İNSANIN ZAYIFLIKLARI KUSUR MU?


Her insanın birtakım zayıflıkları vardır. Bazı kişiler, zayıflıkları fark edip onları giderme yolunu seçer. Kimileri de zayıflıklarını fark ettirmemek için onları örtüp saklamayı yeğler. Düzeltmek için savaşılmayan zayıflıklar, giderek derinleşir, onlardan kurtulmak zorlaşır.

“Hatasız kul olmaz.” atasözümüzün anlattığı gibi yanlışı, kusuru, zayıflıkları olmayan kişi yoktur bu dünyada. Önemli olan yapılan yanlışı bilip yinelememektir. Atalarımız: “Deli bile düştüğü çukura iki defa düşmez.” demekte. Demek ki aynı yanlışı sürekli yapmak, bir kimse için deliliği bile aşan bir davranış biçimi. Delinin bile yapmadığını akıllı olduğunu söyleyenler, niye yapar?

Zayıflıklarını bilen kişilerin önemli bir bölümü, yanlışlarıyla yaşamayı yeğler. Bu zayıflıkların kendileri için büyük bir eksiklik olduğunu düşünür. Karşısındaki kişilerin bu zayıflıkları bildiğini sanır. Oysa çoğu kişi, insanların zayıflıklarıyla değil; onların güçlü, olumlu, içten yanlarıyla ilgilenir. Zaten insanlar arasındaki ilişkinin, arkadaşlığın, dostluğun, dolayısıyla sosyalleşmenin başlamasını sağlayan da bu.  

Olumsuz düşünmeye koşullanmış, olumluluklar üstünden insan ilişkilerinin kurulduğunun farkında olmayan kişi, yanlışlarının tam karşıtını söyleyerek örtmeyi beceri sanır bu kişiler. Ya da zayıflığının karşıtı davranışlarda bulunur. Bu tür kişiler, zamanla bu konuda ustalaşır. Olumlu sözü söyleme, olumlu davranışı yapma, zayıflıkları giderme yerine; onları örtmek kolaycılığına teslim olur. Aslında bu, hiç de kolay değil; bence en zoru.

Bazı zayıflıklar, kişinin doğası gereği. Bunları gidermenin olanağı yok! İnsan güçlü yanlarıyla yaşamaya alıştığı gibi, zayıflıklarını da kabullenmeli. Çünkü doğada her şey karşıtıyla var. İnsan da doğanın bir parçası… O da karşıtların birliğiyle var. Doğada bir şeyin, bir davranışın karşıtı yoksa o varlıkla o davranış da yok! Zaten yaşamın dinamiği de bir varlığın içinde yer alan karşıtların savaşımıyla var olur. Bunu eksi, artı kutuplar olarak da anlayabiliriz. İnsan zayıf ve güçlü yanlarıyla var yaşamda. Bir kişi, her konuda güçlü, yetkin, başarılı olamaz.

Kendi zayıflığını örtmek isteyen kişi, onu örtmek için çok abartılı bir dil kullanıp davranış sergiler. Örneğin; sürekli çevresinde ezilen kişi, herkesi dövdüğünü söyler. Dayak yiyip kolu kanadı kırılmışsa bunun dün gece üç dört kişiyle yaptığı kavgada olduğunu söyler. “Bende küçük yaralar var, ancak dört kişiyi haşat ettim.” der.

Kimi erkekler sürekli kadınlardan söz eder. Her gün birkaç kadını idare ettiğini ballandırarak anlatır. Olağanüstü bir aşk yaşamının olduğundan, giderek de cinselliğinin zirve yaptığından söz eder olduk olmadık zamanda ve yerde. Oysa bu kişi, cinsellik konusunda önemli sorunlar yaşamaktadır. Bu tür anlatımlarda mantık aranmaz. Zaten anlatan, zayıflığını örtmeye çalışan kişi, mantığını çoktan yitirmiştir bile. Herkesin kendi zayıflıklarını bilip ilgilendiğini düşündüğünden, bu düşünüş de takıntılı bir duruma geldiği içindir bu çaba.

Evinde sürekli geçimsiz olan, kavga çıkaran bir eş; bu durumunu bildiği için dışarıda olduk olmadık yerde durup dururken ve gereği yokken kendinin ne denli uyumlu biri olduğundan söz eder. Tanımadığı kişilere anlatma gereksinimini duyar kendi uyumluluğunu. Bunu anlatırken de eşini ya da çocuklarını suçlar. Bunu yapmasının nedeni, kendi zayıflığını örtme çabasından başka bir şey değil.

İnsanlar, zayıflıklarını örtmek için çabalamak yerine, onları yönetmeye çalışsa mutluluğu yakalayacak aslında. Eğer zayıflıklarımız bedenselse onlarla yaşamayı da öğrenmeli. Bu da kişinin kendini sevmesiyle olur. Kendisiyle barışık olan biri, yaşamla da başkalarıyla da barışık olur.

İnsan, olağanüstü yetenekleri olan ve her şeyi dört dörtlük yapan bir canlı değil. Zaten yeryüzünde her yönüyle mükemmel olan bir canlı yok! “Allah, kediye kanat verseydi dünyada kuş kalmazdı.” sözünü, bir an olsun uslardan çıkarmamak gerekir, değil mi?

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               1 Aralık 2025

 

 

 

 


DOĞA, SOLUCANSIZ OLUR MU?


Çocuk, bir dinlence günü sabahı evlerinin önündeki yeşil alanda yürüyüşe gitti. Burası, kentin ortasında kalmış bir yerdi. Çünkü kentteki betonlaşma, yeşil alanları hızla yuttu. Betonun, taşın yengi kazandığı; yeşilin, ağacın, çimenin, kısacası bütün canlıların yenilgiye uğradığı bir dönem yaşandı. Bunun şimdi de sürdüğünü söyleyebiliriz.

Çocuk, evlerinin önünde kalan el kadar yeşil alan sayesinde şanslı sayılırdı. Çünkü kentin her yanında el kadar da olsa bir doğa parçasını görmek, olanaksız bir şey. Önce yürüyüş yaptı çocuk. Sonrasında ağaçları, kuşları, böcekleri izledi doyasıya. Her ağacın yanında durup hayranlıkla baktı bu doğa tansıklarına. Mevsim, bahar olduğundan börtü böcek sürekli devinim içindeydi. Kuşlar yuva yapma telaşındaydı. Doğa rengârenkti. Birçok bitki çiçeklenmişti. Meyvelerin çoğu, çiçek açmıştı. Bir an önce çiçeklerinin meyveye durmasını sağlayarak insan ve hayvanlara bir doğa toyu hazırlığı içindeydiler.

Çocuk, ağaçları incelerken bir yerde durdu. Ağacın dibindeki kuru yaprakların arasında kımıldayan bir canlı, ilgisini çekti. İyice yaklaştı kımıldayan pembe renkli canlıya. Güneşin yakıcı ışınlarından korunmak için yaprakların altında saklanmaya çalışıyordu. Çocuk, yavaşça çöktü ağacın dibine, kımıldayan varlığı görmek için. Hayranlıkla onun her devinimini belleğine yazıyordu sanki bakışlarındaki dikkatle. Yaşamı boyunca ilk kez karşılaşıyordu bu hayvanla. Böyle olunca adını da bilmiyordu bu canlının.

Çocuk: “Merhaba, pembe renkli kardeş… Ben seni ilk kez görüyorum, sen kimsin?” diye sordu meraklı bir sesle.

O: “Merhaba insan yavrusu! Bana insanlar, solucan, der.” diyerek yanıtladı çocuğu.

“Peki, sen bu yaprakların altında ne yapıyorsun?”

“Benim yuvam burası… Genellikle toprağın içinde yaşarız ailemle. Acıktığımızda yaprakları, meyveleri yeriz. Bunları yedikten sonra dışkımızı yaptığımızda dünyanın en verimli toprağını üretiriz. Bu nedenle doğaya katkımız çok fazla.”

“Evet, bir yerde okumuştum solucan gübresini. İnsanlar, sanki yeni yeni fark ediyorlar sizin yaptığınız bu işi.”

“Evet, önceden insanlar bizden tiksinirdi. Bir yerde görseler öldürürlerdi hemen. Solucan gübresinin önemi anlaşılınca değerimiz anlaşıldı. Anlayacağın dışkımız sayesinde el üstünde tutulmaya başlandık. Ancak yine de yaşam alanlarımız yok ediliyor bilinçsizce.”

“Yaşam alanlarınız, nasıl yok ediliyor bilinçsizce insanlar tarafından?”

Solucan: “Bizim beslenmemiz ve dirimimiz yapraklara, otlara bağlı. Bunları hem yiyoruz hem de onların altında saklanıyoruz. Çürümekte olan yaprakların altı nemli olur. İşte, bizim yaşam ortamımız bu nemli yerler. Güneşin altında kalırsak yaşayamayız. Çünkü güneş ışınları, bizin incecik derimizi kurutur. Deri, tüm canlıların koruyucusu. Derisi olmayan bir canlı yaşayamaz. Yeşil alanları temizleyen görevliler, yaprakları çöp olarak görmekte. Böyle olunca da yaprakları süpürüp toplayarak götürüyorlar. Yapraklar gidince ne yuvamız kalıyor ne de yiyeceğimiz. Böyle olunca da buralarda toprak üretmemiz zor oluyor. Bu alanda çok az solucanız. Gideceğimiz yer olsa kaçıp gideceğiz buradan. Ancak çevremizde ormanlık bir alan yok!”

Çocuk: “Verdiğiniz bilgiler için çok sağ olun. Bu konuyu, sizin yaşam koşullarınızı hiç bilmiyordum. Ben, eve gidince bu konuyu araştıracağım. İlgili kişilerle görüşeceğim. Toplanarak çöpe atılan yaprakların solucanların dirimi için ne denli yaşamsal olduğunu anlatacağım onlara. Ayrıca okula gidince öğretmenlerimi ve arkadaşlarımı bu konuda bilgilendireceğim. Bu konuda birlikte davranmanın yolunu bulacağız. Bundan başka komşularımızdan başlayarak tüm mahalleliye bu durumu anlatıp duyarlık oluşturmam gerek. Şimdi sizden izin istiyorum, yapacak çok işim var. Siz, bana büyük bir sorumluluk yüklediniz. Bu iş beklemeye gelmez.”

Solucan birden sözünü kesti çocuğun: “Bu yapraklar yalnızca bizlere dirim sağlamıyor. Birçok böcek çürümüş yapraklarla beslenip onların altında yuvalanmakta.” dedi üzgünce.

Çocuk: “Sağ ol kardeş, verdiğin bilgiler için!”

Çocukla solucanın konuşmasını dinleyen ulu çınar ağacı dallarını salladı önce. Sonrasında gövdesi ilgi çekici bir devinimle titredi. Kocaman ağzını açıp esnedi. Esnedikten sonra çocuğa seslendi. “Sen, duyarlı ve akıllı bir çocuğa benziyorsun. Gerçi solucan, sana gerekli bilgileri verdi. Ancak birkaç söz de ben söylemek istiyorum. Çevremiz betonla dolu... Köklerimiz, toprağa tutunamıyor bu nedenle. Yapraklarımız, aynı zamanda bizim besinimiz. Onlar çürüyüp doğal gübre oluyor ve toprağa karışıyor. Yapraklar olmayınca bazı doğal olaylar ve insanların bilinçsizlikleri yüzünden toprak iyice incelmiş durumda. Bu yüzden yaşlı gövdemi ve dallarımı besleyemiyorum yeterince. Yukarıya doğru bakınca göreceksin bazı dallarımın kurumaya başladığını. Neyse sözü uzattım. Seni evden beklerler, evine geç kalmamalısın. Güle güle güzel çocuk… Her şey gönlünce olsun. Duyarlılığın için çok sağ ol!” dedi. Sonrasında yapraklarını titreterek ona sevgisini gösterdi.

Çocuk, duygulu ve içten bir sesle: “Sağ ol ulu çınar ağacım verdiğin bilgiler için. Ulu ağacım ve solucan kardeşim sağlıcakla kalın. Sizlere yeşillikler içinde uzun bir yaşam diliyorum. Yine görüşeceğiz. Fırsat buldukça buraya gelip sizinle söyleşeceğim.” dedi. Solucan, yaprakların arasından başını kaldırıp indirdi birkaç kez. Ağaç, dallarıyla yapraklarını titreştirdi sevgiyle. Çocuk, el salladı onlara.

Tam ayrılırken oradan, yukardan bir gaklama sesi işitti. Başını yukarı kaldırdığında karga ile göz göze geldi. Karga, başını eğdi iyice aşağıya doğru. Sonrasında bir kez daha öttü. “Bana bak çocuk! Yaprakların sürekli toplanmasının biz kuşlara da büyük zararı var. Çünkü bizim ve birçok kuşun, en önemli yiyecek kaynaklarından biri solucanlar ve böcekler. Onlar, çoğalamayınca biz de beslenemiyoruz. Bu nedenle birçok kuş, burayı terk etti. Çünkü yavrularını besleyemediler. Böylece bizlerin de soyları tehlikeye giriyor.” açıklamasını yaptı iç geçirerek. Ağaçların dallarında yuva yapmakta olan kuşlar, değişik ötüşlerle kargayı destekledi. Çocuk, hepsini selamladı el sallayarak.

Yeşil alandan çıkıp evlerinin sokağına girdi düşünceli düşünceli. Yolda kimseyle ve hiçbir şeyle ilgilenmeden yürüdü. Çok dalgındı. Kendi kendine “Doğal dengenin değişmesi çok kötü bir şey tüm canlılar için. Bu konuda elbirliğiyle bir şey yapmalı.” diyerek evin kapısının önüne geldi.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       30 Kasım 2025      

 

 

 

 

İNCİR AĞACININ ÖYKÜSÜ


İki gün boyunca süren güz yağmuru sonunda kesildi. Ardından parlak bir ikindi güneşi toprağı ısıtmaya başladı. Saatlerdir yağmurdan korunmaya çalışan kuşlar, kediler, köpekler ve börtü böcek ortaya çıktı yağmurun dinmesiyle. Onların zaman geçirmeden ortaya çıkmasının nedeni, yiyecek arayışıydı. Çünkü “Can boğazdan gelir.” atasözü gereğince uzun süre açlığa dayanamazdı hiçbir canlı.

Toprakta yaşayan birçok canlı, güneşle toprağın yüzünde kendini göstermeye başladı. Bu sırada Güner; kardeşi Ergün, annesi Gülkut ve babası Günkut’la deniz kıyısında yürüyüş yapmak için çıkmıştı dışarıya. Yağmur sonrası deniz, dingindi.

Kıyıdaki yeşil alanların önemli bir bölümü, dolgu alanıydı. Buraya, önce büyük taşlar döküldü bir düzen içinde. Ardından taşların üstüne toprak serildi. Doğaldır ki toprak tabakası çok kalın değil. Dolgu alanı, ağaçlandırıldı büyük bir çabayla. Ağaçların altına çim tohumları ekildi. Başta kuşlar olmak üzere birçok canlı, burada dirim buldu kendine.

Güner, kıyı boyunca yürürken taşların arasından boy atmış bir incir ağacı gördü. Dibine baktığında çok fazla toprak göremedi. Buna çok şaşırır. Bir ağacın topraksız bir yerde taşların arasında nasıl büyüdüğüne bir türlü bir anlam veremez. Sorar incir ağacına:

“Sen, toprağın olmadığı bir yerde nasıl büyüdün?”

“Dibime balarsan azıcık bir toprak görürüsün. Biz incirler, doğanın güçlü ağaçlarıyız. Taşların üstünde, oyuklarında azıcık bir toprak, çürümüş yaprak ya da birikmiş toz olsa da bizim tohumlarımızın çimlenmesi için yeterlidir bu.” diye yanıtlar çocuğu incir ağacı.

“Peki, seni bir fidanken bu taşların arasına kim dikti?” diye sordu Ergün.

“Beni fidanken buraya kimse dikmedi. İncir meyvesiyle birçok kuş türü beslenir. Ben olgun bir meyvenin içinde küçücük bir tohumken bir kuşun gagasının kıyısına yapıştım. Kuşun karnı doyunca uçtu gökyüzüne doğru. Bu taşların üstünden geçerken gagasından düşüverdim bu taşların arasına. Buradaki çürümüş yapraklar bana yuva oldu.  Bahar gelince çimlenip küçük bir fidan oldum. Yağmurlar ve deniz suyu, bana can oldu. Zamanla büyüdüm. Bulunduğum yer hem çok güneş alıyor hem de susuz kalmıyorum. Bu nedenle kısa sürede boy atıp dal budak saldım. Meyve verdim. Meyvelerimle insanlar, kuşlar, böcekler ve çok farklı hayvanlar beslendi. Bazı insanlar ise meyvelerim olgunlaşmadan onları toplayıp reçel yaptılar.” dedi incir ağacı geniş ve sararmaya yüz tutmuş yapraklarını kımıldatarak.

Anne Gülkut: “Çok fazla yaprağın var. Bunlar sararmaya başladı bile, döküldüklerinde ne olacaklar?”

“Bazılarını güz yelleri uçuracak farklı yerlere. Önemli bir bölümü ise benim dibime ve çevreme düşecek. Bunlar zamanla çürüyüp toprağa dönüşecek. Dünyanın en verimli toprağıdır bu. Buna bilim adamları, yeşil gübre, derler.” diye yanıtladı anneyi.

Baba Günkut: “Desenize kendi toprağınızı kendiniz üretiyorsunuz.” diyerek söze girdi.

“Doğru diyorsunuz Günkut Bey. Aslında burada çimlenip yaprak açtığım günden beri kendimi besliyorum yapraklarım ve kuruyup yere düşmüş meyvelerimle.” dedi kendi işini yapmaktan duyduğu gururla. 

Ergün: “Yapraklarınız çok büyük olduğu için kısa sürede daha çok yararlı oluyorlar sanırım.” dedi.

İncir ağacı: “Bu saptamanız doğru… Büyük yapraklarım yalnızca bana değil, diğer bitkilere de gübre oluyor. Onların ayakta kalmasına katkı yapıyor.” dedi doğaya yararlı olmanın verdiği özgüvenle.

İki çocuk, incir ağacının sözünün bitmesini beklemeden kaşla göz arasında yitiverdiler. Az sonra kucakları rengârenk kuru yapraklarla dolu olarak geri geldiler. Yaprakları ağacın dibine döktüler. Bu davranış karşısında incir, çok duygulandı. “Sağ olun çocuklar… Ne denli düşüncelisiniz. Bu iyiliğinizi ayakta durdukça unutmayacağım.” dedi. Sonrasında alt dallarını iki yandan eğerek onları kucakladı. Bu davranış karşısında çocuklar çok sevindi.

Gülkut ve Günkut, çocukların bu davranışından gurur duydular. İkisinin de gözlerinden birer yaş damlası yanaklarından aşağıya aktı. Ne diyeceklerini bilemediler. Azıcık zaman geçtikten sonra Gülkut: “Siz, en zor koşullarda bile köklerinize tutunacak bir yer buluyorsunuz. Bu, şaşırtıcı değil mi?” diye sordu biraz şaşkınlıkla.

“Evet, her türlü yerde boy atarız. Terk edilen evlerin duvarları arasında büyüyen incir ağaçlarını görürüsünüz. Bu durum insanları üzer, ancak bizi sevindirir. Çünkü taştan, tuğladan, briketten oluşan ev yıkıntılarını yeşertiriz. O viranelerin yaşam alanı olmasını yolunu açarız.” dedi.

Günkut: “Biz insanlar, ‘Ocağına incir ağacı dikmek’ diye bir deyim kullanırız terk edilen evleri anlatmak için.” dedi biraz da üzülerek.

“Bu deyim aslında insanlar için üzüntü verici. Çünkü türlü nedenlerle evlerini terk ettiklerinden ocakları sönüyor. Burada suç bizim değil, insanların. Onların bırakıp gittikleri, gözden çıkardıkları evler bakımsızlıktan yıkılıyor. Biz de o yıkıntılara dirim veriyoruz. İnsanlar da incir ağaçları gibi topraklarına sahip çıkmalı. Doğup büyüdükleri yeri terk etmemeli.” dedi bilgece.

Gülkut: “Biz insanlar size çok şey borçluyuz. Taşların, kayaların üzerinde büyüyerek buralara dirim veriyorsunuz. Buralarda birçok canlının yaşamasına olanak sağlıyorsunuz. Meyvelerinizle sofralarımıza renk, bedenimize güç katıyorsunuz.” dedi minnet dolu bir sesle.

Güner ve Ergün aynı anda: “Çok sağ olun bize verdiğiniz çok önemli ve değerli bilgiler için… Ayrıca doğamıza kattığınız yaşam ve sofralarımıza getirdiğiniz bolluk da övgüye değer… Sağlıcakla kalın! Dallarınız güçlü, yapraklarınız gür, meyveleriniz bol olsun.” dediler öğrenmenin mutluluğuyla.

Çocuklar, anne ve babalarıyla incir ağacının yanından ayrılmadan sararmakta olan yapraklarını elleyip sevdiler, bedenini okşadılar. Hep bir ağızdan iyi dileklerde bulundular ona.

İncir ağacı, “Uğurlar olsun!” dedi arkalarından dallarında kurumakta olan meyvelerinden birkaç damla bal aktı yapraklarının üstüne. Bir serçe gelip kondu tepe dallardan birine. O da cikcikleyerek selamladı doğa dostu aileyi.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       29 Kasım 2025

 

 

 


ARA TATİL


Son günlerde çokça tartışılan bir konu, okullardaki “ara tatil”. Dünyanın her yerinde, her çağda çalışıp emek harcayan kişi yorulur. Yorulan kişinin de dinlenmesi gerekir. Kişinin kendini yorgunluktan kurtararak yeniden çalışmak için güç toplaması için dinlenmesi demek.

Ülkemizde “dinlenme” deyince bomboş, yan gelip yatmak usa gelir. Dinlenme zamanını yararlı bir duruma getirmek de eğitimin amaçlarından biri. Dinlence sırasında da öğretmen ve öğrencilerin yapacağı işler, uğraşacağı düşküler olmalı. Kişiye, zamanı yönetme alışkanlığı eğitimle kazandırılmalı. Ne yazık ki bu konu çokça savsaklanmakta.

Doğal olarak hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin dinlenmesi önemli bir gereksinim. Bu nedenle okullar kısa bir kış, uzun bir yaz dinlencesine girerdi. AKP’li bakan Ziya Selçuk, görevine çok iddialı başladı. Kendince bazı değişlikler yaptı eğitim sisteminde. Bunlar “eğitimde reform” adı altında sunuldu kamuoyuna. Ancak ne yaptıysa elinde kaldı. Çünkü yapılan değişiklikler düşünülüp taşınmadan, ülkemiz koşulları göz önüne alınmadan yapıldı. Bu değişikliklerden en belirgin olanı ise bakanlığa bağlı okullarda kasım ve nisanda birer haftalık ara dinlenceydi. Bu karar, farklılık yaratmak amacıyla alınmıştı. Zaten AKP döneminin bakanları, eğitimi yazboz tahtasına çevirmişti. Önceki bakanların yaptıkları değişiklikler gibi bu kararın bilimsel doğruluğu, pedagojik ilkelere uygunluğu, ülkemizin koşullarına uyumu düşünülmedi. Böylece “ara tatil” uygulaması baştan beri eğreti durdu eğitim sistemimizde.

“Ara tatil” uygulaması, öğrencilerin ve öğretmenlerin çoğunluğunu mutlu etti. Niye mi? Ne yazık ki ülkemizin eğitim sistemi ne öğretmenleri ne de öğrencileri mutlu ediyor. Öğretmen ve öğrencilerin çoğu, okula gitmekten memnun değiller. Böyle olunca da bu durum “Gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya da baş.” atasözümüzü usumuza getirmekte.

Peki, eğitimin vazgeçilmez iki ayağını oluşturan öğretmen ve öğrenciler neden okula coşkuyla gitmez? Çünkü eğitim, siyasal iktidarlarca yozlaştırılarak bilimsel, çağcıl, laik, ulusal özelliklerini yitirdi. Hem öğretmenler hem de öğrencilerin ülküleri yok! Bazı işler, yasak savmak için yapılmakta. Eğitimimiz; uygulamaya değil, kavramsal bazı bilgilerin ezberletilmesine yönelik olduğundan ezbere dayanmakta. Bu da öğretmeni de öğrenciyi de okula gitme konusunda gönülsüz yapmakta. Eğitim, dersi öğreten öğretmeni, dersi öğrenen öğrenciyi canlandırmak yerine onları uyuşturmakta. Bu da dersleri sıkıcı yapıyor.

Eğitim, yaşamın gerçeklerine uymalı. Yapılan değişiklikler, yaşamın gerçeklerine ters düşmemeli. Yaşama uymayan kararlardan er geç vazgeçilmek zorunda. Çünkü bu tür yapay değişiklikleri yaşamın kendisi reddeder.

Ülkemizde sıcaklar erken bastırır. Bu nedenle sıcaklar bastırdığında okullar soluk alınmaz yerlere dönüşür. Bu nedenle olanak oldukça ders izlenceleri hazırlanırken yaz sıcaklarının bastırdığı zamanlar dinlence olarak düşünülmeli. Bu nedenle nisan ayındaki bir haftalık dinlence kaldırılarak okullar erken kapatılmalı. Ayrıca haziran ayının merkezi sınavların yapıldığı bir zaman olduğu unutulmamalı. Sınavlar yaklaştıkça öğrencilerin okul derslerine odaklanmaları olanaksız duruma geliyor.  Bu nedenle okul izlenceleri, ülkemizin gerçekleri göz önüne alınarak hazırlanmalı. Yine ülkemizde Eylül ayının büyük bölümü yazdır ve çok sıcak geçer. Bu nedenle kasımdaki ara dinlenceden vazgeçilerek okullar eylülde bir hafta daha geç açılmalı.

Okullar, öğretmen ve öğrenciler için çekici duruma getirilmeli. Bunun için de dersler günümüz gerçeklerine uygun bilimsel temellere dayandırılmalı. Öğretmenlerin kendilerini geliştirmeleri için ortam hazırlanıp çalışma koşulları ona göre düzenlenmeli. Öğrencilere, öğrenmenin coşkusu ve mutluluğu verilmeli. Onları bilgi hamalı değil, araştırıp öğrenme yolları açık bireyler olarak yetiştirmeli. Eğitim kurumları, iktidarların ideolojik saplantılarının anlatıldığı yerler olmamalı. Kararlar ve değişiklikler, geleceğe yönelik olmalı, bilimsel gerçeklere ters düşmemeli, yaşama uyum sağlamalı.

“Ara tatil” uygulaması öğrencilerin de öğretmenlerinde derslere odaklanmasını kesintiye uğratmakta. Eğitimin her iki kesimini de dinlenceye odaklı yapmakta. Bu da önce dinlence, sonra ders anlayışını getirmekte. Okullar dersler aracılığıyla eğitim ve öğretimin yapıldığı yerler. Dinlence ise işini iyi yapanların hak ettiği bir dinlenme hakkı. Önce ders yapıp yorulmalı sonrasında ise dinlence gelmeli. Ne yazık ki öğretmen ve öğrenciler yorulmadan dinlendiriliyor.

Okullarımızda müzik, resim, beden eğitimi ve iş bilgisi ile ilgili ders saatleri çoğaltılmalı. Öğrencileri sanat, bilim, spora yönlendirmeli Ayrıca kütüphane ve laboratuvarlar göstermelik yerler değil, uygulama alanları olmalı.

“Ara tatil” uygulaması, Ziya Selçuk’un bir fantezisiydi. Ne bilime ne de yaşama uydu. Bu nedenle çok geçmeden tartışmaya açıldı bu uygulama. Eğitim, kişisel fantezilerin uygulama alanı değil. Milli Eğitim Bakanlığı’nın başlıca görevi, okulları öğretmenlere ve öğrencilere sevdirmektir. Bunun için emek harcanıp kafa yorulmalı.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       27 Kasım 2025

MALİK’İN DOĞUM GÜNÜ


Dün, devinimli bir gün geçirdim. Sabah erkenden çıktım evden Cumhuriyet Kadınları Derneği (CKD) Kadıköy Şubesinin Feshane gezisine katılmak üzere. Bostancı’dan Marmaray’a bindim. Çok geçmeden buluşum yerimize en yakın durak olan Söğütlüçeşme’de indim.

Otobüsümüzün kalkmasına yirmi dakika vardı. Hemen yürüdüm nikâh salonunun önüne. Arkadaşlar çoktan gelmişti. Tanıdıklarım azdı içlerinde. Onlarla selamlaşıp hal hatır sorduk. Tanımadıklarımdan bazılarıyla ayaküstü tanıştık. Söyleşirken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Otobüsümüz durdu önümüzde. Bindik. Herkes sevinçliydi. Neredeyse hepimiz emekliydi. Gezip görmek,  hepimiz için bir gençlik aşısı, bir ufuktu. Hele dostlarla buluşmak, yeni arkadaşlar edinmek yaşamın sonbaharında farklı dünyalara açılan bir pencere, yaşam umudu.

Hava güneşli, güz sıcağı kendini duyumsatmakta. Feshaneye vardık çok geçmeden. Yıllar önce yapılmış tarihsel yapıya hayran kaldık. Ardından kısa bir çay molası verdikten sonra yürüdük Piyer Loti tepesine doğru. Teleferik’e binerek çıktık tepeye. Çay içip Haliç’i, Boğaz’ı doyasıya izledik. Doğa harikalarını da izlerken de söyleştik doyasıya. Sonrasında kalkıp gömütlükten yürüyerek Eyüp’e indik. Dolaştık tarih kokan sokaklarda. Gün ikindiye yaklaşırken otobüsümüzün bulunduğu eğleğe gittik. Arkadaşların tümü, zamanında gelmişti. Fotoğraflar çektirdikten sonra yola çıktık.

Kadıköy Nikâh Salonu’nun önünde indik otobüsten. Vedalaştık arkadaşlarımızla. Söğütlüçeşme’den bindim trene. Çok geçmeden Bostancı’ya vardım. Telefonumdaki adımsayarıma baktım. Günlük atmam gereken adım sayısını epeyce geçmişim. Yine de içimden bir sese kulak verip deniz kıyısına indim. Her gün yürüdüğüm yolu yürümeyi görev edinmişim kendime bir kere. Bu nedenle yürüyüşe başladım. Önümde ufka boyun eğmiş güneş var kızıl kurşuni gökte. Gökyüzü, bir renk cümbüşü… Deniz, koyu mavi bir çarşaf… İnsanlar, kuşlar gibi devinim içinde soluk soluğa yürümekte.

Caddebostan’a dek yürüdüm. Oradan geri döndüm. Şaşkınbakkal’ı geçtim. Sola doğru kıvrıldı yol. Azıcık gittikten sonra yol, sağa döndü. Uzaktan kulağıma bir davul sesi geldi belli bir düzenle çalınan. Ardından mutluluk veren trompet sesi kulağımda. Yaklaştıkça çalınan ezgi, adımlarımı hızlandırdı. Oldum olası nefesli ve vurmalı sazların çaldığı ezgileri beğenirim. Çimlerin üzerinde, ağaçların altında, coşkulu bir küme insan eğleniyor. Akşam karardı kararacak. İyice bakınca tekerlekli sandalyede birini gördüm. İşin merkezinde onun olduğunu anladım hemen. Sandalyenin tutacağında asılı kâğıttan bir armağan torbası gözümden kaçmadı. Bunu fark edince tekerlekli sandalyedeki gencin doğum günü kutlamasının yapıldığını anladım. Ben de gittim kutlayıcıların yanına. Eğlenceye katıldım. Kimseyi tanımıyorum. Ancak duygular sel olmuş akıyor denize. Mutluluk, bulut olmuş ağmış gökyüzüne. Sevinç, martıların kanadında mavilikle buluşuyor.  Kutlamacıların çoğu kadın… Belli ki doğum günü çocuğunun yakınları bu kadınlar. O kadar içtenler ki anlatamam. Bu içtenlik seli, beni de sürükledi sevinç denizine. El çırpıp eğlendik. Türkülere, şarkılar katıldım. Benim gibi yürüyüş yapanlardan bazıları da geldi bu kutlamaya.

Doğum günü kutlaması beni çok etkiledi. Bunu yazmasam olmaz. Tekerlekli sandalyedeki gencin yakını olduğunu anladığım orta yaşlı bir kadına sorayım dedim bu gencin kim olduğunu. Konuşmaya çalıştığım kişi, Türkçe bilmediğinden yanındaki genç kızı çağırdı. Kıza kendimi tanıttım. Aksansız bir Türkçeyle yanıtladı beni. “Adım, Masah…” dedi. “Doğum gününü kutladığımız Malik, benim kardeşim… Biz, üçüzüz… Karşımızda coşkuyla eğlenen bir kızı göstererek o da diğer kardeşim, Luna…” diye sürdürdü sözlerini. “Ben en büyükleriyim birkaç dakika önce dünyaya geldiğim için. İkincimiz Luna, üçüncümüz ise Malik… Malik, doğarken oksijensiz kadı ve bu nedenle engelli oldu.” diyerek açıkladı durumu.

Suudi Arabistan’da doğmuş üçü de. Yıllarca Dubai’de yaşamışlar. Ailenin öncelikli işi Malik’in sağaltımı. Anne ve baba uzun süre araştırmışlar bu işi nerede yaptırabileceklerini. Sonunda Türkiye’ye yerleşmeye karar vermişler. Burada fizik tedavisi sürüyor. Evde yardımcıları Endonezyalı bir kadıncağız ailelerinden gibi. Türk arkadaşları da katılmış onlara.

Malik, 2008 doğumlu… İstanbul’da bir özel okula gitmişler önce. Türkçeyi, Türkiye’yi çok sevmişler. Şimdi uzaktan eğitim alıyorlar ABD’den bir okuldan. Üçünün de ulaşacakları hedefler var. Baba, Arabistan’da çalışmakta. Anneanne (Benim ilk soru sorduğum kişi), teyze de birlikteler Malik’le.

Malik, yaşama çok bağlı… Çalgıcıları kendi bulmuş. Onlarla arkadaş gibi… Bir süre davul çaldı. Ritim duygusu gelişmiş. Çalgıcıların hepsi özel ilgi gösterdiler ona. Türk ezgileriyle eğelendi bu Arap aile. Halay da çektiler, göbek de attılar. Eğlence bitmek üzereyken Malik’in doğum gününü kutladım. Kırk yıllık dost gibi gülümsedi bana. Yerinden kalkabilseydi boynuma atılacaktı neredeyse. Olsun, o kalkamadı yerinden; ancak ben, ona sarıldım yüreğimle. Vedalaştım oradakilerle gönlümü geride bırakarak.

Türkçemiz birleştiriyor farklı etnik kökenlerden dünyanın dört bir yanından insanları. Türkiye, Türkçe ile büyüyor. Çocuğunun sağaltımı için Suudi Arabistan’dan kalkıp ülkemize gelen Kseibi ailesi, biricik oğullarını Türk hekimlerine emanet ediyor. Yaşamlarının merkezindeki oğullarının doğum gününü Türk müziğiyle eğlenerek kutluyor. Zaten yüzyıllardır başı sıkışanın umar aradığı yer değil mi Türkiye’miz?

Ah Malik ah, bir tansık olsa da yürüyebilsen ya da Türk sağaltımcıları senin derdine derman olup ayağa kalkarsan seninle bir doğum gününde, aynı yerde Erik Dalı ve Ankara’nın Bağları ile karşılıklı oynayacağız, sen davul da çalacaksın bir yandan. Sonrasında topun peşinde koşacağız soluk soluğa doğum gününü kutladığın deniz kıyısında. Top oynayacak duruma gelmesen de seninle yürümektir amacım dalga seslerinin ezgileri eşliğinde. Binlerce yıl birçok kişiye umar olmuş ülkemizin, sana da umar olmasıdır en büyük dileğim.

İyi ki yüreğimin sesini dinlemişim de yürümüşüm dün akşam kıyıda. İyi ki seni tanımışım Malik. İyi ki senin yaşam dolu savaşımına tanık oldum. İyi ki seni sağaltacak asıl gücün ailenin gönül varsıllığını duyumsadım. Çok sağ ol Malik, sen bu doğum gününü düzenlemeseydin bu güzelliğin tanığı nasıl olurdum? Sen de sağ ol Masah, ailenin yürek kapısını bana açtığın için.

İyi ki doğdun sen Malik yüreğimizin orta yerinde. İyi ki varsın Türkiye’mizde, İstanbul’umuzda. Doğum günün kutlu olsun!                                                                                                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                       26 Kasım 2025

 


CUMHURİYET’İN ÖNCELİKLİ HEDEFİ, KIZLARIN EĞİTİMİ


Cumhuriyet’imiz kurulduğunda uygarlığın eğitimin ışığı, ülkemiz topraklarını aydınlatmamıştı. Halkımızın ezici çoğunluğu okuldan uzaktı. Okuryazarlık, önemli bir ayrıcalıktı. Özellikle kırsal kesimde okuryazar olanlar, parmakla gösterilirdi.

Okuryazar olan kadın sayısı, oldukça düşüktü erkeklere göre. Kadınlarımız, Ortaçağ’ın karanlığına gömülmüş ülkemizde zifiri karanlık içindeydi. Kadınıyla erkeğiyle bir ulusu, kör karanlıktan kurtarmak gerekiyordu. Cumhuriyet’imizin kurucusu Atatürk’ün ilk giriştiği iş, eğitim sorunuydu. Halkı, okullu yapmak için olağanüstü çaba gösterdi. Yoksulluk içinde kıvranan Türkiye, okul yapmak için seferber oldu. Köy okulları, halkın katılımıyla imeceyle yapıldı. Bu gönüllü seferberliğe toplumun tüm kesimleri katıldı kadını ve erkeğiyle.

Kız çocukların okula gönderilmesi önemli bir sorundu. Çünkü İslam dinini, kendi çıkarlarına uydurarak yanlış anlayan ve anlatan bir kesim vardı ülkemizde. Bu kişiler, Ortaçağ döneminin Hıristiyanlığında olduğu gibi batıl inançları halka kabul ettirerek çıkar elde etme peşindeydiler. Yüzyıllardır süren ve halkın dinsel duygularını, ekonomik gelirlerini, üretimlerini, geleceğini sömürmeyi sürdürmek isteğindeydiler. Bu kişilerin kandırdığı yurttaşlarımızın önemli bir kısmı, kızların okula gönderilmesinin “günah” olduğunu söylüyorlardı. Üstelik kızların erkeklerle okutulmasını da yanlış buluyorlardı. Oysa kız ve erkek çocuklar; köylerin el kadar avlularında ve daracık sokaklarında oynarken tarlada, bahçede çalışırken düğünde dernekte, cenazede, bayramda, komşulukta, imecelerde, sevinçte mutlulukta, acıda üzüntüde birlikteydiler. Horonu, halayı, barı el ele oynuyorlardı. Komşu sofralarında yan yana kaşık sallıyorlardı.

Yaşamın geçekleriyle uyuşmayan bir anlayış, din diye insanlara kabul ettirilmişti ne yazık ki. Oysa Müslümanların kitabı Kur’an “Oku!” diye başlıyordu. İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammet: “İlim Çin’de de olsa gidip alınız!” diyerek yol gösteriyordu Müslümanların tümüne. İlk Müslümanlardan Hz Ali ise: “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” diyordu. Ne yazık ki kızları okula göndermenin “günah” olduğunu söyleyenler ise hem Kuran’ın buyruğuna hem Hz. Muhammet’in yol göstericiliğine hem de Hz. Ali’nin eğitimin ve öğrenmenin önemini belirten öğütlerine karşı çıkmış oluyorlardı. Bunun hem büyük bir bilgisizlik hem de art niyet olduğunu söylemeliyim.

Köy okullarının yapılmasıyla ülkemiz toprakları, uygarlığın ışığıyla aydınlanmaya başladı. Kızlar, okullara gitti tüm zorlukları aşarak. Böylece bilgili, eğitimli annelerin çağı başladı ülkemizde. Köy enstitüleri kuruldu köy çocuklarını okutup öğretmen yapmak için. Enstitülere kızlar da alındı. Böylece köy kızlarına öğretmen olmanın yolu açıldı. Burada iki cins, yan yana okuyarak birbirlerini eğittiler. Erkekler, kızların karşısında küçük düşmemek için daha çok çalışıyorlardı. Kızların varlığı, erkek öğrencileri ister istemez kontrollü davranmaya, karşı cinse saygıya ve efendiliğe yöneltiyordu. Ne yazık ki yozluktan, gerilikten beslenen asalaklar; kızların okula gitmesi karşısında dedikodu çarkını çalıştırıp yalan ve iftira pisliğini üretip kara çalmaya başladılar. Okumaktan başka amacı olmayan kızlar için olmadık yalanlar söyleyip iftiralar attılar.

“Oysa o köylü Fatma’lar, Ayşe’ler, Keziban’lar nasıl okuyup adam olma çabası içindeydiler. Bin yıldır ezilmiş, hakları çiğnenmiş Anadolu kadınının onurunu kurtarmak çabasındaydılar. Çoğu yalınayak, şalvarla, kir pas içinde gelir, bir iki yıl içinde Enstitü’nün çalışma temposuna girer, kafasını, elini, kolunu işlettikçe açılır, uyanır ve değerlerini ortaya koymaya başlardı. Dikiş dikerlerdi, örgü örerlerdi, halı dokurlardı. İnşaatlarda harç, tuğla taşırlardı, tarım derslerinde toprak beller, domates toplar, reçel yaparlardı. Nazlanmadan, yüzlerini ekşitmeden, erkek arkadaşlarından hiç geri kalmadan Anadolu kadınının dayanıklılığı, ciddiliği içinde büyük bir gayretle çalışırlardı. Kendi diktikleri çintileri (İçi astarlı, uzun kadın donu, şalvar AH) ya da basma elbiseleri giyerlerdi. Bizim gibi pelerinleri, postalları vardı. İçten inancım şudur ki, Anadolu kadınlığı, Köy Enstitülü kızlarla ilk olarak değerlerini ve yeteneklerini geliştirme, ortaya çıkarma, tutsaklığını yırtma olanağı kazanmıştı. (Köy Enstitülü Yıllar, Talip Apaydın, Literatür Yayınları, Yedinci Basım, Kasım 2023, s.73-74)”

Yobaz takımı; namusu, onuruyla geleneklerine, kültürüne bağlı olarak Köy Enstitülerinde okuyan kızlar için olmadık dedikodular çıkarıp iftiralar attılar. Bu okulların kapatılması için ellerinden gelen yalanları söylediler. Çünkü onlar, kızların okuması ve ülkemiz köylerinin aydınlanmasını istemiyorlardı. Tıpkı yarasalar gibi karanlık mağaralarda yaşamaktan başka bir istekleri yoktu yobaz takımının. O karanlık mağaraya yolu düşen canlıların kanı emer yarasalar. Yobaz takımı da öyle… Karalıkta gözleri görmeyen, yönünü bulamayan insanları soyup soğana çevirirler din dışı hurafeleri kullanarak.

Beyinleri, bacak aralarında olan yobaz takımı, hep bu düşünüş biçimiyle ürettiler yalan ve iftiralarını. Kendi düşlerini, tasarılarını Enstitülere yansıttılar. Ne yazık ki ülkemizi yönetenler, ABD güdümlü siyasal eksene girince bu yalanlara sarılıp Köy Enstitülerini kapattılar. Ülkemizin kendi koşullarına uygun, bilimsel, laik, çağdaş, ulusal ve uygulayıcı öğretmenler yetiştirmesi engellendi. Ne büyük rastlantıdır ki, ülkemiz Atlantik sürecine girince yobazların dedikodu makinesi de çalışmaya başladı. Kendimize özgü öğretmen yetiştirme kurumları emperyalizmin isteği doğrusunda işbirlikçi yobaz takımı ve siyasetçilerce yok edildi. Ne üzücü değil mi?

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               24 Kasım 2025

 

EKRAN BAĞIMLILIĞI VE YALNIZLIK


Yalnızlık, gelişip kalabalıklaşan kentlerin en büyük sorunu. İnsanlar, sanayi devriminin olmasıyla kentlere göç etmeye başladılar hızla. Teknolojinin gelişmesiyle çok boyutluluk kazanan sanayi, baş döndürücü bir hızla gelişmekte. Sanayi üretiminin temel öğesi insan… Sanayi geliştikçe işçi sayısı artmakta. Fabrikaların işçi gereksinimi, kırsal kesimden karşılanmakta. Sanayinin gelişmesine koşut olarak kentlerde yaşayan insan sayısı artarken köylerde yaşayan nüfus azalmakta.

Modern çağın kentleri, hızla kalabalıklaşırken insanlar giderek yalnızlaşıyor. Kentlerdeki ulaşım güçlükleri, işe gidip gelirken çokça zaman harcanmasına neden olmakta. Çoğu işyerinde çalışma saatleri uzamakta. İnsan kalabalığının olduğu bu yerleşim yerlerinde yaşam oldukça zor. Genellikle karı ve koca çalıştıklarından ev işleri ortaklaşa yapılıyor evlerde. Bu nedenle konuk ağırlamak, eş dostla söyleşmek, arkadaşlara zaman ayırmak çok zor. Ayrıca ekonomik zorluk ve yetersizlikler, evlerde konuk ağırlamayı zorlaştırıyor. Çünkü parasal sıkıntı içindeki insanlar, ayaklarını yorganlarına göre uzatmaları gerekiyor. Yoğun çalışma yaşamı, kişiyi insanlardan uzaklaştırıyor. Bu da kişinin sosyalleşmesini olumsuz yönde etkiliyor. İnsan, kalabalıktan geçilmeyen kentlerde yalnızlığa tutsak oluyor.

Televizyonun evlere girmesiyle kişilerin sosyal yaşamı değişti. İnsanlar, eş dostla söyleşmek yerine televizyon izlemeyi yeğlemekte. Televizyon kanallarının çoğalmasıyla kişilerin ekran başında geçirdikleri süre de giderek uzadı. Bu süre uzadıkça aynı evin bireyleri de kopmaya başladılar birbirlerinden. Aynı evi paylaşan anne, baba ve çocuklar ekranlara kilitlenerek birbirleriyle çok az konuşur oldular. Bu, toplumsal bir çözülmenin önemli bir belirtisi. Sosyal çözülme, önce evlerde başlıyor; sonrasında dalga dalga topluma yayılıyor. Böylece toplumsal ilişkiler, en alt düzeye iniyor. İşte, burada bireyin yalnızlığı başlıyor.

Son yıllarda akıllı telefonlar, insan yaşamının belirleyicisi oldu. Neredeyse uykunun dışında günün her saatinde insanlar telefonlarla zaman geçirmekte. Bazı kişiler için eş de çocuk da kardeş de arkadaş da telefon olmuş. Telefon, uzaktaki kişilerle konuşma aracı olmaktan çıkıp sosyal yaşamın, sosyalleşmenin ana öğesi oldu. Böylece sosyalleşme, somut olmaktan çıkıp soyut bir alana taşındı. Bu da bireyin yalnızlaşmasını hızlandırdı. Böylelikle evlerde gönüllü tutsaklık dönemi başladı ne yazık ki.

Özellikle çocuk ve gençlerde telefon bağımlılığı, yetişkinlere göre çok üst düzeyde şimdilik. Bugünün küçüklerinin yarının büyükleri olduğunu düşünürsek gelecekte yediden yetmişe toplumun tümünü kapsayan yaygın bir ekran bağımlılığın pençesine düşecek toplum. Bu da hiç de iç acıcı olmayan tehlikeli bir durum.

Kişilerin sosyal gereksinmelerini sanal ortamdan sağlama isteği, doğal değil. İnsan, toplumsal bir varlık. Toplumsal ilişkiler, onun hem yaşamını kolaylaştırır hem de onun düşünsel, duygusal gereksinmelerini sağlar. Bunu sanal ortamda yapmak, insan doğasına aykırı bir durum. Bu; zamanla toplumdan, insandan ve gerçeklerden kopuşu getiriyor. Gerçeklerden kopuş, yaşamdan kopuş demek. Yaşamdan kopan kişi, insanlarla uyumlu ilişki kuramaz. Bu da birçok sosyal soruna neden olur. Sorunlar çoğalıp büyüdükçe çözümleri de güçleşir. Ne yazık ki ekran bağımlılığının yarattığı insan yalnızlaşması, toplumumuzun önemli bir sorunu. Bu konuda alınan önlemlerin yeterli olduğunu söyleyemeyiz.

Bireylerin çocukluk döneminden başlayarak ekran bağımlısı olmaması için gerekli önlemler; ev, okul, mahalleden başlayarak toplumun ilgili tüm kişi ve kurumlarınca elbirliğiyle ele alınmalı. Çocukların kültür, sanat, spor gibi etkinliklere katılmaları sağlanmalı. Buna koşut olarak çocukların küçük yaşlardan başlayarak düşkülerinin olması için yol gösterici olmalı. Ayrıca gençler amaç ve ülkü edinmeli. Amaçsız, ülküsüz kişinin yaşadığı topluma da insanlığı da bir yararı olmaz.

Ekran bağımlılığının kişilerde ortaya çıkardığı yalnızlığın, tinsel sorunlara yol açacağı kesin. Tinsel sorunlar, birçok bedensel sorunu da ortaya çıkarır. Sürekli ekran başında zaman geçirmek, devinimsiz bir yaşam demek. Devinimsiz bir yaşam birçok sağlık sorununu ortaya çıkarır. Çocuklar ve gençler, geleceğimiz. Onların ekran bağımlısı olması, sağlıksız bir tolumun oluşmasına neden olur. Bu da ülkemiz için çıkmaz bir sokak. Çıkmaz sokaklarda yol arayan bir toplumun geleceği olur mu?

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               23 Kasım 2025

NÜFUS ARTIŞ HIZIMIZ NİYE DÜŞÜYOR?


Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, 20 Kasım 2025 Perşembe günü Aile ve Kültür-Sanat Sempozyumunda konuştu ve ülkemizin gelecekte karşılaşacağı büyük tehlikeden söz etti.  Erdoğan konuşmasında: “Nüfusumuz artıyor, fakat nüfus artış oranımız azalıyor. TÜİK’in açıkladığı verilere göre geçtiğimiz yıl ölçülen toplam doğurganlık hızı, 1.48. Şu anda bir felaketi yaşıyoruz. Geleceğimiz açısından alarm zilleri hem de yüksek sesle çalıyor.” dedi.

Erdoğan’ın yukarıdaki sözlerindeki kaygıya katılmamak olanaksız. Ancak bu “felaket”te Erdoğan ve partisi AKP’nin 23 yıllık iktidarının büyük payı olduğunu da söylemek gerek öncelikle. Kendisinin bu gerçekle yüzleşmesinin vakti geldi de geçiyor bile. AKP’nin izlediği ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel izlencelerle halka dayattığı batılı yaşam biçimi toplumsal yapıyı değiştirdi hızla. Türk ailesi, dağılıyor. Bunun nedeni de Özal’la başlayan batının yozlaşmış kültürünün topluma kabul ettirilmesi. Türk toplumunun gelenekleri, dokusu, yaşam anlayışı ve biçimi, geleceğe bakış açısı değişti.

24 Ocak 1980’de Özal kararlarının Türkiye’ye dayattığı liberalizmin ısrarla uygulanması nedeniyle toplumda sosyal çürüme oluştu. Bireycilik, toplumculuğun yerini aldı. Toplumun geleceğine adanmış bir ülkü yerine, kendini kurtarmanın bencilliği topluma dayatıldı.

Peki, nüfusumuzun artış hızı niye azaldı? Öncelikle söyleyeyim ki bunun asıl nedeni ekonomik sistem. Çalışanların neredeyse yarısına yakını asgari ücret ya da bu ücretten azıcık fazlasını alarak geçinmekte. AKP’nin uyguladığı ekonomik düzende varsıl gittikçe varsıllaşırken, yoksul ise gün geçtikçe yoksullaşmakta. AKP’nin küresel emperyalist sistemin ülkemizdeki uygulayıcısı olan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, milli gelirimizin her yıl arttığını söylese de yurttaşlarımızın geçimi buna koşut olarak zorlaşmakta. Çünkü milli gelirin çoğu varsılların elinde. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, halkın belini bükerken geleceğe olan umudunu da azaltıyor. Geleceğe ilişkin umudunu yitiren yurttaş, çocuk yapar mı? Dünyaya gelecek çocuğunu bakıp besleyerek büyütebileceğine inanmıyor yurttaşımız. Kısacası, insanımızın geleceğe güveni yok!

Liberal düzen nedeniyle ülkemiz üretimden çekildi. Köyler boşaltıldı. İnsanlar, bir lokma ekmek için kentlerde asgari ücretle geçinmeye zorunlu kılındı. Kendi boğazını doyurmakta zorlanan insanların, çocukların sorumluluğunu alması olanaksız duruma geldi. Kentlerde boğaz tokluğuna çalışan yurttaşların, çocukların sorumluluğunu üstlenmeleri çok zor. Ülkemizde tarım ve hayvancılık, liberalizmin gazabına uğradı. Çiftçi, ürettiğiyle geçinemez duruma getirildi. Bunda AKP yönetiminin önemli payı var. Yıllardır haller yasasını çiftçinin yararına değiştirmeyen AKP hükümeti değil mi? Yine emperyalist ekonomik reçeteleri ülkemize uygulayan Erdoğan hükümetlerin başkası değil.

Köyler, bir ülkenin hem üretim hem de nüfus kaynağı. Üretmeyen köylü, kente göçtü hızla. Bu da hem tarımsal üretimi hem de nüfus artışını vurdu. AKP, uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalarla köylerimizi felç etti. Büyükşehir yasasının bütünşehire dönüşmesiyle köyler, kentlerin mahallesi oldu. Bu da köylünün işini zorlaştırdı. Öncelikle bu uygulamadan vazgeçilmeli.

Liberalizm, yurttaşlarımızı bencilleştirip bireyciliğe yöneltti. Toplum için çalışma, özveride bulunma, geleceğe yönelik ülküler edinme yok edildi küresel güçlerce. Ne yazık ki 23 yıldır ülkemizi yöneten AKP, küresel emperyalizmin halkımızı, kültürel olarak değiştirme isteğine çanak tuttu. Televizyon dizileri, haber izlenceleri bu bilinç değişiminde önemli rol oynadı. Toplumun her alanına bireycilik damgasını vurdu. Liberalizmin iletişim organlarıyla dayattığı kültür, sanat, spor ve yaşam anlayışı toplumsal dengeleri bozdu. Toplumsal ülküler, özellikle genç kuşaklara aşılanamadı.

Peki, toplumsal ülküler, neden gen kuşaklara aşılanamadı? Bunda bilgisizliğin toplumda geçer akçe yapılması önemli bir etken. Özellikle toplumumuzun birleştirici gücü olan Atatürk, yerli yersiz eleştirildi. Bilgiye dayanmayan birtakım yalan yanlış, emperyalizmin uydurması olan sözlerle Atatürk’e saldırıya göz yumdu Erdoğan ve AKP. Oysa Atatürk, Türk toplumunun geleceğe yönelik ülküsü, umudu, emperyalizme karşı direncinin kaynağı, ayakta durmasının esini, savaşımcılığının öncüsü, toplumsal dayanışmasının itici gücü, ulusun birlikteliğinin simgesi, tehlikelere karşı koruyucusuydu. Atatürk’ü, toplumun örneği olmaktan çıkarmak isteyen emperyalizm ve onun işbirlikçileri, onun yerine kolay yoldan para kazanan sözde sanatçıları, sporcuları ve köşe dönücüleri getirdi. Bu da gençliği, bencilliğin tuzağına düşürdü. Toplumcu ülküler, davranışlar böylece gözden düştü.

AKP döneminde Atatürk’ü gözden düşürme yolunda çabalar olurken onun yerine dinsel söylenceler, uydurma kahramanlar getirilmeye başlandı. Oysa toplum; soyut, yapay olanı değil; somut olanı, tarihe damgasına vuranı ülkü edinip örnek alır. Bu gerçeğin bile farkında değiller ne yazık ki. Bu nedenle topluma dayatılan ekonomik düzen, kültür, sanat, spor, siyaset anlayışı (iktidarı ve muhalefetiyle) ülküsü, umudu olmayan bir kitle yarattı. Bunda da AKP’nin payı çok büyük. Bu konuyu iyi anlamak için televizyon dizilerini izlemek yeterli bir kanıt.

Siyasetçiler, toplumu yönlendiren televizyon yorumcuları, insanlara örnek olması istenen sanatçı ve sporcuların karşısındakini aşağılayıp küçümseyen kibirli dilleri birçok kişice benimsendi. Bu da toplumsal uzlaşmayı yok etti. Yerleşim yerlerinde, hatta evlerde bile kavga gürültü eksik olmadı. Bu durum, evlerin dağılmasına yol açtı. Dağılan evlerde çocuk doğup büyümez.

Toplumda yaygınlaşan bencillik, karı-koca ilişkilerine de yansıdı. Evlilikler gönül birlikteliğine değil; ekonomik ortaklığa, çıkarlara dayanmaya başladı. Birlikte çarpan yüreklerin olmadığı evler kolayca dağılıp gitmekte. Böyle olunca da sağlıklı bir ev ortamında çocuk yapıp büyütme evlilik gündeminden çıktı. Günümüzde evlilikler özveriler üzerine değil, kişisel çıkar elde etmeye dayalı. Bu da yıllardır uygulanan liberalizmin oluşturduğu bir düzen. Bunun kısaca adı da çıkarcılık…

Erdoğan, ülkemizin geleceğini, ulusumuzun varlığını tehlikeye düşürecek nüfus artış oranının azalması konusunda öncelikle kendisinin uyguladığı politikalardan vazgeçerek özeleştiri yapmalı. Toplumun geleneksel kodlarını olumsuz yönde değiştirmenin öncüsü oldu. Bu tehlikenin yaratıcısı ve öncüsü sayılabilir bu nedenle. Kendi oluşturduğu bir tehlikeye, başkası yapmış gibi muhalefet etmek de bir Erdoğan becerisi(!) olsa gerek.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               22 Kasım 2025

 


NE KADAR ÇOK ÖLÜYORUZ?


Neredeyse her gün ihmaller zincirinin neden olduğu ölümler olmakta ülkemizde. Her ölüm olayının oluş biçimine bakıldığında akla mantığa sığmayacak nedenler çıkıyor karşımıza. Çok kolayca ortadan kaldırılabilecek nedenler yüzünden canlarımızı yitiriyoruz. Oysa bu ölümleri önlemek çok kolay...

Türkiye’de hiç yapılmayan iş, denetim… Denetimler, kâğıt (resmi evrak) üzerinde yapılıyor. Kâğıt üzerindeki denetim, alışkanlık durumuna geldi nedense. Bu yüzden uygulamalara bakılmıyor.  Uygulamalara, yani işin yapılış biçimine, işletmelerin işlerliği denetlenmiyor. Bir de hem işi yapanlar hem de denetim yapanların çoğu, işi kitabına uydurmayı düşünmekteler öncelikle. İş, kitabına uydurulunca da işler gereğince yapılmıyor.

11 Kasım 2025 günü, Azerbaycan’ın Gence kentinden havalanan TSK’ya ait askeri kargo uçağı, Gürcistan topraklarına girdiği anda düştü. Ne yazık ki yirmi askerimiz şehit oldu. Eğer uçağımıza dışardan bir müdahale olmadıysa uçağın düşmesinin nedeni insan hatası olma olasılığı çok yüksek. Böyle olunca da uçağın eskiliği, bakımlarının zamanında yapılmaması gibi olasılıklar gelmekte insan usuna. Neden ne olursa olsun yirmi askerimiz şehit olup toprağa düştü.

Almanya’da yaşayan dört kişilik aile, özlem gidermek için Türkiye’ye gezmek için gelir. Fatih’te bir otele yerleşirler. Zaman yitirmeden İstanbul’u gezip sokak lezzetleriyle buluşurlar. Mutluluk içinde yiyip içip gezerler. Gece fenalaşır aile biryleri. Cankurtarana haber verirler. Cankurtaran yetişir çağrıya. Ancak kapı duvar… Otel görevlisi, kapıyı kilitleyip yemeğe gider. Baba, çaresizce çırpınır kapıyı açmak için. Cankurtarandaki sağlıkçılar zehirlenen aileye gerekli ön sağaltımı yapamaz. Sonrasında haber verilen görevli gelip kilitli kapıyı açar.

Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek bir olay yaşandı otelde. Yemeğe giden görevli, otelde kalanların üstlerine dışarıdan kapıyı kilitliyor. Bu nasıl kafa, nasıl düşünce? Bu da gösteriyor ki, otel görevlisi hem işinin niteliği hem iş güvenliği alanında eğitilmemiş. Bu kişi, yaptığı işin sorumluluğunu, önemini anlayacak bir durumda da değil. Buna karşın otelde kalan onca kişinin can güvenliği bu görevliye ait. Ayrıca Bolu-Kartalkaya’daki otel yangınından zerre kadar ders alınmamış. Bu dersi alması gereken hükümet ve belediye yöneticileriyle otelin işletmecisi.

Otelde, tahtakurusu öldürmek için ilaçlama yapılmış. İlaçlayanın ruhsatı yok. Böcekleri öldürmek için kullandığı ilacın ne denli öldürücü olduğunu bilmemekte görevli. Bu konuda denetim hak getire… Çünkü ülkemizde bir dükkân açan kişi, canı istediği her işi yapıyor. Bu konuda yetkin olup olmadığı araştırılmıyor bile. Oteli ilaçlayan kişi de ne yazık ki yaptığı işim eğitimini almamış. Çok geçmeden Esenyurt’ta bir zehirlenme olayında yedi kişi hastanelik oldu ilaçlama yüzünden.

Son günlerde ülkemizin birçok kentinden gıda zehirlenmeleri haberleri işitmekteyiz. Birçoğu ölümle sonlanmakta ne yazık ki. Karnını doyurduğu yemekten, yediği tatlıdan, içtiği kahveden ve ayrandan ölümle karşı karşıya gelenler var. Bunda en önemli nedenlerden biri, tüketilen besinlerin son tüketim tarihlerinin önemsenmemesi. Esenyurt’ta on üç yaşındaki Eren, yediği tavuktan zehirlenerek yaşamını yitirdi. Bu çocuğun ölümünün sorumluları hesap vermeyecek mi?

Genç bir mühendis, kahve içmek istiyor. Birden içi yanıp kusuyor. Yapılan araştırmada kahvenin yapıldığı suyun deterjan olduğu ortaya çıkıyor. Peki, deterjan neden su şişesine konur? Kondu diyelim, bu şişenin suyun olması gereken yerde ne işi var? Genç mühendis yaşam savaşı veriyor yoğun bakımda.

Ülkemizde en kolay yapılan işlerden biri, yeme içme sektöründe dükkân açmak. Bu iş için eğitime gerek yok! Genellikle işsiz olanların kolayca iş bulabileceği çalışma alanlarından biri yeme içme dükkânları. Zaten buraların mutfağında çalışanların çoğu yabancı uyruklu. Eğitsen, nasıl eğiteceksin? Dil sorununu nasıl aşacaksın?

Ülkemizde işlerin çoğu, üstünkörü yapılmakta. Eninde sonunda yapılan yanlışlar ortaya çıkıyor. Ne yazık ki bu da insanımıza pahalıya mal oluyor. İhmalden ölümleri olağanlaştırmak ise başka bir aymazlık. İnsanı yaşatmaktır amaç her türlü olumsuzluğa karşın. İnsan diriminin bu denli kolay sona ermesi kabul edilmemeli.

En kötüsü de gerek hükümet yöneticilerinin gerekse belediyecilerin bu ölümlerden ders çıkarmamaları. Akıllı ve sorumlu kişiler, olumsuzluklardan ders alır. “Deli bile düştüğü çukura iki defa düşmez.” atasözümüz, kulaklara küpe olmalı. Ey yöneticiler, siz aynı çukura kaç kez düşüyorsunuz?

Bir yöneticinin en önemli görevi, yurttaşlarının can güvenliğini sağlayarak onları yaşamda tutması değil mi? “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra!” anlayışıyla yöneticilik olmaz. Yanlış yapan, görevini savsaklayan yönetici, görevini bırakmalı. Sorumluluk duymayarak görevi sürdürenlerin vicdanlarının sorgulanmasını gerekir. Vicdanı olmayana, insan denmez. İnsanlarımız bu denli kolaya ölmemeli. Ne kadar çok ölüyoruz değil mi ihmalden, sorumsuzluktan?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       21 Kasım 2025

SANAL MEDYANIN LAF SOKUCULARI


Günümüzün en büyük sorunlarından biri, dijital bağımlılık. Bu bağımlılık, en çok çocuk ve gençlerde görülse de kaç yaşında olursa olsun herkes ekranların tutsağı olmuş durumunda.

İnsanlar; yolda yürürken, bir yerde arkadaşlarıyla oturup çay ve kahve içerken, evde otururken, toplu taşım araçlarında yolculuk ederken ve evde çoluk çocuk bir aradayken gözleri telefon ekranında. Yolda yürüyenler, karşıdan gelenlere çarpma tehlikesine karşın yine de telefondan ayıramıyorlar kendilerini.

Ne mi yapıyor insanlar telefonda? Daha çok sosyal medyada söyleşmekteler. Çocuklar ve gençler oyun oynamakta. Yaşı biraz ilerleyenler ise gülünç videolar izliyorlar kendilerince. Gülünç demişsem öyle us dolu nükteler yok izlenenlerde. Bazı kadınlar, alışveriş yapmak için sabahtan akşama dek sanal dünyada dükkân dükkân geziyorlar. Genellikle çocuk ve gençler, kimi yetişkinler sanal dünyadan para kazanma peşinde. Bu nedenle bahis sitelerinden başlarını kaldıramıyorlar.

Ekran bağımlıları, siyaseti de sanal ortamda yapıyor. Burada; beğenmedikleri siyasetçilere, toplumun önündeki ünlülere, tanımadıkları kişilere laf sokmaktalar durmadan. Günlük yaşamda genellikle pısırık olanlar, burada aslan kesiliyor. Bu kimselerin genellikle sosyal medyadaki kimlik bilgileri sahte. Bu laf sokmalar, giderek genellikle üst perdeden küfürlere kadar gitmekte. Buradan laf sokarak karşı tarafı ezmektir asıl amaç. Laf sokanların ortak özelliği, yalanları bolca kullanmaları paylaşımlarında. Yalan olur da iftira olmaz mı hiç? Zaten iftiraların bini bir para…

Üzülerek söyleyeyim ki kimi siyasetçiler, sosyal medyada sürekli asılsız bilgilerle laf sokup düşünsel terör estirenlere inanmakta. Bu siyasetçiler, zaman zaman bu kişilerin estirdikleri yele kapılıp esip gürlüyorlar. Sonrasında dedikleri yalanlanınca pişkinlik gösteriyorlar. Çünkü günümüz siyasetçilerinin çoğunun ne yazık ki siyasal birikimleri, kültürleri oldukça zayıf. Ayrıca neden sonuç ilişkili düşünme, sorgulama yetenekleri de yok! Bu nedenle sosyal medyadan beslenmekteler yetersizliklerini kendince gidermek için. Bu siyasetçilerin de dijital bağımlı oldukları söylenebilir. Bu yüzden siyaset, kumara dönüşmekte sanal medyada. Sosyal medyada bahis oynayanlar, fırsat buldukça siyasal laf sokmadan da geri kalmıyorlar.  

Dijital bağımlılık, toplumun her yanına yayılmış durumda. Buranın laf sokucularını bir hedefi de ünlü kişiler. Ünlü kişiler dediğimizde usumuza tanınmış iş adamları, sporcular, sanatçılar, yazarlar, gazeteciler gibi toplumun önünde olan kişiler gelmeli. Beğenmedikleri siyasetçileri topluca linç eden bu güruh, ünlü kişilerin üstünde tepinmekten zevk alıyor. Hem siyasetçileri hem de ünlü kişileri linç etmek sosyal medyada sıkça görülen bir davranış. Bu yolla adeta yargısız infaz yapılmakta. Bu durum, sanal medyanın laf sokucularının dijital bağımlılıkları nedeniyle insanlıklarını unutup vicdanlarını körelttiklerini gösteriyor.

Dijital bağımlılık, artık bir insanlık sorunu. Ne yazık ki bu bağımlılığın ilk yok ettiği şey, duygudaşlık… Duygudaşlığın olmaması nedeniyle elseverlik de ortadan kalkmakta. Kişi, bağımlı olunca vicdan tartısı bozuluyor. Bu bağımlılık, dünya tarihinde görülmemiş bir bencilliği ve benmerkezciliği toplumda yaygınlaştırmakta. Bu da toplumun dayanışma ve yardımlaşma duygusunu öldürüyor. Bu bağımlılık sürdükçe bir kişinin başka birinin yarasına merhem olması ortadan kalkmak üzere. Bu durum, toplumsal çözülmeye neden oluyor. Toplumsal çözülme, sosyal bir yıkım olarak düşünülmeli. Bu konuda elbirliğiyle önlem alınmalı.

Sosyal medyanın laf sokucularının yol açtığı yıkımları önlemenin yolu, ekran bağımlılığını ortadan kaldırmakla olur. Dijital bağımlılık büyük bir sorun… İnsanlarımızı, bu bağımlılıktan kurtarmak, toplumun her kesiminin görevi. Bu konuda köklü çözümler, ancak ortak akılla alınabilir. Bu nedenle toplumumuzu dijital bağımlılığın yıkıcılığından korumak için her kesimle işbirliği yapmalı. Bu savaşım, bir seferberliğe dönüşmeli geleceğimiz için.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       19 Kasım 2025

 

 

LAF SOKMAK


Son yıllarda sık sık karşılaştığımız bir davranış biçimi, laf sokmak. Bazı kişiler; laf sokmayı bir saldırı, kimi zaman da savunma silahı olarak kullanmaktalar. Özellikle genç kuşakta bu davranışı sıkça görmekteyiz. Laf sokmanın amacı, karşısındaki kişinin canını yakmak.

Laf sokarak, karşısındaki kişiyi aşağılamak, sinirlendirmek, onu toplum içinde küçük düşürmek, giderek onu delirtmektir amaç. Karşısındakinin yarasına tuz basmak, onun duyarlı olduğu alanları kaşımak bu olumsuz davranışı yapanların ilk saldırı noktası. Bu davranışın altında olağanüstü bir kışkırtma var. Kışkırtılan kişilerin bir kısmı, laf sokmanın şiddetine ve baskısına dayanamayarak en sonunda kendini savunmak için karşı saldırıya geçer. Bu savunma, ilk başta sözle giderek küfürle olmakta. Ancak laf sokmayı iyi bilen ve bu konuda uzmanlaşan kişi, karşısındakinin biraz da sinirlenip ileri geri küfrettiğini gördüğünde ağzından çıkan sözlerin şiddetini artırır. Amacı, karşısındakinin dengesini bozarak onu iyice delirterek şiddete başvurmasına neden olmaktır. Sonunda canını acıtan sözlere dayanamayan kişi, şiddete başvurmaktan başka çare bulamaz.

Laf sokan kişilerin ortak ve en belirgin özelliği, eylemini yaparken çok sakin davranmasıdır. Saldırısını yaparken sakin görünmeye özen gösterir, kendisi mağdur olmuş gibi davranır. Sesini çok yükseltmez. Çevresinde bulunanlar, onun normal bir konuşma yapıyormuş gibi konuştuğunu sanırlar. Onun zehirli dilinden dökülen sözleri işitmediklerinden olanı biteni doğru olarak anlayamazlar. Zehirli dil, karşısındakini yılan gibi sokarak sinir sistemini felç eder. Felç olan kişi, ne yapacağını ve nasıl davranacağını bilemez. Böyle olunca da kontrolünü yitirir, istenmeyen davranışlarda bulunmasına yol açar bu durum.

Laf sokanlar; aile, arkadaş, iş toplantılarında ya da yeni tanıdıkları kişilerin bulunduğu söyleşilerde bile bu davranışlarını yapmaktan geri durmaz. Öyle bir dil kullanırlar ki; o toplantıda olanların büyük çoğunluğu olanı biteni, karşısındakini yaralamaya yönelik saldırı sözlerinin farkına bile varamaz. Karşısındaki durumu anlayıp biraz sert tepki gösterdiğinde ise yanındakilerine dönüp herkesi gözleriyle süzerek “Ne dedim ki? Normal bir biçimde konuşuyoruz işte! Sinirlenecek, alınganlık gösterilecek ne var?” diyerek çevresindekilerin onayını, desteğini almaya çalışır. Saldırıya uğrayanın kendisi olduğunu, çevresindekilere inandırır bu kişi. Aslında saldırıyı yapan kendisidir. “Yavuz hırsız, ev sahibini bastırır.” atasözünün gereğince davranır. Böylece haklı olan haksız, haksız olan ise haklı olur.

Laf sokanlar, kötü kişilerdir. Kendileriyle barışık oldukları söylenemez. Çocukluklarında ya da yaşamlarının bir döneminde gördükleri baskıları, şiddeti, aşağılanmaları bu yolla karşısındaki suçsuz kişiden çıkarmaya çalışırlar. Onların insanlara karşı saygı ve sevgilerinin olduğu söylenemez. İnsanları üzmekten gizli bir zevk duyarlar. Bu tür insanların en büyük mutlulukları, karşısındakini üzmek. İnsanlar üzüldükçe onların mutlulukları artar. Laf soktukları kişilerin zıvanadan çıkmaları, onlar için büyük bir yengi, olağanüstü bir utku.

Laf sokanların bir başka özelliği, kendilerini sevmemeleri ve öz benliklerine saygı duymamaları. Bu sevgisizlik ve saygı eksikliği, onların insanları üzmelerinin asıl nedeni. Bu kişilerin durumunu anlamak için geçmişte yaşadıklarını bilmek gerek. Bu yolla sağaltımları söz konusu olabilir. Çoğu zaman, birçok kişi için geçmişi, özellikle de çocukluk dönemi yüreklere vurulan zincirdir. Bu zinciri kırıp atmak gerek yüreklerden. Çünkü insanlar, içi kötülüklerle dolu olarak doğmaz. Ona, kötülüğü öğreten çevresindeki insanlar. Bu nedenle ülkemizde anne ve baba eğitimi ivedilik göstermekte.

Kötücül davranışta bulunmak, sosyal ve tinsel bir sorun. Aslında laf sokup karşısındakini çıldırtan bu kimseler, çok zavallılar. Özgüvenleri düşüktür bu kimselerin. Bu kişiler, sosyalleşmede zorluk çeker. Düzenli ve sürekli arkadaşlıklar kurmaları oldukça zor.

Birini kötü duruma düşünerek mutlu olmak, bir davranış bozukluğu. Bazı kişilerdeki bu sorunun giderilmesi için tinbilimcilerin yardımı gerekli. Bu durum toplumda gizli bir kışkırtıcı tehlike. Bu konuda her birey duyarlı olmalı. Sağlıklı bireylerin olmasıyla sağlıklı, düzenli, uyumlu bir toplumsal yaşamı oluşturabiliriz. Saldırganlığın her türlü biçimi toplumsal düzene, kişilerin mutluluğuna, insan ilişkilerine zarar verir.

Toplumun her bireyinin eğinsel ve tinsel sağlığının yerinde olmasıdır en büyük dileğimiz.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       18 Kasım 2025

USTALIK, TARİHE Mİ KARIŞIYOR?


Bir işin ustası olmak, tarih boyunca toplumuzda saygı gördü. Ustalık, bir beceri ve yetenek işi olduğundan saygıyı hak eden bir meslekti. Tarihin en eski zamanlarından beri toplumsal yaşamın içinde yerini aldı ustalar. Onların yaptıkları iş, birçok kişinin günlük yaşamını kolaylaştırdı. Özellikle ustaların aktöresi, toplumun sevgisini, saygısını perçinlerdi.

En başta insanların başını soktukları evler, işlerini daha kolay yapmaları için gerekli araç ve gereçler ustaların yapıtları. Ayrıca her ustanın yaptığı işe göre bir aleti vardır. O aleti de tasarlayıp bulan yine ustalardı. Binlerce yıldır toplumsal yaşamın başköşesine oturtulmuştur ustalar. Yaşımı kolaylaştırmaları, onların saygı görmesinin bir başka nedeniydi.

Ustalık, zamanla kazanılan bir şey. Belli bir eğitim süreci gerekiyor bir işin ustası olmak için. Bu eğitimin kuramsal yanı vardır. Ancak eğitimin ana gövdesi, uygulamalardan oluşur. Bir başka deyişle usta olmak için ilk adımını atan çırak, “İnsan göre göre, hayvan süre süre.” atasözünün gereğince eğitilir. Ustanın kılavuzluğunda eğitim süreci sürüp gider. Zamanı geldiğinde ufak tefek işlerde sorumluluk alır çırak. Giderek sorumluluk alması artar, böylece kendi başına iş yapar. Kendi kanatlarıyla uçacak çırağa ustası el verir. El vermek günümüzün diplomasıdır.

Usta yetiştirme işi, yıllarca usta-çırak ilişkisiyle yürümüş. Zamanla usta yetiştirmek, devletin grevi olmuş. Ülkemizde Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı meslek okulları bu işi üstlendi. Böylece ustalık, daha bilimsel duruma getirildi. Ayrıca çağcıl tinbilime uygun eğitim sisteminden geçmekte ustalar. Ne yazık ki ülkemizdeki meslek okullarının sayısı yeterli değil. Genel liselerin çokluğu, mesleksiz yurttaşların yetişmesine neden oluyor. Ayrıca üniversite sayısındaki artış, gençlerin meslek öğrenmesinin önünde en büyük engel. Bu da genç insan işsizliğini oldukça yükseltmekte. İşsizlik yükselirken usta sayısı da azalmakta. Bu da ustaların yaptıkları iş karşılığında oldukça yüksek paralar almasına neden oluyor.

Usta çırak ilişkisiyle usta yetiştirme işi, genellikle amaca uygun olmuyor. Bir süre çıraklık yapan kişi; gerekli zamanı tamamlamadan, yani ustasından el almadan, işini öğrendiğini sanarak ustalığa başlıyor. Çoğu kişi, bu yolla bozup yaparak işini öğrenmeye çalışıyor. Bu da büyük sorunlara yol açmakta. Ustaların bir bölümü işini doğru yapıp yurttaşın sorununu giderirken, bir bölümü ise sorunu daha da büyüterek işi yapmış gibi gidiyor dükkânına. Hem yeni sorun yaratıyor hem de üstüne para alıyor iş bilmez sözde ustalar. Çoğu ustanın dükkânı yok. Adresleri belli değil bunların. Telefonla iş görmekteler. Yanlış iş yaptıklarında onlara bir daha ulaşmak ne yazık ki olanaksız. Toplumsal çürümenin ustalığı da etkilediğini üzülerek söylemeliyim.

Başımdan geçen iki olayı burada paylaşmak isterim. İlk olay beş altı yıl önceydi. Eşim, arabası için bir radyo aldı. Radyoyu yerine takmayı biz beceremedik. Evimize yakın oto sanayi sitesine gittik. Önceden tanıdığımız bir oto elektrikçiye uğradık radyoyu takması için. Saatlerce uğraştı bu iş için. Sonunda bitirdi işi. Borcumuzun ne kadar olduğunu sordum. Radyoya verdiğimiz paranın neredeyse üç katı bir para söyledi. Bu, beni şaşırttı. “Biraz fazla istemedin mi bu iş için.” dedim. “Yok…”deyip “Çok fazla uğraştım radyoyu takmak için.” diyerek sürdürdü sözlerini. Güler misin, ağlar mısın bu savunmaya?

“Bak ustam, senin bu işe çok zaman ayırdığın doğru. Ancak çok zaman ayırman işin büyüklüğünden, çokluğundan değil; işi bilmemenden kaynaklı. Nerdeyse her yıl taşıtların teknolojik özellikleri değişiyor. Ancak ne yazık ki sanayi çarşısındaki ustalar, eski teknolojik bilgileriyle kaldıkları için yeniliğe uyum sağlayamıyorlar. Örneğin; sanayi sitenizin yönetimi, yeni teknolojileri öğrenmeniz, yenilikler euyum sağlamanız için hizmet içi kurslar açıyor mu? Sizlerin eğitimi için bir çalışması, çabası var mı?” dedim. Bu doğrultuda sözlerimi sürdürdüm. Karşımda elleri cebinde duran usta, renkten renge girdi. Titreyen bir sesle “Haklısınız ağabey!” dedi.

Yukarıdaki sözleri söylerken üzüldüğümü söyleyebilirim. Üzülsem de bir kara düzenin çürümüşlüğünü dile getirmeliydim. Çünkü bir insanlık, yurttaşlık görevi olarak benimsemiştim kara düzenle savaşımı. Bir süre karşılıklı sustuk Eşim yanımda, suskun ve şaşkın. Sonrasında cüzdanımı çıkardım. Bunu gören usta, “Para istemez Hoca’m!” dedi. “Yok, hakkını almalısın.” dedim. O, almak istemese de hakkı olabileceğini düşündüğüm parayı, iş önlüğünün cebine soktum. “Sağol Usta’m” deyip iyi günler dileyerek ayrıldık oradan.

İkinci olay ise son aylarda yaşandı. Bir yıl önce bizim banyodan su aktı alt kata. Tesisatçı çağırdık. Kendince bakıp etti, onardı güya akan yeri. Neyse parasını ödedik. Alt katın tavanını da yaptırdık. Bir ay önce yeniden aynı sorun ortaya çıktı. Birkaç tesisatçı çağırdım. Kendilerince sorunu giderdiler. Ancak sorun giderilmedi. Alt kat komşumuz da bizi bu sorunla ilgilenmedik diye mahkemeye verdi. Üstelik yapımızdan karot alınmış, çok geçmeden de çürük raporu çıkmıştı. Komşumuz, bu durumu fırsata çevirmek peşindeydi ne yazık ki. Komşuluk ilişkilerinin geldiği düzeyi anlamak bakımından bu çok çarpıcı bir örnek. En sonunda işten anlayan bir usta bulduk, çözdü sorunu kaşla göz arasında. Hem de önceki ustalardan daha az para aldı onarım için.

Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi hem usta bulmak zor hem de işi bilen usta sayısı giderek azalmakta. Bu durum, toplumumuzun geleceğini tehlikeye düşürmekte. Bu da meydanı fırsatçılara bırakmakta. Son yıllarda usta azlığı nedeniyle usta olmayan kişiler ortaya çıktı “ustayım” diye. Bu, çok üzücü bir durum…   

İşini gerektiği gibi hakkıyla yapan usta sayısı gün geçtikçe azalmakta. Güvenebileceğimiz ustaları, zamanla tarihin sayfaları arasında bulacağız sanırım böyle giderse.

Ülkemizdeki usta yetiştirme sorunu ivedilikle çözülmeli. Yetiştirilen kişilere meslek aktöresi öğretilmeli. Ustalık, yeniden eski saygın durumuna getirilmeli. “Alet işler, el övünür.” atasözümüzü, yeniden söylenir duruma getirilmeli.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın görevi okullardan mesleksiz, işsiz kitleleri toplumun içine salmak değil, elinden iş gelir kişileri topluma hizmet etmek için yetiştirmektir. Bunu yaşama geçirmek için de çağa, toplumun gereksinmelerine uygun bir eğitim sistemi benimsenmeli.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       17 Kasım 2025