdi. ‘İşiniz çok Talat’
dedi müdüre. Ağacın önündeki boşluğun ne olacağını sordu. ‘Orası narenciye
bahçesi olacak efendim, mimara böyle bilgi verildi, görüp uygun buldu’ dedi. ‘Tamam,
işte” dedi, Sabit Bey’e dönerek. ‘Buranın ölçümünü yapın, hem de metrekareyi
öğretmiş olursun.’ Sabit Bey biraz tedirgindi. Ama bizim uykumuz dağılmış, terimiz
kurumuş, kendimize gelmiştik. Tonguç oracıkta hemen örgütledi bizi. Başkanlar,
nöbetçiler, işlikten ip, kazık, keser vb. araçlar almaya gitti. Kalanlar onun
çevresinde toplandık; öğretmenimiz yanımızda. Önce toprak ölçüm bilgimizi yokladı.
‘Bakın burası narenciye bahçesi olacakmış, sizce kaç dönümlük yer? Bir dönüm ne
kadarlık yeri kapsar, kaç metrekare eder? Narenciye fidanları kaç metre arayla
dikilir?’ Yaklaşık yanıtlar verdik hepimiz. (Pakize Türkoğlu, Tonguç ve
Enstitüleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, IV. Baskı, Şubat 2009, s. 275-276)”
Tonguç,
yaz sıcağında öğrencileri sınıfa tıkıp tahta başında kendi kendine ders anlatan
öğretmen örneğine kökten karşı. Öğretmenin görevi, öğretmek… Bu nedenle işini
en iyi yapmak için uygun yeri, aracı ve gereci seçmek öğretmenin görevi olmalı.
Böylece dersler kolaylaşıp öğrenme hızlanır. Ders, Tonguç’un isteği üzerine uygulamalı
olunca öğrenciler canlanıyor. Konuyu kolayca anlıyor hepsi. Üstelik derse
katılıyorlar. Demek ki anlatılan bilginin yaşamla bağı kurulmalı.
“Yakınımızda
bataklık kurutma çalışması yaptırmakta olan tarım öğretmeni de geldi.
Fidanların kaç metre aralıkla dikilmesi gerektiğini anlattı. Çakırlarlı Hasan’ın
yanıtı en doğru çıktı. Sabit Bey ve tarım öğretmeni de bizimle birlikte
çalışıyordu. İşlikten gelen sicim yumaklarını verdiler öğrencilere. Tonguç
cebinden şerit metresini çıkardı. Bahçe önce dönüm olarak ölçüldü. Bir dönümün
köşelerine büyük taşlar konuldu. Sonra bir dönüm üstünde onar metrekareler ve
birer metrekareler bulundu. Her fidanın dikileceği yere küçük taşlar konuldu.
Kaç fidan dikilmesi gerektiği sayıldı. İpler gerilerek metrekareler yapıldı,
köşelerine kazık çakılınca kareler iyice ortaya çıktı, sayıldı. Bu çalışmalar
yapılırken işe el sürmeyen öğrenci kalmadı. Her birimiz bir yandan tutuyorduk.
Tonguç, ‘Bundan sonra Sabit Bey’le birlikte çalışırsınız, birbirinize işiniz
düşecek; kurutulan bataklığın ölçümünü de yaptırırsınız’ dedi tarım öğretmenine.
Sabit Bey’e de ‘Şimdi karatahtada bunların hesabını yaptırıp, ne kadar fidan dikilecek,
tarım öğretmenine bildirirsiniz’ dedi. Gerçekten de metrekareyi hiç unutmayacak
biçimde öğrenmiştik. Ağacın altındaki hesaplarımızı, çizimlerimizi rahatça
yaptık, serinleyerek. (Aynı yapıt, s. 276)”
Görüldüğü
gibi bir geometrik düzlemin alanının nasıl uygulamalı olarak matematik dersinde
işlendiğine tanıklık ettik, yukarıdaki anlatımda. Metrekarenin hesaplanmasını,
bir düzlem üzerinde ölçüp biçerek öğrendi öğrenciler. Her öğrenci, dersin işlenmesine
katkıda bulundu. Konuyu anlamayan kalmadı, hem de bir daha unutmamak üzere. Çünkü
uygulamayla öğrenilen bilgiler unutulmaz. Kişi, yaşamı boyunca bu bilgileri,
belleğinde capcanlı tutar. Oysa ezber bilgi öyle mi? Ders ve sınavlar bitince
yararsız görülen ezberler, bellekten siliniverir zamanla. Köy Enstitülerinin
unutulmazlığı, eğitiminin eşsizliği de buradan geliyor.
Birçok
kişiyle konuştuğumuzda matematik dersinde öğrenilen bilgilerin günlük yaşamda
ne işe yarayacağını sorgulayıp dururlar. Aslında bu sorgulama, günümüzde
kuramsal olarak anlatılan ve yaşamla ilişki kurulmadan öğretilmeye çalışılan
matematik dersi için geçerlidir, diyebiliriz. Eğitimde her düzeyde okulda
matematik dersi işlenir. Ancak hiçbirinde ders konularının yaşamla ilişkisi
kurulmaz nedense. Uygulama yapılmaz. Bunun için de dersler sıkıcı olur. Oysa
verilen örnekler, yapılan uygulamalar dersleri canlı duruma getirir. Böyle
olunca her konu işlendiğinde sınıfta bir devinim olur. Öğrenciler, yeni
bilgileri öğrenmenin heyecanını ve mutluluğunu yaşar. Bu da yeni bilgileri
öğrenme isteği uyandırır kişide. Böyle olunca da öğrencilerin derse katılımları
üst düzeye çıkar.
“Yetkin
uygulayıcı, iyi bir öğretmen olan Tonguç, bu tür öğretim rehberliğini gittiği
her enstitüde ve köy okulunda çok yapmıştır. Alışılmış ezberci öğretim yöntemini
enstitülerine sokmamaya, kuramsal dersleri de öğrenme psikolojisine çok uygun
olan iş ve üretim alanlarına, gerçek
yaşamın işleri içine kaydırmaya kararlıydı. Her alanın öğretmenine bu yönde yaratıcılık
geliştirmesi için fırsat tanınmasını, onların gerçek işler içinde öğrencileriyle
birlikte çalışarak kuramsal bilgilerin öğretimini bu ortamdan yararlanarak
yapmalarını istiyordu. Her gittiği enstitüde buna özen gösteriyor, genelge ve
özel mektuplarla sık sık açıklamalar yapıyordu.
Öğrencilerin
yaptığı enstitü işlerinin, koca yapıların kaça çıktığının ya da çıkacağının hesabını
yapmak gerekmeyecek miydi? Ortaya çıkan ürünlerin hesapları olmayacak mıydı?
Alınan çivinin, kerestenin, verilen emeğin ederleri toplanarak, yapıların kaça
çıktığı hesaplanamaz mıydı? Bakanlık bu rakamları istemiyor muydu? Tüm bunlar
matematik dersinin konuları olmalıydı. (Aynı yapıt, s. 277)”
Tonguç,
yıllardır okullarımızda yerleşmiş ezberciliğe, öğretilen bilgilerin yaşamdan
kopukluğuna savaş açmıştı. Eğitimde ezbercilik ve yaşamdan kopukluk,
alışkanlığa dönüşmüştü okullarımızda. Gelenekselleşmiş bu yanlış eğitim biçimi,
ancak devrimci bir atılım ve uygulamayla sona erdirilebilirdi. İşte, Köy
Enstitülerinde yapılan da buydu. Kemalist yönetim, devrimi sürdürmek için
köhnemiş kurumları, alışkanlıkları bir bir yıkıyordu. Eğitimde köhnemiş yapıların
yıkılması, çağa ve bilime uymayan alışkanlıkların değişmesi; ancak Tonguç gibi
Kemalist Devrime inanmış, onu özümlemiş bir öncüyle olabilirdi. Enstitülerde bu
devrimci, çağcıl, bilimsel ve ulusal değerlerin üzerine kurulan eğitim sistemi
de bunun için yaşama geçiriliyordu.
“Matematik
derslerinde kazanılan işlem yapma ve çözümleme yönteminin çabuk ve doğru olarak
günlük işlerde, iş yaşamının sorunlarını çözmede kullanılmasını sağlamak,
amaçların başında geliyor. Matematiğin en önemli amacını bu yolla öğrencinin
zihin yeteneğini geliştirmek, ona mantık disiplini altında düşünme yeteneği
kazandırmak olarak görerek, öğretmenden matematik konularını yaşamın
sorunlarına uygulatması isteniyor. Enstitüde matematik derslerinin böyle
yapılması zorunlu görülüyor. Bu yolla öğrencilerin en basit işlemin bile iş
içinde ‘işe’ yaradığını göreceklerdi. (Köy Enstitüleri Eğitim Programı’ndan aktaran
Pakize Türkoğlu, Aynı yapıt, s. 277-278)”
Günlük
işlerde, iş yaşamında ve kişinin yaşamı boyunca kullanamadığı bilgi gereksiz
yüktür ona. Okullarda edinilen bilgi, kişinin ve toplumun yaşamını
kolaylaştıracak nitelikte olmalı. Zaten eğitimin amacı da bu değil mi?
Matematik
dersinin işlenmesi konusunda bir anımı burada paylaşmak isterim. Genellikle
matematik derslerinde öğretmenler, konuya başlarken tanım yaparlar. Bazı
kavramlar, tanımlama yoluyla öğrencilere ezberletilmeye çalışılır. Bu da çoğu
zaman gerçekleşmez.
Bir
gün çalıştığım özel eğitim kurumunda matematik öğretmenleri yakınıyordu
dinlencede öğrencilerin derslerine ilgisizliğinden. O hafta, açılar konusunu
işliyorlardı. Çoğu zaman derslerde anlatılanları, yan sınıftan işitme olanağı
vardı. Öğretmen arkadaş, önce açının tanımıyla başladı söze. “Birbirini kesen
iki yüzey ya da aynı noktadan çıkan iki yarım doğrunun oluşturduğu geometrik
biçime, açı denir.” diyor defalarca. Öğrencilerin ezberleme telaşı içinde
oldukları çok belli. Öğretmenin tanımı, sürekli yinelemesi öğrencilerin
ezberlemekte zorlandıklarını gösteriyor. Ezberlese ne olacak bu tanımı,
anlamadıktan sonra.
Dinlenceye
çıkılıyor. Matematik öğretmeni, uzun yoldan gelmiş lokomotif gibi homurdanıp derin
derin soluyor. Sorduk nedenini? Anlattı, çocukların açıyı bir türlü anlamadıklarını.
Öğrencilerin niye anlamadıklarını sorduk. O, öğrencileri suçlayıp birçok şey
söyledi. İster istemez konuşmaya katılıp bir öneride bulundum: “Öğretmenim,
sınıflarımızın hepsinde koyu renk perdeler var. Siz, açı konusunu anlatmadan
önce iki tane pilli el feneri alıp sınıfa girseniz. Perdeleri sıkıca kapasanız,
ışığı da söndürerek. El fenerlerini aynı elinizde tutarak yakıp “Bakın
çocuklar, gördünüz mü el fenerlerinden çıkan iki ışık, avucumda kesişiyor. Giderek
iki ışık çizgisi birbirinden uzaklaşıyor. İşte, bu iki ışık çizgisinin arasında
kalan bölüme açı denir, deseniz. El fenerlerini elinizde oynatarak dar, dik ve
geniş açıları oluştursanız nasıl olur? Bunu öğrencilerin anlamaması, anladıktan
sonra da yaşamları boyunca unutması olanaksız?” diye bir öneride bulundum.
Öğretmenimiz,
düşündü bir süre susarak. Sonrasında kalktı gitti. Bir gün sonra, derslerimiz
yan yana sınıflardaydı. O, yine açıları anlatıyordu. Sesi önceki derslerde olduğu
gibi sinirli değildi. Öğrencilerin sesi, daha çok çıkıyordu. Anlattı dersi el
fenerleriyle. Ders çıkışında öğrencileriyle karşılaştık. Hepsi çok mutlu… Aynı
sınıfın Türkçe dersine de ben girdiğimden onları tanıyorum. Bir haberi muştularcasına
yanıma koştular. “Öğretmenim, biz matematik dersinde deney yaptık. Konuyu çok
iyi öğrendik, hiç sıkılmadık. Dersin nasıl bittiğini de anlamadık.” dediler hep
bir ağızdan. Sevinçlerini paylaşıp yürüyüp gittim.
Öğretmen
odasına girdiğimde matematik öğretmeni, sevinçli bir sesle bir şeyler anlatıyordu
diğer matematikçilere. Diğer dalların öğretmenlerinden bazıları da dinliyordu onu.
Odaya girince gözler bana döndü. Öğretmenimiz, “Sağ ol!” dedi. Oturup çay içtik
öğrenme yöntemleri üzerinde konuştuk kısa dinlencede.
Halkımız:
“Aklın yolu birdir.” der. Ne doğru bir söz… Eğitimin her alanında ve her düzeyinde
olanak buldukça dersleri, uygulamalı yapmak asıl amaç olmalı. Çünkü eğitimde amaç,
öğrenciye bilgiyi en kolay yolla öğretmek değil mi? Bilgiyi uygulamayla
anlatmak ise bilginin doğruluğunun sınanması demek. Bu nedenle Köy
Enstitülerinin eğitim yöntemi, günümüz okullarında da benimsenip uygulamalı.
MEB, bu konuda zaman geçirmeden çalışmaları başlatmak zorunda, ülkemizin
yararına bir eğitimi yaşama geçirmek için.
Eğitim,
zoru kolay yapmaktır. Öğrencinin anlamasını zorlaştırmak, eğitimin amacı
olamaz. Bu nedenle uygulamalı bir eğitim biçimine dönmek için gerekli
çalışmalar yapılmalı. Çünkü bir Türkiye var. Hem ülkemiz hem de çocuklarımız
çok değerli. Çocuklarını ulusal, çağcıl, bilimsel, laik bir eğitime dayalı
olarak yetiştirmeyen toplumların gelişmesi olanaksız. Bunun için kendi
buluşumuz olan Köy enstitüleri örneğine yeniden dönmeli. Çünkü aklın yolu bir…
Adil
Hacıömeroğlu
2
Eylül 2025