OCAĞINA İNCİR DİKMEK


 “Ateş Almaya mı Geldin?” başlıklı yazımda “Ocaktaki ateşin sönmemesi yaşamın sürmesidir.” demiştim. Bacadan dumanın tütmemesi, o evde yaşamın bittiğini gösterir. Yaşamın olmadığı evlerin duvarlarında önce incir ağaçları biter, sonrasında otlar. Ev, yavaş yavaş çürüyüp çökmeye, topraklaşmaya başlar. Bir başka deyişle terk edilen ev, zamanla kendi kendini toprağa gömer. Bu konuda yardımcıları da incir ağacı ve otlardır.   

“Ocağına incir dikmek” deyimi, “Birinin evini barkını dağıtmak, bir daha şenlenemez duruma getirmek; ocağını söndürmek” anlamındadır. Deyimler genellikle değişmece anlamlıdır. Ancak deyimin ortaya çıkışında genellikle gerçek bir olay, bir yaşantı vardır. Bu da deyimlerin ortaya çıkmasındaki “gerçek anlamı” gösterir.

“Ocağına incir dikmek” deyiminin ortaya çıkışını düşündüğümüzde ilk paragrafta anlattığımız gerçekliğin payı çok büyük. Duvarlarında incir ağacının büyüdüğü, atların yeşerdiği konutta insan yaşamı yoktur. İnsanlar, evlerinin uzun ömürlü olması için her yıl bakım yaparlar. Evlerini boyayıp aşınmaya yüz tutmuş yerlerini onarırlar. Çimlenen otları, yeşeren incirleri koparırlar ki yaşadıkları evleri ayakta dursun.

İncir, cennet meyvesidir. Efsaneye göre cennetten kovulan insan cinsel organlarını incir yaprağıyla örtmüş. Kısacası incir yaprağı insanların ilk iç çamaşırı olmuş.

İncir, lezzetli olduğu kadar kolay çoğalıp büyüyen bir meyvedir. Neredeyse toprak seçmez. Her türlü toprakta boy atması olanaklıdır. Bunun için çoğu zaman insan eline gerek duymaz. Esen yelle savrulan tohumlar, kendine uygun bitek alanlar bulur. İncirle beslenen kuşların gagalarında kalan incir tohumları türlü yerlere taşınır. Kuşların midelerinde sindirilmeyen incir tohumları, dışkılarıyla ummadık yerlere taşınır. Türlü biçimlerde taşınan incir tohumlarının çoğu, düştükleri yerlerde çimlenip boy atar.

Son yıllarda köyden kente göç hızla artmış, ata toprakları terk edilmiş. Ataların yaşadığı anılarla dolu evler, hem yetim hem de öksüz kalmıştır. Tarih kokan duvarlar, çatılar, kilerler, ahırlar, avlular ıssızlığın üzüntüsüne bırakılmış. İnsan eliyle oluşmuş evler, incir ağaçlarının yaşam alanı olmuş.

Ana memleketim Çal-İsabey’in geçmişi cıvıl cıvıldı. Sokakları çocuk kaynardı. Her avluda tarhana, turşu, ekmek yapan kadınlara rast gelirdiniz. Erkekler kahvelerde, köşebaşlarında söyleşirlerdi. At arabalarının metalik tekerlerinin çıkardığı sesler, bir tarih yolculuğuna çıkarırdı insanı. Toprak damlı evlerin tavanlarında yan yana dizilmiş ardıç kütükleri, insana güven verirdi. Dar avlularda dolaşan tavuklar bir başka güzeldi. Eşek anırması, at kişnemesi, ineklerin böğürmesi, horozların ötmesi doldururdu topraktan sokakları. Eşeğin üzerindeki heybenin iki gözündeki iki çocuğun çapaklı gözlerinde dünyalar görünürdü. Heybesindeki ürünleri pazarda satmak için giden annelerin, babaların gözlerinden umut, yüzlerinden gülücük eksik olmazdı.

Çocukların işten güçten zaman buldukları zamanlarda oynadıkları türlü oyunların seyrine doyum olmazdı. Kışın asma dallarının yandığı sobaların ısıttığı yer minderleriyle kaplı odalarda, yazın dam üstlerinde serin yele karşı yenen yemeklerin tadı damaklarda yer ederdi. Evgilcek oturulan sofraların güzellikleri hem belleklerden hem de yüreklerden silinmedi yıllarca.

Savaşlar, kıtlıklar, afetler görmüş yaşlı duvarlar; terk edilmişliğin üzüntüsüne, yalnızlığın tinsizliğine dayanamadı. İncir ağaçlarıyla yalnızlıklarını giderdiler. Ayrık otlarıyla üzüntülerine umar bulmaya çalıştılar. Teknik gelişmelerin paslı demirine yenik düştü Çökelez’in görkemli ardıçları.

En son İsabey’e gittiğimde her incir ağacı gördüğümde yüreğimden seller aktı, kayalar kopup gitti. Oysa en sevdiğim meyveler arasındadır incir. Belki de doğanın bize sunduğu en bereketli meyve ağacıdır. Ne yazık ki en sevdiğim meyveleri veren bir ağacı gördükçe içimde yangınlar alevlendi. Başımdan alazlar yükseldi gökyüzüne.

Peki… Bu ocaklara, bu tarihe, bu mutluluğa, bu komşuluğa, bu anılara kim dikti incir ağaçlarını? Kim mi? Hepimiz… Geçmişi, kentin albenisine terk eden bizler… Ben, sen, o; biz siz, onlar; yani hepimiz… Her şeyi kendi ellerimizle terk ettikten sonra kalkmışız doğa ve tarih koruyuculuğuna soyunmuşuz. Oysa tarih ve doğa kolayca vazgeçtiğimiz yerlerde. Doğup büyüdüğümüz, sokaklarında koştuğumuz, aşımızı yediğimiz, suyumuzu içtiğimiz, bilincimizi oluşturduğumuz, yüreğimizi varsıllaştırdığımız yerlerde.

Kim bilir, belki bir gün anımsarız nereye ait olduğumuzu? Sanal dünyanın, bol ışıklı tüketici yaşamın sahteliğinden kurtulup gerçeğin kucağına atarız kendimizi. Ocaklarımızın duvarların yabanıl incirlerin, ayrık otlarının büyümesine fırsat vermeyiz. Kim bilir…

                                                                                   Adil Hacıömeroğlu

                                                                                   15 Ağustos 2021

 

 

 

2 yorum:

  1. At arabalarının metalik seslerini bıraktığı o taş döşeli yollar artık yok, yerine beton yollar yapıldı, akan suyu bağrına alamayan…

    Şükran Balekoğlu Yamak

    YanıtlaSil
  2. Cenab-ı Hak incire,zeytine yemin ediyor.Allah bir şey üzerine yemin ediyorsa,bu durum,o şeyin kudsiyetini,önemini göstermektedir. Peki incir,zeytin kutsalda, şeftali,kestane vs.kutsal değil mi? İncil,hz.İsa'ya Zeytin dağında,Tevrat hz.Musa'ya Tur(incir) dağında vahyedildi. Kuran ise peygamberimize Hira dağında vahyedildi. Demek ki,dağların,incirin,zeytinin kutsallığı,vahiyden kaynaklanmaktadır.

    YanıtlaSil