Osmanlı
Devleti, Sarıkamış’ta yenilince Rus ordusu, yurdumuzu işgal etmeye başladı.
Önce Erzurum düştü (16 Şubat 1916). Sonrasında işgalciler, kıyı kesimine
yöneldi. 26 Şubat 1916’da Rize düşman çizmesiyle çiğnendi. Böylece Of topraklarına
dayanan Ruslar, yirmi gün süren büyük bir direnişle karşılaştı. Rus donanması,
kıyı kesiminden başlayarak iç kısımlara dek bombalamaya başladı her yanı.
Sonunda direniş kırıldı ve işgal başladı. Düşman, 15 Mart 1916’da Of’a girdi.
Ne yazık ki 18 Nisan 1916’da Trabzon, işgal güçlerince ele geçirildi. Ardından düşman
adım başı yapılan direnişleri kıra kıra, zor da olsa batıya doğru ilerledi ve
Harşit çayına dayandı.
İşgalin
başlamasıyla Müslüman halkın önemli bir bölümü batıya doğru göç etmeye başladı.
Halkın göç etmesinin nedeni, işgal güçlerinin ve işbirlikçi azınlıkların
yaptığı eziyetlerdi. Düşman; insanları hiçbir neden yokken öldürüyor, evleri ve
tarlaları yakıyor, halkın beslediği hayvanları kesip yiyordu. Halkın kilerindeki
yiyeceklere el koyuyordu işgalciler. Ayrıca mezarlıkları yakıp yıkarak halkın
topraklarıyla tarihsel bağlarını koparmaya çalışıyordu. Ağaçlar kesilip fındık
bahçeleri yok ediliyordu. Fındık depoları, kışlık yiyeceklerin konduğu seranderler
yakılıyordu düşman askerlerince. Tüm yaşam olanakları ortadan kaldırılan halk,
çok çaresizdi. Doğu Karadeniz’in bu özverili, yürekli, çalışkan insanları canını
kurtarmak için emeğiyle var ettiği, alınteriyle suladığı topraklarını bırakıp
gitmek zorunda kaldı.
Göç
sırasında açlık ve düşmanla amansızca savaştılar. Çünkü çoğu zaman işgalcilerin
yakıp yıktığı yerlerden geçmek zorundaydılar. Gittikleri her yerde toprak talan
ediliyordu düşman tarafından. Ulaştıkları köy ve kasabalarda yaşayanlar, bir dilim
ekmeklerini onlarla paylaştı. Ancak bu, onları doyuramıyordu. Yol uzadıkça sorunlar
artıyordu. Yolda düşman saldırısı, açlık ve salgın hastalıklardan ölenler;
ivedilikle toprağa veriliyordu. Çoğunun nereye gömüldüğü ne yazık ki bilinmedi.
Samsun’a dek uzanan topraklarda onlarca insanımız yurdunun bilinmez yerinde
toprağında sonsuz uykusuna yattı.
Toprağa
vereni olmayan muhacirler de vardı. Toplu olarak öldürenlerin cenazelerini kaldıracak
kimse yoktu ne yazık ki. Muhacirler, batıya doğru ilerlerken yol boyunca
ölülerini bıraktılar bu nedenle. Ölenlerin çoğunu gömecek fırsatı bile bulamadı
çoğu. Arkalarından gelen farklı muhacir kafileleri, yol kıyısındaki ölüleri
gördükçe içleri yandı. Tanımadıkları soydaşlarının bu acı dolu durumları karşısında
duygudaşlık yapmaktan başka seçenekleri yoktu. Çünkü aynı son, onların da kapılarını
çalmaktaydı. Arkada düşman, her yanda çeteler, önlerinde açlık ve salgın
sayrılıklar vardı.
Muhacirlerin
en acımasız düşmanlarından biri, salgın hastalıklardı. Devlet otoritesinin çöktüğü,
iletişimin koptuğu bu zor günlerde salgın hastalıklarla savaşmak olanaksızdı.
Karnını doyuramayan, soğuk ve yağmurun altında gecelemek zorunda kalan
muhacirlerin zaten bedenleri çok güçsüz düşmüştü. Böyle bir durumda salgınlarla
savaşmak oldukça güçtü.
Harşit
Çayı, Doğu Karadeniz Bölgesi’nin en çok su taşıyan akarsularından biri. Çayın
doğu kıyısına kuzeyden güneye doğru binlerce muhacir birikti karşıya geçmek
için. O yıllarda karşıya geçecek köprü yok! Ulaşım “kelek” denen derme çatma
sallarla geçiliyor. O dönemin koşullarında tek tük kelek gidip geliyor çay
boyunca. Karşıya geçmek için açlıktan, salgın hastalıklardan ayakta duramayacak
durumda olan birçok anne, ölmek üzere olan çocuklarını suya attılar. Nedeni de
çocuklarının düşman eline geçmesini önlemek ve gözlerinin önünde açlıktan
ölmesini görmek istememeleri Çünkü düşman yakaladığı çocuklara acımıyor,
canlarına kıyıyordu. Canlarına kıymak bir yana, akla hayale gelmeyecek
işkenceler yapıyorlardı küçük büyük demeden. Bir anne ve babanın hiç görmek
istemediği bir şeydir çocuklarının işkence yapılarak öldürülmesi.
Dünyanın
en acı ve üzüntü verici bir durumuyla karşı karşıyadır muhacir anneler. Bir
lokma yiyecek bulamadıkları için çocukların çoğu, açlıktan ölmek üzeredir.
Gözlerinin önünde eriyip giden ve ölmek üzere olan çocuklarının acısına her
dakika, her saat dayanmaları oldukça zor. İşte, burada bir annenin yaşamı boyunca
verebileceği en zor kararla karşı karşıya kaldılar. Çocuklarını dereye
atmalarının nedeni; onların açlıktan, sayrılıktan acı çekerek ölmesini önlemek.
İkincisi de düşman elinde işkence görmesine yüreklerinin dayanamayacağını
bilmeleri.
Düşman
bir değil, çoktu. Bu düşmanların hepsiyle başa çıkmak için olağanüstü bir
dayanma gücüne gereksinim vardı. İşte, muhacirler bu dayanma gücünü içlerinde yaşatarak
ve bunu büyüterek yaşamda kaldılar. Dayanma güçleriyle düşmanlara karşı güç
topladılar. Bu güç, onların ayakta kalmasını sağladı.
7
Kasım 1917’de Rusya’da Bolşevik (Ekim) Devrimi olur. Devrimciler,
emperyalistler arası paylaşım savaşını haksız bulur ve savaştan çekilir. Bunun
üzerine Osmanlı Devleti ile Sovyetler Birliği arasında 18 Aralık 1917’de
Erzincan Ateşkes Antlaşması imzalanır. Böylece Doğu Cephesinde savaş bitti.
Savaşın bitmesinden sonra Ruslar, geri çekilmeye başladı. Böylece işgal sona
erdi.
İşgalin
sona ermesiyle muhacirler, geri dönmeye başladı. Bir bölümü geri dönmedi,
gittikleri yerlere yerleştiler. Geri dönenlerin çoğu, canlarının yarısını
bırakarak ve içleri yangın yerine dönerek memleketlerinin yoluna düştüler.
İçlerindeki yaşama umudu, içlerindeki yangına karşı yengi kazandı. Ancak o
yangın, hiç sönmedi bu dünyada soluk alıp verdikleri sürece.
Memleketlerine
dönenleri, büyük sorunlar bekliyordu. Öncelikle çoğunun evleri yakılıp yıkılmıştı.
Yakılıp yıkılmayan evler soyulup soğana çevrilmişti. Kent ve kasabalara gelenlerin
önemli bölümünün işyerleri yerinde yoktu. Köylerine dönenlerin bahçeleri
bakımsız kalmış, buralardaki meyve ağaçlarının çoğu kesilmişti düşman
tarafından. Tarlalar, birkaç yıldır ekilip biçilmediği için çoraklaşmıştı. Ellerinde
ne tarlaya ekilecek bir avuç tohum ne de bahçelere dikilecek bir meyve fidanı
vardı. İmece ile sorunları çözmeye çalıştılar. Halkımızın dayanışma ve yardımlaşma
geleneği devreye girdi ayakta durmak, aşama tutunmak için. Devlet, kısıtlı
olanaklarıyla yardıma koştu.
Muhacirler,
evlerine dönükten sonra da açlık ve ölümcül salgınlarla savaştılar. Bu nedenle
kıt kanaat geçinmeyi yaşam biçimi olarak benimsediler. Bu acılara dayanarak
çelikleşmiş istençleri, onları güçlü kıldı yaşam savaşımında. Onlar çok
tutumluydu. Savurganlığın onların yaşamında yeri yoktu. Tutumluluklarını
günümüz insanının anlaması olanaksız. Ekmek kırıntısını bile atmayan bir davranışları
vardı.
Zaman
zaman muhacirlik dönemini anlatan ninem gelir gözümün önüne. Çektiklerini
anlatırken feri sönmüş gözlerinden akan gözyaşları, birer inci tanesiydi benim
için sanki. O incilerde nelerin saklı olduğunu, hangi acıların, yitiklerin dışavurumuydu
kim bilir? Onun ağlayışındaki gizemi, derin acıyı hep anlamaya çalıştım. Anladım
desem de yalan olur. Bu nedenle tarihimizi, çocuklara, gençlere, hatta yetişkinlere
doğru olarak anlatıp öğretmeli. Öğretmeli ki bir daha aynı acılar yaşanmamalı.
Adil
Hacıömeroğlu
22
Aralık 2025
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder