Atacan,
beş yaşında duyarlı bir çocuk… Olağanüstü düzeyde öğrenme isteği var. Kayıtsız
kaldığı bir konu neredeyse yok! Doğduktan sonra 29 gün Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Hastanesinin çocuk yoğun bakımında kaldı. Orada hem doktorlar hem de hemşireler
olağanüstü çaba gösterdiler Atacan’ın ve oradaki diğer çocukların yaşama
tutunması için. Burada eşimin böbrek rahatsızlığını anında fark ederek hemen
müdahale eden değerli dostum, kadın hastalıkları ve doğum uzmanı Prof. Dr.
Fahri Öçer’i anmadan geçmemeliyim. Hem eşim hem de Atacan yaşamlarını, Sayın
Öçer’e borçlular. Bu nedenle ona, yaşamım boyunca minnet duyacağım.
8
Eylül sabahı yaşama gözlerini açtı. Dünyaya geldiği günün gecesinde solunumu
kesildi. Yoğun bakımda ilk nöbetini tutmakta olan Doktor Umut, ona umut oldu.
Soğukkanlı ve sorumlu bir çabayla Atacan, yeniden soluk alıp vermeye başladı.
Sabahleyin erkenden hastaneye gittim. Çocuğumun durumunu bana Doktor Tuğba
Hanım söyleyince beynimden vurulmuşa döndüm. Doktor Umut Bey’e ve nöbetçi
hemşirelere ne denli minnet duyduğumu anlatamam.
Öğlene
doğru bebeğimizi görebileceğim söylendi bana. Çok heyecanlandım. Kadın doğum
servisinde yatmakta olan eşime, bu mutlu haberi verdim. Ne diyeceğini şaşırdı.
O da heyecanlandı.
Verilen
saatten önce yoğun bakımın önündeydim. Bir hemşire, beni içeri aldı. Öncelikle
ellerimi birkaç kez sabunla iyice yıkamam istendi. Sonrasında özel kıyafetler
giydirildi bana. Bebeklerin yattığı bölümün kapısına geldiğimde yüreğimin atışı
değişti, soluğum hızlandı. Girdim içeri. Otuzu aşkın kuvöz sağlı sollu konmuş.
Ancak ben, bebeğimizi tanımıyorum. Hemşire Hanım, beni girişin sağında,
sağlıkçıların oturduğu yerin hemen yanı başındaki bebeğin, oğlumuz olduğunu
söyledi. Heyecanla yaklaştım ona. Baktım, yatağın yanına “Bebek Hacıömeroğlu”
yazılmış. El kadar bir bebek, bir kilo iki yüz gram… Her yanında kablolar…
Yanımdaki hemşire dokunabileceğimi söyledi. Dokunayım da neresine, nasıl?
İşaret parmağımla sol yanağına yavaşça dokundum. Yumuşacık… Bu dokunuşu,
haftalarca sağ elimin işaret parmağında duyumsadım. İncitirim korkusu, sarıp
sarmalamış beni. Yanağı iki parmak boyutunda neredeyse. Dokunmaktan
korktuğumdan uzun uzun izledim onu. Solunum aygıtına baktım yürek atışlarını
anlamak için. Beden ölçülerini belleğime yazdım silinmemek üzere.
Hemşire,
çıkmam gerektiğini söyleyince yüreğimle vedalaştım onunla. İçimde dua ve iyi
dileklerim… Bana giydirilen giysileri çıkarıp çöp kutusuna attım. Koşar
adımlarla eşimin yanına gittim. On dakikalık konuşmayı, on saatmiş gibi
anlattım ona. Yattığı yerde çok mutlandı. Eşimin annesi ve babası gelince ben
izin istedim birkaç saatliğine.
Çıkıp
yürüdüm sahil yoluna. Çok geçmeden Bakırköy’den geçen bir belediye otobüsü
geldi. Bindim. Yol açık… Bakırköy sahile gelince indim otobüsten. Hızlı
adımlarla Cumhuriyet Meydanı’na doğru yürüdüm. Kaymakamlıktan içeri girdim. Bakırköy
Nüfus Müdürlüğüne yöneldim ivecenlikle. Atacan’ı çabucak nüfusa kaydettirdim.
Elimde onun nüfus cüzdanı, gerisin geri hastaneye döndüm. Zaman geçirmeden
eşimin yattığı odaya çıktım soluk soluğa. Nüfus cüzdanını eşime verdim.
Neredeyse mutluluktan havalara uçacaktı. Ancak sezaryen ile doğum yaptığı için
yerinden fazla kımıldayamıyor. Onun mutluluğunu görmek gerek. Dünyada böyle bir
mutluluk yok! Onu nüfusa kaydettirmem, yaşayacağına olan umudumu çoğaltmak
içindi. Yalnızca benim mi? Herkesin…
Atacan,
29 gün yoğun bakımda yattıktan sonra 30. gün bize verildi. Bu 29 gün boyunca
her gün hastaneye gidip geldim, onu gördüm. Eşimin makineyle sağdığı sütü
bozulmasın diye neredeyse uçarak götürdüm ona. Giderek iştahlandı. Anne sütü
ona yetmez oldu. Bir kilo yedi yüz grama erişmişti. Eve geldik. Eşim, bebeğe
elleyemiyor. Bakıcıya da annesine de bebeği teslim edemeyeceğini söyleyince
onun bakımını üslendim. İşimi bıraktım. Yalnızca eşim eve geldikten sonra
ikindiden sonra derslerime gitmeye başladım. Bütün gün bebeğimizleydim. Onu
öylesine tanıdım ki anlatamam. Bunun en iyi tanığı da eşim. Yaşamımın en güzel
günleriydi ona bakmak.
Bebeğimiz
odamızda beşiğinde yatıyordu geceleyin, Sabah olunca da salona taşıyorduk onu.
Ağlak çocuk değildi. Gece ağlama sesini işitince eşimle fırlardık uykumuzdan.
Ben: “Sen uyu. Bir şeyi yok! Beresi gözünü kapatmıştır. Ağlamasını nedeni bu!”
Bereyi düzelttiğimde ağlaması kesilirdi. Bebeğimiz küçük doğduğundan kafası çok
küçüktü. Bu nedenle bulduğumuz en küçük bereler bile onun kafasına büyük
geliyordu. Bu nedenle bere iki de bir gözünün önüne düşüyordu başını
kımıldattıkça.
Gecenin
bir yarısı ağlardı. Uyanırdık anında. Eşime: “Bu açlık ağlaması. Ona mamasını
vereyim.” derdim. Biberon, dudağına değdiğinde susup keyiflenirdi. Başka bir
an, ağlama sesiyle ayaklanırdık yine. Ben: “Bebeğimiz bezini kirletti.” diyerek
kalkardım yerimden. Bezi değişince uyurdu mışıl mışıl. Uykunun koynundayken
birden feryat ederdi, uyandırırdı bizi. “Sorun yok! Bu, gaz feryadı.” deyince
gülerdi eşim uykulu uykulu. Onu alıp omuzuma koyardım. Sırtına hafifçe
vururdum. Sonrasında bir gaklama sesi işitirdim. Beşiğine yatırmadan çoktan
uyurdu omuzumda. Eşim: “Onun sesinden nasıl anlıyorsun niye ağladığını?” diye
sorardı. Ben de “Ağlama biçimi, ezgisi farklı.” diyerek yanıtlardım onu.
Salondaki
ikili koltuğumuzu ona yatak yapmıştık. Karı koca karşısına geçer otururduk.
Uykusunda yüzündeki değişimi fark ederdim. “Seninki kaka yapıyor.” derdim
gülerek. Ya da… “Atacan, şu anda çiş yapıyor.” diye sessizce söylenirdim. Eşim
inanmazdı bana. Kalkıp hemencecik bakardı bebeğimizin altına. Her seferinde
tahminimin doğru çıktığını görünce şaşırırdı. Sorardı “Nasıl anladın?” diye.
Ben de “Üst dudağının biçiminden…” derdim ona.
Bebeklerin
bir dili var. Aslında dikkatlice dinlendiğinde onun farklı ses tonları,
vurguları kolayca ayırt edilir. Çocuk, aslında ağlama biçimiyle iletiyi veriyor
karşısındakine. Yeter ki onun sesini yalnız kulağımızla değil, yüreğimizle
duymalıyız. Onunla yürek köprüsünü kurduğunuzda her şey çok kolaylaşmakta.
27 Ocak 2016