Türkiye’nin
ilk köy enstitülerinden Kızılçullu (İzmir) kent merkezinde, Çifteler
(Eskişehir) ise Hamidiye köyündeydi. Hamidiye’de ne su vardı ne de elektrik.
Köy, yaşamın tüm alanlarında Ortaçağ karanlığının içindeydi. Uygarlığın nimetleri,
nedense tüm köylerimize olduğu gibi Hamidiye’ye de uğramamıştı.
Ünlü
yazarımız Talip Apaydın, Çifteler’in ilk öğrencilerindendir. Okulun her türlü onarımını,
ek çalışma alanlarını öğretmenlerin öncülüğünde öğrenciler yaptı bu okulda.
Okulu, eğitim ve öğretime uygun duruma getirmek, köylülere örnek olacak sebze
ve meyve bahçelerini kurmak için büyük bir imece vardı okulda. Bu imeceye,
herkes gönüllü katılıyordu. Böylece ortak bir heyecanla birlikte üretmenin
mutluluğu yaşanmaktaydı.
Talip
Apaydın, okula 9 Kasım 1938’de başlamıştı. Bir gün sonra Atatürk, sonsuzluğa
göçtü. Büyük Kurtarıcı’nın ölümü, Çifteler’i üzüntü dolu bir sessizliğe gömmüştü.
Öğrenciler 10 Kasım sabahı, kahvaltıdan sonra kampananın çalmasıyla çıktılar
dışarı. Öğretmen ve öğrencilerin tümü okulun önünde toplandı. Okul Müdürü M. Rauf
İnan çıktı ortaya ve konuşmaya başladı. Yarım saat boyunca Atatürk’ü anlattı
Değerli Eğitimci İnan. Onlara, her gün Atatürk’ü anlatacaklarını söyledi ve şu
sözlerle bitirdi konuşmasını:
“Atatürk’ün
kendisinden ayrıldık, ama yolundan ayrılmayacağız. Onun bize emanet ettiği
Türkiye’yi koruyacağız, yükselteceğiz. Şimdi okulun açılış hazırlıkları içindeyiz.
Pek çok işimiz var. Bunları tamamlamadan derslere başlayamayacağız. Kiminiz su
deposuna, kiminiz badana boya işlerine, kiminiz bahçe düzenine, kiminiz öbür
işlere yardım edeceksiniz. Canla başla çalışacaksınız. Biz tembel insanı
sevmeyiz. Bu memleketi çalışkan insanlar yükseltecek, göreyim sizi! (Talip
Apaydın, Köy Enstitüsü Yılları, Literatür Yayınları, Yedinci Basım, Kasım 2023,
s. 11)” Mehmet Rauf İnan’ın bu heyecanlı konuşmasından sonra öğrenciler işbaşı
yaptı heyecanla. Bu arada Sayın İnan’ın Cumhuriyet bursuyla yurt dışına
gönderildiğini söylemeliyim. Burada yeni öğretim tekniklerini öğrendi.
Bilgisini, görgüsünü artırdı. Öğretmenlikle ilgili yeni uygulamalar öğrendi. O,
Cumhuriyet’e borcunu ödemek için var gücü ve özveriyle çalıştı yaşamı boyunca.
“İşbölümü
yapıldı. Bir devinim, bir canlılık içindeydi herkes. Görevini öğrenen koşuyordu.
Duran insan görmek mümkün değildi. Boz giysiler içinde herkes çalışıyor, herkes
bir şeyler yapıyordu. Birkaç gün ne olduğunu anlayamadım. Bir sele kapılmıştım
sanki. Elimde olmadan gidiyordum. Satılmış’a yalnız yemeklerde, bir de yat
saatinden önce görüşebiliyorduk. Ben o zaman daha ufak tefek olduğum için hep
yemekhane temizliğine, cam silme işlerine veriliyordum. Ellerimizde bezler, akşama
kadar siliyor, temizliyorduk. Biraz daha büyükçe arkadaşlar ırmak kıyısında su
deposu yeri kazıyorlardı. Öbürleri el arabalarıyla kireç çukurlarını
dolduruyorlardı, bahçeyi düzenliyorlardı. Çalışmış yüzlerimizle kimimiz bir
yıllık, kimiz yeni, kara kuru köy çocuklarıydık. Bazılarıyla arkadaş olmuştum. Hemşeri
diye daha çok Beypazarlılarla, Ayaşlılarla konuşuyorduk. Eskişehirliler vardı.
Konyalılar, Kütahyalılar, Afyonlular vardı. Dilleri, şiveleri hep başkaydı.
(Aynı yapıt, s. 11-12)” Böylece imece son hızıyla başladı. Herkes, bir işin
ucundan tutuyordu. Boş oturan yoktu.
“O ay içinde okulun ağzı yüzü epey düzeldi. Badana boya işleri bitirildi, her yer gıcır gıcır silinip temizlendi. Irmak kıyısındaki ve tepenin üstündeki su depoları tamamlandı, demir boruyla birbirine bağlandı. Irmak kıyısındakinin yanına yerleştirilen benzin motoru yukarıdakine su çekecekti. Fakat nasıl şeyse, uzun zaman çalıştırılamadı. Gücü mü yetmiyordu, yoksa bozuk bir motor muydu… Hep dikkatimiz oradaydı, boş kaldıkça motorun yanına koşuyorduk. Başında bir usta vardı, bir de çırak –bizim arkadaşlardan birisi- elleri, yüzleri yağ içinde çalışır dururlardı. Ama iş çıkmıyordu. (Sonraki yıllarda ark kazıp Yeşilyurt köyünün üstünden su getirdik, okulun karşısına büyük bir hidroelektrik santrali kurduk. Su, elektrik işlerimizi kökünden çözümledik.) [Aynı yapıt, s. 13-14]” Görüldüğü gibi zorda kalınınca ve benzinli motor çalışmayınca çözümü kendileri buluyor köy enstitülüler. Okullarının elektriğini kendileri üretiyorlar elbirliğiyle.
Köy
enstitülerinde, okulun tüm gereksinmeleri öğretmen ve öğrencilerce karşılanıyordu.
Öğrencilerin sofralarına gelen besinlerin çoğu öğrencilerce okulun bahçe ve
tarlalarında üretiliyordu. Bazı işlerde usta öğreticiler, öğrencilere yol
gösteriyordu. Bu okullar devlet bütçesine yük olmuyordu böylece.
On
yıl süren savaşlardan çıkmış, genç nüfusunun çoğunu bu savaşlarda yitirmiş
Türkiye’de bazı köylerde harmanı kaldıracak insan kalmamıştı neredeyse. Ülkemiz
yoksulluk içindeydi. Halk eğitimsizdi. Yüzyılların biriktirdiği büyük sorunların
hepsi çözüm bekliyordu, hem de kısa sürede. İşte, köy enstitüleri köylerin geri
kalmışlığını, biriken çözümsüz sorunlarını çözmek için kurulan ve “üretim içinde
eğitim” yapan örnek okullardı.
Enstitüler,
eğitimin yalnızca seçkinler için olma durumunu ortadan kaldırdı. Yoksulların,
halkın, seçkin olmayanların da eğitim görebileceklerini kanıtladı köy
enstitüleri. Bu da Kemalizm’in halkçılık ilkesinin yaşama geçirilmesiydi. Ne
yazık ki halkın yanında değil de seçkinlerin çıkarlarını savunanlarca ortadan
kaldırıldılar.
Adil
Hacıömeroğlu
27
Ağustos 2025
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder