YALAN MAKİNESİ
BU NE CÜRET?
BİTMEYEN YALANLAR
KARDEŞ PAYI
Toplumumuz, son yıllarda her türlü ayrımcılık tohumları ekilerek birbirine düşürülüp bölünmek istenmekte. Ayrıca gittikçe yoksullaşan kesimlerle varsıl kesim arasındaki kopukluk ve yabancılaşma da artıyor. Sıkıntı çekenin derdine ortak olmak gibi bir kaygıdan hızla uzaklaşıyor toplumun egemenleri.
Çocukluğumun ilk günlerinde doğup büyüdüğüm köyümde öğrendiğim bir geleneği ve bu gelenekteki duyarlılığı anlatarak yazımı sürdürmek istiyorum. Doğu Karadeniz’in güneye bakan şirin bir köyüydü burası. Çocukluğumda halkın asıl geçim kaynağı fındık, fasulye, kabak ve mısırdı. Zamanla bunların yerini çay aldı.
Fındıklar içlenip yenecek duruma gelince biz çocukların da bayramı başlardı. Onları toplayıp harmanlayacağımız, sonra da ayıklayacağımız günleri iple çekerdik.
Fındığı dişimizle kırmamayı öğrendik ilkin. Sonra da “kardeş payı”nı... Fındığı kırınca çok nadir de olsa içinden ikiz meyve çıkar. Fındıktan ikiz iç çıkınca çok sevinir, bunun büyük bir şans ve tanrısal lütuf olduğunu düşünürdük. Fındıktan çıkan meyvelerin ikisini birden yemeyi ayıp sayar, hatta haram yemekle eşdeğer kabul ederdik. Bu da büyük bir vicdan azabı demekti. Fındık içlerinden birini, fındığı kıran yer; diğerini ise yanında bulunan birisine “Kardeş payı!” diyerek, biraz da sevinçle bağırarak uzatırdı. “Kardeş payı!” sözü, ağızlardan sevgi, coşku, mutlulukla çıkar; törensel bir büyünün tılsımını taşırdı. Tercih edilen kişi de büyük bir mutlulukla ikramı kabul edip ağzına atardı. Yan gözle birbirimize bakar, adeta yarış içinde fındıkları kırarak bir an önce “kardeş payı”na ulaşmayı amaçlardık. Daha çok ikiz fındık içi, daha çok kardeş demekti; daha çok kardeş de daha büyük mutluluk ve paylaşmanın iç rahatlığı. Paylaşmanın, kardeş olmanın hazzını defalarca tatmak kadar güzel bir şey yoktur sanırım.
Yıllar su gibi akıp gitti, yarım yüzyılı devirdik kısacık ömrümüzde. Yaşamımda birçok şey değişti acısı ve tatlısıyla. Ancak değişmeyen de birçok şey var. Bunlardan birisi de “kardeş payı”. Kuruyemişçilerden kabuksuz ve kavrulmuş fındık alıp yemeyi sevmem. Oldum olası kabuklu fındıkları kırarak yemek, bana keyif verir. Fındıkları her kırışımda merakla ikiz içlerin çıkmasını beklerim. Çıkınca da çocukluğumdaki coşkuyu aynen yaşarım. Yanımda kim varsa “Kardeş payııı!” diye haykırarak hakkını veririm. Bazen birden fazla kişi olunca, onlara da: “Bekleyin, sizin şansınıza da ‘kardeş payı’ çıkacak” der ve fındıkları kırmayı hızlandırırım, daha çok kardeş ve “kardeş payı” için.
“Kardeş payı” alışkanlığı yaşamımı da biçimlendirdi. Önemli ve vazgeçilemez yaşamsal ilkeyi benimsememde bu halk geleneğinin büyük bir etkisi olmuştur. Dünya nimetlerinin de fındık içi gibi olduğunu düşünür, bunları tek başıma tüketmenin ayıp, hatta haram olduğunu aklımdan çıkarmam. Çocukluğumda bilincime işlenen “Kardeş payını yememe” anlayışı, yaşamıma yön verir.
Milyonlarca insanın açlıktan öldüğü dünyamızda, yüz binlerce kişinin açlık sınırında yaşamak zorunda bırakıldığı ülkemizde “kardeş payı”nı çok az insanın düşündüğünü biliyorum. Bu da bizi kaygılandırıp üzüyor. Nerdeyse nüfusun yarısının asgari ücretle geçinmek zorunda bırakıldığı ve birtakım kişilerin de “deveyi havuduyla yuttuğu” ülkemizde “kardeş payı”ndan söz edilebilir mi?
Özelleştirmeler sonucunda işinden kovulan ve “ikramiye” olarak da cop ve biber gazı reva görülen işçilerimizin, yöneticilerimizce nasıl bir “kardeşlik duygusuyla kucaklandığını” hayretler içinde izlemiyor muyuz?
Ürününü satamayıp isyan eden köylüye gösterilen davranıştaki zalimliğin, yürekleri nasıl burktuğunu görmüyor muyuz? Şehit ailelerinin gözyaşlarına, gözyaşlarımızı katmadaki toplumsal ve yönetimsel cimriliğimizin, toprağımızı nasıl da kuruttuğunun ayırdında değil miyiz? Kuruyan, verimsizleşen, çoraklaşan topraklarda kardeşlik tohumlarının yaşam bulup gelişemeyeceğini anlayamıyor muyuz?
Toplumda adil bir paylaşımı sağlamak, zayıfı korumak, zalime fırsat vermemek için “ayıp” ve “haram” kavramlarının sözde kalmayıp yüreklere kazınması gerekir. Hakk’a inancın da, saygının da temelinde bu vardır. Haksız bir iş yapanın, insanları dolandıranın, adaletsizliği adaletmiş gibi topluma sunanların; toplumda kabul görmesi felaketlerin en büyüğü.
O zaman bize ne oldu da böylesine güzel, birleştirici, insanlık dolu geleneklerimizi ve yaşam alışkanlıklarımızı terk edip zalim bir düzenin tutsağı olduk? Üç kuruş için birbirini boğazlayan, insanların gözünün içine baka baka türlü yalanlarla cambazlık yapanlar nereden geldiler? Yüreklerden “kardeş payı” anlayışını nasıl yok ettik bu kadar kolay?,
Yukarıdaki sorular daha da çoğaltılabilir. Bunları yanıtlamak ise çok kolay. “El ağzına bakanın ağzı açık kalır .” demiş atalarımız. Biz de elin ağzına bakıp değerlerimizi yok etmedik mi? “Atalarımız yıllar önce: Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde gelmez.” sözüyle başkalarına ve onların yardımlarına bel bağlayarak geçinilmeyeceğini öğütlememiş miydi bize?
Yıllardır bizi biz yapan, bizi insan yapan değerlerimiz tartışmaya açıldı ve onlara saldırıldı. Vahşi kapitalizm ve ortaçağ karanlığı, ahtapot gibi çelik kollarıyla her yanımızı sardı. Bizleri mekanik aygıtlara dönüştürme çabası içindeler. Sömürü düzeninin önündeki en önemli engeller ise insanlık değerleri. Bu yüzdendir ki insanlığımızı yok edip değerlerimizi ortadan kaldırmak istiyorlar.
Yurdumuzun her köşesinde “kardeş payı”na benzer birçok gelenek olduğunu biliyoruz. Bu yüzdendir ki yıllardır ayrım gözetmeden türlü etnik kökenden, inançtan ve kültürden bu topraklarda kardeşçe yaşamakta.
Keşke ülkemizin her yanı fındık bahçeleriyle dolsa, biz de harman zamanı fındıkları kırıp yerken “Kardeş payı!” diyerek her yana haykırabilsek…
7 Ocak 2010
11 Ocak 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
İRAN
YENİ YIL
Eski yıl biterken
hep hüzünlenirim. Ne kadar kötü de geçse, bir dosttan ayrılışın hüznü çöker
yüreğime. Derin düşüncelere dalar, geçmişi düşünürüm. Geçen bütün yıllarım bir
bir gözümün önünden geçer. En mutlu ve en üzüntülü yılımı seçmeye çalışırım.
Bir türlü de seçemem. Çünkü her yılın içinde mutluluk da mutsuzluk da var.
Zaten insanoğlunu yaşama bağlayan, ona mücadele azmini veren de bu değil mi?
Eğer böyle olmasaydı, yaşam tekdüze olmaz mıydı?
Son yıllarda hem kişisel hem de toplumsal anlamda mutsuzluklarımız, kaygılarımız çoğalıyor. Kendimizin ve ulusumuzun geleceği hepimizi düşündürüyor. Bir sürü olumsuzluğun üst üste gelmesi toplumsal kaygılarımızı gittikçe artırmakta. Buna karşın, umutsuz olmanın toplumsal erkemizi tüketeceğinin farkındayım. Umudumuzu yitirmeden, geleceğe inanarak ve ulusumuza güvenerek bu kötü giden süreci ters çevirebiliriz.
Eski yılın gidişine hüzünlenirken yeni yılın gelişine sevinirim. Heyecanla beklerim gelmesini. Çünkü yenide umut vardır. Bilinmeyenlerle doludur yeni. Eski yıllarda yaşanan olumsuzluklardan kurtulma olasılığı, içimdeki umudu çoğaltır. Yeni bir pencere, umutlu bir kapı, sonsuz bir ufuk vardır önümüzde. Yeni yıl; bir tazelenme, bir başlangıçtır.
Ben, her zaman olduğu gibi yeni yılı ailemle karşıladım. Çocukluğumun anımsayabildiğim ilk yıllarından beri yeni yılı kutlarız.
Çocukluğum, Karadeniz’in küçük bir kasabasında geçti. Nedense yılbaşı geceleri hep karlı olurdu. Diz boyu kar yağardı. Elektriğin, tabii ki televizyonun olmadığı bir çocukluktu bizimkisi. Eğlenceler tamamen herkesin katkısıyla ve yaratısıyla gerçekleşirdi. Oyunların, eğlencelerin genelinde tekdüzelik yoktu, çoğu özgün ve varsıldı.
Gün boyu yaş ve kuru meyveler hazırlanır, söylenecek maniler gözden geçirilirdi. Gece başlayınca kara, soğuğa aldırmayan çocuklar küçük gruplarla tekerlemeler ve maniler söyleyerek kapıları çalarlardı. Tekerlemeler “Kalandaris kulandaris/ Altına dişi buzak/ Üstüne erkek uşak/ Ver Allah’ım ver/ Dolsun köşe bucak” diye başlardı. Bu ilk mâniyi bilmeyen yoktu. Ardı sıra diğer maniler söylenirdi sevinçle.
Doğu Karadeniz’de evler, genellikle iki katlıdır. Evlerin altı, ahırdır. Burada inekler yatmakta. “Altına dişi buzak” denmesinin nedeni bundandır. Evin altına, yani ahıra dişi buzak (Buzağının bölgede söyleniş biçimidir.) gerekmekte. Çünkü dişi buzak büyüyüp inek olacak. O inek süt verip evin geçimine katkıda bulunacak. Böylece ne kadar dişi buzak doğarsa evin geliri o denli artacaktır.
“(Evin) Üstüne erkek uşak (Karadeniz’de erkek çocuk)” denerek soyun sürmesi dilenmekte. Ayrıca erkek çocuk hem iş gücü hem de güçlü ailelerin oluşmasında temel dayanak.
Kapıyı çalan çocuklara ev sahipleri kuru ve yaş meyvelerle şeker ikram ederlerdi. Buna “Kalandaris etmek” denirdi. Çocuklar, sevinçle başka evlerin yolunu tutar ve aynı durum yinelenirdi. Yılbaşı gecesi dolaşan çocuklar ya da gençlerin giysileri ters giyme geleneği de vardı. Bu, eski yılın olumsuzluklarını ters çevirme uğuruydu.
Kapılara gelen çocuklar: “Gece geldim kapınıza/ Selam verdim yapınıza/ Selamımı almazsanız/ Daha gelmem yapınıza” manisini söylerlerdi. “Selam almamanın” ve kapıyı açamamanın büyük bir kabalık olduğu vurgulanmakta bu dörtlükte. Kapıya gelen tanrı misafiridir. Bu, ev sahibine verilen değeri de gösterir.
Yılın ilk gününde eve gelecek konuk çok önemsenirdi. Çünkü o, yeni yılın nasıl geçeceğinin bir belirtisi olarak kabul edilirdi. Uğursuzluğuna ve nazarına inanılan kişilerin eve gelmesi istenmezdi. Sevilen, sayılan, çalışkan, iyi geçimli, özellikle de bilge kişilerin gelmesi ise yılın bereketli olacağı anlamına gelirdi.
Eve gelen kişi, kapı eşiğinden sağ ayağını atarak ve besmele çekerek içeri girer. Birtakım dualar edilir.
Konuk
gittikten sonra çeşmeden bakır güğümlere su doldurulup (Önceki günden kalma,
bekletilmiş su olmaz.) evin iç köşelerine dökülür. Ev halkının yüzlerine bu
sudan atılır, suyun bereket getireceğine inanılır. Ayrıca konuk ve suyun yıl
boyunca hastalıkları önleyeceği de düşünülürdü.
Yukarıda “Kalandaris kulandaris” diye başlayan bir mâni tekerlemeden söz etmiştim. Kalandar, yılın ilk günü demek. Rumi takvime göre ocak ayının on dördüne denk gelir, yani yılbaşı. Miladi takvimin kabulüyle 1 Ocak olmuştur yılın ilk günü.
Ortaasya Türk geleneklerinde ise yeni yılın; günün geceye galip geldiği, yani günlerin uzamaya başladığı 22 Aralık olduğunu biliyoruz. Çok değerli bilim insanı Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, bu bilgiyi açıklarken yılbaşı çam süslemesinin de bir Türk geleneği olduğunu bilgi dağarcığımıza ekledi.
Anadolu halkı keskin zekâsı, bilgece düşünüşü ve sağduyulu yaklaşımıyla farklı gelenekleri harmanlamış, özümsemiş ve benimsemiştir. Yurdumuzun birçok yöresinde adı, tekerlemeleri ve manileri değişik olsa da benzer yeni yıl kutlamalarına rastlamaktayız. Halk “yılbaşı” sözü yerine “yeni yıl” demeyi yeğlemiştir. Çünkü “yeni” sözcüğünün uğuruna, bereketine ve geleceğe ilişkin umuduna inanılmıştır.
Son yıllarda küresel güç kaynaklı muhafazakâr ideolojik yükselişle birlikte böylesine güzel geleneklerimiz, tüm değer sistemlerimiz de olduğu gibi saldırı altında. Bu gerici dalga toplumumuzu öylesine etkiledi ki, “yıl” sözcüğünün yerine “sene”yi yerleştiriverdik.
Emperyalizm ve işbirlikçileri bizi biz yapan ne varsa değiştirmek, ortadan kaldırmak istemekteler. Her şeyimizi, güya “özgürlük ve demokrasi” adına tartışmaya açıyorlar. Amaçları tarihsel belleğimizi yok ederek toplumsal çözülmemizi gerçekleştirmek.
Bir toplumu bir araya getiren ve ona rengini, kimliğini, duygu birlikteliğini veren; onun gelenekleri, toplumsal ve doğal olaylardaki dayanışması, geleceğe yönelik ülküleridir. İşte, saldırı da bu can alıcı noktaya yapılmakta. Yüzyıllardır bizi bir arada tutan değerlerimizi savunmak ve onları yaşatmak her bireyin görevi olmalı.
Keşke giysilerini ters giyip kapılarımızı, maniler söyleyerek çalan çocuklar olsa. Onların torbalarına toprağımızda yetişen ve buram buram biz kokan bin bir çeşit, mis kokulu yemişleri cömertçe doldurabilsek…
2 Ocak 2010