Mart
ayının ilk pazarı… Yağışlı, ancak ılık bir sabah... Yağmur, kısa süreli doluya
dönüşmekte. Salon pencerelerindeki perdeleri açıp izliyoruz yağışı. Pencereler,
yukarıdan aşağıya neredeyse tüm duvarı kaplamakta. Hava puslu… Dışarıda göz
gözü görmüyor. Yoğun yağış, görüş mesafesini düşürmekte.
Aydınlık,
yerini puslu bir loşluğa bırakmış. Evimizin önündeki caddede sular bir dereye
dönüşmüş. Azgın dere, sağa sola çarparak kaldırımları aşındırmakta. Suyun
üstünde yapraklar ve kâğıt parçaları dalgalı denizdeki kayıklar gibi yalpalayarak
suyun hızına ayak uydurmuş bir biçimde sürüklenmekte.
Yayalar,
yağmurdan korunmak için buldukları daldalara sığınmışlar. Arabaların sıçrattığı
sular, birçok yayayı sırılsıklam ıslatmakta. Islananlar, el kol hareketleriyle
dertlerini uzaklaşan araçların sürücülerine anlatmaya çalışmakta.
Birkaç
sokak köpeği, yapıların saçakları altına sıkışmış insanların aralarında
kendilerine yer bulmuş durumda. Onlar da yağmurun, dolunun şiddetinden,
ıslaklığından korunmanın peşinde. Köpeklerden korkan birkaç kişi, yer
değiştiriyor ivedilikle. Köpeklerin yanlarına gelmesini fırsat belleyen bazı kişiler;
onların kafalarını, boyunlarını, sırtlarını okşamakta.
Korkusuz
ve güçlü olduğunu kanıtlamak isteyen birkaç genç, yağışa aldırmaksızın yavaş adımlarla
yürümekteler. Yürürken de çevreye göz atmayı ihmal etmemekteler. Yürüyüş ve
bakışlarında kahramanlık madalyası bekler bir tavırları var.
Tam
da kahvaltıyı hazırladığımız bir anda yağışı izliyor, cama vuran doluların
haykırışlarına kulak veriyoruz. Lodosla savrulan dolu taneleri, önce güneye
bakan camlara çarpıp pencerenin alt kısmındaki mermerlerin üzerine düşüyor.
Orada, adeta bir top gibi zıplayarak yere iniyor hızla. Artık, kahvaltıyı
unutmuş durumdayız. Yağışı izlemek, açlık duygusunu bastırmakta.
Salon
penceresinin önünde öbek öbek saksılar var. Saksılarda türlü türlü çiçekler… Çiçeklerin
bakımından ben sorumluyum. Onları sulamak, kuru yapraklarını ayıklamak, baharda
gerektiğinde saksıları değiştirmek, toprağı azalmışsa saksıya toprak eklemek,
çiçek diplerini elimle çapalayarak havalandırmak… hepsi benim işim.
Eşimin
sahiplendiği orkideler bir yanda… Atacan’ın çiçeği beyaz yelken çiçeği
başköşede... Atacan’ın doğduğu gün halası, hastane odasına bu çiçeği getirmiş.
Biz de onu eve getirip özel bir ilgiyle bakmışız. Doğasever Atacan, bu çiçeğin
önemini anlayınca dört elle sarılmış ona. Adeta arkadaş olmuşlar. Arada sırada
beyaz yelken çiçeğini sular, ona başkalarının dokunmasına izin vermez. “Bu
çiçek benimle yaşıt...” der. Birkaç yaz dinlencesinde kuruma tehlikesi geçirdi
aldığımız tüm önlemler karşın, ama yine de onu yaşatmayı başardık. Dinlenceye
gitmeden önce onu su dolu büyükçe bir leğenin ortasına koyarız, susuz kalıp
kurumasın diye. Ne yazık ki bazı dinlencelerimiz uzun sürüdüğünden eve
döndüğümüzde leğenin içinde suyun zerresi kalmaz. Atacan, eve girer girmez
hemen çiçeğini sular. Ben de kurumuş yaprakları ayıklayıp çiçeğe soluk
aldırırım.
Atacan
neredeyse her gün saksının yanına gider: “Benim beyaz yelken çiçeğim, çiçek
açtı mı acaba?” der ve yaprakların arasında bir beyazlık arar. O beyazlığı
görünce de çok sevinir. Gidip gelip çiçeğin büyüyüp büyümediğini kontrol eder.
Biz
ailecek camın önünde yağışı izlerken eşim bir yandan beyaz yelken çiçeğindeki
birkaç sararmış yaprağı koparmaya başladı. O da ne? Sararmış yaprağı sertçe
çekince köklerden bir tanesi koptu. Eşimin elinde köküyle bir yeşillik… O,
şaşkın. Ne yapacağını bilemez durumda. Atacan kızgın… Ben, eşimin elinden
çiçeği aldım ve balkondaki bir saksıya onu diktim kurumasın diye. Aradan birkaç
dakika geçmeden eşim küçük bir saksı buldu. İçine toprak koydu ve Atacan’ı
çağırdı. Çiçeği benim diktiğim yerden alarak yeni saksıya diktiler. Atacan,
özenle suladı onu.
Her
olumsuz durum karşısında olumlu bir seçenek üretir Atacan. Bu kez aynısını
yaptı yine. Önce annesine kızmıştı. Saksından bir kök çiçek kopardı diye. Yeni saksıda,
o kökün yaşayacağını anlayınca bu kez sevindi, üzüntü bulutları dağıldı. “İyi
oldu.” dedi. “beyaz yelken çiçeğim de soyunu sürdürecek yeni bir saksıda. Onun
da soyunu sürdürmesi hakkı… Çiçeğimin çocuğu oldu şimdi.” sözlerini de eklemeyi
unutmadı.
Yaşamı
güzel kılan olumlu düşünmek değil mi? Olumsuzluklara teslim olmak, hep onlarla
yaşamak, kişiyi umutsuzluk girdabına sürüklemez mi? Atalarımız: “Her şerde, bir
hayır vardır.” sözünü boşuna söylememiş. Şerleri hayıra, olumsuzlukları
olumluya, umutsuzluğu umuda, kötüyü iyiye çevirmek diyalektik bakış açısının
bir gereği değil mi? Mutluluk da bu anlayıştan filizlenir.
Adil
Hacıömeroğlu
5
Mart 2018
Ellerine sagliklar...Sevgili dostum..Guzel bir yaşam dileğim ve sevgilerimle...
YanıtlaSilÇocukların saf , temiz halini çok seviyorum.Hayvan ve çiçek sevgisiyle onları besleyip ,yetiştirip geliştiğini gören duygusuyla kırmamak , incitmemek için sevgisiyle narin davranıp mutlu olan Atacan’ ı yetiştiren anne ve babasının sorumluluk duygusunu vermesi değerli..Doğaya insana can olabilmek , cana can katabilmek .Umutları yeşertebilmek ne güzel…Güzel insanların yüreği sarsın dünyayı, en umutsuz zamanlarda bile hayat yeniden başlar yeter ki cansuyu ol…Hayat en güzel hediye…Atacan’ ın yolu açık olsun . Başarıları daim , hayat şansının açık olacağı aydınlık yarınlar diliyorum . Sevgi dolu,vicdanlı, merhametli, paylaşım dolu yüreği iyi insanlara rast gelsin.Sağlıkla..🍀🙏🏻🪴🌱🌿📚Fulya Kırımoğlu
YanıtlaSil