Oğluma Mektup 3

                                                                                             16 Eylül 2025 Salı

Öğrenme Tutkulu Sevgili Oğlum,

Okulunun ikinci haftası… Sanırım alışmışsındır sınıfına ve kutsal eğitim yuvası okuluna.

Atalarımız: “Ağaç, yaşken eğilir.” demiş, eğitimin önemini anlatmak için. Ağaç, gençken gövdesi kalınlaşmamıştır ve çok tazedir. Bu nedenle kolayca eğilebilir insan eliyle ve diğer etkenlerle. Sert rüzgârla da eğilir, ancak kırılmaz. Büyümüş bir ağacı, eğemeye kalkarsanız hem gücünüz yetmez hem de eğebilseniz bile kırılıverir orta yerinden. Sert rüzgârlarda eğilmediği için yıkılır. İnsan da çocukken, gençken eğitilebilir. Çünkü bu dönemde öğrenmeye, davranış edinmeye, biçimlenmeye uygun bir durumdadır genç kişi. Öğrenmesi, öğrendiklerini yaşama uygulaması çok kolaydır bu çağda. Eli de beyni gibi öğrenmeye hazırdır onun. Gördüğünü kolayca yapar. Bu nedenle sanatı, zanaatı öğrenebilir kolayca. Çünkü eli yatkın, kavrayışı yüksektir iş yapmak için. İşte, sen de eğitilebilecek bir yaştasın. Bu nedenle gençliğini, yeteneklerini iyi değerlendirmelisin.

Okul, insanoğlunun uygarlık yaratmasında en önemli sıçrama taşı. Burada çocukluktan başlayarak yıllar süren bir eğitim söz konusudur. Yapılan eğitim üstünkörü değil, belli bir izlenceye ve uygulanabilir bir düzene bağlıdır. Bu izlence ve düzen, önceden düşünülüp tartışılarak ve yapılanlardan dersler çıkarılarak işin uzmanlarınca hazırlanır. Ayrıca eğitim, tek yönlü yapılmaz. Birçok alandaki öğrencelerde bilgiler verilir. Bu bilgilerin yaşama uygulanması sağlanmaya çalışılır.

Okul, yalnızca bir öğrenme yeri değil, bir ana kucağı. Neden?

Okulu, okul yapan iki temel öğe var: öğretmen ve öğrenci… Öğretmen öğretir, öğrenci de öğrenir. İki sözcüğün de kökü, aynı. İki sözcük de “ög/öğ” kökünden gelir. Türkçede bu kökün anlamı “us, oluş, doğuş, ana, göğüs, öz, ilke, yükseliş, konuşma, düşünme, ölçü, karşılaştırma, denge, uyum” demektir. Öğrenci de usu, oluşu, analığı, bir şeyin özünü, ilkeli davranmayı, yükselişi, doğru konuşmayı, yaşamda yükselişi, düşünmeyi, ölçüyü, karşılaştırmayı, dengeyi, uyumu okulda öğretmenlerinden öğrenen kişidir. “Öğrenci” sözcüğünün kök anlamı, bu denli varsıl ve geniş kapsamlıdır. Öğrenmede “analık, doğurganlık “ vardır. Bilgi, bilgiyi doğurur bir anne gibi. Okul sürekli bilgi öğretir öğrencisi için. Anne, çocuk doğurur; okulda öğrencisi için bilgi üretir.

Okulda öğretilen bilgi, verilen eğitim kişiyi çevresiyle uyum içinde yaşattığı gibi toplum içinde yükseltir de. Öğrenciye, eğitimi boyunca ilkeli, dengeli, ölçülü olmayı öğretir. Yaşama doğru yerden bakmayı, onu doğru algılamayı sağlar.

Öğrencinin kök anlamında ”doğuş” vardır. Bu doğuş, öğrencinin her gün yeni bir bilgiye, yeni bir anlayışa, yeni bir ufka doğuşudur. Doğuş, yenilik ve umut demek. Her doğuşun içinde olağanüstü ve sonsuz umut tohumu bulunur. Bu umut tohumlarını yeşertip boy attırmak senin elinde oğlum. Sen, istersen bin bir dallı binlerce umut ağacını yeşertirsin yüreğinde. Bu yeşerttiğin umut ağaçları, yaşam boyu sana yol ve yön gösterir. Senin yaşamdan kopmanı, kararsızlığını, karamsarlığını, kötümserliğini, bıkkınlığını, başarısızlığa giden yolunu, zorluklar karşısında pısıp kalmanı, olumsuz düşünmeni önler. Bu nedenle umut ağaçlarına iyi bakmalı, onların gölgesinin altından çıkmamalısın.

“Öğrenci” sözcüğünün kökünde “konuşma” anlamı var. Bir çocuk bebekken konuşmayı annesinden öğrenir. Öğrenilen her sözcük, kurulan her tümce bir doğuştur bebek için. Sen de okulunda yüzlerce sözcük öğreniyor ve sayısız tümce kuruyorsun. Her gün kucağında sayısız bilginin tohumunu yeşertiyorsun. Konuşma, insanı insan yapan en önemli nitelik ve yetenek. Bir an düşün bakalım, konuşamasaydım ne yapardım, diye. O zaman anlarsın konuşmanın bir kişi için ne denli önemli olduğunu.

İnsan, konuşarak duygu, düşünce ve isteklerini dile getirir. Dinleyerek de karşısındakinin ne düşündüğünü öğrenir. Kişi konuşmaktan çok dinlemeli. Dinlemek insanın öğrenme sürecinde ve yaşamında çok önemli bir eğitim aracı. Bunun için öğretmenler can kulağıyla dinlenmeli. Yalnızca onlar mı?

Kimi zaman kişi, arkadaşlarından da çok şey öğrenir. Bu nedenle onları da can kulağıyla dinlemeli. Dinlenmek de doğa ananın bize kazandırdığı önemli bir yetenek. Konuşup dinlemeseydik doğayı, çevremizi algılayabilir miydik?

Türkçemizin “öğrenci” sözcüğüne yüklediği anlam dünyanın hiçbir dilinde yok! Bu, tüm öğrencilere dilimizin, kültürümüzün, eğitim anlayışımızın, atalarımızın verdiği önem ve tanıdığı bir ayrıcalık. Bunun değerini sen ve tüm öğrenciler iyi bilmeli. Bu değere uygun davranmayı da ilke edinmelisin konuşmayı sanata dönüştüren oğulcuğum.

Çocukların sevgiyle büyüyüp saygıyla kişilik kazandıklarının bilinciyle sana en derin sevgilerimi ve en içten saygılarımı sunuyorum benim vazgeçilmez can parem.

                                                                  Baban

 

 

ÇOCUKLARININ ÖNÜNDE BABA DÖVMEK DE NE?


Kocaeli’nde bir baba, sabahleyin kalkmış iki çocuğunu mahallesindeki okula götürüyor yürüyerek. Baba, çocuklarından birinin çantasını da sırtlamış elinden tutmuş yürüyor. Kim bilir güne başlamanın erinciyle neler konuşuyorlardı? Çocuklarının hangi düşüne tanıklık ediyordu baba? Onlarla gelecekle ilgili hangi tasarımların içindeydi acaba?

Deyip gülerek gidilen okul yolunda birden onları nerdeyse sıyırıp geçen lüks bir araba geçiyor yanlarından. Baba, çocuklarını korumak içgüdüsüyle tepkili davranıyor. Bu, onun doğal hakkı… Çünkü iki küçük yavrusu var yanında. Her an arabanın altında kalabilirdi çocuklarından biri ya da ikisi. Bu tepkiyi göstermeyecek anne, baba ya da insan yoktur bu dünyada. Babanın tepkisi, çocuklarının can güvenliğini koruma adına olumlu, normal bir davranış. Bu tepkide sürücüye bir uyarı var.

Uyarıyı işiten sürücü, geçip giderken babanın tepkisini görünce geri geri gelip iniyor arabadan. Çocuklarının gözü önünde babanın çenesini sıkıp tokat atıyor ona. Çocuklar, doğaldır ki çok korkuyorlar. Baba, üstelemiyor daha olumsuz durumlara yol açamamak için. Sürücü çekip gidiyor yanındaki suç ortağıyla. Babasının elini tutan küçük kızın eli kim bilir bir güvercin ürkekliğinde nasıl da korkup titremiştir?

Toplumumuzun eskiden beri var olan yazısız kuralları var. Bunların en önemlilerinden biri; bir kişinin yanında karısı, çocukları varken ona saldırılmaz; o kişi dövülmez. Bu, insan olmanın bir kuralı… Bu kurala, ancak insan olanlar uyar.

Hele çocukların yanında babaya tokat atmayı, toplumumuzun vicdanı asla kabul etmez. Çünkü baba, çocuklarının vazgeçilmez tek kahramanı. Onların sırtını dayadığı dağdır o. Çocuklar, yaşamda karşılaştıkları her türlü olumsuzlukta, fırtınada, yağmurda onun delinmez koruyucu şemsiyesinin altında güven bulur. Babalarının koruyuculuğunda geleceğe güvenle bakarlar. Bir çocuğun en büyük felaketi, arkalarında dağ gibi duran babalarının yıkılmasıdır.

Kocaeli’ndeki kent eşkıyası, pahalı arabaya binmenin şımarıklığıyla çocukların arkasındaki dağı yıkıyor hunharca. Onların kollarını kanatlarını, umutlarını kırıyor akılsızca. Çocuklar korkudan sinip kalıyor, ancak umurunda değil insan kılıklı yaratığın bu durum.

Dünyada annelere, babalara, çocuklara saygı duymayan bir toplum yoktur. Ancak pahalı taşıtlara binmeyi adamlık sanan zavallıların hiçbir şeye saygısı olmuyor. Çünkü o, içindeki insanlığı çoktan unutmuştur lüks arabasının direksiyonunda.

Ne yazık ki ülkemizdeki siyaset düzeni, uygulanan ekonomik sistem bazı kişilerin kolay yoldan varsıllaşmasına neden oluyor. Bu o kişileri şımarıklığa, görgüsüzlüğe sürüklemekte. “Parayı kazandım, güç bende.” anlayışı içinde oluyor bu kişiler nedense. Ne yazık ki bu tür kişilerin eli kolu uzun. İşlerini kolayca halledebiliyorlar. Yaptıkları yanlarında kâr kalıyor. Bu insansının gözaltına alınması mutluluk verici kamuoyunca. Dileğimiz odu ki hak ettiği cezayı alır da vicdanlı insanların yüreklerine su serpilir.

                                                        Adil Hacıömeroğlu

                                                       18 Eylül 2025

 

 

Oğluma Mektup 2

                                                                                  15 Eylül 2025 Pazartesi

Güzel Bakışlı Oğluma,

Bu sabah, yeni bir haftaya başladık. Her başlangıç iyidir aslında. İster güne, ister haftaya, ister aya, yıla başla istersen de başına yeni getireceğin her şeye. “Yeni” sözcüğü; neyin, hangi varlığın ya da kavramın başına gelirse gelsin konuyla ilgili kişiye tılsımlı bir umut verir. Umut da yeniden ve olumlu bir başlangıcın habercisi değil mi?

Başlangıçlar, nerede ve hangi koşulda olursa olsun heyecanlıdır. İnsan başlangıçlarda, yapacağı işlerde heyecan duymalı. Çünkü insan, yapacağı işi önce yüreğinde duyumsamalı. Usumuzda ölçüp tarttığımız işleri, yürek süzgecinden geçirdiğimizde başarıya inancımız artar. Umudumuz giderek çoğalır. Umut, önümüzdeki engelleri aşma konusunda bize, yürekli olma gücünü verir. Yürekli olmak, karşındaki işten korkmayarak, başaracağına inananarak amaca varmanın en güzel yolu.

Canımın İçi Oğlum, her uyandığımız sabah bize sonsuz olanaklar, yenilikler, fırsatlar sunar. Birçok bilim adamının “yarım ölüm” dediği uykudan uyanıp güne başlamak insanoğlunun büyük tansığı. Aslında tansıklar, Kaf Dağı’nın ardında değil, kendi yaşamımızın gerçeğinin içindedir. Başta kişinin dünyaya gelmesi, yaşaması, soluk alıp vermesi, sağlıklı olması, başardığı işler, uygarlığa yaptığı katkılar, düşünüp tasarlama yeteneği, konuşması, örgütlenme yeteneği, kültür, sanat ve bilimi yaratması, aklıyla üstünlük kurma becerisi bir tansık değil mi?

Her sabah uyandığında insan, dünyaya yeniden geliyor aslında. Bu nedenle yeni bir günün bize verdiği olanakların, fırsatların, umudun, şansın değerini iyi bilmeli. Zamanı iyi yönetip değerlendirmeli. Zamanın sudan hızlı aktığını bilmelisin oğulcuğum. Akan suyu, biriktirebilirsin bir yerde sonradan yararlanmak için. Ancak akıp giden zaman, bir yerde biriktirilmez sonradan kullanmak için. Bu nedenle zaman akıp giderken ondan en yüksek düzeyde yararlanmalı. Bize sunduğu fırsatları görmezden gelip boşa harcamamalı. Zamanı yönetemeyen, ondan en verimli biçimde yararlanamayan kişinin zamanı boşa geçmiş demektir. Bu nedenle zamanını boşa geçirenlerden olma!

Sevgili oğlum, gün aydınlanmaya başladığında doğuya baktığında ufukta hafif bir sarıya çalan bir kızıllık görürsün. O sarıya çalan kızıllık, altın bir tepsidir. İçindekiler ise insanoğluna sunduğu koca bir günün, zamanın, başlangıcın fırsatları. O fırsatlar da tıpkı tepsi gibi altındır biler için. Çoğu kişi altını, toprağın altındaki bir varsıllık olarak bilir. Oysa altının bize varsıllık verdiği alan, gün doğumundaki o altın tepsinin içindekilerdir.

Sen, dünyada çoğu insanda bulunmayan sağlıklı gözlem, soylu davranış, sorumlu davranma, sorunlara çözüm bulma, duygudaşlık konusunda çok ilerdesin. Senin yaşamındaki varsıllık da bunlar. Bunların değerini iyi bilmelisin. Varsıllık insanın içindedir. Onu başka bir yerde arama! Arayıp da gelip geçici el kirinin tutsağı olma! Para el kiridir, geçip gider. Ancak kişinin içindeki varsıllık paylaştıkça çoğalır.

Günün, mutlu, haftan başarılı ve sağlıklı geçsin. İçindeki varsıllığın daha da çoğaldığı dostluklarla dolu iyi bir yaşam dileğiyle…

                                                       Seni çok seven baban

 

 

 

 

 

 

 

 

Oğluma Mektup

                                                                                     14 Eylül 2025 Pazar

Canım Oğulcuğum,

Güzel sessiz bir pazar sabahı, günün ışımasıyla daha önce okumaya başladığım Talip Apaydın’ın Sarı Traktör adlı romanını elime aldım. Kentin büyük çoğunluğu, sabah uykusundayken ben Sarı Traktör’e kaptırdım kendimi. Arif’in vazgeçilmezi olan traktör alma isteğine, babası İzzet Ağa’nın sağlığına kavuşmak için giriştiği büyük savaşıma, yanı sıra tutuculuğun yoldaş oldum.

Kitabı okurken kendimi İç Anadolu’nun Eskişehir yakınlarında, ekmeğini tüm zorluklara karşın topraktan bin bir emekle kazanan Özeler Köyü’nde buldum. Arpa samanı yaktı bütün bedenimi. Buğday saplarını kimi zaman kağnıyla kimi zaman da at arabasıyla çektim. Saman kokan arabaların üstüne oturdum güneşin yakıcılığına meydan okuyarak. Gece gündüz demeden sap çeken, düven süren, yele karşı tınaz savuran köylülere karıştım. Torbalara çeç doldurdu. Koca yabalarla at arabalarına, kağnılara saman yükledim ağzımı burnumu başımdaki yağlıkla sararak.

Güneşin kavurucu sıcağında yandım, ancak yanıp kavrulduğumu anlamadım. Gölgede bile kaynama noktasına gelen toprak testideki suyu diktim kafama susuzluğumu giderip içimdeki yangını söndürmek için. Aynı suyu yüzüme, gözüme, enseme, göğsüme,  omuzlarıma döktüm serinleyeyim diye. Harman yerine getirilen saman çöpü bezeli azığımla karnımı doyurdum. Fırsat buldukça kimi zaman tek başıma, kimi zaman da arkadaşım Karayetim Halil’le dere boyunca uzanan bostanlara gidip olgunlaşan kavun ya da karpuz yedim. Doğanın ve ilkelliğin karşıma çıkardığı zorluklara Arif’le karşı durdum. Onun başarma isteği karşısında gururlanıp bu köy delikanlısına hayran kaldım.

Bulanık derede yıkandım ay ışığında. Orada Arif’le düşler kurdum traktör ve Emine üstüne. Yeri gelmişken şunu belirteyim ki Arif’in iki sevisi var koca dünyada: biri canı kadar sevdiği Emine’si, diğeri ise onun yaşamının olmazsa olmazı traktör edinme isteği.

Bir kişinin ömrü boyunca yaşamını anlamlandırdığı bir amacının olması, ulaşmak istediği bir yere gitmek yolunda çaba göstermesi, uğruna savaşım vereceği bir ülküsünün bulunması, gerçekleştirmek istediği bir düş için emek vermesi çok güzel ve değerli bir şey.

Evet, Oğulcuğum, bu dünyada herkesin gideceği bir yolu, ulaşacağı bir hedefi olmalı. Yolu ve hedefi olmayanlar, düven beygiri gibi sabahtan akşama dek aynı yerde dönüp durur. Bu kişiler, tekdüze, sıkıcı, amaçsız bir yaşamın çevrintisinde etkisiz bir varlık olur, akıntının onu götürdüğü yere gider bilinçsizle. Tekdüze bir yaşam, tatsız tuzsuzdur; insana zevk vermez. Kişinin olumlu erkesini yok edip mutluluğunu, yaşam sevincini tüketir.

İzzet Ağa; geleneklerinden, alışılagelmiş yaşam biçiminden, tekdüzelikten kurtulmak istemeyen ve bunlardan kopmaktan çok korkan tutucu biri. Yeniliklerin, gelişen teknolojinin yaşamını ne denli kolaylaştıracağının farkında değil. Bu nedenle yeniliğe açık, teknolojinin günlük yaşamı kolaylaştırıcılığını birkaç örnekle kolayca kavrayan oğlu Arif’le sürekli çatışma durumunda. Arif, yenilikleri kolayca benimseyen, bunların günlük yaşamında yer almasını isteyen bir genç. Bu yeniliklerin başında da traktör gelmekte. Çünkü traktör o günün koşullarında bir çiftçinin işini, olağanüstü bir biçimde kolaylaştırıyordu. Arif, bunu köyde ilk fark edenler arasında.

Arif’in ileri görüşlü ve yeniliğe açık olması, köylerindeki ilkokulu bitirmesi. Ayrıca yaşamdan ve gözlemlerinden öğrenmesi. Tarımda makineleşme yeni yeni ülkemize girmekte. Köyler, yüzyılların sürdüğü ilkellikten ancak tarımda bilimsel uygulamalar ve makineleşmeyle kurtulacaktır. Bu konuda köyde, öncülük yapan ise okulun öğretmeni. Arif’in arada sırada dertleştiği kişi, esin kaynağı olan öğretmen. Öğretmenden esinlenmesi, onun görüşlerine değer vermesi Arif’e sonsuz ufuklar açmakta.

İzzet Ağa, anlaşılmaz bir sayrılığın içindedir. Bu da onu çalışamaz duruma getirir. Bütün iş, Arif’in üstüne yıkılmıştır zorunlu olarak. Altı canın geçimi, onun üstündedir. Olağanüstü bir erkeyle zamanın ve koşulların sınırlarını zorlayarak çalışmaktadır. O, bir traktörü olsa işlerinin çok kolaylaşacağının, üretiminin çok artacağının bilincindedir. Bu nedenle neredeyse her gün babasına traktör almaları gerektiğini söyler İzzet Ağa’nın tüm terslemelerine karşın. O, vazgeçmez bu isteğinden. Onun traktör düşü, artarak sürer. Traktör alma inancı, her geçen gün pekişir. İnancından, düşünü gerçekleştirmekten bir milim bile geri adım atmaz. Çünkü kendi inanmıştır traktörün yararına. O da bu inancı gerçekleştirmenin savaşımını verir.

İzzet Ağa, büyük bir sağlık sorunu yaşar. İlçe merkezindeki akrabası Hasan Efendi ve köyün öğretmeninin yönlendirmesiyle Ankara’ya sayrıevine gönderilir. Ölümün kıyısından döner. Ameliyat olur. Bir ay kadar yatar sayrıevinde. Bu iyileşme dönemi, onu eski ile yeni arasında ve kendi düşünceleriyle bir hesaplaşmaya götürür. Bunda önceden kasabada belediye başkanlığı yapmış olan Hasan Efendi’nin ve köylerinin öğretmeninin büyük etkisi olur. Ölümü yenen İzzet Ağa, sonunda sağlığına kavuşup köyüne döner.

Köye döndüğünde bambaşka biridir İzzet Ağa. Kasabadan köye dönerken traktör siparişini çoktan vermiştir bile. Köye dönmek için beklediği tren istasyonunda karşılaştığı oğlu Arif’e söyler. Bu güzel haber karşısında dünyalar Arif’in olur. O, düşüne ulaşmanı sevinci içindedir. Köye döndükten birkaç gün sonra babasıyla kasabaya dönerler traktörlerini almak için. Zaman geçmek bilmez. En sonunda traktörü alıp gece karanlığında köye dönerler. Yolda kar yağışına tutulurlar. Arif’e traktörü kullanmayı öğretecek makinist de onlarla birliktedir. Konukları olmuştur. Onlar, uykuya daldıkları gecenin bir yarısında Arif’i uyku tutmaz. Pencereden baktığında her yeri kar doldurmuştur. Yıllardır onu hiçbir engel durduramamıştır, kar mı durduracak?

Sevgili Oğulcuğum, liseye başladın bu yıl. Bir gerçekleştireceğin bir amacın, bir ülkün; gideceğin bir yolun olsun tıpkı Arif gibi. O, senden yalnızca birkaç yaş büyük. Ancak onun traktör alma amacı, çocukluk dönemine dayanıyor. “Gideceği liman belli olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez.” özdeyişini kendine ilke edinmelisin. Gideceğin liman belli olsun. Yoksa sert rüzgârlarla denizin ortasında dolanıp durursun rotası olmayan gemi gibi.

Sarı Tarktör’ü kısa zamanda okuman en büyük dileğimdir benim masallarımın kahramanı, gerçeklerimin ortağı, düşlerimin öncüsü. Yalnızca sen mi? Tüm ortaokul ve lise öğrencileri Sarı Traktör’ü okumalı. Okuyup Arif gibi olmalılar başarıya giden yolda. Onun gibi amacı, ülküsü için savaşmalı gençler. Gün Arif olma günüdür.

                                                                                     Baban                  

YÜREK YAKAN BİR ÖYKÜ, SUZAN SUZİ

Türküler, halkın yaşamındaki olumlu, olumsuz her şeyi anlatır. Savaşlar, yıkımlar, doğal ve toplumsal olaylar, salgınlar, ayrılıklar, acılar, üzüntüler, kavuşmalar, mutluluklar, sevinçler, coşkular, kahramanlıklar, yengiler, yenilgiler, seviler, doğumlar, ölümler, sayrılıklar, dayanışmalar, yardımlaşmalar, açgözlülükler, ihanetler, kalleşlikler, zalimlikler, ezilenlerin direnişleri… Halk ne yaşıyorsa o, türkülerin konusu olmuştur. Her türkü, ayrı bir konunun ona uygun duyguyla dile getirilmesiyle oluşur.

Türkü, insan yüreğinin dile gelmesidir. Diyarbakır ilimizin yürekleri yakan türküsü “Kırklardağı’nın Düzü” kısa ve bilinen adıyla “Suzan Suzi” de acıklı bir olay karşısında yürekten kopan duyguları anlatır. Duygular, içten anlatıldığından yurdumuzun dört bir yanında yaşayan yurttaşlarımızın beğenisini kazanmış ve dilden dile yayılmıştır.

“Kırklardağı’nın düzü

Karanlık bastı bizi

Kör olasın zalım Suzan (Suzan Suzi)

Ziyaret çarptı bizi

        Köprü altı kapkara

        Ana gel beni ara

        Saçlarıma kumlar doldu

        Tarak getir de tara

Gazi Köşkü serindir

Dicle suyun derindir

Ağlama sen garip anam

Kadir Mevla’m kerimdir”

Diyarbakır kentinde yaşayan varsıl bir Süryani karı koca varmış bir zamanlar. Dünyada dertsiz insan yoktur. Her kişinin kendine göre bir derdi olur. Kimi derdine derman bulur, kimi de bulamaz. O dertle yaşamı sürüp gider. Bazı dertler, çözülüp kişi sevince boğulsa da bir süre sonra o dert, misliyle gelir oturur kişin yüreğine ve büyük acılara neden olur.

Varsıl Süryani ailenin çocukları olmuyormuş. En büyük dertleri de buymuş. Çocuklarının olması için çalmadıkları kapı, gitmedikleri sağaltımcı kalmamıştı. Hıristiyan, Müslüman ayrımı yapmadan her türlü din ulusundan yardım umdular. Yatırlara gidip adak adadılar. En son Müslümanlarca kutsal olan Kırklardağı’na gidip kurban kesip dualar yaptılar. Kırklardağı, Diyarbakır’ın güneybatısında ve Dicle kıyısındadır. Süryani kadın Meryem; bu dağa gidip dualar etmiş, adak adamış, dilek dilemiş, kurbanlar kesmiştir yeter ki bir evlat sahibi olayım diye. Günler günleri, aylar ayları kovalamış. Yüce Tanrı, onun dileğini kabul etmiş. Güzeller güzeli bir kızları olmuş. Adını Suzan koymuşlar. Yörede ona, kısaca “Suzi” diye seslenmiş herkes. Babası İbrahim çok sevinmiş, ziyafetler verilmiş.

Suzan’ın her doğum gününde annesi, kızını alıp Kırklardağı’na gitmiş kurban kesmek için. Kurbanlar kesilip oradaki halka dağıtılmış adak niyetine. Suzan, kaş göz arasında büyüdü, genç kızlığa adım attı. Güzelliği, görgüsü ve inceliğiyle tüm delikanlıların ilgisini çekmeye başladı. Delikanlıların düşlerine girdi. Onunla evlenip mutlu bir yuva kurma isteğiydi onların düşleri. Suzan ise delikanlıların kendisine gösterdiği bu ilgiye duyarsız kalıyordu. Ne zaman ki karşısına Adil adında Müslüman bir genç çıktı yüreği başka türlü çarpmaya başladı.  Beğenip sevdi bu delikanlıyı, tutuldu ona. Gönül ferman dinlemez, derler. Etnik ve dinswl farklılıklar, onların yüreğinde yanan sevi odunu engellemedi Çünkü sevinin dili, dini, rengi olmaz. Onun için iki çift yürek gerekli.

Önce kaçamak bakışlar, sonra fırsat buldukça gizli buluşup konuşmalar başladı.

Suzan’ın annesi yaşlanmaya başlamıştı. Doğal olarak yaşlanmanın getirdiği birçok fiziksel sorun ortaya çıkmıştı. Suzan’ın son doğum gününe, annesi gidemedi kızıyla Kırklardağı’na. Onu, hizmetçileriyle gönderdi oraya kurbanlar kesmek için. Dağa her gidişinde olduğu gibi Adil, onu hep izliyordu. Hizmetçilerin dikkatleri, kurban kesimine odaklanmışken Suzan, ortadan yitiverir ve kuytu bir yerde Adil’le buluşur. Önce eller, sonra dudaklar, ardından bedenler birleşir. İki sevgili, sonsuz bir sevinin meyvesini tadar.

Akşam olmak üzereyken Suzan, döner kurban kesim alanına ve hizmetçileriyle buluşur. Zaten her şey bitmiş, eve dönüş hazırlıkları başlamıştır. Eve dönmüşler birlikte. O günden sonra Suzan’a bir şeyler olmuş. Ne olduğunu ne bilen ne de gören vardı. Bir gün Diyarbakır’ın simgesi On Gözlü Köprü’ye gidip kendini Dicle’nin sularına bırakmış. Nehir güzel kızı yutmuş. Adil, sevdiği kızın boynundaki altın haçı kıyıda kumların içinde görünce aklını oynatacak olmuş. Gözyaşları sel olup Dicle’ye karışmış. Yeri göğü inleten bağrışı her yanda yankılanıp duyulmuş. Bu sırada aklını yitirmiş genç adam. Derviş olup dolaşmış amaçsızca yaşamının sonuna dek.

Sonrasında ne mi olmuş? Suzan ile Adil aşkı, dizelere dökülüp günümüze gelmiş. Tüm sevi öykülerinde olduğu gibi burada da sevenler kavuşamadı. Onların yere göğe sığmayan sevileri kaldı bugüne.

Türkünün son dörtlüğüne bakılırsa bu olayın Cumhuriyet döneminde geçmiş olması büyük olasılık. Çünkü 15. Yüzyılda Akkoyunlularca yapılmış bu köşkün “Gazi” adını alması 1937. “Gazi Köşkü”nün türküde geçmesi övünç kaynağı. Türkünün dili, Diyarbakır türkülerinin çoğunda olduğu gibi arı bir Türkçe… Bu da çok ilgi çekici.

“Suzan Suzi” türküsünü dinledikçe kavuşamayan âşıkları düşünür üzülürüm. Yaşanan büyük seviyi duyumsarım yüreğimin derinliklerinde.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               14 Eylül 2025

 

 

 


ANADİLDE BİLİM


Öteden beri tartışılan önemli bir sorundur bu, bilimin dilinin ne olacağı? Kişi, anadiliyle düşünür. Düşündüklerini, anadiliyle geliştirip bir sonuca ulaşır. Kuramlar, anadille oluşturulur. İnsan, anadiliyle düş görür, onunla düşlemler kurar. Başka bir dilde bunları yapması olanaksızdır neredeyse.

Türkçe, giderek gelişen varsıl bir dil. Yapısı göz önüne alındığında yeni sözcükler yaratmaya çok uygun ve işlek. Bu nedenle anadilimize matematiksel bir dildir, demek hiç de yanlış olmaz. Ana sütü gibi temiz, güzel dilimizi geliştirmeli ve her alanda kullanmalıyız. Çünkü o, ulus olmamızın temeli. Türkçemizle bilim de sanat da felsefe de yapılır. Çünkü dilimizi, kavramsal olarak varsıllaştırmak onu bu alanlarda kullanmakla olur.

Arapların sekizinci yüzyılda başlattığı ve tüm dünyayı etkileyen büyük bilim öncülüğünün temelinde yatan, anadilin bu alanda kullanılmasıdır. Şam, Bağdat, Kahire ve birçok Arap kentini bilim merkezine dönüştüren bilim dilinin Arapça olması. Bu yolla birçok Arapça sözcük batı dillerine girdi. Günümüzde de bu sözcükler, bilim alanında kullanılmakta.

Batıda bilim Latince yapılıyordu eskiden Bu dili, birçok Avrupa ülkesi anlayamıyordu. Çünkü bu dil, Avrupa ülkelerinin çarşısında pazarında, evinde, sokağında konuşulup yazılmıyordu. Yani halk, Latinceyi günlük yaşamda kullanmıyordu. Bu nedenle bilim gelişemiyordu bir türlü. Oysa Arap coğrafyasında Kuran’ın capcanlı dili kullanılıyordu bilimde. Bu da onların bilim alanında yollarını açıyordu.

“Şam’da zorla Halife tahtından vazgeçmenin yarattığı hayal kırıklığı, genç Emevi Prensi Halid bin Yezid’i bilimin kollarına iter. Ama o, arkadaşlarının kitapları yabancı tarzda okumalarını hor görür, beğenmez. Sonu gelmez bir destekçiler zincirinin ilk halkası olarak, İskenderiyeli Yunan ve Arap bilginlerini, bu kitapları devletin diline çevirmeye çağırır ve onlara Helenlerin, Mısırlıların eserlerini çevirme görevini verir. Konuk olarak çağrılan bilginlerle, kararlı bir biçimde, yalnızca kendi dilinde konuşur.

Hayal kırıklığına uğramış Prens’in kendini teselli etmek için Şam’da başladığı işi, Bağdat’taki Abbasi Halifeleri, dinin ve inananların pratik yararı için sürdürürler. ‘Siddhanta’yı Arapçaya çevirme ve ardından, Arapların gezegenlerin hareketlerini çürütmelerini sağlayacak bir kitap yazma işi, el-Mansur’un buyruğudur.’ Ve gerçekten de, Arap hükümranları, desteklemeyi yararlı buldukları şeyleri yarım yamalak değil, tam olarak desteklerler. (Sigrid Hunke, Batı’yı Aydınlatan Doğu Güneşi, Kaynak Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2008, s. 269)”

Görüldüğü gibi Emevi Prensi konuğu olan yabancılarla Arapça konuşuyor. Ayrıca yabancı dilden ülkesine getirilen bilim kitaplarının kendi anadillerine çevrilmesini istiyor.

Dönemin Arap devlet adamları, farklı ülkelerden sayısız bilim kitabı getirtirken, bir yandan da bunların hızla kendi anadillerine çevrilmesini sağlıyorlardı. Çeviri kit6aplar, Arap kentlerindeki kütüphaneleri doldurdu. Bu arada Arap bilim adamları da kendi alanlarında önemli yapıtlara imza attılar. Böylece bilim baş döndürücü bir hızla gelişti. Birçok bilim dalının (Matematik, tıp, astronomi, eczacılık, kimya… gibi) temelleri atılıp bilimsel disiplinleri, kuralları oluşturuldu. Böylece Batı da bu sayede aydınlandı.

Demek ki bilim yapmak istiyorsan kendi dilinde yapacaksın. Yabancı dille kendi bilimini geliştiremezsin. Bu nedenle ülkemizde yabancı dildeki bilimsel yapıtlar, hızla Türkçeye çevrilmeli. Başta üniversitelerimiz olmak üzere tüm eğitim kurumlarımızda anadilde eğitim yapılmalı. Bilimsel çalışmalarda anadilimizin kullanılmasına öncelik tanınmalı.

Batı ya da doğu dillerinden herhangi birisine özenti duyarak konuşmak, siyaset ve bilimsel çalışma yapmak, sanatta ileri gitmek boşuna bir uğraş. Bu nedenle güzel Türkçemizle araştırma, inceleme yapmak her yurttaşın görev ve sorumluluğu olmalı.

                                                       13 Eylül 2025

EV VE OKULDA AİLE GELENEĞİ


“Biz niye kentleşemiyoruz? Kendimizi yaşadığımız kente niye aidiyet duymuyoruz?” sorularını herkesten sıkça işitiriz. Evet, kentlerde yaşayanlar, kendilerini niye yaşadıkları yere ait görmüyorlar?

İnsanın kendini, bir yere ait görmesi için onun yaşamında bazı geleneklerin oluşması gerek. Aslında kişiyi, yaşadığı yere bağlayan onun oradaki kökleri. Bu kökler de zaman içinde oluşur. İnsanın bir yere kök salması için oradaki yaşantısının geleneğe dönüşmesi gerekir. Bu da onun yaşam alanlarıyla ilişkili. Bir kentin içinde bir göçebe gibi sürekli ilçe, mahalle, sokak, ev değiştiren birinin yaşadığı yere aidiyet duyması epeyce zor. Çünkü böyle olunca yaşadığı yere kök salamıyor bir türlü kişi. Ayrıca sürekli yer değiştiren insan, kısa süreli yaşadığı yerlerde kalıcı dostluklar, arkadaşlıklar, komşuluk ilişkileri kuramıyor. Bu da onun oraya kök salmasının, aidiyet duymasının önündeki en büyük engel.

Ne yazık ki çürük, sosyal açıdan yaşanmaz kentler oluşturuluyor ülkemizde. Yapılan konutların ortalama yaşam süresi elli yılı geçmiyor neredeyse. Çünkü yapılarımızın çoğu, dayanaklı değil. Ülkemiz, deprem kuşağında. Bu nedenle depremlerin yıkıcı etkisine dayanamayan kentlerimiz çoğunlukta. Böyle olunca kentsel dönüşüm yapılıyor. Eski yapılar, bir bir yıkılmakta. Yapılan yapıların sağlıklı kullanım süresi de ortalama elli yıl. Böyle olunca ülkemizin kaynakları elli yılda bir taşa, toprağa, betona gömülüyor. Yurttaşlarımızın dişiyle tırnağıyla kazanıp biriktirdiği parası, yeni ev yapımına harcanıyor. Neredeyse her kuşak ev sahibi olmak için çalışıp yaşamını buna göre düzenliyor. Halkın büyük çoğunluğu ömrünü bir ev almak için para biriktirmekle geçirmekte.

Yurttaşımızın yaşadığı yere, kök salmamasının ve gelenek oluşturamamasının en önemli nedeni, en az üç kuşağın aynı evde peş peşe yaşama olanağını bulamamasından kaynaklanmakta. En az üç kuşak (Dede, oğul, torun ya da nine, kız ve torun) aynı evi art arda kullanamıyor. Hem evde hem de evin bulunduğu mahallede anılar biriktirip gelenek oluşturamıyor. Atalara dayalı komşuluk ilişkileri kuramıyor. Üç kuşak; aynı berbere, bakkala, terziye, kasaba, manava gidemiyor. Aynı kahvede çay içemiyor. Aynı aşevinde yemek yiyemiyor. Çocukken aynı parkta oynayamıyor. Aynı çay bahçesinde soluklanamıyor. Böyle olunca da yaşamın kökleri oluşamıyor bir türlü. Köksüz bir ağacın toprağa bağlanması nasıl olanaksızsa köksüz birinin de kısa süreyle yaşadığı yere bağlanıp gelenek oluşturması olanaksız. Bu nedenle kentlerimizin birçoğunda yaşayanların önemli bir bölümü, kendini yaşamakta olduğu yere ait görmüyor. Yaşadığı kente yabancılaşıyor. Sokaklarda bir gezgin gibi dolaşıyor.

Üzülerek söyleyeyim ki üç kuşak aynı ilkokulda, ortaokulda okuyamıyor. Aynı evde yaşama geleneği oluşmadığı gibi aynı okulda okuma geleneği de nedense yok! Oysa aynı okula giden üç kuşak, ortak anılar biriktirecek. Aralarında okuldaşlık olacak. Bir amaç birliğinin paydasında birleşilecek. O okula aidiyet duyacak üç kuşak. O okul, onları o semte bağlayacak. Belki de üç kuşak okullarının pilav günlerinde birlikte gidecekler. Orada köklü sosyal ilişkileri olacak. Bu köklü sosyal ilişkiler, onların o okul çevresinde sağlam kök salmalarını sağlayacak. Bu da sarsılmaz, yıkılmaz bir geleneğin temelini atacak.

Okullarımızın birçoğu zamanla ad ve içerik değiştiriyor. Bir bakıyorsunuz mahalledeki ilkokul kapanıp yerine ortaokul açılıyor. Bir bakıyorsunuz okuduğunuz ortaokul, başka bir okula dönüşüyor. Ne yazık ki okul yapıları da evler gibi. Onların da yaşama ortalaması ne yazık ki elli yıl. Bu nedenle okullarımız da evlerimiz gibi yıkılıp yapılıyor sürekli.

Kentlerimiz, sürekli yıkılıp yapılıyor. Tarihsel yapılar, gözle kaş arasında yok oluyor. Anıt ağaçlar, anlaşılmaz bir biçimde kuruyor, sonrasında da kesiliyor. Yeşil alanlar, betona gömülüyor imar değişikliği kararlarıyla. Ormanlar, korular çöle döndürülüyor sorumsuz ellerce. Kentlinin anıları, kentin belleğinden silinmekte bir bir.

Kişi, yaşadığı yere aidiyet duymadığından ölüsünü geldiği memleketine götürüyor. Çünkü bir gün geri dönme olasılığını güçlü görüyor. Yaşadığı kenti ise kendisi için geçici bir yer olarak algılamakta hep.

Kentlerimizi oluşturanlar, neredeyse 1500 yıldır ayakta duran Ayasofya’ya bakıp yüzleri kızarmıyor. Yaklaşık beş yüz yıldır, depreme ve tüm doğa olaylarının yıkıcılığına meydan okuyan Süleymaniye’ye, Selimiye’ye bakıp ders almıyorlar. Tarihten ders almayanlar yalnızca yeni yapılar üzerinden para kazanmanın peşine düşüyorlar kısa yoldan.  Ne yazık ki ülkemizin en önemli geçim kaynağı inşaatçılık. Sanayi gelişmeyince yapılar yıkılıp yapılıyor sürekli. Yapılanlar da çoğu zaman kendiliğinden çöküyor içinde yaşayanların başına.

En az üç kuşak aynı evde yaşadığında, yine üç kuşak aynı mahalledeki okulda okuduğunda o zaman yaşadığımız kentlere kendimizi ait hisseder, buralara sahip çıkarız.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                    12 Eylül 2025

BATI’YA KÜTÜPHANELERİYLE IŞIK TUTAN ARAP DÜNYASI


Günümüzde Arap dünyasının geri kalmışlığına, dağınıklığına, bölünmüşlüğüne, bilimden uzak duruşuna, kültürel etkisizliğine, politik güçsüzlüklerine, emperyalist güçlere teslimiyetine baktıkça insanın içi acıyor. Bir zamanlar Batı’ya bilim, sanat, kültür, uygarlık götüren bir ulusun evlatlarının bu olumsuz durumu, ne denli üzücü değil mi? Bir zamanlar bilim ve uygarlık götürdüğü Batı’nın karşısındaki çaresizliğine bakıp şaşmamak olanaksız.

Batı’yı, Ortaçağ uykusundan uyandıran İslam uygarlığı… Onlara çağ atlatan bilimin kaynağı, Doğu… Şimdi Batı, Doğu’dan aldığı aydınlanmayla İslam dünyasını tutsaklaştırıp yeraltı ve yerüstü kaynaklarının tümünü acımasızca sömürmekte.

Henüz matbaa, günlük yaşama girmemişti. Kitaplar elle yazılıyordu. Arap ve diğer İslam kentlerinde binlerce kişi, elle kitap yazıyor, mücellitler bunları ciltliyordu. Kitaplar deve kervanlarıyla kentten kente, ülkeden ülkeye taşınıyordu. Başta Bağdat, Semerkant, Şam, Trablus, Tiberya (Filistin) ve Valencia’da bulunan kâğıt fabrikaları sürekli kâğıt üretiyordu.

800’lü yılların başında Bağdat’ta Hikmet Evi (Bilgelik Evi) kuruldu. Bilgelik Evi kurulduktan sonra bir gezginin anlattığına göre Bağdat’ta yüzden fazla kütüphane açıldı. Giderek her kentte kütüphaneler halkın hizmetine giriyordu. Buralarda halk ve bilim adamları kitap okur, tartışır, düşünce alışverişinde bulunur. Kütüphaneden ödünç kitap alırdı halk. Kitap okuma, halk içinde yayılır.

10. yüzyılda Batı manastırlarında ortalama on iki kitap varken Necef gibi küçük bir Irak kentindeki kütüphanede kırk bin cilt kitap bulunuyordu.

Güney Arabistan’da bir emir, yüz bin ciltlik bir kütüphane kurmuştu Batı’nın kör karanlıklar içinde Ortaçağı yaşadığında.

Maraga gözlemevinde, Nasıruddin Tusi 400 bin ciltlik kütüphaneyi bilim adamlarının ve halkın hizmetine açmıştı.

İbni Sina, henüz 18 yaşını doldurmamışken hastalanan Buhara Sultanı Muhammed el-Mansur’u özel hekiminin isteğiyle iyileştirdi. Ödül olarak sarayın kütüphanesinden istediği kitapları almasına izin verildi.

Halife el-Aziz; Kahire’de 6.500’ü matematik, 18 bini felsefe, olmak üzere 1 milyon 600 bin ciltlik Fatımi Kütüphanesi’ni kurdu. El Aziz’den sonra başa geçen oğlu, bu kütüphanenin yanına on sekiz salonlu ikinci bir kütüphane yaptı.

Vezir el-Muhallabi, 963 yılında ölünce 117 bin cilt kitap bıraktı geriye. Yine ondan sonra gelen Vezir İbn Abdan, 2026 kitaba sahipti. Bir kadının ise 1 milyon 50 bin cilt kitap olan bir kütüphanesi vardı. Bazı meraklıların özel kütüphanelerinde 20 bini aşkın kitap bulunuyordu. Günümüz dünyasında bu sayıya ulaşmak olanaklı mı?

Bir hekim on ton ağırlığındaki kitaplarını taşımak için 400 deveye gereksinim duymuştu. Bir Arap bilgin, öldüğünde ise geride farklı bilim dallarında yazılmış 600 sandık kitap bırakır.

Halkın her kesiminden, varsıl ya da yoksul olsun herkes kitapçıların müşterisiydi. Kültür aracı olan kitapçılar ve kültür merkezi olarak kitaplıklar Arapların dünyaya armağan ettiği önemli bir buluştur. Kitapçılar, kent kent dolaşarak yayıncılardan kitap toplarlardı.

Neyse sözü fazla uzatmayayım. Meraklıları, Kaynak Yayınlarından çıkan Batı’yı Aydınlatan Doğu Güneşi-Sigrid Hunke kitabını okuyarak ayrıntılı bilgiye ulaşabilir.

Arap dünyası, ne yazık ki atalarının izinden gitmeyip Batı’nın yalanlarla süslenmiş sözlerine kandılar. Bilimi temel alan düşünce siteminden ve toplumsal anlayıştan vazgeçtiler. Dogmatizmi, yozluğu, gerili, batıl inançları kendilerine kılavuz edindiler. Kitabı yaşamlarının dışına atıp şehir efsaneleriyle vakit geçirdiler. Böylece bağımsızlıklarını, özgürlüklerini, özgünlüklerini yitirdiler. Bilim, onlar için yabancı bir ülke oldu. Hurafeler peşinde koşan Allah ile aldatan dinidarları, bilim adamlarına yeğleyip baş tacı yaptılar. Geldikleri yer mi? Batı karşısında umutsuzluk ve çaresizlik bataklığı…

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                                     11 Eylül 2025

KÖY ENSTİTÜLERİNDE FEN BİLGİSİ EĞİTİMİ


Tüm orta dereceli okullarda olduğu gibi Köy Enstitülerinde de fen bilgisi dersleri okutuluyordu. Fen bilgisi dersi; tabiat bilgisi (biyoloji), fizik ve kimyayı kapsıyordu. Diğer derslerde olduğu gibi fen bilgisinde de eğitim, kuramsal değil; uygulamalıydı. Yaşama uymayan, yapılan deneylerle kanıtlanmayan bilgi, bu okullarda değer taşımazdı.

“…Tabiatın içinde, tarla ve bahçeler arasında açılan bu kurumlarda, biyolojinin derslikte, karatahta başında okutulması artık gülünç olurdu. Tıpkı bunun gibi, ekilip biçilen, çadır hayatından başlanarak yeni yapılar kurulan, hayvan beslenen bir kurumda fizik, kimya, aritmetik ve geometri derslerini bu olaylarla bağlılık yaratılmadan okutmaya kalkışmak, büsbütün gülünç olurdu… ((İ. Hakkı Tonguç-Canlandırılacak Köy’den aktaran, Pakize Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, IV. Basım,  Şubat 2009, s. 278)” Enstitülerin kurucusu Tonguç, fen bilgisi dersinin karatahta başında anlatılıp öğretilmeyeceğini vurguluyor burada. Her konunun yaşanan ortamda deneyimlenmesinden yanadır. Kuramsal bilgi, yaşama uygulandığında bir değer kazanır.

“Tüm derslerin yöntemini değiştiren enstitü sisteminde, amaç ve ilkeleri ortak olan, ‘tabiat bilgisi, okul sağlık bilgisi, fizik ve kimya’ derslerinin öğretimi de günlük yaşamın gereksinimlerinden yola çıkılarak yapılıyordu. Konuları kestirme yoldan öğrenme, onlardan enerji kaynağı ve iş aracı olarak yararlanma yöntemi, ilgili ilkelerden biriydi. Enstitü yaşamının her alanında bu derslerin konularını içeren birçok işle bu işlerde kullanılan araçlar ve öğrencilerin elde etmekte olduğu ürünler vardı. Örneğin, yapı tekniği derslerinde kireç ve alçı maddelerin yakılmasını öğrenmek zorundayken, öte yandan, yalnızca karatahta başında formül yazarak ya da kitaptan ezberleyerek, ya da laboratuvar tüpleriyle oynayarak kimya dersi yapmak çok gerilerde kalırdı. Böylece enstitülerde kimya öğretiminde ‘kitap ve tebeşir kimyası’nın yerini ‘iş kimyası alıyordu. (İ. Hakkı Tonguç, Öğretmen Ansiklopedisi ve Pedagoji Sözlüğü, Kimya Öğretimi, s. 258)” Burada anlatıldığı gibi enstitülerin eğitim göreceği yapıları üretmek, öğretmenlerin ve ustaöğreticilerin öncülüğünde öğrencilerce yapılıyordu.

İş içinde eğitim yapmanın getirdiği kolaylıkla yapıcılıkta yapılan iş, kimya bilgisinin uygulama alanına dönüşüyordu. Böylece yaşamın bir parçası olan yapıcılık, önemli bir eğitim alanı oluyordu öğrenciler için. Bu nedenle deney yapmak için özel bir laboratuvar kurmaya gerek kalmıyordu.

“Orada önemli olan, kireci yapıda kullanırken, badana ya da alçı dökümü yaparken bu bilgileri iş içinde kullanarak, bilimin getirdiği kolaylığı iş içinde öğrenmek ve yararlanmaktı. İşin ve ürünün niteliğini yükseltmek, zamandan ve güçten kazanmaktı. Enstitü sistemi kendini öteki eğitim kurumlarından bu özgün yanıyla fen ve doğa bilimlerinin öğretiminde de çığır açmıştı. Bilgileri ezberlemek yerine, gerekenleri yaşamdaki işler için kullanmak, öğrenmeyi çok daha iyi sağladığı gibi, bilgiler işe dönüşerek, iyi ürün almada, araç yapmada, yapı yapma ve boyamada vb. işlerde kolaylık getiriyordu. Tonguç’un görüşünde asıl bilgi ve kültür bu kolaylığı kavramak ve ondan yararlanmaktı. (Pakize Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, IV. Basım,  Şubat 2009, s. 278)” Köy Enstitülerinde uygulama, eğitimin temelini oluşturmaktaydı. Yaparak, yaşayarak öğrenmek öğrenciyi üst düzeyde geliştiriyordu. Bu da öğrencilerde bilinç sıçraması yapıyor ve onlara özgüven sağlıyordu.

Yapılan uygulamalarla derslerin birbirleriyle ilgileri ortaya çıkıyordu. Böylece çoğu zaman bir dersle ilgili uygulama yapılırken başka bir dersle ilgili konu da öğrenilmiş oluyordu. Eğer dersler, karatahta başında ya da klasik laboratuvarda yapılsaydı böyle bir olanak sağlanamazdı. Enstitülerde fizik dersini ilgilendiren “beygir gücü” ve “yerçekimi” konuları, yaptıkları işlerin içindeydi. Bu kavramları, uygulamaların içinde yaşayarak öğreniyordu öğrenciler. Aslında bu yolla uygulamadan kurama bir geçiş söz konusuydu. Yani önce yapılıp öğrenilecek iş yaşama geçiriliyor, sonra da onun kuramı ortaya çıkıyordu.

“Fizik yasalarını, teknik işleri öğrenmek ve fizik dersinin iş ilkelerine göre yürütülebilmesi için öğrencilere yaptırılacak ve tanıtılacak teknik işler ve yapılar programda yer alıyordu: ‘Ev, köprü, pazar yeri, su getirme, kanal açma, taşıt araçları, ışık, havagazı vb. konuları fizik dersleri içinde yer alır. (Program, s. 89)

Öğrenciye doğanın sırlarını çözme ve bunlardan yararlanma yollarının öğretilmesi, yurdun önemli hayvanlarının, bitkilerinin, toprak şekillerinin incelenmesi; insan beden yapısını ve işleyişini, sağlık kurallarına uyulmasını iyice öğrenmek, ‘tabiat bilgisi dersi’nin amaçlarıydı (Program, s. 94). Bu konuların Köy Enstitülerinin yaşamında önemli yeri ve işlevi vardı. Günlük yaşamda böylesine yeri olan konuların öğrenme ortamının daha zengin olacağı doğaldı. Örneğin, çok çeşitli sebzelerin, ağaçların, otların, meyvelerin, her çeşit hayvanın bulunduğu her gün toprakla uğraşılan bu kurumlarda, doğa bilgilerinin öğrenme ortam, gerçek gereksinmeler, gerçek işlerdi. Bu bilgilerden yararlanma yolları, zararlarını önleme, çeşitli bakım bilgileri iş içinde öğreniliyordu. (Pakize Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, IV. Basım,  Şubat 2009, s. 280-281)”

“Doğanın sırlarını çözmek” ne güzel bir söz… Köy Enstitülerine köylerinden gelen çocuklar, doğup büyüdükleri doğanın bilimsel bir bakış açısıyla sırlarını çözüyorlardı. Doğayı, koruyup ondan daha iyi yararlanmanın yollarını buluyorlar. Bu eğitim sisteminin Türk bilim tarihine hizmeti, yararı yadsınamaz. Öğrenciler, günlük yaşamdaki gereksinmelerinin neredeyse hepsini kendileri karşılıyordu. Bulundukları yere, köprü gerekiyorsa köprü yapıyorlar. Köprü yapmak için birçok bilim dalına gereksinim var. Fizik ve matematik en önde geliyor. Hesap kitap yapılmadan bir köprü yapılamaz.

Birçok öğrenci, yaşadıkları yerlerdeki bitki zararlıları ve hayvan sayrılıklarıyla ilgili araştırmalar yaptılar. Bu konuda yaptıkları uygulamaları, incelemeleri ve aldıkları sonuçları kaleme aldılar. Bu araştırmalar ve uygulamalar, Köy Enstitüleri Dergisi’nde yayımlandı. Eğer enstitüler, eğitim yaşamını sürdürseydi ülkemizin birçok tarımsal, hayvansal sorununa çözümler bulunurdu. Bu alanlarda gelişmemiz hızlanırdı.

“Öğrenciyken, ‘Hayvanların Yaşamında Su’ incelemesini yapan Mestan Yapıcı, daha ilerde, değme veterinerden daha uzman bir zooteknik elemanı olduğunu, Cılavuz Köy Enstitüsü öğretmenliği sırasında yaptığı çalışmalarla ortaya koyuyor:

‘Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü Hayvan Bakım Bölümü öğrencisiydim. Enstitünün hayvanlarıyla ilgilenirdik. Koyunların kan işediklerini, öldüklerini söylediler. Ölen bir koyunun ciğerini alıp Veteriner Fakültesine götürdüm. İnceleme sonunda hayvanın sıtması olduğu anlaşıldı. Keneden kaynaklanıyordu. Ağılları keneden temizledim. Hasta hayvanların tedavisini yaptım. Ölüm kesildi… Cılavuz Köy Enstitüsü’nde bir gün müdür enstitü dostu bir ağanın tayına bakmamı istedi. Cins bir taydı. Ama her yanı kene. Yediği yemden ve emdiği sütten yararlanamıyordu… Eldeki olanaklarla bir şeyler yapmak gerekiyordu. Sabunlu su ile gazyağını belli ölçüde karıştırdım. Filit tulumbası ile tayı ilaçladım. Keneler büyüyüp büyüyüp düştükçe ağanın gözleri de büyüyordu. Müdür gülüyordu. Bunun yeterli olmadığını, Hayvanın damının da ilaçlanması gerektiğini söyledim. Müdür izin verdi, gidip yalnız ağanın değil, bütün köyün ahırlarını ilaçladık.’ (Pakize Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, IV. Basım,  Şubat 2009, s. 282-283)”

Köy Enstitüsünü bitirenler, hayvan sağlığı ve salgınlar konusunda gittikleri köylerde yaşayanlara yardımcı oluyorlardı. Tarım ve hayvancılık konusunda köylülerimize, birçok konuda öncülük yaptılar. Daha verimli bir üretimin nasıl olacağı konusunda uygulamalarla örnek oldular. Ayrıca enstitüyü bitirenlerin hepsi iğne yapmayı bilirdi. Yanı sıra ilk yardım, pansuman gibi bazı sağlık hizmetlerini köylere götürdüler. Böylece kırsal kesimde yaşayan insanlarımızın bazı sağlık sorunlarının ortadan kalkmasına yardımcı oldular.

Köy Enstitüsünü bitiren kızların çoğu, ebelik konusunda eğitim görmüşlerdi. Köylere atandıklarında kadınlara doğum konusunda yardımcı oldular. Bu da ölü doğumları, doğum sırasında oluşan çocuk sakatlıklarını önledi. Her şeyden önce doğum sırasında temizliğin önemi köylülerce anlaşıldı.

Kırsal kalkınmanın öncüsü olabilecek bir eğitim sistemini ortadan kaldırmak, kimlere yarar sağladı acaba? Köy Enstitülerinin kısa sürede yetiştirdiği öğretmenler, sağlıkçılar, ziraatçılarla yararlı hizmetleri görüldüğü halde bu okullara niçin kıyıldı?

Atalarımız: “Ağacın kurdu içindedir.” derler, ne kadare doğru bir söz. Cumhuriyet ağacımızı ve onun yarattığı Köy Enstitülerini yok eden içimizdeki kurttu ne yazık ki, bizi içten içe kemirdi.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       4 Eylül 2025

 

 

KÖY ENSTİTÜLERİNDE MATEMATİK


Matematik, oldum olası neredeyse her düzeydeki okullarımızda en zor ders. Böyle olunca da öğrencilerin en çok kırık not aldığı bu ders oluyor. Öğrencilerin korktuğu, velilerin bu dersi çocuklarına öğretmek için yol ve yöntemler aradığı bir derstir matematik. Acaba matematik, Köy Enstitülerinde nasıl öğretiliyordu?

Köy Enstitülerinde eğitim; yaparak yaşayarak, iş için de öğrenmeye dayalıydı. Ezber, neredeyse hiç yoktu. Uygulama olmadan kuramsal bilgiyi yüklenmek, eğitimin de yaşamın da gerçeklerine uymadığından bu okullarda, böyle bir şey söz konu olmazdı bile. Hangi ders olursa olsun uygulamayla kavratılırdı öğrencilere. Çünkü yalnızca dersi karatahtada anlatarak öğretmek, eğitim kurallarına aykırı bir yöntemdi.

İ. Hakkı Tonguç, 1940’ta Antalya Aksu’da eğitmen kursu için bir yer bulmuştu. Mayıs’ta kurs başladığında yeniden gitti Aksu’ya. Çifteler’den gelen öğretmen ve öğrenciler oraya yeni yapılar yapmıştı. Bu barkaların dördünde eğitmenler yatıp kalkıyordu. Dersler, kış gelinceye dek açık havada yapılacaktı.

On enstitü birden açıldı o yıl. Dört öğretmen okulu da enstitüye dönüştürüldü. Aksu köy Enstitüsü de köy ilkokulunda ve barakalarda eğitime başladı haziran başında. Otuz üç kişilik iki sınıf vardı ilk olarak. Bir yandan da yeni yapıların yapılması, araç ve gereçlerin sağlanması için olağanüstü bir çalışma yapılıyordu.

Tonguç, yanında Aksu Müdürü Talat Ersoy ve Gönen’in müdürü ve oradan gelen iki öğretmenle yeni enstitüde neler yapacaklarını tartışıp planlıyorlardı. Yanlışları söylüyor, doğruları anlatıyordu Aksu’dakilere. 

“Böyle dolaşıldığı sırada, bir odanın telli penceresinden gördükleri onu çileden çıkardı. Burası derslikti. Yeni alınmış cilalı masa ve sandalyelerde uyuyan öğrenciler. Karatahta başında ‘kare’yi anlatan öğretmeni dinliyordu. Oysa böyle olmayacağını daha bir iki ay önce eğitmen kursuna geldiğinde anlatmıştı. Yağmurlar bastırıncaya kadar içerde ders yapılmayacaktı. Özellikle matematik vb. dersler için iş alanlarında hazır ortam çoktu. Karatahta başında kuru kuruya ders yapmayı enstitülerine sokmayacaktı. Enstitü sistemi, böylesine edilgen ve yararsız bir ders yapmaya temelden karşı olacaktı. Üstelik hava çok sıcaktı. Önceki açıklamalarının yerine getirilmemesine kızmıştı.

‘Enstitünün ne demek olduğunu ne müdür, ne yardımcısı ne de maarif müdürü hiçbiriniz anlamamışsınız. Bu iş böyle yürümez. Cehennem gibi sıcak bir yerde, hem de bahçede ölçüp biçilecek, hesaplanacak birçok iş varken bile öğrenciyi bu bunaltıcı yere sokmuşsunuz. Matematik öğretiyorsunuz. Öğretmenler iş içinde ders yapmayı öğreninceye kadar kitleyin sınıfların kapısını.’ dedi”

Ötekilerden ayrılıp müdürle sınıfa girdi. Müdür onu öğretmenimize ve bize ‘İlköğretim Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç’ diyerek tanıttı. Golf pantolonlu, yazlık ceketli genel müdürü görünce hepimiz toparlandık. Onu ilk kez görüyorduk. Müdür, matematik öğretmenimiz Sabit Bey’i de ona tanıttı. Sabit Bey, metrekareyi öğretmekte olduğunu anlattı.

‘Bu dersi dışarda yapsak olamaz mı Sabit Bey, bak öğrenciler uyukluyor’ dedi.

‘Yazı tahtası gerekli ama efendim’ dedi öğretmen.

‘Onu da alırsınız yanınıza.’

İki öğrenci omuzladı taşınabilir yazı tahtasını. Koşarak, arkada yukarda, büyük ağacın altında toplandık. Çevreye tararcasına göz gezdirdi. ‘İşiniz çok Talat’ dedi müdüre. Ağacın önündeki boşluğun ne olacağını sordu. ‘Orası narenciye bahçesi olacak efendim, mimara böyle bilgi verildi, görüp uygun buldu’ dedi. ‘Tamam, işte” dedi, Sabit Bey’e dönerek. ‘Buranın ölçümünü yapın, hem de metrekareyi öğretmiş olursun.’ Sabit Bey biraz tedirgindi. Ama bizim uykumuz dağılmış, terimiz kurumuş, kendimize gelmiştik. Tonguç oracıkta hemen örgütledi bizi. Başkanlar, nöbetçiler, işlikten ip, kazık, keser vb. araçlar almaya gitti. Kalanlar onun çevresinde toplandık; öğretmenimiz yanımızda. Önce toprak ölçüm bilgimizi yokladı. ‘Bakın burası narenciye bahçesi olacakmış, sizce kaç dönümlük yer? Bir dönüm ne kadarlık yeri kapsar, kaç metrekare eder? Narenciye fidanları kaç metre arayla dikilir?’ Yaklaşık yanıtlar verdik hepimiz. (Pakize Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, IV. Baskı, Şubat 2009, s. 275-276)”

Tonguç, yaz sıcağında öğrencileri sınıfa tıkıp tahta başında kendi kendine ders anlatan öğretmen örneğine kökten karşı. Öğretmenin görevi, öğretmek… Bu nedenle işini en iyi yapmak için uygun yeri, aracı ve gereci seçmek öğretmenin görevi olmalı. Böylece dersler kolaylaşıp öğrenme hızlanır. Ders, Tonguç’un isteği üzerine uygulamalı olunca öğrenciler canlanıyor. Konuyu kolayca anlıyor hepsi. Üstelik derse katılıyorlar. Demek ki anlatılan bilginin yaşamla bağı kurulmalı.

“Yakınımızda bataklık kurutma çalışması yaptırmakta olan tarım öğretmeni de geldi. Fidanların kaç metre aralıkla dikilmesi gerektiğini anlattı. Çakırlarlı Hasan’ın yanıtı en doğru çıktı. Sabit Bey ve tarım öğretmeni de bizimle birlikte çalışıyordu. İşlikten gelen sicim yumaklarını verdiler öğrencilere. Tonguç cebinden şerit metresini çıkardı. Bahçe önce dönüm olarak ölçüldü. Bir dönümün köşelerine büyük taşlar konuldu. Sonra bir dönüm üstünde onar metrekareler ve birer metrekareler bulundu. Her fidanın dikileceği yere küçük taşlar konuldu. Kaç fidan dikilmesi gerektiği sayıldı. İpler gerilerek metrekareler yapıldı, köşelerine kazık çakılınca kareler iyice ortaya çıktı, sayıldı. Bu çalışmalar yapılırken işe el sürmeyen öğrenci kalmadı. Her birimiz bir yandan tutuyorduk. Tonguç, ‘Bundan sonra Sabit Bey’le birlikte çalışırsınız, birbirinize işiniz düşecek; kurutulan bataklığın ölçümünü de yaptırırsınız’ dedi tarım öğretmenine. Sabit Bey’e de ‘Şimdi karatahtada bunların hesabını yaptırıp, ne kadar fidan dikilecek, tarım öğretmenine bildirirsiniz’ dedi. Gerçekten de metrekareyi hiç unutmayacak biçimde öğrenmiştik. Ağacın altındaki hesaplarımızı, çizimlerimizi rahatça yaptık, serinleyerek. (Aynı yapıt, s. 276)”

Görüldüğü gibi bir geometrik düzlemin alanının nasıl uygulamalı olarak matematik dersinde işlendiğine tanıklık ettik, yukarıdaki anlatımda. Metrekarenin hesaplanmasını, bir düzlem üzerinde ölçüp biçerek öğrendi öğrenciler. Her öğrenci, dersin işlenmesine katkıda bulundu. Konuyu anlamayan kalmadı, hem de bir daha unutmamak üzere. Çünkü uygulamayla öğrenilen bilgiler unutulmaz. Kişi, yaşamı boyunca bu bilgileri, belleğinde capcanlı tutar. Oysa ezber bilgi öyle mi? Ders ve sınavlar bitince yararsız görülen ezberler, bellekten siliniverir zamanla. Köy Enstitülerinin unutulmazlığı, eğitiminin eşsizliği de buradan geliyor.

Birçok kişiyle konuştuğumuzda matematik dersinde öğrenilen bilgilerin günlük yaşamda ne işe yarayacağını sorgulayıp dururlar. Aslında bu sorgulama, günümüzde kuramsal olarak anlatılan ve yaşamla ilişki kurulmadan öğretilmeye çalışılan matematik dersi için geçerlidir, diyebiliriz. Eğitimde her düzeyde okulda matematik dersi işlenir. Ancak hiçbirinde ders konularının yaşamla ilişkisi kurulmaz nedense. Uygulama yapılmaz. Bunun için de dersler sıkıcı olur. Oysa verilen örnekler, yapılan uygulamalar dersleri canlı duruma getirir. Böyle olunca her konu işlendiğinde sınıfta bir devinim olur. Öğrenciler, yeni bilgileri öğrenmenin heyecanını ve mutluluğunu yaşar. Bu da yeni bilgileri öğrenme isteği uyandırır kişide. Böyle olunca da öğrencilerin derse katılımları üst düzeye çıkar.

“Yetkin uygulayıcı, iyi bir öğretmen olan Tonguç, bu tür öğretim rehberliğini gittiği her enstitüde ve köy okulunda çok yapmıştır. Alışılmış ezberci öğretim yöntemini enstitülerine sokmamaya, kuramsal dersleri de öğrenme psikolojisine çok uygun olan iş ve üretim alanlarına,  gerçek yaşamın işleri içine kaydırmaya kararlıydı. Her alanın öğretmenine bu yönde yaratıcılık geliştirmesi için fırsat tanınmasını, onların gerçek işler içinde öğrencileriyle birlikte çalışarak kuramsal bilgilerin öğretimini bu ortamdan yararlanarak yapmalarını istiyordu. Her gittiği enstitüde buna özen gösteriyor, genelge ve özel mektuplarla sık sık açıklamalar yapıyordu.

Öğrencilerin yaptığı enstitü işlerinin, koca yapıların kaça çıktığının ya da çıkacağının hesabını yapmak gerekmeyecek miydi? Ortaya çıkan ürünlerin hesapları olmayacak mıydı? Alınan çivinin, kerestenin, verilen emeğin ederleri toplanarak, yapıların kaça çıktığı hesaplanamaz mıydı? Bakanlık bu rakamları istemiyor muydu? Tüm bunlar matematik dersinin konuları olmalıydı. (Aynı yapıt, s. 277)”

Tonguç, yıllardır okullarımızda yerleşmiş ezberciliğe, öğretilen bilgilerin yaşamdan kopukluğuna savaş açmıştı. Eğitimde ezbercilik ve yaşamdan kopukluk, alışkanlığa dönüşmüştü okullarımızda. Gelenekselleşmiş bu yanlış eğitim biçimi, ancak devrimci bir atılım ve uygulamayla sona erdirilebilirdi. İşte, Köy Enstitülerinde yapılan da buydu. Kemalist yönetim, devrimi sürdürmek için köhnemiş kurumları, alışkanlıkları bir bir yıkıyordu. Eğitimde köhnemiş yapıların yıkılması, çağa ve bilime uymayan alışkanlıkların değişmesi; ancak Tonguç gibi Kemalist Devrime inanmış, onu özümlemiş bir öncüyle olabilirdi. Enstitülerde bu devrimci, çağcıl, bilimsel ve ulusal değerlerin üzerine kurulan eğitim sistemi de bunun için yaşama geçiriliyordu.

“Matematik derslerinde kazanılan işlem yapma ve çözümleme yönteminin çabuk ve doğru olarak günlük işlerde, iş yaşamının sorunlarını çözmede kullanılmasını sağlamak, amaçların başında geliyor. Matematiğin en önemli amacını bu yolla öğrencinin zihin yeteneğini geliştirmek, ona mantık disiplini altında düşünme yeteneği kazandırmak olarak görerek, öğretmenden matematik konularını yaşamın sorunlarına uygulatması isteniyor. Enstitüde matematik derslerinin böyle yapılması zorunlu görülüyor. Bu yolla öğrencilerin en basit işlemin bile iş içinde ‘işe’ yaradığını göreceklerdi. (Köy Enstitüleri Eğitim Programı’ndan aktaran Pakize Türkoğlu, Aynı yapıt, s. 277-278)”

Günlük işlerde, iş yaşamında ve kişinin yaşamı boyunca kullanamadığı bilgi gereksiz yüktür ona. Okullarda edinilen bilgi, kişinin ve toplumun yaşamını kolaylaştıracak nitelikte olmalı. Zaten eğitimin amacı da bu değil mi?

Matematik dersinin işlenmesi konusunda bir anımı burada paylaşmak isterim. Genellikle matematik derslerinde öğretmenler, konuya başlarken tanım yaparlar. Bazı kavramlar, tanımlama yoluyla öğrencilere ezberletilmeye çalışılır. Bu da çoğu zaman gerçekleşmez.

Bir gün çalıştığım özel eğitim kurumunda matematik öğretmenleri yakınıyordu dinlencede öğrencilerin derslerine ilgisizliğinden. O hafta, açılar konusunu işliyorlardı. Çoğu zaman derslerde anlatılanları, yan sınıftan işitme olanağı vardı. Öğretmen arkadaş, önce açının tanımıyla başladı söze. “Birbirini kesen iki yüzey ya da aynı noktadan çıkan iki yarım doğrunun oluşturduğu geometrik biçime, açı denir.” diyor defalarca. Öğrencilerin ezberleme telaşı içinde oldukları çok belli. Öğretmenin tanımı, sürekli yinelemesi öğrencilerin ezberlemekte zorlandıklarını gösteriyor. Ezberlese ne olacak bu tanımı, anlamadıktan sonra.

Dinlenceye çıkılıyor. Matematik öğretmeni, uzun yoldan gelmiş lokomotif gibi homurdanıp derin derin soluyor. Sorduk nedenini? Anlattı, çocukların açıyı bir türlü anlamadıklarını. Öğrencilerin niye anlamadıklarını sorduk. O, öğrencileri suçlayıp birçok şey söyledi. İster istemez konuşmaya katılıp bir öneride bulundum: “Öğretmenim, sınıflarımızın hepsinde koyu renk perdeler var. Siz, açı konusunu anlatmadan önce iki tane pilli el feneri alıp sınıfa girseniz. Perdeleri sıkıca kapasanız, ışığı da söndürerek. El fenerlerini aynı elinizde tutarak yakıp “Bakın çocuklar, gördünüz mü el fenerlerinden çıkan iki ışık, avucumda kesişiyor. Giderek iki ışık çizgisi birbirinden uzaklaşıyor. İşte, bu iki ışık çizgisinin arasında kalan bölüme açı denir, deseniz. El fenerlerini elinizde oynatarak dar, dik ve geniş açıları oluştursanız nasıl olur? Bunu öğrencilerin anlamaması, anladıktan sonra da yaşamları boyunca unutması olanaksız?” diye bir öneride bulundum.

Öğretmenimiz, düşündü bir süre susarak. Sonrasında kalktı gitti. Bir gün sonra, derslerimiz yan yana sınıflardaydı. O, yine açıları anlatıyordu. Sesi önceki derslerde olduğu gibi sinirli değildi. Öğrencilerin sesi, daha çok çıkıyordu. Anlattı dersi el fenerleriyle. Ders çıkışında öğrencileriyle karşılaştık. Hepsi çok mutlu… Aynı sınıfın Türkçe dersine de ben girdiğimden onları tanıyorum. Bir haberi muştularcasına yanıma koştular. “Öğretmenim, biz matematik dersinde deney yaptık. Konuyu çok iyi öğrendik, hiç sıkılmadık. Dersin nasıl bittiğini de anlamadık.” dediler hep bir ağızdan. Sevinçlerini paylaşıp yürüyüp gittim.

Öğretmen odasına girdiğimde matematik öğretmeni, sevinçli bir sesle bir şeyler anlatıyordu diğer matematikçilere. Diğer dalların öğretmenlerinden bazıları da dinliyordu onu. Odaya girince gözler bana döndü. Öğretmenimiz, “Sağ ol!” dedi. Oturup çay içtik öğrenme yöntemleri üzerinde konuştuk kısa dinlencede.

Halkımız: “Aklın yolu birdir.” der. Ne doğru bir söz… Eğitimin her alanında ve her düzeyinde olanak buldukça dersleri, uygulamalı yapmak asıl amaç olmalı. Çünkü eğitimde amaç, öğrenciye bilgiyi en kolay yolla öğretmek değil mi? Bilgiyi uygulamayla anlatmak ise bilginin doğruluğunun sınanması demek. Bu nedenle Köy Enstitülerinin eğitim yöntemi, günümüz okullarında da benimsenip uygulamalı. MEB, bu konuda zaman geçirmeden çalışmaları başlatmak zorunda, ülkemizin yararına bir eğitimi yaşama geçirmek için.

Eğitim, zoru kolay yapmaktır. Öğrencinin anlamasını zorlaştırmak, eğitimin amacı olamaz. Bu nedenle uygulamalı bir eğitim biçimine dönmek için gerekli çalışmalar yapılmalı. Çünkü bir Türkiye var. Hem ülkemiz hem de çocuklarımız çok değerli. Çocuklarını ulusal, çağcıl, bilimsel, laik bir eğitime dayalı olarak yetiştirmeyen toplumların gelişmesi olanaksız. Bunun için kendi buluşumuz olan Köy enstitüleri örneğine yeniden dönmeli. Çünkü aklın yolu bir…

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               2 Eylül 2025