Ortadoğu, insanlık
tarihini biçimlendiren en önemli coğrafya. Başka bir deyişle tarih Ortadoğu’da
başlar. Dünyadaki ilklerin Ortadoğu’da gerçekleşmesi, bu coğrafyayı anlamlı
kılar. Yazı ilk kez burada bulunmuş ve kullanıldı. Aradan uzunca bir süre
geçtikten sonra yazı başka coğrafyalara taşındı. Sümerlerle Mezopotamya’da
başlayan yazı serüveni, Mısır’da firavunlar yönetiminde ve Anadolu’da Hititlerle
sürdü. İlk yazılı yasalar Ortadoğu’da uygulandı. Dünyanın ilk devletleri de bu
coğrafyada boy atmıştır. İlk para burada bulunmuş ve ilk ticaret merkezlerinin
kurulmasıyla da toplumlararası ilişkiler farklı boyutlara taşınmıştır. İlk
yazılı antlaşmanın Ortadoğu coğrafyasında imzalanması ise çok anlamlı. Tarım ve
sulamayı düzenleyen ilk yasalar yapıldı.
Ortadoğu’yu anlamlı ve
özellikli kılan en önemli etkense üç semavi dinin (Musevilik, Hıristiyanlık,
Müslümanlık) de burada doğup yayılması. Üç dinin de kutsal saydığı merkezlerin
burada olması, buranın dinsel önemini artırmakta. Ayrıca bölgenin Asya, Afrika
ve Avrupa’nın kesiştiği bir noktada olması, burayı stratejik bakımdan değerli
kılmakta. Hint Okyanusu ile Akdeniz’in (dolayısıyla Atlas Okyanusu’nun)
birbirine bağlandığı bir noktada bulunması, Ortadoğu’yu ülkeler arası
ilişkilerde önemli kılar.
19. yüzyılda petrolün
keşfedilmesi, Ortadoğu’nun önemini büsbütün artırdı. Sömürgeci devletlerin
petrolün önemini kavramaları ve buradan hareketle enerji kaynaklarına sahip
olunmadan büyük devlet olunamayacağı gerçeğinin anlaşılması, bu bölgenin önemli
bir emperyalist paylaşım alanı olmasına yol açtı. Ortadoğu’daki halkların
çağdaş gelişmelerin gerisinde kalmaları da bölgenin dış müdahalelere açık hale
gelmesine neden oldu. Ulus devletlerin oluşmaması bölgede siyasal zayıflığın da
önemli bir göstergesi.
ABD VE ARAPLAR:
Günümüzde
Ortadoğu’nun en önemli küresel aktörü ABD. Enerji kaynaklarının denetimini
birincil öncelikli siyasal amaç edinen ABD, Ortadoğu’da yaşanmakta olan siyasal
ve çatışmacı sürecin de belirleyici taraflarındandır.
“Şarkiyat
çalışmalarının asıl amacının Doğu’nun dininin incelenmesi olduğunun ve bölgenin
tarih ve toplumun incelenmesinin yalnızca ikincil bir amaç oluşturduğunun
önemle vurgulanması gerekmektedir.”[1]
Yazarın, ABD üniversitelerindeki Ortadoğu araştırmalarıyla ilgili saptaması
çarpıcı bir gerçeği ortaya çıkarıyor. Doğu’nun dininin özel bir çabayla temel
amaç edinilerek birincil sırada olması, tarih ve sosyolojik incelemelerin
ikincil olması ilginç. Ortadoğu’nun feodal aşiret yapısı göz önüne alındığında
buradaki niyet de ortaya çıkar. Amaç, Ortadoğu halklarının geri kalmışlıktan
kurtarılarak çağdaşlaşması değil. Böyle olsaydı, sosyolojik inceleme ve
araştırmalar ön plana alınarak toplumsal değişimle ilgili çözümler üretilirdi.
“Amerikalılar, İslam’la
ilk askeri ve siyasal teması, on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Filipin
Adaları’nın işgali sırasında gerçekleştirdiler. Amerikan kuvvetleri, burada ilk
başlarda katı bir Müslüman direnişiyle karşılaştılar; çünkü Filipin
Müslümanları daha önceki İspanyol işgalciler ile sonunda Adalar’daki Katolik
yönetimin yerini alan yeni Hıristiyan Protestan güç, yani Amerika Birleşik
Devletleri arasında herhangi bir fark görmüyorlardı. Filipin Müslümanlarının
Amerikan askeri güçlerine karşı direnişi, Sultan II. Abdülhamit’in (1876-1909),
Halife sıfatıyla Filipinler’deki Müslüman savaşçılara Amerikalılara karşı gelmemeleri
konusunda gönderdiği emrin ardından son buldu. Sultan’ın Amerikalılar adına
müdahalesi, Amerikalıların, Anayasalarında belirtildiği gibi özgürlükçü ve
büyük bir hoşgörüye dayalı bir din anlayışına sahip oldukları konusunda
Halife-Sultan’ı bilgilendiren İstanbul’daki Amerikan elçisi tarafından
sağlanmıştı.”[2] Amerikalıların İslam’la
ilk karşılaşmaları bizim için öğretici ve ders verici olmalı. Halife olarak tüm
İslam dünyasının lideri olan kişinin uluslararası geniş bir bakış açısından
yoksunluğu ve dünyadaki emperyalist yayılmayı yeterince algılayamaması dikkat
çekici. Kendi ülkelerini, namuslarını savunmak için silaha sarılan Müslüman
Filipinliler, dar görüşlülüğün kurbanı oldular. İslam dünyasının makûs talihini
yenebilmesine öncü olabilecek bir halk hareketi, Halife-ABD işbirliğiyle
boğulmuş oldu.
“Filipinler’de İslam’la
karşılaşmış olma, Amerikalılara, İslam’ın hesaba katılması gereken önemli bir
güç olduğu ve uygun bir şekilde yönlendirildiklerinde Müslüman önderlerin
denizaşırı Amerikan çıkarlarını geliştirmekte kullanılabilecekleri konusunda
elle tutulur bir kanıt sağladı.”[3]
Amerikalılar, bu olaydan sonra İslam dünyasına dikkat çekici bir ilgi
gösterdiler. Ortadoğu’daki aşiret ilişkilerinin sağlamlaşması ve cemaatlerin
dış etkenlerle güçlü duruma getirilerek ülke siyasetinde etkin konuma
sokulmasının Filipinler deneyiminden ilişkisiz olduğu düşünülemez.
“Ortadoğu’da, başka bir
deyişle, Osmanlı Devleti’nde Amerikan misyoner faaliyetleri 1820 gibi erken bir
tarihte başladı. Bu faaliyetler ilk olarak Levi Parsons ve Pliny önderliğinde,
sonra da 1831 yılında Beyrut’tan İstanbul’a geçen William Goodell ile Harrison
Gray ve Otis Dwight tarafından yürütüldü. Harici misyonlar için Amerikan
Görevlileri Kurulu tarafından idare edilen misyoner hareketleri, faaliyetlerini
Doğu Anadolu ve Suriye kentlerine genişletti. Misyonerler Kurulu’nun amacı
Osmanlı Hıristiyanlarına gerçek Hıristiyanlığı öğreterek Doğu Hıristiyanlarına
doğru yolu göstermekti. Misyonerler, Ermeniler ve Marunîlerin Hıristiyanlığını
yalnızca ismen Hıristiyanlık olarak ya da bu halkları kıyıda köşede kalmış
Hıristiyanlar biçiminde görüyorlar ve bu nedenle onlara daha yüksek ve daha iyi
bir Hıristiyanlığı, tercihen Protestanlığı götürmeyi, nihai amaç olarak
Müslümanları da kendi dinlerine çevirmeyi umuyorlardı. Böylece, 1893 yılına
gelindiğinde toplam olarak 223 Amerikan misyoneri ve 1094 yerli Hıristiyan,
Osmanlı Devleti’nde, iç bölgelerdeki ulaşılması zor on beş kentte bulunan
Hıristiyanlar arasında din değiştirme faaliyetlerini yürütüyordu. Kuşkusuz, Marunîler
ve diğer Katolikler arsında yoğun Fransız faaliyetleriyle Rusların Ortodoks
Hıristiyanları etkileme çabalarının da göz önüne alınması gerekmektedir.”[4]
1820’de Ortadoğu’nun
önemini fark eden ABD, misyoner faaliyetleriyle bölgede erkinlik sağlama girişimlerinde
bulunurken Osmanlı Devleti’nin burnunun dibini görememesi çok ilginç. Osmanlı
coğrafyasını bölmeye yönelik böylesi çalışmalara kayıtsız kalmaksa
vizyonsuzluğun örneği.
Amerikalılar ve batılı
diğer emperyalist güçler eğitim ve sağlık yatırımlarıyla misyonerlik
etkinliklerini yaygınlaştırırken Osmanlı yöneticilerinin dünya gerçeklerinden
uzak bir durumda kalmaları anlaşılamamakta.
“İstanbul’da bulunan
Robert Koleji’nin Müslümanlar arasındaki etkisi 1920’lere kadar çok azdı. Fakat
okul, Balkanlar’dan gelen birçok Hıristiyan da dâhil olmak üzere Hıristiyanlar
arasında, bazıları kendi milliyetçi hareketlerinin önderleri haline gelecek
olan eğitimli seçkinlerin yaratılmasında çok önemli bir rol oynadı.”[5] Robert Kolej başta olmak üzere birçok
Amerikan okulunun Osmanlı topraklarındaki çalışmaları önemli. Taşnak ve Hınçak
partilerinin önderlerinin Robert Koleji mezunu olmaları da dikkat çekici.
“Osmanlı Devleti’ndeki
Amerikan okullarında eğitim görmüş bulunan çok sayıda kişinin 1920’lerden sonra
Amerika’ya doktor, mühendis gibi meslek sahipleri olarak yerleştiklerinin ve
göçmenlerin bir kısmının kendi toprakları ve yöneticilerine duydukları dostça
duyguları korumakla birlikte, bu meslek sahiplerinin çoğunlukla Osmanlı
hükümetini eleştiren birçok gazete yayımladıklarının da belirtilmesi
gerekmektedir.”[6] Burada anlatılanlar,
günümüzde çok sorulan bir sorunun da yanıtı olmakta. Başta ABD olmak üzere
yurtdışındaki yurttaşlarımızın lobicilik faaliyetinde neden ülkemiz
azınlıklarından geri olduğunun karşılığı yazarın bu değerlendirmesinde
belirtilmektedir aslında. Ortadoğu’dan gelişmiş ülkelere giden gayrimüslimler
genellikle iyi eğitimli kişiler olduklarından iyi işlerde çalışma olanaklarına kavuşmaktalar.
Böylece ekonomik durumları iyi olan bu kişiler, eğitimli olmanın avantajıyla
bir araya gelerek örgütlenme bilincine de sahiptirler. Yurtdışına gidip
yerleşen soydaşlarımız ise genellikle eğitimsiz oldukları için gayrimüslimlerin
bu avantajlarından yoksundurlar. Ekonomik yetersizlikler ve eğitimsizlik
örgütlenme zafiyeti yaratmakta.
3 Mart 1924
tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, öğretim ve eğitimin birliğini sağlamakla
birlikte Türkiye sınırları içinde faaliyet gösteren iki yüz otuzu aşkın
Amerikan Koleji’ni (üçü hariç) kapattı. Böylece yurdumuz topraklarında sürmekte
olan misyoner çalışmalarını da sona erdirmiştir. Yani savaşın yıktığı, yoksul bıraktığı, aileleri dağıttığı topraklarda Hıristiyanlaştırma etkinliği yok edildi.
CEMAAT VE İNANÇ:
Toplumlar dinlerini değiştiriyorlar, ancak eski din ve
geleneklerinden gelen birtakım alışkanlıklarını toptan bırakmıyorlar. Eski
alışkanlıklar, sosyal kurallar değişik biçimlerde de olsa yeni düzende yer
buluyor ve toplum yaşamını yönlendiriyor.
“Sekizinci ve
onuncu yüzyıllar arasında Türk aşiretlerinin ve kabile devletlerinin İslam’ı
kabul etmeleriyle, İslam’dan kaynaklanan bir kimlik ve bağlılık (sadakat)
duygusu, bir şekilde eski, dinsel olmayan etnik cemaat duygusunun yerini aldı.
Ancak aynı zamanda, geleneksel kimlik duygusu, evrensel tek tanrılı bir dinin maddi
olmayan bir boyutunun
süregitmekte olan dayanışma duygusuna eklemlenmesiyle güçlendi.”[7] Türklerin
kabile düzeninin cemaate dönüşmesi keskin bir dönemeç değil. Aşiret düzeninde,
aşiret reisine bir kutsiyet atfedilirdi. Aynı şey, İslamiyet’in kabulünden
sonra da sürdü. Kabileler soy birliğinin yanı sıra inanç birliğinin de bir
bileşeni oldular. Ortadoğu’da mezhepsel farklılıkların bölgelere ve ırklara
göre değişiklik göstermesindeki etken de budur.
“David Urquhart, Türkler
için toplumsal örgütlenmenin temelinin cemaat olduğunu, cemaatin de aslen
dinsel bir topluluk olduğunu söylediğinde haklıydı. Ancak, Osmanlıların esas
cemaat görüşü laiklikti.” Osmanlıların laik oldukları bizce söylenemez. Farklı
inançlara yaşam hakkı tanımak, ibadet özgürlüklerini sağlamak laiklikle
açıklanamaz. Bu, Osmanlı Devleti’nin çok uluslu ortak bir devlet olma
özelliğinden kaynaklanmakta. Osmanlılar, İslami kuralların tamı tamına egemen
olduğu bir din devleti değildi. Her etnik ve dinsel kökenden topluluğun
çıkarlarının korunduğu bir uzlaşma zeminidir Osmanlı Devleti.
“Görünüşte mensubu
oldukları dinin yayılmasına adanmış görünmelerine rağmen yönetici seçkinler,
gerçekte dini, asıl olarak yöneticilerin laik siyasal amaçlarının
gerçekleştirilmesiyle ilgili bulunan devlet yetkisini meşru kılmak için
kullanıyorlardı.”[8] Yazarın söylediklerinden
de anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti din krallarıyla yönetilen bir devlet
değil. Belki çağdaşlarına göre din kurallarının devlet yönetiminde en az etkili
olduğu devlettir. Farklı inançlara gösterilen hoşgörü, gelecekte laikliğin
uygulanması için de olumlu bir altyapıyı da oluşturduğu söylenebilir.
Osmanlı Devleti de diğer
imparatorluklar gibi farklılıkları bünyesinde barındırıyordu. İmparatorluk
olmanın gereği de buydu. Laiklik, dinle devlet işlerinin tamamen ayrı tutulması.
Bu nedenle kısmen de olsa din kurallarının egemen olduğu bir yönetim biçimine,
laiklik demek yanlış olur.
Cemaatlere
dayalı sistem, Osmanlı Devleti’nin dağılmasını hızlandıran etkenlerin başında
gelir. Farklı kültürlerin kaynaşarak ortak bir payda oluşturamadığı ülkede,
çözülme ve dağılma da hızlı oldu.
OSMANLI’DA İSLAMCILIK:
“Osmanlı yönetimi meşruiyetini
İslam’dan alıp mümkün olduğu ölçüde İslam hukukunun uygularken, on dokuzuncu
yüzyıla kadar siyasal ve ideolojik açıdan kendini Müslüman cemaatle
tanımlamamıştır. Yönetici bir grup olarak Osmanlı seçkinlerinin
gayrimüslimlerle ne kadar az ilgileri varsa, sıradan Müslümanlarla da o kadar
ilgileri bulunmaktaydı.”[9]
Buradan da anlaşılacağı gibi devlet demek, hanedan demekti. Ahalinin kim olduğu
önemli değildi. Önemli olan halkın, hanedana sadakati idi. Ne zaman ki
ulusçuluk düşüncesini yayılmasıyla Balkanlar’daki Hıristiyan uluslar ayrılmaya
başladılar, o zaman İslam’ın geri kalan Müslüman unsurları bir arada tutacağı
öngörüldü. Bu nedenle de İslamcılık ön plana geçti.
“1860’larda başlayan ve
1878’de zirveye ulaşan kitlesel göçler, Osmanlı Devleti’ni Müslümanların
çoğunlukta olduğu bir yapıya çevirdi. Buna ek olarak, Balkanlar’da yeni
ulusların oluşmasıyla sonuçlanan aynı yapısal, yönetsel, siyasal ve demografik
değişiklikler de geleneksel Müslüman cemaatin, bir Müslüman Osmanlı ulusuna
dönüşümü için gerekli sınıf koşullarını yarattı. Geleneksel toplumsal ve
mesleki yapının bozulması; kitlesel göçler sonucu oluşan demografik
değişiklikler, göçer aşiretlerin iskânı ve kırdan kentsel bölgelere doğru iç
göçler; kapitalist bir ekonomik sisteme girişi; yönetsel ve siyasal sistemlerde
yapılan değişiklikler, hep birlikte Osmanlı Devleti’ni farklı bir sosyopolitik
oluşuma, hala Müslüman niteliklerine sahip teritoryal bir devlet haline
getirdi. Bu devlet, çağdaş bir ulusun tüm niteliklerine sahip olmasına rağmen,
temelde, İslami dayanışma bağlarıyla birleşen siyasallaşmış ve daha genişlemiş
bir cemaatti. Yurttaşların Sultan’a olan bireysel bağlılıkları ve sadakatleri,
kişisel olmayan bir Müslüman ulusal devlete doğru değişti. Halk katında bu
gelişmeyi başlatan düşünsel güç, etkisini, üyeleri hem göçmenlerden hem de
yerel halktan olan Nakşibendîler de dâhil olmak üzere çeşitli heterojen
tasavvuf tarikatlarından alan köktenci-halkçı İslam’ın bir türüydü. Bu
gelişmelerin ışığında, gayrimüslimlerin durumunun yeniden tanımlanması
gerektiği açıktır. Böylece gayrimüslimler de özerk inanç cemaatleri olmak
yerine ‘azınlık grupları’ haline geldiler.”[10]
Osmanlıların Balkanlar’da bozguna uğraması, devletin siyasal anlayışında önemli
değişiklikler olmasına neden oldu. Balkan göçmenleri, sosyal yapıyı önemli
ölçüde değiştirdi. İşte, bu koşullarda İslamcılık düşüncesi hız kazandı.
Cemaat, tarikat örgütlenmeleriyle halk politize oldu.
İslamcılık fikri dağılan
devlet yapısını toparlamak için başvurulan bir yoldu. Ancak hızlı gelişen
toplumsal ve siyasal süreç dış etkilerin de etkisiyle Osmanlı’nın dağılması
engellenemedi. Osmanlıcılıktan sonra İslamcılık da çok uluslu Osmanlı sistemini
bir arada tutmaya yetmedi.
ORTADOĞU’DA DEVRİMLER:
“Genel olarak Cezayir devrimi hariç
olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 1908-1970 yılları arasındaki
devrimlerin meydana geldikleri ülkeler dikkate alınmaksızın birbirlerine
benzedikleri söylenebilir. Bu devrimler, aktörleri, amaçları ve ideolojileri
açısından incelenecek olursa benzerlik apaçık bir hale gelir.”[11] Bu
saptamaya katılmak olanaksız. Ortadoğu devrimlerinin tek ortak özelliği,
Batı’ya bakışları. Bunun dışında, benzerlikler söz konusu değil. İslam
ülkelerindeki tüm devrimlerin ateşleyicisi ve modeli Atatürk Devrimi’dir.
“Fransız İhtilali, siyasi
kurumlar alanında olmak üzere sınırlı kalmıştır. Rus İhtilali, sosyal alanları
sarsmıştır. Sadece ve sadece Türk İhtilalidir ki siyasi kurumlara, sosyal
ilişkilere, dine, aileye, ekonomik hayat geleneklerine, hatta toplumun moral
temellerine hücum etmiştir. Bir değişim, yeni bir değişime neden olmuştur. Bir
reform bir ötekine şartlar oluşturmuştur. Çünkü bunların hepsi halkın hayatında
yer tutmuştur.”[12] 1922-1928 arasında
Türkiye’de gazeteci olarak görev yapan Fransız Gentizon’un bu değerlendirmesi
Atatürk Devrimi’nin çarpıcı bir özeti. Atatürk Devrimi, dünyanı iki büyük
devrimi kabul edilen Fransız ve Rus devrimlerinden daha çok toplumsal yaşamı
alt üst etti. Peki, o zaman neden Atatürk Devrimi’nin önemi dünya tarafından
yeterince kavranmamıştır? Çünkü Türk Devrimi, emperyalizme karşı kazanılan
büyük bir utkunun içinde boy attı. Dünya kamuoyunu daha çok etkisi bulunan
emperyalist ülkelerin, kendilerine karşı kazanılmış bir utkuyu övmeleri
beklenemez. Türk Devrimi’nin antiemperyalist ve antifeodal yanları önemli. Bu
nedenle de devrime karşı tepkilerin dinmemesi de olağan.
“Temel ilke, Türk
Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız
olmakla sağlanabilir. Ne denli varsıl ve gönençli olursa olsun bağımsızlıktan
yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde uşaklıktan öte bir gözle görülmeye layık
olamaz. Oysa Türk Ulusu’nun onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle
bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık ya
ölüm! İşte, gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır.” [13]
Atatürk, bu sözleriyle devrimin ve toplumsal değişimin, ilerlemenin asıl
dayanağının tam bağımsızlık olduğunu vurgulamakta. Çünkü tam bağımsız olmayan
ülkeler, dış müdahalelere açıktır. Bu nedenle de iç dinamiklerle devrimci
dönüşümler yapılamaz.
“Her sistemin, her
değişme modelinin bir amacı vardır. Bunun gibi Atatürk Devrim modeli de bir
amaca yönelik olarak oluşturulmuştur. Modelin birinci amacı çağdaşlaşmak,
ikinci amacı da kalkınmak, böylece ‘çağdaş uygarlık’ düzeyine çıkmaktır.
Gerçekte çağdaşlaşmak kalkınmayı da içeren bir kavramdır. Fakat dünyanın kapalı
yönetimlerindeki bazı uygulamalar çağdaşlaşma ve kalkınmayı ayrı ayrı ele
alarak yorumlamayı zorunlu kılmaktadır. Çağdaş demokratik toplumun temel amacı
insanı her alanda özgürlüğe kavuşturmaktır. Özgür insan sadece ekonomik,
toplumsal güvenliğe, eğitim olanaklarına, özdeksel gönence kavuşmuş kişi
değildir. İnsanın aynı zamanda siyasal özgürlükleri, siyasal seçenekler
arasında seçim yapma hakkı da olmak gerekir. Bu nedenle çağdaşlaşma sadece bir
ekonomik kalkınma, gelişme olarak görülemez. Kalkınmış, ekonomisi güçlenmiş,
çağdaş toplumun pek çok gereğini gerçekleştirmiş ülkeler, kapalı yönetim
biçimleri de vardır. Bunlar Marksist sistemin uygulandığı ülkelerdir. Bu
ülkelerin insanı siyasal özgürlüklerden, seçenekler arasında seçim yapma
hakkından yoksundur; onun için de özgür insan değildir; bu nedenle de bu
toplumlar kalkınmış, fakat çağdaşlaşamamıştır. Başka bir örnek: Bir toplumda
insan yürürlükteki yasalara göre her türlü siyasal haklara sahiptir; fakat o
bireyin ekonomik, toplumsal sorunları çözüme bağlanmamışsa, o kişinin yasalarda
gösterilen hakları ekonomik bir içeriğe, doymuşluğa kavuşturulmamışsa, daha
açık bir deyişle o kişi yoksulluktan kurtulmamışsa, özgür insan değildir.
Ekmek, özgürlük, barış!.. Ekmeksiz özgürlük, özgürlüksüz ekmek, barışsız ekmek
ve özgürlük erdemli bir yaşam sağlamaz.”[14] Bu
sözlerden de anlaşılacağı üzere, İslam ülkelerinin hiçbirinde Türk Devrimi’ne
benzer karakterde bir devrim söz konusu değil. Sayın Karpat’ın, Türk
Devrimi’nin içeriği, amacı ve topluma kazandıklarıyla ilgili değerlendirmeleri
eksik.
“Az gelişmiş ve yarı
sömürge Osmanlı toplumunda, burjuvazi, ancak komprador ve gayr-i müslim
niteliklerle belirdiğinden, Kurtuluş Savaşı ve onu izleyen ulusal demokratik
devrim, ülkemizde yükselen burjuvazinin önderliğinde değil; aydınlarla, halkın
ve eşrafın oluşturduğu bir ‘tarihsel blok’ tarafından gerçekleştiriliyor; işin
güzeli emperyalistlerle, onların işbirlikçisi ‘sultana ve komprador
burjuvazisine’ karşı yürütülüyor.
Osmanlı toplumu klasik
gelişme şemasını izlemiş olsa, sultana karşı burjuvazi, işçi sınıfını ve
köylülüğü ardına alarak başkaldıracak ve ulusal demokratik devrim yapacak, o
zaman da feodal Osmanlı toplumu içinde, burjuvazi de evriminin kadroları ve
örgütü de oluşmuş olacak. Ama yok, olmayınca, bütün az gelişmiş ülkelerde örgüt
diye ne varsa, kısa zamanda devrimle özdeşleşiyor, bu da bilindiği üzere askeri
ve sivil bürokrasiden ibaret!”[15] Bu
tespitlerden de anlaşılacağı gibi Türk Devrimi’nin zorluğu, feodal kurumların
ayakta ve etkili olması. Burjuvazinin gelişmemesi devrimin alttan gelen bir
dalgayla olmamasına neden oldu.
ARAP-TÜRK İLİŞKİLERİ:
Arap-Türk
ilişkileri tarihin eski dönemlerinden beri sürmekte. İslamiyet’in ortaya
çıkmadığı dönemlerde de her iki ulus arasında az da olsa türlü biçimlerde
ilişkiler kuruldu.
Arap-Türk ilişkilerinin
gelişmesi, İslamiyet’in ortaya çıkmasıyla hız kazandı. 751 yılında Araplarla
Çinliler arasında yapılan Talas Savaşı, iki toplumu birbirine yakınlaştırdı.
Uzun süre süren ilişkiler, Türklerin İran ve Anadolu topraklarına gelmesiyle
daha da gelişti.
“Arapların siyasal
yaşamın deriliklerinde kaybolmalarından çok sonra Selçuklu ve Osmanlı
sultanları, Hint Moğolları ve Orta Asyalı Türk-Moğollar gibi Arap olmayan
yöneticiler zamanında ortaya çıkmıştır.”[16]
Ortadoğu’da Türk devletlerinin kurulmasıyla Arap devletleri, tarih sahnesinden
silindi. Araplar, uzun yıllar Türk-Moğol egemenliğinde yaşamak zorunda kaldılar.
Böylece yerleşik kültürle göçebe kültür harmanlanmış, yeni bir Ortadoğu kültürü
ortaya çıkmıştır. Toplumsal etkileşim, iki ulusu birbirine yakınlaştırdı.
“Mekke
muhafızı Şerif Abdülmuttalip, 1850’de, Mekke’nin önde gelen tüccarlarına
Türklerin İslam’ın dönekleri haline geldiklerini ve Arapların kendi
hükümetlerini kurma zamanının geldiğini yazdığında gerçekten de Osmanlılara
karşı bir Arap ayaklanmasını düşünmüyordu. Mekke Şerifi yalnızca Sultan’ın
köleliği kaldırmasında cisimlenen ve kendi kölelerini yitirmesine neden olan
tehdide karşı tepkiliydi. Abdülmuttalip için Türklerle Araplar arasındaki etnik
ve dilsel farklılıkları sadece kendi toplumsal konumunu korumada değil, aynı
zamanda kendinden sonra gelenlerin yaklaşık altmış yıl sonra yapacakları gibi
dilediğinde Arap milliyetçisi olarak yeni bir konum üstlenmede kullanılmasının
ne denli kolay olduğu da düşünülmeden edilemez.”[17] Çok
insancıl ve çağdaş sayılabilecek köleliğin yasaklanması karşısında Arap
Yarımadası’ndaki egemen sınıfların tepkisi ilginçtir. Çağdaş bir uygulama
karşısında gösterilen gerici bir direncin, milliyetçi bir oluşumu nasıl
tetiklediğinin çarpıcı bir örneği bu.
Osmanlı
Devleti’nde özellikle Tanzimat’la başlayan batılılaşma ve çağdaşlaşma
girişimleri yukarıda belirtilen örnekteki gibi sert dirençlerle karşılaştı. Bu
muhalif grupların dini kullanmaları da ibret verici bir durum.
Arap Yarımadası, İslam
devleti’nin kuruluşuna kadar kendi arasında siyasal birlik sağlayamadı.
Kabilelere bölünmüş bir yaşam biçimi, Yarımada’ya egemendi. Persler ve Doğu
Romalılar da en güçlü zamanlarında Arap Yarımadası’na egemen olamamışlardı.
Aynı durum, İslam Devleti’nden sora bölgeye egemen olan diğer devletler için de
hemen hemen aynı oldu. Yarımada’nın Hicaz ve Yemen bölgelerinde kısmen egemenlik
kurulsa da bu, bölgenin tümünü etkilemedi. Bu durumun nedeni sert coğrafi
koşullar olduğu kadar, kabile yaşamının sosyolojik özellikleri.
“Araplarla Türkler
arasındaki yüzyıllardır bilinen etnik ve dinsel farklılıklar, on dokuzuncu
yüzyılın ikinci yarısı boyunca siyasal farklılıkları dile getirmek için
kullanılmaya başlandı ve kimliklerin temeli durumuna geldi. Milliyetçilik ilk
olarak, yalnızca Avrupa yaşam ve düşünce tarzını değil, aynı zamanda Müslüman
Araplar büyük ölçüde ihmal edilirken kendilerinin toplumsal ve eğitsel
standartlarını düzelten Avrupa ekonomik ve siyasal desteğini de kabul eden
Hıristiyan Araplar arasında gelişti.”[18]
Osmanlı coğrafyasının Balkanlar’daki bazı bölgeler dışında tümü çok geri
kalmıştı. Ekonomik gerilik, sosyal gelişmelerin de önünü tıkıyordu. Savaş ve
yoksulluk, halkın memnuniyetsizliğinde asıl etkendi.
Arap coğrafyasında,
Osmanlı’ya karşı milliyetçi düşüncelerin Arap Yarımadası’nda ve Hıristiyan
Araplar arasında filizlenmesi ilginç bir rastlantı. Bunda dinsel düşüncelerin
varlığı yadsınamaz.
“II. Abdülhamit
tarafından temel bir devlet politikası olarak benimsenen Panislam hareketi ve
Sultan’ın İslam’ı Arapçılıkla tanımlamaya yönelik güçlü girişimi, Türk-Arap
işbirliğine ve dinsel birleşmeye dayalı bir Müslüman devletler topluluğu
yaratmak için nihai çabalardı.”[19] II.
Abdülhamit döneminde Araplaştırılan bir İslam’a yöneliş olsa da bu, Arapların
milliyetçi hareketlerini engellemedi.
Araplaştırılan İslam’ın
sonraki dönemlerde ve günümüzde Türk toplumunun çağdaşlaşma hamlelerin önünde
en önemli engel olduğunu söyleyebiliriz. Milliyetçi Arapların halifeden çok,
emperyalist Hıristiyan devletlerin sözünü dinlemeleri de işin bir başka yönü.
Aşiret ve cemaat ilişkilerinin toplumsal yapıya egemen olması; gelişmenin,
çağdaşlaşmanın, barışın önündeki en önemli engel.
Birinci Dünya Savaşı’nda
birçok cephede Batılı devletlerle savaşan Osmanlı Devleti’nin belki de en
dramatik savaşı, Filistin cephesinde İngilizlere karşı yapılmıştı. 1916’da
İngilizlerle savaşırken Filistin’de İngiliz desteğiyle başlayan Arap
ayaklanması, Türk-Arap ilişkileri açısından dönüm noktası. Bu dönemden sonraki
gelişmeler, ilişkilerin seyrini hızla değiştirdi ve iki ulus arasında ayrılık
tohumları ekildi.
“1916
yılında Türk ordusuna karşı yapılan saldırı, özellikle de yaralı askerlerin
öldürülmesi, Türk subaylar açısından affedilmez bir suç oluşturuyordu.”[20] Bu
hareket hiçbir insanlık duygusuyla ve savaş kuralıyla açıklanamaz bir durum.
“Üstelik, Türk ordu geleneğinde yaralı bir asker kutsaldır –yaralı, soylu bir
amaç uğruna dünyasal acı çeken bir gazidir- ve ona karşı yapılacak herhangi bir
şey affedilemez iğrenç bir suçtur.”[21]
Böylesine insanlık dışı ve dinsel kurallara aykırı bir davranış, Türklerin
sadece nefretini kazandı.
Arapların bu
saldırısından sonraki gelişmeler, pek içi açıcı olmamış ve Türk ordusu
yenilerek Arap coğrafyasını terk etmiştir. Bu sırada yaşananlar yürek
burkucudur ve belleklerden silinecek gibi de değildir. Cumhuriyet kurucularının
subaylardan oluştuğu gerçeği yadsınamaz. Ancak cumhuriyet kurucuları intikamcı
olmadılar. Arapları da kucaklamak, onları emperyalizmin boyunduruğundan
kurtarmak için yol gösterici oldular. Çünkü emperyalizmden kurtulan Arap
ülkelerinde feodalizm de hızla yok olacaktı.
Birinci
Dünya Savaşı’ndan söz açılmışken biraz da Kafkas Cephesinden söz edelim. Yani
çöl sıcağından, Kafkas ayazına gidelim.15 Şubat 1916’da girilmez denen Erzurum,
Rusların eline geçti. Bu durum hem ittifak devletlerini hem de Osmanlı
yöneticilerini şaşkın uğrattı. Herkes bir ihanetin olabileceğinden kuşkulandı.
“Garnizon içinde bir
ihanet ihtimali mümkün olduğundan Erzurum’un düşüşündeki esrar asla
çözülmeyecektir. O sırada Kahire’deki Arap Bürosu’nda çalışmakta olan
T.E.Lawrence, Londra’daki Savaş Bakanlığı aracılığıyla, ‘Erzurum’daki bazı Arap
subaylarını Grandük Nikola ile ilişkiye geçirdiğini iddia etmiştir. Savaştan
sonra biyografisini yazan tarihçi Basil Liddell’e yaptığı bu açıklama hiç de
akıl dışı değildir. Osmanlı ordusunda hizmet gören ve bir Müttefik zaferini
sevinçle karşılayacak olan Arap subaylar vardı. Lawrence’in istihbarat
çalışmaları, 1916’daki Arap İsyanı’ndan önce bu tür muhaliflerle bağlantısını
sağlamış bulunuyordu.
Böyle bir ihanet fikri ve
Erzurum’un savunma hattındaki gedikleri gösteren çalıntı bir harita, John
Buchan’ın Greenmantle romanında ele alınmıştır. Romanda harita, Türk
saflarındaki bir hainin yardımıyla kent dışına kaçırılıp Rus karargâhında
Grandük Nikola’ya verilmektedir. Rus kurmay subaylarının eline geçen harita,
Gelibolu’dan asker getirilip savaşa sürülmelerine imkân vermeden Rusların kenti
ele geçirmelerini sağlamıştır.”[22]
Arapların
Osmanlı’nın düşmanlarıyla işbirliği yalnız Arap coğrafyasında değil, diğer
yerlerde de söz konusu. Ancak bu konuda genelleme yapmak çok büyük hata olur. Birinci Dünya Savaşı’nda Türklerin yanında
kahramanca çarpışan Arapları da unutmamak gerekir.
“Türk Kurtuluş Savaşı,
Batı’ya karşı başarılı ilk Müslüman kurtuluş mücadelesiydi. Ancak Türk Kurtuluş
Savaşı’nın başlangıçta yarattığı ve bir Arap Türk yakınlaşmasına yol açabilecek
olumlu ortam iki gelişmeyle dağıldı: Ortadoğu’da etnik bir milliyetçilik
ideolojisine dayalı çağdaş ulusal devletlerin kurulması ve Türkiye’de laikliğin
benimsenmesidir.”[23] Bu
görüşe tamamen katılmak olanaksız. Arapların milliyetçi düşüncelerle
devletlerini kurması olağandı. Ancak bunun Türkiye’ye karşı bir karşıtlık
olabileceği düşüncesi yanlış. Atatürk döneminde Sadabad Paktı’nın Türkiye’nin
öncülüğünde Afganistan, Irak ve İran’ın katılımıyla kurulması (8 Temmuz 1937)
bu düşünceyi çürütür.
Türkiye’deki laikliğin
Türk-Arap ilişkilerini soğumasına yol açtığı görüşü ise dayanaksız ve kitabın
genelinde anlatılanlarla çelişkilidir. Halifenin cihat çağrısına uymayanların,
laiklikle ilgili dinsel duyarlılığı ön plana getirmeleri inandırıcı olmaz. Bu
görüş, daha çok Türk-Arap ilişkilerinin gerginleşmesi için yapay nedenler
yaratmak isteyen ve bölge üzerinde emperyalist çıkarları olan Batılı
devletlerin propagandası. Özellikle de Soğuk Savaş döneminde alabildiğine dile
getirildi. Şapka devriminin hemen sonrasında Mekke’deki İslam ülkeleri
toplantısına katılan Vedat Nedim Tör’ün gördüğü yakın ilgi önemlidir. Laik bir
ülkenin, çağdaş kıyafetli temsilcisinin kongreye etkisi büyük oldu.
Atatürk Devrimi
antieperyalist ve modernleşmeci yanıyla geri kalmış ülkelere önemli bir model
oldu. Cezayir, Tunus devrimleriyle Cinnah’ın Pakistan’ı kurarken Mustafa
Kemal’den etkilenmediği, feyz almadığını düşünmek yanlış olur.
SONUÇ:
Arap-Türk ilişkilerinin
bozulmasında her ne kadar Arap milliyetçiliğinin, İngiliz işbirlikçiliği
kıvamına gelmesinin önemli bir nedeni olarak kabul etsek de başka nedenleri de
irdelemekte yarar var.
Bir toplumun geri
kalması; ekonomi, sağlık, eğitim, bayındırlık, modern tarım gibi etkinlerden
yoksun bırakılması huzursuzluğun önemli nedeni olarak gösterilebilir. Sosyal ve
kültürel gelişmenin olmaması, Ortaçağ karanlığına saplanmış bir yaşam biçimi
yurttaşlık bağını, ilişkisini geliştirmez.
Devleti yönetenlerin zorba
ve sorumsuz tavırları halkın devlet yönetiminden soğumasına neden olur.
Filistin ve Kanal cephelerinin
komutanı Cemal Paşa’nın şu sözleri ibret verici. “Bir şey yapmak istiyorum,
kanun karşıma çıkıyor. Kanun nedir? Ben yaptım, ben bozarım.”[24] Bir
devlet yöneticisi yasalardan bu kadar sıkılmaz. Böyle olunca da yönetimde
keyfiyet oluyor. Cemal Paşa’nın Filistin’de hızla uyguladığı idamların siyasal
gelişmelerdeki etkisini yadsıyamayız.
“Yarın öbür gün Arap
çeteleri ile sarılacaksınız. Peygamberin torunları, Ravza’nın yeşil kubbesine
kurşun atacaklar. İstanbul elden gidiyormuş gibi telaşlanarak, size Anadolu’nun
bağrından Türk yavruları göndereceğiz.
Siz Peygamber
torunlarının ateş ve açlık çemberi içinde, bir hurma kurusu bulamayıp deriniz
iskeletinize yapışmış ölürken, Anadolu çocukları iskorpitten çürüyüp düşen
ağızlarının yaraları içinde kavrulmuş çekirge çiğnemeye çalışarak, Fatma’nın
Ebubekir’in, Ömer’in ve Muhammed’in sandukalarını savunacaklar.
Ta Şam’a kadar üç gün üç
gece süren demiryolunun iki tarafını Anadolu Türkleriyle kuşatacağız. Arap
kesesine Anadolu altını ve Arap kursağına Anadolu rızkını akıtacağız.”[25] Bu
anlatılanlar, Arap coğrafyasında yaşananların acıklı yönü. Osmanlı ordusunun
çektiği sefalet göz yaşartıcıdır.
“Asıl Müslüman şehri, din
şeyhlerine hürmet olunan, dini sanatlaştıran ve asilleştiren şehir İstanbul
olduğunu Medine’de büsbütün anladım. Orada, Peygamber’in amcasının mezarı
sakaların kulübesi olmuştur ve sandukasının üstünde kırbalar asılıdır.
Evvela namaza durduk,
yanımda Enver Paşa’nın yaverlerinden biri vardı. Bir aralık önümüzden testisini
omuzlamış bir Arap geçti. Benim bildiğim önünden adam geçenin namazı bozulursa
da Medine’de böyle olmadığını ve zemzemin Mekke’de olduğunu unutarak bu Arap’ın
da bize zemzem getirdiğini sandım.
Bir tas su verdi.
Şaşırarak ellerimi çözdüm ve içtim. Tekrar ellerimi bağladımsa da Arap koluma
yapıştı:
─
Para! diyordu.”[26]
İslam’ın nasıl yaşandığı
konusunu anlamak için çarpıcı bir örnektir, bu anlatılanlar. Cehaletin, geri
kalmışlığın, yoksulluğun toplumu nasıl da küçük çıkarlar peşinde koşturduğu
çarpıcı bir biçimde görülmekte.
Birinci Dünya Savaşı
boyunca dört yıl Suriye ve Filistin’de görev yapan Osmanlı subaylarından
Selahattin Günay’ın anlattıkları ilginç. “Nereden ve nasıl haber almışsa, tam
vedalaşıp kaleyi terk ederken büyük kapıdan çıktığımda, tahsil görmüş yirmi beş
yaşlarında Bir Arap delikanlısı karşıma çıktı. Onu uzaktan görür ve bilirdim.
Fakat konuştuğum bir şahsiyet değildi. Ki elimi öptü, ‘Ah siz ve siz Türkler
bizi kimlere bırakıp böyle gidiyorsunuz ya Selahattin? Arkanızda koca bir tarih
bırakarak ayrılıyorsunuz. Ne yazık ki biz sizleri bulamayacağız.’ diye hıçkıra
hıçkıra ağlıyor ve ayakta duramıyordu. Sonra kalenin duvarına dayandı. Ne çare ki
ben yolumdan kalamazdım.”[27]
Ortadoğu’nun geleceği de bugünü de yarını da bu Arap gencinin yıllar önce
döktüğü gözyaşlarıyla hıçkırıklarında saklıdır.
KAYNAKÇA:
Kitaplar:
Atatürk, Söylev, Türk Dil Kurumu, Ankara,
1978
Atay Falih Rıfkı, Zeytindağı, Bateş
A.Ş., İstanbul, 1981
Gentizon Paul, Mustafa Kemal ve
Uyanan Doğu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983
Hopkirk
Peter, İstanbul’un Doğusunda Bitmeyen Oyun, Yeni Yüzyıl Yayınları, İstanbul,
1995
İlhan Attila, Hangi Atatürk,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2004
Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001
Kili Suna, Atatürk Devrimi, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Ankara, 1981
Urquhart David, Turkey and Its
Resources Its Municipal Orgaization and Free Trade, Sanders &Otley, Londra
[1] Karpat H.Kemal,
Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.31
[2] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, ss. 32-33
[3] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.33
[4] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.34
[5] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.36
[6] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.37
[7] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.53
[8] Urquhart David, Turkey and
Its Resources Its Municipal Orgaization and Free Trade, Sanders &Otley
,Londra,1833
[9] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara 2001, s.63
[10] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.71
[11] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.128
[12] Gentizon Paul, Mustafa
Kemal ve Uyanan Doğu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983, s.164
[13] Atatürk, Söylev, Türk Dil
Kurumu, 1978, Ankara
[14] Kili Suna, Atatürk
Devrimi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1981, Ankara, s. 113
[15] İlhan Attila, Hangi
Atatürk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2004, s. 132
[16] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s. 143
[17] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, ss. 147-148
[18] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.148
[19] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.150
[20] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.154
[21] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.154
[22] Hopkirk Peter,
İstanbul’un Doğusunda Bitmeyen Oyun, Yeni Yüzyıl Yayınları, İstanbul,
1995,ss.254-255
[23] Karpat H.Kemal, Ortadoğu’da
Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.155
[24] Atay Falih Rıfkı.
Zeytindağı, Bateş A.Ş., İstanbul 1981, s.78
[25] Atay Falih Rıfkı.
Zeytindağı, Bateş A.Ş., İstanbul 1981, s. 58
[26] Atay Falih Rıfkı.
Zeytindağı, Bateş A.Ş., İstanbul 1981, s. 55
[27] Günay Selahattin, Suriye
ve Filistin Anıları, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2006, s.116
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder