TÜRKİYE’NİN MODERNLEŞME SÜRECİ


        Modernleşme (çağcıllaşma), içinde yaşanılan çağa uygun davranmaktır. Sosyal, kültürel, sanatsal, bilimsel, düşünsel alanlarda çağın gelişmelerine uyum sağlamaktır.

 

        Dünyada modernleşmeyle birlikte toplumsal gelişmeler hızlanmış; bilimsel buluşlar, endüstriyel gelişmeler günden güne aşama kaydetmiştir. Türk toplumu, Osmanlı döneminde yöneticiler, modernleşmeyi tam olarak kavrayamadıklarından çağa ayak uyduramamışlardır. Bu nedenle de sosyal, kültürel, bilimsel ve düşünsel yaşam ilerleyememiş; çağın gereklerine uyum gösterememiştir. Düşünsel yaşam gelişmediğinden, toplumsal dinamizm harekete geçmemiştir. Çağa ayak uyduramama; eskiye daha sıkı sarılma, elde olanı koruma duygusunun güçlenmesine neden olmuştur. Bu da toplumsal ve kurumsal tutuculuğu yaygınlaştırarak sosyal yaşama egemen olmasına yol açmıştır.

 

        Bazı dönemlerde birtakım modernleşme hamleleri olduysa da toplumsal bir dönüşüm sağlanamamıştır. Yüzeysel reformlar ve eskinin köhne kurumlarını koruyarak modernleşmenin başarıya ulaşması olanaksızdır. Modernleşmenin olabilmesi için sınıfsal ve kurumsal birtakım değişikliklerin olması gerekmektedir. Askeri alanda, eğitimde ve bazı bayındırlık hizmetlerinde yapılan reformlar modernleşmede istenen sonuçları yaratmamıştır. İç dinamikler de böyle bir sürecin gelişmesine uygun değildi.

 

        Türkiye’de asıl modernleşme hareketi, Kurtuluş Savaşı ve sonucunda başlayan Atatürk devrimleridir.  Kurtuluş Savaşı ile emperyalizme karşı duruş, büyük bir toplumsal değişim ve dönüşümü de harekete geçirmiştir. Emperyalizme karşı verilen ve kazanılan bu savaş, Türk toplumuna özgüven kazandırarak yüz yılların durağanlığından kurtulmasına neden olmuştur. Sosyal alanlardaki dönüşümlerde, devrimlerde, ilerlemelerde toplumsal özgüvenin rolü yadsınamaz. İşte, Kurtuluş Savaşı’yla Türk toplumu, Avrupa’nın gelişmiş devletlerini yenerek özgüven kazanmış “başarabilirim, yapabilirim” düşüncesiyle çağcıllaşmada itici gücünü bulmuştur. En önemlisi de “yedi düveli” bozguna uğratan lider Kemal Atatürk, ulusun güvenini kazanmış; böylece de modernleşme için avantaj sağlanmıştır.

 

        Cumhuriyet’imizin kurucularının önemli bir kısmının asker olması modernleşme için önemlidir. Çünkü o dönemde, çağdaş ölçülerde eğitim yapan en önemeli kurumlar askeri okullardır. Ayrıca bu asker kuşağı, yaklaşık on yıl süren savaşlar sürecinde cepheden cepheye koşarak ülkenin her yanını tanıma fırsatını bulmuştur. Yine çeşitli yörelerden gelen askerleri tanımaları, onları tutuculuktan, gerilikten kurtulmanın gerekliliğine inandırmıştır. Yoksulluk, bilgisizlik içindeki yurttaşın sefaleti Atatürk ve arkadaşlarını derinden etkilemiştir. Dünyadaki gelişmeleri yakından izleyip ülkesindeki olumsuzlukları da iyi belirleyen Mustafa Kemal, çözümün modernleşmede olduğunu Anadolu’ya ilk ayak bastığı andan itibaren vurgulamaya başlamıştır. Komitacı değil, kongreci olması; onun modernleşme arzusunun önemli bir göstergesidir.

 

        "Millî hâkimiyet öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. (1924)" Mustafa Kemal bu sözleriyle modernleşme azmini, toplumsal ve kurumsal değişimdeki kararlılığını vurgulamıştır. Burada özgürlük tutkusunun nasıl vurgulandığı da dikkat çekicidir.

 

        Modernleşmede Asıl Hedef Feodalizm

 

        Mustafa Kemal, ulusun geri kalmışlığındaki en önemli etkenin feodalizm olduğunu belirlemiş ve feodalizmin tasfiyesi için köktenci önlemler almıştır. Feodalizmin ortadan kaldırılması üç yolla olabilirdi. Birincisi sanayileşmedir. Sanayileşen Türkiye kentleşecek, köylülükten kurtulacaktı. İlkel tarıma dayalı köylülük, feodal ilişkilileri (aşiret, tarikat, etnik ve mezhepsel ilişkiler) güçlendirmekteydi. Toplumu kaynaştırmada, endüstrinin gelişmesi önemli bir rol oynayabilirdi. Ekonomik ilişkilerin gelişmesi, halkın refaha erişmesi özgür bireyin oluşmasında önemli bir etkendir. Dar çevrede oluşan ilkel tarımsal ilişki çerçevesindeki tarımsal üretim ve feodal bağımlılık, bireyin oluşmasının önündeki en önemli engeldi. Sosyo-ekonomik açıdan bağımlı olan bir kişinin, çağcıl bir toplumun bireyi olması olanaksızdır.

 

        Ekonomik atılımın en önemli yanı ise, dışa bağımlılıktan uzak, ülke kaynaklarına dayalı olmasıdır. Dışa bağımlı olan bir ekonomik düzenin, ülkenin modernleşmesinin önündeki en büyük engel olduğu çok iyi kavranmış ve Lozan’da çetin bir mücadele sonunda kapitülasyonlar kaldırılmıştır. Emperyalist devletler Lozan’ın, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığıyla ilgili maddelerini hiçbir zaman içlerine sindirememiş, bu durumun değişmesi için var güçleriyle çalışmışlardır. Siyasal bağımsızlığın devamı için ekonomik bağımsızlık vazgeçilmezdir. Atatürk: “Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli varsıl ve gönençli olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde uşaklıktan öte bir gözle görülmeye layık olamaz. Oysa Türk Ulusu’nun onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm! İşte, gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır.[1] (Söylev)” bu sözleriyle tam bağımsızlığın, ulusumuzun varlığı için yaşamsal olduğunu vurgulamıştır.

 

        Atatürk, ekonominin bir ulusun yaşamında ne denli önemli olduğunu şöyle açıklıyor: “Tarih, ulusların yükselme ve alçalma nedenlerini ararken birçok siyasal, askeri, toplumsal nedenler bulmakta ve saymaktadır. Kuşkusuz, bütün bu nedenler toplumsal olayları etkiler. Fakat bir ulusun doğrudan doğruya hayatıyla, yükselişiyle, alçalışıyla ilişkili olan, ulusun ekonomisidir. Tarihin ve deneylerin saptadığı bu gerçek, bizim ulusal hayatımızda ve ulusal tarihimizde de tamamen belirir. Gerçekten, Türk tarihi incelenirse, bütün yükseliş ve alçalış nedenlerinin bir ekonomi sorunundan başka bir şey olmadığı anlaşılır. (18 Şubat 1923)”

 

        Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte büyük bir ekonomik atılım dönemi başlamıştır. Demir-çelik, şeker, dokuma endüstrilerinin öncelikle geliştirilmesi; dışa bağımlılıktan kurtulma ve ileri ülkelerle yarışma isteğidir. Ayrıca Kayseri uçak fabrikasının 6 Ekim 1926’da açılması ise endüstriyel hedeflerdeki ufkun ne kadar büyük olduğunun göstergesidir. Ekonomik gelişmeye bağlı olarak özellikle demiryollarının yaygınlaştırılması, bağımsızlık konusundaki duyarlılığın çarpıcı bir örneğidir.

 

        Endüstriyel gelişmeye paralel olarak modern tarımın gelişmesi konusunda da önemli çalışmalar yapılmıştır. Devlet üretme çiftlikleri kurularak halka, örnek tarım yöntemleri öğretildi. Tohumculuk, sulama, toprak analizleri, makineleşme, bitki ve hayvan türlerinin ıslahı konularında önemli gelişmeler oldu. Tarımsal gelişmede asıl amaç toprak reformunun yapılmasıydı. Ancak bu, uygulanamamıştır. Toprak reformunun uygulanması ağalık sistemini rahatsız etmiş; bu, siyasal muhalefetin oluşmasında etkili olmuştur. Atatürk’ün ölümünü ve İkinci Dünya Savaşı’nın zor koşullarını fırsat olarak değerlendiren ağa-tufeyli takımı siyasal muhalefetin örgütlenmesinde önayak olmuştur.

 

          Feodalizmin tasfiyesinde ikinci önemli yol ise eğitimdi. Millet mekteplerinin kurulmasıyla başlayan eğitim hamlesi, köy enstitüleriyle doruk noktasına ulaşmıştır. Eğitimde sosyal devlet olgusu ön plandadır. Hemen hemen her alana yönelik kurulan yatılı okul sistemiyle yoksul Anadolu köylü çocuklarına, hem meslek edinmenin hem de aydınlanmanın kapıları açılmıştır. Eğitimde temel ilke, üretim ve kalkınma için eğitimdir. Öğretmen hem öğrencilerini eğitip öğretecek hem de topluma yaşayış ve düşünüş tarzıyla örnek olacaktı. Örgün eğitimin bu ilke doğrultusunda gelişmesi, toplumsal değişimi de hızlandırdı.

 

        Örgün eğitime paralel olarak yaygın eğitimde önemli bir gelişme göstermiştir. Bunun itici ve örgütleyici gücü de halkevleri olmuştur. Halkevlerinin amacı yetişkin eğitimini sağlamaktır. Buralarda yetişkinlere bir yandan okuma yazma öğretilirken bir yandan da sanatsa ve kültürel eğitim veriliyordu. Çağdaş dünyanın modern yaşam tarzı ve düşünsel, sanatsal nimetleri Anadolu’nun bozkırına yeni bir ufuk açıyordu. Böylelikle insanlar, geleneksel olandan kurtulup evrensel olana ulaşma fırsatını ele geçiriyorlardı.

 

        Yeni kurulan Ankara radyosunda halkı eğitici programların çokluğu ise dikkate değerdir. Bu programlarda hemen hemen yaşamın her alanına ilişkin aydınlatıcı bilgiler verilerek ortaçağın kör karanlığı, Cumhuriyet’in aydınlığı ile dağıtılıyordu.

 

        Cumhuriyet karşıtlarının ve emperyalistlerin saldıracak ilk hedef olarak eğitimi almalarının nedeni de aydınlanma ışığının hızlı yayılımını görmeleridir. Çok partili yaşama geçildikten sonra eğitim sisteminin hızla yozlaştırılarak sosyal devlet anlayışından uzaklaşılması modernleşme hareketine vurulmuş en büyük darbedir. Çağdaş eğitimden geçmediği için birey olamayan ve kulluktan kurtulamaya kişiler, egemen güçlerce her yöne çekilebilir. Bu nedenle eğitim, çağcıllaşmanın temel direğidir.

 

        Sosyal Yaşam ve Hukuk Sistemi

 

        Ortaçağ karanlığından kurtulmanın üçüncü yolu ise hukuk sisteminin değiştirilerek sosyal yaşamın çağdaş ölçülere göre düzenlenmesidir. Hukuk, bir toplumun yaşamını düzenleyen kurallardır. Kulluğu esas alan ortaçağ hukuku, çağdaş bir toplumun geleceğini belirleyemezdi. Hukukun yasal sınırlarının tam olarak belirlenmemesi ve geleneksel (yazılı olmayan) hukukun etkin olduğu bir toplumun sosyal yaşamı gelişemezdi. Ayrıca yaşamın tüm alanlarının (ekonomi, askerlik, bilim, sanat, kültür, aile yaşamı, ulaşım, eğitim, sağlık, adli ve idari sistem …) yasal bir düzenlenmeye gereksinimi vardı. İşte, Türk Hukuk Devrimi yaşamın her alanında yaptığı düzenlemelerle dünyada yapılan en kapsamlı devrimdir.

        Medeni kanunun kabul edilmesi, doğu toplumları için de önemli bir örnektir ve olağanüstüdür. Kadın haklarının tanıması ve kadının sosyal yaşamda eşit olarak yer alması geleneksel toplumdan modern topluma geçişin en belirgin örneğidir. Ülkemizde kadın haklarının (özellikle seçme seçilme konusunda) birçok Avrupa ülkesinden daha önce yasallaşması ise Atatürk’ün ufkunun ve çağcıllaşma isteğinin büyüklüğünü gösterir.

 

        Tarım, ticaret, hayvancılık, bankacılık, endüstri, iletişim, ölçü aletleri, takvim ve benzeri alanlarda yapılan yasal düzenlemeler ekonomik ve sosyal yaşamın modernleşmesini sağlayacak nitelikteydi.

 

        Atatürk Devrimi’nin Niteliği

 

        Dünyada iki büyük devrimden söz edilir: Fransız ve Bolşevik devrimleri. Fransız Devrimi siyasal, Bolşevik devrimi ise sosyal alanlarda önemli değişimlerin öncüsüdürler. Birçok ülke, bu devrimlerden etkilenmiştir. Atatürk Devrimi ise yeryüzünde gerçekleşmiş en kapsamlı ve en büyük devrimdir. Çünkü toplumsal yaşamın aklımıza gelebilecek her alanındaki bir değişimin öncüsüdür ve çok önemli bir çağcıllaşma projesidir.

 

        Atatürk Devrimi’nin evrensel boyutta diğer iki devrim kadar kabul görmemesinin nedeni, emperyalizme karşı gerçekleşmesidir. Türk modernleşmesinin antiemperyalist bir karakter taşıması, tüm ezilen uluslar için önemli bir modeldir. Zaten bazı ülkelerin Mustafa Kemal’i örnek alarak birtakım yenileşme ve bağımsızlaşma hareketlerine girişmeleri dikkat çekicidir. İşte, bu noktada emperyalist ülkeler, Türk Devrimi’ni ortadan kaldırmak için harekete geçtiler. Çünkü mazlum ülkelerde gelişecek antiemperyalist karakterli bir modernleşme hareketi, dünya güç dengesini değiştirecek nitelikteydi. Bu da emperyalist Batı’nın çıkarlarına zarar verirdi. Antiemperyalist karakterli Atatürk Devrimi’nin, batılı emperyalistlerce kabul görüp takdir edilmesi düşünülemez. Bunun içindir ki dünyanın en büyük devrimi, çağcıllaşma hareketi hak ettiği evrensel boyutu kazanamamıştır.

 

        Suna Kili, Atatürk’ün devrim modelinin amacını şöyle açıklıyor: “Her sistemin, her değişme modelinin bir amacı vardır. Bunun gibi Atatürk Devrim modeli de bir amaca yönelik olarak oluşturulmuştur. Modelin birinci amacı çağdaşlaşmak, ikinci amacı da kalkınmak, böylece ‘çağdaş uygarlık’ düzeyine çıkmaktır. Gerçekte çağdaşlaşmak kalkınmayı da içeren bir kavramdır. Fakat dünyanın kapalı yönetimlerindeki bazı uygulamalar çağdaşlaşma ve kalkınmayı ayrı ayrı ele alarak yorumlamayı zorunlu kılmaktadır. Çağdaş demokratik toplumun temel amacı insanı her alanda özgürlüğe kavuşturmaktır. Özgür insan sadece ekonomik, toplumsal güvenliğe, eğitim olanaklarına, özdeksel gönence kavuşmuş kişi değildir. İnsanın aynı zamanda siyasal özgürlükleri, siyasal seçenekler arasında seçim yapma hakkı da olmak gerekir. Bu nedenle çağdaşlaşma sadece bir ekonomik kalkınma, gelişme olarak görülemez. Kalkınmış, ekonomisi güçlenmiş, çağdaş toplumun pek çok gereğini gerçekleştirmiş ülkeler, kapalı yönetim biçimleri de vardır. Bunlar Marksist sistemin uygulandığı ülkelerdir. Bu ülkelerin insanı siyasal özgürlüklerden, seçenekler arasında seçim yapma hakkından yoksundur; onun için de özgür insan değildir; bu nedenle de bu toplumlar kalkınmış, fakat çağdaşlaşamamıştır. Başka bir örnek: Bir toplumda insan yürürlükteki yasalara göre her türlü siyasal haklara sahiptir; fakat o bireyin ekonomik, toplumsal sorunları çözüme bağlanmamışsa, o kişinin yasalarda gösterilen hakları ekonomik bir içeriğe, doymuşluğa kavuşturulmamışsa, daha açık bir deyişle o kişi yoksulluktan kurtulmamışsa, özgür insan değildir. Ekmek, özgürlük, barış!.. Ekmeksiz özgürlük, özgürlüksüz ekmek, barışsız ekmek ve özgürlük erdemli bir yaşam sağlamaz. [2]” Buradaki tespitlerden de anlaşılacağı üzere, Atatürk Devrimi’ni salt bir alanla ilgili olarak düşünmek yanlıştır. Çok kapsamlı, toplumun tüm sorunlarını çözücü, topyekûn bir toplumsal değişim, dönüşüm devrimidir. Dünyadaki diğer devrimlerle kıyas kabul etmez. Türk modernleşmesine yalnızca bir yönden bakmak, algılamamızı güçleştirir.

 

        “Az gelişmiş ve yarı sömürge Osmanlı toplumunda, burjuvazi, ancak komprador ve gayr-i müslim niteliklerle belirdiğinden, Kurtuluş Savaşı ve onu izleyen ulusal demokratik devrim, ülkemizde yükselen burjuvazinin önderliğinde değil; aydınlarla, halkın ve eşrafın oluşturduğu bir ‘tarihsel blok’ tarafından gerçekleştiriliyor; işin güzeli emperyalistlerle, onların işbirlikçisi ‘sultana ve komprador burjuvazisine’ karşı yürütülüyor.

 

        Osmanlı toplumu klasik gelişme şemasını izlemiş olsa, sultana karşı burjuvazi, işçi sınıfını ve köylülüğü ardına alarak başkaldıracak ve ulusal demokratik devrim yapacak, o zaman da feodal Osmanlı toplumu içinde, burjuvazi de evriminin kadroları ve örgütü de oluşmuş olacak. Ama yok, olmayınca, bütün az gelişmiş ülkelerde örgüt diye ne varsa, kısa zamanda devrimle özdeşleşiyor, bu da bilindiği üzere askeri ve sivil bürokrasiden ibaret! [3]

 

        Attila İlhan’ın bu sözlerinden iki önemli tespitte bulunabiliriz. Birincisi, Atatürk Devrimi’nin özgün olmasıdır. Sınıfsal karakteri ve gelişme evreleri itibarıyla diğer ülkelerle paralellik göstermez. Türk modernleşmesinin temeli, kanlı sınıf savaşlarına değil; ulusal güçlerin / sınıflar ittifakının emperyalizme karşı mücadelesine dayanır. Antiemperyalist karakteriyle de özgün ve örnektir.

 

        İkincisi ise toplumuzda modernleşmenin öncülüğünü asker-sivil bürokrasinin yapmasıdır. Bu durum, Cumhuriyet karşıtlarıca zaman zaman eleştirilir. Ancak eleştirenler şunu hiçbir zaman akıllarına getirmezler. 1920’li yıllarda Türkiye’de ne burjuvazi ne de işçi sınıfı vardı. Feodal derebeylerin de modernleşmeye öncülük yapması zaten düşünülemezdi. Çünkü modernleşme, feodaliteye karşı bir harekettir.

 

        Çağdaş Uygarlık Düzeyi

 

        Atatürk’ün modernleşme projesi ne yazık ki aydınlarımız tarafından bile tam olarak kavranmamıştır. Atatürk’ün gösterdiği hedefin “çağdaş uygarlık düzeyi” olduğu söylenegelir. Bu yanlıştır. Bakalım Onuncu Yıl Nutku’nda Atatürk, ne diyor bu konuda: “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.”

 

        Atatürk, uygarlık savaşımının kültürle olacağını çok iyi bilmektedir. Türk Ulusu’na gösterdiği hedef, “çağdaş uygarlık düzeyi” değil; “çağdaş uygarlık düzeyinin üstü”dür.

 

        Mustafa Kemal’in amacı hep önde gitmek ve öncü olmaktır ve ulusundan da bunu istemektedir. “Önemli olan ufku görmek değil ufkun arkasını görmektir.” sözüyle Atatürk; bu öncü, ilerici, uzak görüşlülüğü vurgulamaktadır. Böyle düşünen bir Atatürk’ün hedefinin “çağdaş uygarlık düzeyinin üstü” olması doğaldır.

 

        “Bir tarihte tartışıyorduk, birtakım dogmatik ‘Atatürkçüler’ bana çağdaş uygarlık düzeyi diye, Amerika’nın denetimindeki Batılı emperyalist sistemi yutturmaya çalışıyorlardı, kızmışım, dedim ki ‘Arkadaş, Kemal Paşa’nın iki büyük hüneri vardır ki, birisi bu çağdaş uygarlık deyimi, ötekisi bunun içinden çıkan bir düşünüş biçimidir.’ Önce bunları kavramayı öğrenelim. Ne gibi mi, şöyle: Çağdaş uygarlık düzeyini hedef diye aldın mı, bir kere sürekli devrimciliğe mecbursun, çünkü çağdaş uygarlık düzeyi dogmatik değil diyalektik bir kavram, kendi karşıtlarıyla çarpışa birleşe gelişiyor. [4]Atatürkçülüğü, Türk modernleşmesini durağan hale getirmek ulusumuzun uygarlık yürüyüşünü engeller. Sürekli gelişme ve değişme düşünsel yaşamın dinamiklerinde olmalıdır.

 

        Modernleşmede Gelinen Aşama

 

        Türkiye’de Cumhuriyet devriminden sonra halkın sosyal yaşamında önemli değişimler olmuştur. Özellikle kentlerde geleneksel yaşam tarzı terk edilip çağdaş yaşam biçimi kabul edilmiştir. Halkevlerinin ve eğitim kurumlarının örnek çalışmalarıyla kültür ve sanat etkinliklerine kadın erkek birlikte katılma anlayışı toplumda kabul görmüştür. Sosyal yaşama kadın ve erkeğin birlikte katılımı tutucu çevrelerin muhalefetiyle karşılaşmıştır. Buna karşın toplumdaki yenileşme isteği yok olmamıştır.

 

        Kültürel alan zenginleşmiş, her dalda cumhuriyet kuşağı kültür, sanat adamları yetişmiştir. Dilimizin, yabancı dillerin etkisinden kurtulması kültür, sanat yaşamımıza canlılık, devinim ve yaratıcılık getirmiştir. Dil ve tarih kurumlarının çalışmaları topluma benlik aşılamış, bununla özgüven kazanan halk kendi kültürel, sanatsal yaratılarını hızla oluşturmaya başlamıştır. Yüzyıllardır görmezden gelinen Anadolu gerçeği, dramı, yoksulluğu cumhuriyet aydınları tarafından dile getirilmiş ve sorunların çözümü için ivedi çalışmalar yapılmıştır.

 

        Bilim alanında yapılan çalışmalar ise çok önemlidir. Alman faşizminden kaçan birçok bilim adamının Türkiye’ye sığınması ve Atatürk yönetiminin bunlara kucak açması bilim tarihimiz açısından önemlidir. Şefkat ve can güvenliği isteyen bu bilim adamlarının Türkiye’yi seçmesi ise ulusumuz açımızdan övünülecek bir durumdur. Bu, özgürlük anlayışı bakımından ülkemizin ne denli güvenilir, sempati duyulur, önemsenir bir yer olduğunun kanıtıdır. Bu bilim adamları, genç cumhuriyetin yeni oluşturmaya başladığı üniversite sisteminde önemli görevler üstlenmişlerdir. Ankara gibi çağdaş bir kentin mimarisinin oluşumunda önemli sorumluluklar üstlenip katkılar sundular.

 

        Cumhuriyetin ilanıyla on olan sanayi kuruluşu sayısı, onuncu yılda bini bulmuştur. Sanayideki yıllık büyüme oranı %19’ u geçerek dünya rekoru kırmıştır. Her alanda bacası tüten sanayi kuruluşları bölgesel farklılık gözetmeksizin yurdun her yöresine dağılmıştı. İthalata ve dış borçlanmaya, tüketime dayalı ekonomik düzen terk edilmiş, öz kaynaklara dayalı üretici bir toplum yaratılmıştır. Ekonomik mucize ile birlikte Türk burjuvazisi de yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Burjuvazinin, dolayısıyla işçi sınıfının oluşması sosyal, düşünsel, kültürel ve sanatsal alanlara canlılık getirerek aydınlanmayı hızlandırmıştır. Dışa bağımlılıktan kurtulan ekonomik yaşam toplumu yarınlara güvenle bakmasını sağlamıştır.

 

        Eğitim, yurdun her yanını aydınlatıp modern yaşamın kültürel kalıtını tüm bireylere ulaştırmayı amaç edinmişti. Yurdun her köşesinden özellikle köylü çocuklarının okuyarak devlet görevlerine getirilmesi sosyal yaşamın değişmesini hızlandırmıştır. Ankara’da kurulan hukuk fakültesi, çağdaş hukuk sisteminin yerleşmesinde önemli görevler üstlenmiştir. Yine Ankara’daki Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi; ulus bilincimizin, kültürümüzün ve ülkümüzün oluşmasında inanılmaz katkılar yapmıştır.

       

        Kılık kıyafet devrimi, geleneksel anlayış ve ölçüleri yıkmış; halkın çağcıl, ergonomik giyinmesini sağlamıştır. Bugün bile yurdumuzun en ücra köşesindeki bir yurttaşımızın kasketini başından çıkarmaması, bu devrimin ne denli benimsendiğinin bir göstergesidir.

 

        Doğru Gitmeyen Trendler

 

        Türk modernleşmesi, Atatürk’ün öncülüğünde asker ve sivil bürokrasisinin yukarıdan aşağıya uyguladığı bir devrimdir. Bu devrim, halkın önemli bir bölümünce benimsenmesine karşın, bir bölüm halk da devrime karşı sert bir direnç göstermiştir. Direnç gösteren kesimin ana gövdesini feodal toplumsal anlayışın temsilcisi kabul edebileceğimiz kişi ve gruplar oluşturuyordu. Yüzyıllardır ulusumuzun içinde örgütlenen tarikat, aşiret gruplarıyla geçimini yalnızca ticaretten sağlayan tufeyli takımı devrimlere karşı işbirliği yapmıştır. Bu kesimler, baştan beri Türkiye’nin tam bağımsızlığını istemeyen batılı emperyalistlerle çıkar birliği yaparak Türk modernleşmesine karşı büyük bir savaş başlatmışlardır.

 

        Atatürk’ün erken ölümü ve II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla oluşan ekonomik buhran dönemi, ülkemizdeki çağcıllaşma hareketini olumsuz yönde etkilemiştir. Türkiye’nin dış tehlikelere karşı hazırlıklı olma düşüncesi, iç ekonomik dengelerin bozulmasına, halkın geçim sıkıntısı içine düşmesine neden olmuştur.

       

        10 Kasım 1938’den sonra Atatürkçü ideolojik düzlemde kırılmalar yaşanmıştır. 11 Kasım 1938 günü Mustafa Kemal’in en yakın iki çalışma arkadaşının ( İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Dışişleri Bakanı T. Rüştü Aras ) görevden alınması bu kırılmanın ilk belirtisidir. Kayseri Uçak Fabrikası’nın 1939’da kapatılması, ulusal endüstri anlayışından vazgeçildiğinin belirtisidir. Ayrıca köy enstitüleri ve halkevlerinin çeşitli gerekçelerle 1947’de faaliyet alanlarının kısıtlanarak programlarının değiştirilmesi, Atatürkçü eğitim anlayışından vazgeçme olarak kabul edilebilir.

 

        Savaş ortamının yarattığı karışıklıkta dost ve düşman ayrımının da yeniden biçimlenmesi ülkemizi batılı emperyalist ülkelere yaklaştırmıştır. Savaştan sonra oluşan bloklaşma Türkiye’yi Kurtuluş Savaşı dönemi ittifaklarından uzaklaştırmıştır. Soğuk Savaş dönemiyle birlikte ülkemiz bloklar arasında stratejik önemi nedeniyle küresel güçlerin hegemonya ve çatışma alanına dönmüştür. Çatışma ideolojik kamplaşmalara neden olmuştur. Büyük güçler ülkemizdeki ideolojik uzantıları aracılığıyla yıllarca süren bir çatışma ve çekişme ortamı yaratmışlardır. İşin ilginç yanı ise ideolojik karşıtlık içinde olan bu grupların Atatürk devrimine ve kurumlarına karşı ortak tavır içinde olmalarıydı. İşte, bu durum Türk modernleşmesinin engellenmesinde önemli bir rol oynamıştır.

       

        Soğuk Savaş döneminde ideolojik kamplaşmaların yarattığı bulanık ortamdan yararlanan küresel güçlerle feodal işbirlikçiler ortaçağ düzeninin kurumlarını yeniden kurma yoluna gitmişlerdir. Ekonomik olarak zayıflayan ve giderek dışa bağımlı hale gelen ülke dış yaptırımlara boyun eğmek zorunda kalmıştır. Böylece dinsel, geleneksel ve tüketici yaşam tarzı ülkeye yavaş yavaş kabul ettirilmiştir.

 

        Çok partili siyasal yaşama geçilmesi de Türk modernleşmesi için önemli bir kırılma noktasıdır. Cumhuriyet’in tam olarak kurumsallaşamadığı, feodalizmin ortadan kaldırılamadığı, II. Dünya Savaşı’ndan kaynaklanan ekonomik durağanlığın giderilemediği bir dönemde çok partili siyasal yaşama geçilmesi çağcıllaşma sürecine önemli bir darbe vurmuştur. Partilerin seçim çalışmaları sırasında popülist vaatlerle devrim ilkelerinden taviz vererek, zaman zaman da Cumhuriyet kurumlarını hedef alarak yaptıkları propagandalar Türk modernleşmesine vurulan en büyük darbedir. Özgür bireylerin oluşmadığı toplumlarda, demokrasinin yerleşmesi olanaksızdır. Demokrasinin yalnızca sandıkta oy kullanmak olarak algılanması; hukukun, demokrasinin bir parçası olarak görülmemesine neden olmuştur. Böylece demokrasi aracılığıyla feodal anlayışlar ve örgütlenmeler, devletin zirvesine taşınmıştır. Çok partili siyasal yaşama geçilmesinde iç dinamiklerin etkisi olduğu kadar dış dinamiklerin etkisi daha belirleyicidir.

 

        Çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra askeri darbe dönemleriyle birlikte Türk modernleşmesinden tavizler verilmiştir. Her darbe döneminden sonra Atatürk Devrimi karşıtları, konumlarını daha da güçlendirmiştir. Yine bu dönemlerde dışa bağımlılık daha da artmıştır. Siyasal ve ekonomik açıdan zayıflayan Türkiye, küresel güçlerin etki alanına daha çok girmiştir.

 

        12 Eylül darbesinden sonra demokratik kitle örgütlerinin yasaklanarak suçlu gibi gösterilmesi, toplumsal örgütlenmeyi ve demokrasinin tabana yayılmasını engellemiştir. Sendikaların, meslek örgütlerinin, derneklerin, tarımsal alandaki taban birliklerinin yasaklanmasıyla sivil örgütlenmeler; cemaat, tarikat, hemşeri ve toplumsal sorunlardan uzak derneklerin oluşmasına yol açmıştır.

 

        1950’den sonra ekonomik olarak dışa bağımlılık artınca tam bağımsızlık da tartışılır duruma gelmiştir. Dışa bağımlılığa koşut olarak modernleşme de gerilemiştir. Cumhuriyet kurucularının ekonomik bağımsızlığı neden önemsedikleri daha iyi anlaşılmaktadır.

 

        Çözüm Önerileri

 

        Türk modernleşmesinin yeniden dinamizm kazanması için feodalizmden ve dışa bağımlılıktan kurtulması gerekir. Toplumu, “Demokrasi mi, laiklik mi?” ikileminden kurtarmak gerekir. Türkiye’de laiklik olmadan demokrasinin olamayacağını bilmek gerekir. Laiklikten uzaklaşmış bir Cumhuriyet’in ayakta kalamayacağı iyi bilinmelidir.

 

        Feodalizmin tasfiye edilmesinde en önemli konu toprak reformudur. Bu, bölücülüğün ve irticaının önlenmesinde temel oluşturacak öncü bir değişim hareketi olacaktır. Yoksul köylülere devlet şefkatinin gösterilmesiyle bu kesimlerin Cumhuriyet’e yaklaşması sağlanacaktır.

 

        Sosyal devlet olgusu yeniden tesis edilmelidir. “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir. (M.K. Atatürk)” özdeyişiyle vurgulanan sosyal devlet anlayışı Türk modernleşmesinin önemli bir öğesidir. Eğitim sisteminde sosyal devlet ilkesinden (yatılı okul sisteminden) uzaklaşılması; yoksul halk çocuklarının kötü niyetli kişilerin, kötü amaçlarına alet edilmesine (Cumhuriyet’e karşı kullanılmalarına) neden olmuştur. Yatılı okul sistemi sağ iktidarlar tarafından bilinçli olarak ortadan kaldırılmıştır. Dün bu okullarda okuyan yoksul halk çocuklarının bir bölümü yatılı tarikat okullarında okuyor, bir bölümü bölücü örgüte militan oluyor, bir kısmı da mafya çetelerine tetikçilik yapıyor. Bu nedenle ivedi olarak Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine uygun eğitim sisteminin uygulanmasına geçilmelidir. “Eğitimde ulusal, öğretide evrensel” ilke Milli Eğitim’in temel ilkesi olmalı, eğitimin birliği ilkesi taviz verilmeden uygulanmalıdır.

 

        Üniversitelerin bilimsel özerkliği sağlanmalıdır. Bilimin, günlük siyasal çekişmelere alet edilmesi önlenmelidir. Üniversitelerde araştırma, inceleme, tartışma ortamları oluşturulmalı; bu konuda yasal düzenlemeler yapılarak ekonomik destekler sağlanmalıdır. Belli bölgelerde üniversite kentleri (Bu konuda Eskişehir örnek alınabilir.)  kurulmalıdır.

 

        Dışa bağımlılıktan kurtulmanın en önemli ayağı, ekonomidir. 1923’te çizili ekonomideki yol haritasına dönmek, ulusumuzun geleceği açısından yaşamsaldır. Endüstrinin temelini ve itici gücünü oluşturan demir-çelik sanayi çağa uygun bir biçimde yeniden kurulmalıdır. Ulusal kaynaklarımıza dayalı endüstri anlayışı temel ilke olmalıdır. Özel sektörün endüstri ve bilişim alanında çalışan kesimiyle tüm resmi kurumlarda AR-GE birimlerinin kurulması zorunlu hale getirilmelidir. Ülkemizin genç nüfus avantajını hesaba katarak bilişim ve elektronik sektörlerine özel önem verilmelidir. Endüstri alanında marka yaratmanın yolu budur.

 

        Ulaşım, iletişim gibi stratejik alanlar devletleştirilmeli ve ileri teknolojilerle desteklenmelidir. Ulaşımda yerli enerji kaynaklarına yönelmek ulusal çıkarlarımızın gereğidir.  Dışa bağımlı enerji kullanımı azaltılarak alternatif yerli kaynaklar yaratılmalıdır.

 

        Atatürk dönemindeki tam bağımsız, komşularla ve batılı ülkelerle karşılıklı saygı çerçevesinde iyi ilişkiler kurma anlayışı, dış politikada yeniden tesis edilmelidir. Bölgesel ilişkiler, Balkan ve Sadabat Paktları örnek alınarak geliştirilmelidir. Dış politikada tek hedefin AB olduğu bir anlayış ülkemizin geleceğine ipotek koymakta ve alternatif politikaların oluşturulmasını engellemektedir. NATO ile ilişkiler gözden geçirilmeli ve ülkemiz lehine düzenlemeler yapılmalıdır.

 

        Türk modernleşmesinin önündeki engeller önce belirlemeli, sonra da onların ortadan kaldırılması için mücadele edilmelidir. Çağcıllaşma sürecinin sürmesi için 1923 ruhu, anlayışı ve kararlılığında olmalıyız. Türkiye’nin sonsuza dek yaşaması için modernleşmesi ilk koşuldur.


 



[1] Atatürk, Söylev, Türk Dil Kurumu, 1978, Ankara, s.

[2] Suna Kili, Atatürk Devrimi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1981, Ankara, s. 113

[3] Attila İlhan, Hangi Atatürk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2004,  s. 132

[4] Attila İlhan, a.g. k, s. 157

Yorumlar: 

Adsız dedi ki...

İlgiyle ve Cumhuriyetle birlikte başlayan kalkınma hamlesini gurur duyarak okudum , yazının bütünlüğü başka bir yoruma gerek bırakmıyor . Bundan sonra yapılması gerekenlerin gerçekleşmesi umuduyla çok teşekkür ederim , kaleminize sağlık .

13 Şubat 2010 02:43

Beyhan dedi ki...

SAyın Hacıömeroğlu
Bilimsel olan yazınıza yorum yapmak oldukça güç , sadece Cumhuriyetle başlayan büyük devrimin emperyailstlere karşı ve bağımsızlığımızı korumak üzere gerçekleştiğini ancak bu büyük devrimin dış güçlerle ve iç güçlerle nasıl geriletildiğini anlıyoruz...Daha doğrusu ben öyle anlıyorum... Tez olarak hazırladığınız bu yazınız bu karanlık günlere ışık tutuyor. Geriletilen devrimin ve kaybettiklerimizi telafi etmek biz , yani Türkiye CUmhuriyetinde yaşayan Vatandaşlara düşüyor. Önümüzdeki seçimlerde ilk işimiz bunları yerine koyacak bir Partiye görev vermek olmalıdır...Yazınız için sizi kutluyor ve sizi takip ediyorum ,değerli yazılarınızı bekliyorum...Sevgiler, Saygılar...

13 Şubat 2010 20:40

Adsız dedi ki...

Herşeyden önce bu paylaşım ve sunu için teşekürlerimi kabul edin, Bayhan isimli kullanıcının söylediği gibi yorum yapmak çok güç. benim en çok dünyanın üç büyük devrim kıyaslaması ilgimi çekti. fransız ihtilali jakobenlerin napolyoncu fikirlerle gizli anlaşmalarıyla sona ermiş ve jakobenlerin ileri gelenleri burjuva bir yaşama sahip olmuştu.r bolşevikler ise aynı düzlemde devam etmiş ve ilerleyen günlerde eski zenginlerin yerini yenileri almıştır. bizde de aynısı olmasına rağmen Atatrük'ün doğruculuğu ve çağdaşlığı asla unutulmamış ve özlemle anılmıştır.ne diyelim uyan Türkiyem, Deniz OTLU

16 Şubat 2010 11:38

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder