Bir ABD televizyonunda yayımlanan “The Pasific” adlı dizide Türklere ağır suçlamalar var. Bu durum, bize “Geceyarısı Ekspresi” filmini anımsattı birden. Tabi bu da Türkiye’ye yeni bir tezgâhın kurulmakta olduğunun habercisidir.
Söz konusu dizide, 9 Eylül 1922’de İzmir’in Yunan işgali sırasında Türkler tarafından yakıldığı vurgulanmış. İzmir’de yaşayan Rumların ise bu durum karşısında denize atlayarak canlarını kurtardıkları anlatılmış. Türkler, zor ve büyük bir mücadele sonucu düşman işgalinden kurtardıkları İzmir’i niçin yaksınlar? İnsan, kendi kentini yakarak yurttaşlarını açıkta bırakır mı? İşte, böylesi mantık ölçülerine sığmayan bir suçlamayla karşı karşıyayız.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra işgalcilerin yakıp yıktığı köy ve kasabalarımızın imarı, yoksul Türkiye’ye epey pahalıya mal olmuştur. Yunanlıları masum göstererek Türkleri suçlamak ise tam bir cinlik. Anadolu ve Trakya’daki Rumların göç etmesi sırasında Amerikalı ünlü yazar Ernest Hemingway Türkiye’dedir ve bu göçlerin en önemli tanığıdır. Rum ahalinin, Yunan askerleri tarafından nasıl göç ettirildiğini “İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar” adlı kitabında anlatmaktadır.
“Kağnı arabaları, develer yolda batıya doğru ağır ağır ilerlerken boş arabalarına binmiş, lime lime elbiseleri yağmurdan sırılsıklam, kırmızı fesleri kirden kararmış Türkler de yoldan ilerlemeye çalışıyorlardı. Her Türk’ün sürdüğü arabanın içinde, tüfeğini bacaklarının arasına kıstırıp oturmuş bir Yunan askeri vardı. Yağmurdan sakınmak için de kaputlarının yakalarını enselerine kadar kaldırmışlardı. Arabalar Yunanlılar tarafından toplanmıştı ve Trakya içlerine, göçmenleri ve mallarını almaya yardımcı olmak için gönderiliyordu. Sürücü Türkler bitkin ve korkulu görünüyorlardı. Hakları da vardı. (Ernest Hemingway, İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar. Milliyet Yayınları, 1970, s.42,) Burada Trakya’dan Yunan askerlerinin denetiminde Rumlar göç ettirilirken Türk kağnı sürücülerinin durumları anlatılmaktadır.
“Taş yolun tam Edirne içine girdiği yerde geliş gidişi atının üzerinde oturan bir Yunan süvarisi yönetiyordu. Sürekli olarak sola yol vermekteydi. Türklerin sürdüğü arabalardan birine sağa sapmasını işaret etti. Türk arabacı öküzlerini sağa yöneltince, araba bir çukura düştü ve kendisiyle beraber gelen, başı önüne düşmüş uyuklamakta olan Yunan askeri sıçrayarak uyandı. Sürücünün anayoldan saptığını gördü, başladı adama tüfeğinin dipçiğiyle vurmaya.
Türk sürücü yorgun, çökmüş ve aç aç bakan bir köylüydü. Yüzükoyun arabadan aşağı yuvarlandı. Sonra dehşet içinde kalkıp tavşan gibi yoldan aşağı kaçmaya başladı. Koştuğunu gören bir Yunan süvarisi, atını mahmuzlayıp yetişti, hayvanıyla çarparak adamcağızı tekrar yere devirdi. Sonra diğer iki Yunanlı ile birlikte kollarından tutup kaldırdılar. Süvari, köylünün suratına birkaç tokat yapıştırdı. Adamın yüzü kan revan içindeydi; gözlerini iri iri açmış, her tokatta bağırıyor, arabasına dönüp öküzlerini sürmesini istediklerini anlamıyordu. Yolda yürüyen göçmenlerden hiçbiri bu olayla ilgilenmemişti bile. (Ernest Hemingway, İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar, s. 42 – 43)” Burada Hemingway, Yunanlıların yurdumuzu terk ederken yurttaşlarımıza uyguladıkları baskıları anlatıyor. Burada anlatılanlar, işgalcilerin yaptıklarının küçük bir örneği.
Peki, bu dizi filmle ne amaçlanmaktadır? ABD Temsilciler Meclisi’nde komisyondan geçen “Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı”nın daha öncekilerde önemli bir farkı var. Öncekilerde sadece Osmanlı döneminden söz edilirken sonuncusunda ise 1923 tarihi vurgulanmıştır. Bilinçli olarak Kurtuluş Savaşı dönemimiz karalanmaya çalışılmaktadır. Bu dizi filmle birlikte de bir “Rum Soykırımı” uydurmasıyla karşılaşacağız. Amaç, ülkemize yapılan emperyalist kuşatmayı yoğunlaştırıp daraltmak. Yeni yalanlarla, uydurma hikâyelerle insanlık tarihinin en şanlı kurtuluş mücadelesine kara çalmak.
Ülkemizin içerde istikrarsızlaştığı bir dönemde, böylesine uydurma suçlamalarla karşılaşmasındaki zamanlama ise ilginçtir. Birileri içerde orduyu ve yargıyı teslim almaya çalışırken dış güçler de Mondros Mütarekesi koşullarına dönmeye çalışıyor. Türkiye’deki politik karmaşa, dışarıda pusuda bekleyenlere fırsat oluyor.
İktidar partisinin ideolojik intikamcı yaklaşımları Türkiye’ye kan kaybettiriyor. Ülkemizi dış saldırılara, komplolara açık duruma getiriyor. Her gün generalleri tutuklanan bir ordu dış komplolara karşı caydırıcı olamaz. Yargısı paramparça olan, siyasal istikrarı bozulan bir ülke, içte zayıfladığı gibi dışta da zayıflar.
Eğer bir ülkenin kuruluş felsefesini, ilkelerini; o ülkeyi yönetenler tartışmaya açarsa el alem neler yapmaz ki?
Adil Hacıömeroğlu
8 Nisan 2010
Not: 12 Nisan 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilEvet yöneticileri başarısı ve tavizkar olan ülkeler . dış güçlere devamlı taviz vermek durumunda kalırlar.Gücünü ve ne yaptıgını bilmeyen ve dış güçlerle iş birliği yapan yöneticilerin sonu hep hüsrandır
YanıtlaSilOnların isteklerinin sonu gelmez.Örme eskisi gibidir ucunu yakaladılarmı ,sonuna kadar giderler. Ülkemin yöneticileri ülke yönetmenin özelliklerini bilmedikleri için bide konusuna hakim olmadıklarından ,cesur görünmek için ve biz bilyoruz havasında olduklarından ,ülkenin dış saygınlığını yok ettiklerinden haberleri yok.Cahil insanlara sen ne büyüksün , sen herşeyi yaparsın dedin mi,havalara girerler. düşmanların ve dış güçlerin bütün isteklerini şevkle , zevkle yaparlar.Onlara şirin görünürler.ülkenin batıp batmadıgını göremezler
. Emperyalistler de bunların bu özelliklerini kendi çıkarları için sonuna kadar kuklanırlar.Zavallı Ülkemin boş ve kof yöneticileri büyüklük havasındalar.
Kaleminize, yüreğinize sağlık Adil bey. Çok güzel bir yazı hazırlamışsınız.
YanıtlaSilGüzel ülkemiz için umarım geç olmaz. İktidardakiler yanlışlıklar yaparak ilerlemeye, Abd ve AB.ye tavizler vermeye devam ediyorlar.
Umarım bir kazanç olmayacağının, ülkemize zarar vereceklerinin farkına varırlar.