EKRAN BAĞIMLILIĞININ YOK ETTİĞİ DİL


Ekran bağımlılığın en çok zarar verdiği alanlardan biri, bizi ulus yapan anadilimiz. Ne yazık ki sanal dünya kendine göre bir dil oluşturmakta. Dil, sanal bağımlılık arttıkça kısırlaşıyor. Konuşmalarda kullanılan sözcük sayısı, oldukça azalıyor. Ekran odaklı yaşayan gençlerde, anadilin varsıllığı giderek yok oluyor. Bu kişiler, anadilin tadını, anlam varsıllığını ne yazık ki unutuyorlar giderek.

Ekran bağımlısı olup düşünsel olarak sanal dünyadan beslenenler; tümce kurmak yerine, daha çok basmakalıp sözcüklerle konuşuyorlar. Bunların çoğu; ünlem, bağlaç ya da belirteç türünden sözcükler… Ne yazık ki bu sözcükler de anlamına uygun kullanılmıyor. Bir sözcüğe, farklı tonlamalar ya da değişik vurgulamalarla birçok anlamda kullanılıyor.

Tümcelerin genellikle kullanılmadığı, onun yerini sözcüklerin aldığı yeni iletişim dilinde el, kol devinimleriyle kaş, göz, dudak, yüzün biçimi belirleyici oluyor. Öyle ki genç kuşağın konuşmalarına tanık olduğumuzda neredeyse tümceleri işitmiyor, ağızlarından çıkan birkaç sözcüğe ve yüzlerine bakmak gerekiyor ne dediklerini anlamak için. Böyle olunca derin bir söyleşiyi onlardan beklemek olanaksız olmakta.

Ekran bağımlıları genç ya da orta yaşta olsun en çok kullandıkları sözcüklerin başında “yani” gelmekte. Bu sözcük, dilimizde bağlaç ve belirteç görevlerinde kullanılmakta. Bağlaç görevinde kullanıldığında “Demek oluyor ki” anlamına gelir. Belirteç olarak ise “Sözün kısası, doğrusu” demek. Günümüzde ise birçok kişi, bu sözcüğü anlamının dışında kullanmakta. Bu kullanım, sözcüğe yeni anlamlar katmıyor. Sözcüğü, farklı tonlayarak ya da vurgulayarak yapılmakta bu iş. Zaten konuşmalara dikkat edildiğinde tümce yerine, karşılıklı sözcükler kullanılıyor.

Konuşmalarda çokça kullanılan sözcüklerden en çok ilgimi çekense “aynen”. Bu sözcük, “Hiçbir değişiklik olmadan, olduğu gibi; aynıyla” anlamında. Oysa konuşmaktan üşenen ekran bağımlıları, anlama uygun olsun olmasın olur olmadık yerde “aynen” sözcüğünü kullanmakta. Bu sözcükle karşısındaki kişinin her sözüne tamamen katıldığını belirtiyor kişi. Bu, bir onaylama sözcüğü oldu günümüzde. Bu sözcüğün bu denli çok kullanılması, kişilerin karşısındakilerin anlattıklarını sorgulamama isteğini belirtiyor. Kişi, karşısındakinin görüşüne katılsın katılmasın onu onaylama gereksinimi duymakta. “Aynen” sözcüğünün bu denli yaygınlaşmasında en önemli etken de bu. Kısacası; tartışma, sorgulama, düşünme, usuna uymayanı kabul etmeme yok! Her koşulda karşısındakini onaylama var. Bu da göstermelik bir uzlaşma gibi görünüyor.

Sanal bağımlıları, inanmadıkları her söz için “yalan” demekte kısaca. Oysa “yalan” sözcüğü, “Doğru olmayan” anlamında. Ancak yeni kullanılan biçimiyle bu anlam kökünden koptu. Kısacası bu moda kullanımıyla doğru ile yalan birbirine karışıyor.

Günümüzün en basmakalıp sözcüklerinden bir de “kanka”. Gelene “kanka” gidene “kanka”… Bu sözcük, “kankardeşi” sözcüğünün kısaltılmışı. Kimi zaman “kanki” olarak da söyleniyor. Sevgi, içtenlik, saygı yürekten kopup gelmediği için bu sözcükle yüzeysel bir içtenlik belirtilmekte. Bir kişinin herkesle aynı düzeyde arkadaş olamayacağı düşünüldüğünde bu sözcüğün konuşulan her insan bir sesleniş olarak kullanılması anlaşılır gibi değil.

Türkçemiz, yabancı sözcüklerin çokça kullanımıyla ne yazık ki kirleniyor. Bu sözcüklerin başında ”net” geliyor. Bu sözcük, dilimize Fransızcadan girmiş. Kısacası “iyi görünen” anlamında. Bu sözcük, “açık” yerine kullanılmakta çoğu zaman. Ancak “net” sözcüğü, daha çok “açık” ile yan yana kullanıyorlar ne yazık ki. Bu da konuşma ve yazı dilinde, tümcede gereksiz kullanım nedeniyle anlatım bozukluğuna neden oluyor. Ne yazık bu kullanım, birçok basın-yayın organında sıkça görülmekte.

Gençler; “çok gülmek” yerine “patladım”, “çok gülünç” değil de “kopmalık” sözcüklerini yeğlemekte. Anlamı, içeriği boşaltılan sözcüklerden biri de “efsane”. “Efsane” sözcüğü, “Eski çağlardan beri söylenegelen, olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen düşsel öykü, söylence” anlamında. Ancak ekrancılar, bu sözcüğü “Çok iyi” anlamında kullanmakta. Böylece sözcük, gerçek anlamından kopuyor. Oysa dilimizde niteleme sıfatları ve azlık-çokluk belirteçleriyle bir şeyi ne denli beğendiğimizi anlatmamız çok kolay.

Ekrandan düşünsel olarak beslenenler; “beğenmek” yerine “like atmak”, “öykü paylaşmak” değil de “story atmak” sözlerini yeğlemekte. Görülüyor ki bir sözcüğün Türkçesi yerine, yabancı kökenli olanı kullanmayı bir beceri saymakta gençlerin çoğu. Ne yazık ki bu dil, birçok televizyon dizisinde de kullanılmakta. Bunlara benzer çokça sözcük var gençlerin dilinde. Ne yazık ki yer darlığı nedeniyle hepsine yer veremiyoruz burada.

Ekran bağımlılığı, yeni bir dil yaratıyor. Bu dil, binlerce yılın imbiğinden süzülerek gelen ve analarımızdan öğrendiğimiz Türkçemizi tehdit etmekte. Türkçe giderse Türkiye de gider. Biraz acı olacak, ancak anadillerini ekranlardan öğrenenlerin kayıtsız, koşulsuz bağlı olacakları ve minnet duyup hakkını ödeyemeyecekleri varlık da ekranlar olacak. Bu ne yazık ki olağan bir son. Bir kişi onu doğuran anasından süt emerek büyür, onun sözlerini öğrenerek de duygu ve düşünce varsıllığı kazanır. Ekran odaklılar ise sanal dünyadan beslenip orada düşüncelerini köreltmekteler. Duygu mu? Onu, sanal dünyada kazanmak çok zor…

Tehlike çok büyük… Ulusumuzu yok edecek büyük bir tehlikenin eşiğindeyiz ne yazık ki…

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       17 Aralık 2025

 

Oğluma Mektup 9

 

                                                   15 Aralık 2025 Pazartesi

Canımın İçi Oğulcuğum, Ayaktaşım,

Epey zamandır sana mektup yazamadım. Birkaç aydır sayrıevlerine koşturmaktayım. Böyle bir zamanda, sana mektup yazmayı uygun görmedim. Çünkü mektup yazmam için gerekli içgücüm olmadı. Usum henüz belirlenemeyen bir sayrılıkla meşgulken kendimi toparlayıp mektup yazmama epeyce güç olurdu. Bir de benim derdimle dertlenmeni istemedim.

Seni, derdimle üzmek istemedim. Bilirsin ben kolay kolay dertlerimi açık etmem. Sıkıntı ve sorunlarımla ilgili kimseye yakınmam. Bunun bana zararının dokunduğunun farkındayım. Çok küçük yaştan beri sorunlarımı, tek başıma çözmeye çalışırım. Anlayacağın, kendi göbeğimi kendim keserim.

Sağaltımcım, dost biri… En küçük ayrıntıları, en küçük olasılıkları bile göz önüne alıp ona göre araştırmalar ışığında bir sağaltım yapmakta. Neyse yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik işin. Bu hafta sonunda bir kez daha sayrıevine gideceğim. Sağaltımcım, en az olasılıkları bile değerlendirmekte.  Son olarak mideme bakacak. Dileğim odur ki bundan da tertemiz çıkarım.

İnsan, yaşlandıkça yaşama daha sıkı sarılıyor. En küçük sağlık sorunu, onu korkutuyor. Bir de kişi, yolun sonuna yaklaştıkça yapacağı çok fazla işi olduğunu düşünüyor. İşleri yapacak zaman azaldıkça kendini daha çok çalışmak zorunda duyumsuyor. Bu nedenle ben de yolun sonuna gelmeden gerçekleştirmek istediğim işlerimi, ulaşmak istediğim amaçlarımı yaşama geçirmek istemekteyim. Böylece dünyaya geliş amacımı da gerçekleştiririm. Neyse asıl konuya geçeyim.

Sayrıevine koştururken evimizden deniz kıyısına inerken kaldırımda, hani çok sevdiğimiz armut ağacının altında eski kitap satan bir el arabası vardı ya oradan bir kitap aldım. Kitabın adı; Musa’nın Gecekondusu, yazarı ise Hasan İzzettin Dinamo… Dinamo’nun ilk okuduğum kitabı, Savaş ve Açlar’dı. Lisedeydin bu kitabı okuduğumda. Beni çok etkileyen kitaplar arasındaydı. Daha sonra Kutsal İsyan (5 cilt) ve Kutsal Barış’ını (4 cilt) okudum yazarımızın. Bu kitapları da çok sevmiştim. Hasan İzzettin Dinamo, bana çok şey öğreten ve ufuk açan bir yazar olmuştu genç yaşımda.

Yazarımız Dinamo’dan biraz söz etmeliyim mektubumun bu bölümünde. O, ülkemizde 1810 yılında işgale karşı ilk halk direnişini yapan Trabzon-Akçaabat’ın Kavaklı Köyünde 1909’da doğdu. Babası ve ağabeyi, I. Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde şehit oldu. İki kız kardeşiyle yetim kaldı küçük Dinamo. Çok geçmeden annesi de bu dünyadan göçünce yetimliğinin üstüne bir de öksüzlük bindi. Üç kardeş, Samsun Öksüzler Yurdu’na yerleştirilir. Yaşamı, yetimhanelerde geçer. Yatılı okullarda okur. Önce Sivas Öğretmen Okulu’nu bitirir. Sonrasında üniversiteye girse de bitiremez siyasal olaylar yüzünden. Yetimliğin, öksüzlüğün getirdiği olumsuz koşullarla boğuşurken yurt sorunlarına kayıtsız kalmaz. Ne yazık ki ülkemiz, ABD’ye yaklaştıkça doğru söyleyeni dokuz köyden kovmakla kalmaz siyasal iktidarlar, Türk aydınına yaşamı zindan ederler. Yedi yabancı dil bilen Dinamo’nun iki yakası bir araya gelmez bir türlü.

Gelelim Musa’nın Gecekondusu’na… Okuduğum güzel, etkileyici kitaplardan biri... Romanın kahramanı Musa, aslında yazarın kendisi... Musa’nın başına gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmedi, diyebilirim.

Musa, çok sevdiği Zarife ile evlenir. Zarife de Musa’ya derin bir sevi duyar. Bir de kızları olur: Adını, Işıl koyarlar. Zarife, bir laboratuvarda çalışır büyük zorluklar içinde. Musa, siyasal açıdan sakıncalı olduğundan hiçbir işte dikiş tutturamaz. Polisin onu sürekli izlemesi söz konusu. Bir lokma ekmeği erinç içinde yiyemezler. Kızları Işıl, anneannesi Ferhunde ile yaşar. Musa, polis baskısından kurtarmak için Küçükçekmece’de tek göz bir gecekondu satın alır. Ancak burada da ona rahat yoktur.

1945’ten sonra Türkiye’nin ABD ile yakınlaşmasıyla siyasal baskı, aydınlar üzerinde yoğunlaşır. Solcu avı başlar resmen. Ne bir gazetede yazı yazabilir ne kaleme aldığı kitapları yayımlanabilir ne de çevirilerini kendi adıyla basabilecek bir yayınevi bulabilir. Baskılar, her geçen gün artar. Çok partili siyasal yaşama geçilir. Halkın bazı kesimleriyle birçok aydında bir umut ışığı belirir. Demokrat Parti seçimleri kazanıp iktidar gelir 1950’de. Halk giderek iki siyasal kampa bölünür. Her iki kesim birbirini yok etmek niyetindedir. Bölünmüşlükle suçsuz günahsız insanların başı belaya girmeye başlar asılsız iftira ve ihbarlarla. İnsanlar, karşıtını yok etme savaşına girişir. Doğal olarak sağduyulu davrananlar da vardı aralarında.

Her iki kesimin de hedefinde CHP ve DP’yi de eleştiren sol aydınlar vardı. Bu nedenle Musa, rahat yüzü görmez. Kimseye kin gütmez. Hep birleştirici davrandı siyasal bölünmüşlüğe karşın. Zorluklara aldırmadan yaşam savaşını sürdürür. Türlü işler yapar, Tavuk ve hindi yetiştiriciliğini dener bir süre. Gecekondu mahallesinin köpeklerine bakar. Bir de köpek edinir. Tavuk ve hindi yetiştiriciliği, başarısızlıkla sonuçlanır. Yayıncılar, onu açıkça sömürür. Takma adlarla yaptığı çevirileri üç kuruşa basarlar. Bu sömürüye karşı duramaz Musa. Çünkü üç beş kuruşa çok gereksinimi vardır yaşama tutunmak için. Mahalledeki en iyi dostu, Ahmet Usta’dır. Onunla dünya görüşleri aynıdır.

İktidarlar değişir, ancak aydınlara bakış, davranış değişmez. Bu konuda Hasan İzzettin Dinamo’ya kulak verelim. “…halk, particiliği, çıkarlarını korumaya yarayan bir araç olarak düşünmekten çok, bir din olarak düşünüyor. Bu yüzden de İslamiyet’in ilk günlerindeki gibi DP’den olmayan herkes gibi bizler de birer müşrik olarak görüleceğiz. (Hasanın İzzettin Dinamo, Musa’nın Gecekondusu, Tekin Yayınevi, s. 95)” Yazarın bu saptaması, günümüzde de geçerliliğini sürdürmekte. Ne yazık ki partilere gönül verenlerin önemli bir kısmı çok iyi bilmedikleri ideolojilerini din gibi eleştirilemez, sorgulanamaz görmekte.

Yazarın kitapta, ülkemizdeki siyaset düzenini anlatmak için bir Çinli tutsakla ilgili anlattığı öyküyü, biraz kısaltarak anlatmaya çalışayım.

Bir gün Avrupalı bir gezgin, gezmek için Çin’e gider. Bir pazar yerini gezerken bir ağaca bağlanmış belden yukarısı çıplak, kızgın güneşin altında işkenceyle ölüme terk edilmiş bir adam görür. Binlerce sinek, adamın çıplak ve yaralı bedeninde kan emmektedir. Ancak halk, bu konuya duyarsız kalır ve adamı görmezden gelir. Gezgin, adamın üstündeki sinekleri kovalar. Böylece hem kayıtsız halka bir ders vermek hem de adama iyilik etmek ister. Sinekler uçup gidince adam, gezgine söverek bağırır. Sövgüleri işiten gezgin ise tutsağa, bu işkenceyi hak ettiğini haykırır.

Adam: “Arkadaşım, sen bana iyilik değil, kötülük ettin. Şundan ki benim gövdemin üzerinde dinlenen sineklerin hepsi toktu. Şimdi, onların yerine aç sinekler gelirse ben nasıl dayanacağım. (Aynı yapıt, s. 96)” der.  Sonrasında da şu saptamayı yapar yazar: “Particilik, din halinde yozlaştırılırsa burada hepimiz tehlikeye gireriz. Yalnız biz değil, bütün yurt tehlikeye girer. Mahkûmun sırtına konan yeni aç sinekler, geride kalan çok kalabalık aç sinek sürülerini türlü din bağnazlıklarına benzer yalanlarla avutarak korkunç bir sömürüye girişmişlerdir. (Aynı yapıt, s. 97)” Evet, biz çok partili yaşamın (Demokrasi demiyorum.) en çok kayırmacılığını, kamu kaynaklarının parti aracılığıyla yağmalamasını sevip benimsedik ne yazık ki.

ABD kışkırtmasıyla 6-7 Eylül olayları olur. İstanbul’da yaşayan azınlıkların canlarına kıyılıp malları yağmalanır hükümet yanlısı yobazlarca. Menderes hükümeti, kendi suçunu örtmek için bu işi, komünistlerin yaptığını öne sürer. Oysa özellikle suçladığı aydınların bu işle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Üstelik sol, etnik köken üzerinden yapılacak bir sürgüne, kıyıma düşünsel olarak karşıdır. Musa da bu suçlamadan nasibi alır. Gözaltına alınır, işkenceden geçirilir. Günlerce ondan haber alınamaz, nerede olduğu bilinmez. Uzun bir süre sonra salıverilir. O, işkencelerde direnirken en yakın arkadaşı Enver, onun çevirdiği kitabı kendi adına yayımlatır. Enver, işkencelerden geçip salıverildiğinde Musa’nın gecekondusuna sığınmış, onun sağlığına kavuşması burada olmuştu. Bu dost kazığı, ona çok ağır gelir. Ancak bu, onun yaşama tutunmasını, insan sevgisini azaltmaz.

Musa, bunca sorunla uğraşırken kaynanası Ferhunde, başına bela olur. Onu, karısından ayırmak için elinden geleni ardına koymaz. Zarife, bu baskılara dayanamayıp annesinin evine taşınır. Bu dönemde tinsel sağlığı bozulur. Bu, bedenini de etkiler. Evliliklerin çelikten teli sevi, Zarife’yi iyileştirir. Çünkü bu dar zamanda onun yanında Musa vardır. Her şeye karşın bir an olsun karısını yalnız bırakmaz. Hem de kaynanasının tüm saldırıları ve yaptığı çirkinliklere karşın. Zarife, iyileştikten sonra gecekondularına döner. Ne yazık ki kızları Işıl eğitimini istenen biçimde sürdüremez bu hır gür içinde. Erkenden evlenir.

Can Parçam Oğulcuğum, burada en ilginç olanı ne biliyor musun? Yedi dil bilen Musa’nın bir işe yaramayan biri olduğunu düşünür kaynanası. Çünkü Ferhunde’nin bir işe yarama ölçüsü, kişinin kazandığı paranı çokluğu. Musa’daki cevheri kaynanası göremez. Ancak derin bir seviyle bağlı olduğu karısı ve gecekondu mahallesindeki dostları fark eder onun içindeki cevheri. Ben, bunu La Fontaine’in Horoz ile İnci fablına benzetirim.

Yazarın kaynanasının kendine düşmanlığı için: “Gözünü kin bürümüş bir kadın, yeryüzünün en korkunç canavarlarından biri olmaya adaydır.” saptamasına katılmamak elde değil. Şu kısacık yaşamımda bunu deneyimledim ne yazık ki.

Yazarın: “Kendinize on erkek düşman edinin de bir tek kadın düşman edinmeyin.” sözü, birçok erkeğin yaşamına ışık tutmalı. Sen de bu konuda duyarlı davranmalısın. Kadınların düşmanlığı kötü, sevileri çok iyidir. Bu nedenle kadınların sevgisini kazanmalı yaşın ne olursa olsun.

Musa, ikide bir tutuklanıp evi aranırken yazdığı ve çevirdiği kitap taslakları da alınıp götürülür polis merkezine. Ne yazık ki götürülenlerin hepsi yitiverir. Bunların arasında beş ciltlik Kutsal İsyan ile dört ciltlik Kutsal Barış da var. Oturur yazarımız başka kitaplarının yanı sıra bu dokuz cildi de yeniden yazar. Bu dokuz ciltlik kitap, Kurtuluş Savaşı’mızla devrimlerimizin en güzel anlatımıdır. Yazarımızın başarma azmine, amacına ulaşma inadına, yazma isteğine saygı duymak hepimizce örnek alınmalı.

Musa’nın Gecekondusu’nu okurken bazı bölümlerde kendi yaşamımdan bölümler bulmadın desem yalan olur. Aslında ülkemizde her dönemde aydınların yazgısı aynı. Benzer olayları yaşamaktalar farklı dönemlerde ve farklı biçimlerde. Ülkemizde aydın olmanın en büyük cezası da geçim sıkıntısı olsa gerek ülkemizde.

Sevgili Dirimcanım, sözü çok uzattım sanırım. İnsan yaşamını böylesine etkileyen ve gerçekleri tüm yalınlığıyla anlatan kitaplar, el üstünde tutulup okunmalı. Senin de Musa gibi istenci sağlam, amacına ulaşmak için kararlı ve inançlı olmanı dilerim.

Senin mutluluğun, benim mutluluğum demek. Onun için sen, yaşamın boyunca hep mutlu ol. Sağlıcakla kal!

                                       Seni yüreğine sığdırmış olan baban

 

 

ELİNDE KAHVE İLE DOLAŞANLAR


Ekran bağımlılığıyla tek tipçi, sanki bir fabrikanın tezgâhından çıkmış gibi giyinip konuşanlar, davrananlarla oluşturulan sürü psikolojisinin toplumumuzda çözülmeye, çöküşe, kokuşmaya ve sonunda da kokuşmaya başladığını üzülerek gözlemlemekteyiz. Bu konudaki yazı dizisi, dostlarımızın çoğunun ilgisini çekti. Onlar da gözlem ve düşünceleriyle bizi aydınlatmaktalar. Neredeyse herkesin kaygısı ortak…

Dünkü yazımdan sonra arkadaşım, yerdeşim Aliye Çakıroğlu ellerinde kahvelerle dolaşanları unuttuğumu yazdı bana. “Unutmadım, sırası gelince onu da yazacağım.” dedim. Arkadaşımın uyarısı üzerine, bu kahve içme sevdasını yazmayı öne çektim. Aliye Hanım gibi duyarlı arkadaşlarıma ne denli teşekkür etsem azdır.

Bostancı’da iki caddenin kesiştiği bir evde yaşıyorum. Sabahleyin erkenden uyandığımda ilk işim, camı açıp caddeyi izlemek. İşine yetişmeye çalışanların telaşını içimde duyumsarım.  İşe yetişmek için koşturanların çoğu genç… Evlerinde kahvaltı yapmadıkları ellerindeki simit, tost, poğaça gibi yiyeceklerden anlaşılıyor. Telaşlı çalışanların çoğu, Bağdat Caddesi’ne yönelmekteler. Bir kısmının telaşı Adalar vapuruna yetişmek için. Bir başka kesim ise Marmaray’a binmek için koşturmakta.

Gençlerin sabahleyin evlerinde kahvaltı yapmamalarına üzülürüm içten içe. Bu durum, ne yazık ki ekran bağımlılığıyla ilişkili. Çünkü gerek dizilerde gerekse sosyal medyada kahvaltı yapmanın gelenekselliği anlatılmakta. Buralarda kahvaltı yapmamanın çağdaşlık olduğu (Nasıl çağdaşlıksa…) işlenmekte. Gençler de gelenekselden kurtulmaya çabalamaktalar ekranların yönlendirmesiyle. Bu da sağlıksız bir beslenme düzenine yol açmakta.

Sabahleyin işe gidenler ve kuşlukta gezmek için yola çıkanların nerdeyse hepsinin elinde kahve dolu karton bardaklar ilgimi çekiyor. Bardaklar ellerde, ancak kahveyi yudumlayanları pek görmüyorum. Kollar, dirsekten vücuda yapışık. Dirsekten aşağısı yere koşut, elde kahve bardağı sıkıca tutulmakta. Bu tutuş biçiminde eldeki kahveyi başkalarına göstermek için bir çaba görülmekte. Bu arada ellerindeki kahvenin fotoğrafını çekip sosyal medyada paylaşanlar çoğunlukta.

İkindi olduğunda evden çıkarım yürüyüş yapmak için. Yolun sağında solunda bulunan çöp kutularının kapalı kapaklarının üstlerinde içilmemiş kahveleri görürüm. Ayrıca apartmanların giriş kapılarının duvarları üzerinde karşılaşırım o kocaman karton kahve bardaklarıyla. İçilmeyen bu kahvelerin büyük bir savurganlık olduğunu düşünüp üzülürüm. Dünyanın parası, boşa gidiyor bu yolla. Bunun da nedeni, sosyal medyadaki modaya uyma isteği. Modaya uymayı, kendilerine görev saymakta gençlerimiz.

Atalarımız: “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” demişler. Ne güzel bir söz… Türk toplumunda kahve yalnız içilen bir şey değil. Hele yürüyerek içimi, düşünülmezdi bile. Kahve eş dost, hısım akraba, konu komşu, hatta Tanrı misafirleriyle içilirdi. Söyleşmenin, dostluğun, sosyalleşmenin bir aracıydı o. Aslında kırk yıl hatırı olan kahve değil, onun içimi sırasında kurulan dostluk ve söyleşideki içtenlik.

Halkımız: “Gönül ne kahve ister, ne kahvehane; gönül sohbet ister, kahve bahane.” sözünün anlamını ellerinde karton bardaklarda soğuk kahvelerle yürüyenlerden anımsayan var mı acaba? Gönül insan ister, insan; söyleşmek ve içten dostluklar kurmak için.

Günümüz insanı son zamanlarda bir alışkanlık edindi. Bir işyerinin adı yabancıysa oraya gidiyor bir şey varmış gibi. Bir yemeğin, içeceğin adı yabancıysa onu tüketiyor kendince ayrıcalıklı olmak için. Bir yabancı özentisidir almış yürüyor. Kişi; kendini, öz kültürünü, köklerini, yarayışlı olanı bilirse ayrıcalıklı, özgün ve kendisi olur. Hele tutumlu olmak, yerli malı kullanmak insanlar için bir erdem…

Türk kahvesi içmeyi çok severim, hele karşımda söyleşeceğim biri varsa. Kahveyi, bir içecek olarak tüm dünyaya yayan atalarımla da onur duyarım. Niye mi Türk kahvesini severim? Çünkü doğaldır, oturarak içilir, dostlukların kurulmasına aracı olur. Bu dünyada dostluktan daha değerli ne var ki?

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               13 Aralık 2025

 

GİYİMDE, DÜŞÜNCEDE, DAVRANIŞTA TEKDÜZELİK


Sokaklarda, okullarda, işyerlerinde, kentler arası yolculuklarda, yeiçlerde, dost buluşmalarında, sayrıevlerinde, toplu taşım araçlarında, insanların bulunduğu her yerde gördüğümüz kadın ya da erkekler hep birbirine benzemekte. Giyimleri kuşamları, konuşma biçimleri, düşünüşleri, kısıtlı sözcük dağarcıkları, ezberlenmiş kalıplarla konuşmaları, gülüşleri, yüzleri, kaşları, kirpikleri, dişleri, saç biçimleri, bakışları, yiyip içtikleri, siyasal gelişmelere bakışları, toplumsal olaylara yorumları, bencillikleri, toplumsal olmaktan uzaklıkları, usunuza ne gelirse aynı olan insanlardan oluşun bir toplumda yaşamaktayız.

Moda denen bir illet var dünyada. Milyonlarca kişiyi aynı merkezden yöneten, ne giyeceklerine, nasıl konuşacaklarına, nelerle besleneceklerine, yüzlerinin biçimine, davranışlarına, yürüyüşlerine, sosyal konumlarına ya da konumsuzluklarına, bireyci bakışlarına, nerede güleceklerine, insan ilişkilerine, kısacası yaşamlarına karar vericilerin buyruğuyla oluyor. Modayı yönlendirenlerin emperyalist merkezler olduğunu söyleyeyim.

Kadınların neredeyse hepsinin kaşları, kirpikleri, dişleri, dudakları, burunları, saç biçimleri, süslenmeleri, gülüşleri, tepkileri, kalçalarının duruşları, göğüsleri, yüzleri, giyim biçimleri aynı. Aynı olması için kadınların olağanüstü bir çabası var. Önce kadınları, kendi bedenlerinden nefret ettiriyorlar. Çünkü kadının nasıl güzel olacağına, moda merkezleri karar veriyor. Eğer sen, sanal dünyada belirlenen görünüşte değilsen çirkinsin. Güzelleşmek için de bıçak altına yatıyor birçok kadın. Burnunu, kaşlarını, yanaklarını, dudaklarını, göz kapaklarını, göğüslerini, kalçalarını düzelttiriyor bir estetik cerrahına. Böylece güzelleşiyor kendince. Oysa doğal ve gerçek olanın güzel olduğu usuna bile gelmiyor.

Kadınlar bıçak altına yatıyor da erkekler yatmıyor mu? Yatmaz mı hiç? Onlar da kadınlar gibi bazı ameliyatlarla yakışıklı(!) oluyorlar. Önce bedenlerindeki kıllardan kurtuluyorlar kılsavarcılar aracılığıyla. Sonrasında birçok erkek boylarını uzatmak için bıçak altına yatıyor. Erkeklerin çoğunun saç kesimleri, taramaları hep aynı. Giyimleri genellikle kara. Ezici çoğunluk, sakallı… Pantolon paçaları benzer… Bakışlar hepsinde bir…

Dünyadaki her varlık, yaşadığı coğrafya ve iklime göre özellikler taşıyor bedeninde. Bedenimizdeki her organın biçiminin, her kılın oluşumunun bir doğal nedeni ve gerekliliği var. Hiçbir şey gereksiz değil doğal ortam içinde. Bu nedenle doğal olanı değiştirmek ya da yok etmek, kişinin kendi doğasını yok etmek demek. Oysa bizi, biz yapan doğal özelliklerimiz. Kişinin kendi doğal özelliklerine göre giyinip kuşanması, süslenmesi en güzeli. İnsanları birbirinden farklı kılan doğal özellikleri, onların güzellikleridir. Bedenimizdeki bir organın biçimini, işlevini değiştirmek ya da onu yok etmek birtakım sağlık sorunlarının da hazırlayıcısı. Bu yalın gerçeği de burada belirteyim.

Peki, ülkemizde bunca insan tekdüze bir yaşama, tek boyutlu bir bakış açısına nasıl sahip oluyor?

Kadın ya da erkek olsun neredeyse herkesin elinde telefon var günün her dakikasında. Yaşamlarının kaynağı telefon… Eve gittiklerinde telefonlara televizyonlar ekleniyor. Bu iki teknolojik aygıt, onları yönlendiriyor. Dizi oyuncuları, şarkıcılar, görüngüler (fenomenler), ünlü sporcular yönlendiriyorlar büyük kalabalıkları. Herkes bu ünlülere bakarak onlar gibi olmak istemekte. Çağımızın tinsel sayrılığı, ünlü olmak… Herkes ünlü olmaya çalışıyor kendince. Bunu aracı da sosyal medya… Bu gidişle herkes ünlü olacak, toplumda ünsüz olan kalmayacak. Böylece ünlü olmak da bir işe yaramayacak.

Genç kız ya da erkek; ünlüler gibi giyinip, onun gibi konuşup, kaşlarını, kirpiklerini, dudaklarını, gözlerini, yanaklarını, giyimlerini, süslenmelerini onlar gibi yaptıklarında kendilerinin ünlü olduklarını sanıyorlar. Bu tekdüzeliği de çağdaşlık olarak görüyorlar nedense.

Ekran bağımlılığı; insanların özgür ve özgün düşünmelerini, kendilerini sevmeyi, oldukları gibi yaşamayı, doğal davranmayı, her şeyden önce kendi olmalarını engellemekte. Kişi kendi olursa güzel ya da yakışıklı olur. Kendin değilsen başkalarına öykündüğün için o kişileri güçlendiren araç ve gereçten farksızsın. Kısacası sen yoksun, o var. Tek tipçilik, herkese benzemek de bir bağımlılık aslında.

Bir toplumun ezici çoğunluğunun aynı istence, duygu ve düşünceye sahip olması; aynı yemekleri yemesi, içecekleri içmesi, giyinmesi, konuşması ile aynı fiziksel özellikleriyle boy göstermesi sürü psikolojisinin en çarpıcı örneği. Ancak bu sürünün çobanı, sanal dünya.

Ekran bağımlılığı, tüketiciliği özendiriyor. Sürekli tüketme gereksinimi duyan kitleler oluşturulmuş bu yolla ne yazık ki. Böylece tek tipleştirilen toplumlar, küresel tekellerin para kazanma aracı aynı zamanda. Bu bağımlılığa koşut olarak bağımsız öğrenme isteği yok ediliyor.

 Sosyal medya ve televizyonlarla tek tipleştirilen, tek boyutlu düşünüp davranan kitleler; demokrasinin en büyük düşmanı. Emperyalist merkezler ekran bağımlılığıyla yarattıkları bu kitlelerin düşüncelerini kendileri belirliyor. Çünkü emperyalistler, kitlelerin kendi kararlarını kendilerinin vermesini istemiyor. Bu yolla geniş halk kesimleri uslarını, bedenlerini, davranışlarını duygularını, düşüncelerini, istençlerini, geleceklerini sanal ortamda tanımadıkları ellere teslim ediyor.

Konuyu, daha iyi anlamak için ülkemizdeki siyaset düzenine bakmak yeterli. Partileri destekleyen kitlelerin çoğunluğu, sosyal medyanın güdümünde. Destekledikleri partilerin liderleri, doğru ya da yanlış ne derse desin kurşun asker oluyor yandaşlar. Araştırma, sorgulama, söylenenleri kendi akıl süzgecinden geçirme yok! Bilinçsizce destekleme söz konusu. Bunun sonucunda da siyaset yapıyorum diye kendini toz duman içinde bir kör dövüşünün içinde buluyor. Böyle olunca da gerçeğe ulaşmak zorlaşıyor.

Küresel oyun kurucular, ekran bağımlılığıyla geniş kitleleri kolayca yönlendirip yönetmekte. Böylece siyasal, kültürel, ekonomik bir egemenlik kuruyor küresel tekeller. Okumayan, araştırmayan, düşünüp sorgulamayan kitleler gerçeği ne yazık ki fark etmiyor. Modanın kuyruğuna takılıp özgürlüklerini, özgünlüklerini, emeklerini, bağımsızlıklarını, benliklerini, üretkenliklerini, yaratıcılıklarını, insan olma ayrıcalıklarını teslim ediyorlar görünmez bir ele.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       12 Aralık 2025

                                              

 


SINIRLARINI BİLMEYEN BİREYLER


Son yıllarda hamuru bencillikle yoğrulan bireyler, toplumsal dokumuzu giderek bozuyor. Bozulma, önce ailede başlıyor. Bencillik virüsü, kapıdan içeri girdiğinde evin düzeni bozuluyor, sonrasında ise toplumun her yanını sarıyor. Evdeki kişilerin konumları çok da önemli olmuyor bencilliğin egemenliğinde. Çekirdek aileyi oluşturan anne, baba ve çocukların sorumluluk sınırları ortadan kalkıyor. Bu da ev düzenini altüst ediyor. Kısaca söylemek gerekirse evde anne, anneliğini; baba, babalığını; evlat da evlatlığını bilmiyor.

Bencillik, toplumsal sınırlarını kendine göre çiziyor. Aslında sınır çizmiyor, tüm sınırları kaldırıyor. Bu kişiler, sınırsız ve kendi çıkarlarına uygun sonsuz bir özgürlük anlayışını, kendi yaşamlarına uyguluyor. Özgülüklerinin başkalarına zarar vermesi, onların haklarını kısıtlaması umurlarında bile olmuyor. Bencillere göre dünyada her şey onlar için. Ne yedikleriyle doymayı ne içtikleriyle kanmayı ne de elindekilerle yetinmeyi biliyorlar. Böyle düşündüklerinden başkalarının haklarına, hukuklarına saygı göstermeleri de olanaksız oluyor. Başkalarının sınırlarını çiğnemek, haklarını hiçe saymak onlar için çok olağan.

Bencillik virüsünün bulaştığı kişi, toplumun çıkarlarını savunur görünse de bunları hiç umursamaz. Çevresinde yaşayanlar, kendine hizmet ederse onlarla barışık yaşar. İlişkileri hep kendi çıkarları üzerine kuruludur.

Televizyon dizilerine, sosyal medyaya bakıldığında bencilliğin vurgulandığını görmekteyiz. Buralarda ne olursa olsun yüksel. Bu, başkalarının sırtına basarak da olsa kötü bir şey değil, düşüncesi aşılanmakta. Her iki yayın alanındaki ortak mantık, benden sonrası tufan… Ben varsam her şey var, düşüncesi kalın çizgilerle öne çıkarılmakta.

Ekranlara kilitlenen kişiler; giderek doğadan, toplumsal uyumdan, insan olmanın erdeminden, aktöreden, birlikte yaşam kültüründen kopuyor. Yaşamın gerçekleri, insan olmanın ülküleri, birlikte yaşamanın yararları onlar için önem göstermiyor. Çünkü o; sanal dünyanın kuralsızlığını, kural olarak benimsemiş.

Toplumların, ülkelerin çözülme ve çökme dönemlerinde her şey yozlaşır. Böyle zamanlarda bireycilik, toplumculuğun ününe geçer. Herkes, kendini kurtarmaya çalışır. Çünkü toplumun çözülmekte olduğunu görür birçok kişi. Görünce de selden kütük kapmaya, yangından mal kaçırmaya çalışır. Bu dönemlerde bu kişilerden “Gemisini kurtaran kaptan” sözü sıkça işitilir. Bencil kişi kendi gemisini kurtarmaya çalışırken toplumun gemisinin batmasına göz yumar. Toplumcu kişi ise ülkeyi tümden düze çıkarmanın uğraşı içindedir büyük bir özveriyle.

Üzülerek söyleyeyim ki toplumuz, hızlı bir çözülme içinde. Bunda uygulanan ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel politikalar belirleyici durumda. Neredeyse bütün televizyonlar iktidarın denetiminde. Ailenin yozlaştırılmasını amaçlayan dizilere göz yuman iktidar, kendi sorumluluğunu yok sayamaz.

Eğitim sistemi, çağdaş ölçülerde değil. Ulusal özelliğini çoktan yitirdi. Bilimsellik özde değil, sözde. Öğrencilerin ezici çoğunluğu çoktan ekran bağımlılığının kucağına terk edildi. Öğrencileri, öğretmenlerden daha çok ekranların yönlendirdiği yadsınamaz bir gerçek. Sanal dünyanın büyülü soyutluğuna kapılan bir öğrenciyi, bilimin gerçekçi ortamına yönlendirmek oldukça zor. Okullarda gücü, gücü yetene… Akran zorbalığının önü alınamıyor. Bu zorbalık giderek evlerin içine girip aile üyelerine yansıyor. Son günlerde basın yayın organlarında bizleri üzüntüye boğan birçok insan kıyımına tanık oluyoruz. Cana kıyanların çoğunun çocuk yaşta olması hem üzücü hem de düşündürücü... Bu çocukların kurbanları ya aile içinden ya da arkadaşlarından… Bunda sanal ortamın aşıladığı sınırsız özgürlük, kural tanımazlık ve bencilliğin belirleyiciliği oldukça yüksek…

Özgürlüğün sınırlarının olduğu küçüklere de büyüklere de iyice kavratılmalı. Başkasının özgürlüğünün başladığı yerde senin özgürlüğünün bittiği gerçeğini benimsemeli, benimsetmeli. Özgürlüğün en değerlisi, sınırları belli olandır. En iyi özgürlükse toplumsal dokuyu güçlendirendir. Başkalarının haklarını gözetip koruyan özgürlük anlayışı, en güzeli. Toplumun özgür olmadığı yerde, birey nasıl özgür olsun ki?

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               11 Aralık 2025

                                      

 

 

AİLE, TEK BACAKLA YÜRÜR MÜ?


Ailenin iki bacağı, anne ve babadır. Ailenin gövdesi de çocuklar… Çocukları geleceğe taşıyıp ileri götüren bu iki bacak... Biri olmadığında tek bacakla yürümek zorunda kalır. Tek bacakla yaşam koşusunda, amaca ulaşmak çok zor. Tek bacaklı bir ailede büyümek zorunda kalan çocukların çoğunun kolu kanadı kırıktır yaşam savaşımında ve toplumsal ilişkilerinde. Doğal zorunluluklar olmadığı sürece çocukların kolunu kanadını kırmak, anne ve babanın yapacağı bir iş olmamalı.

Birçok eş, sanal dünyanın çekiciliğine kapılmış durumda. Sanal dünyaya odaklanıp bağımlı duruma gelen eşler, giderek somut gerçeklerden ve mantıklı düşünmekten uzaklaşmaktalar.  Yaşamı, bağımlısı oldukları sanal dünyayla özdeşleştiriyorlar. Bu nedenle bir eş, diğerine katlanamıyor. Eşi “Canım!” dese “Canın çıksın!” dedi sanıyor. Ekran bağımlılığının oluşturduğu soyutluk, eşleri olgusal değil; algısal düşünmeye yöneltiyor.

Aile, bir uzlaşma yeri… Öncelikle anne ve baba uzlaşmalı. Sorunları büyütmeden çözmeliler. Pireyi deve yapan insanları çevremizde sıkça görürüz. Aile içindeki küçük bir sorunu büyüterek içinden çıkılmaz duruma getiren karı, koca çok... Karı ya da kocanın aile sorumluluğu gereğince görevi, sorunları büyüterek çözümsüz durma getirmek değil; sorunları büyümeden çözmektir. Yanı küçük hataları görmezden gelmeli Ne yazık ki dünyanın birçok yerinde olduğu gibi anne ve baba sorumluluğunu etkileyen birçok olumsuzluk toplumuzda yaygındır. Özellikle üçüncü kişilerin karı-koca ilişkilerine burnunu sokmaları yaygın bir durum. Bu burun sokucular, kaş yapayım derken göz çıkarırlar. Kimileri göz çıkarmaktan da içten içe sevinç duyar.

Eşler,  evliliklerini uzlaşma ve özveriyle sürdürür. Bu da mantıklı düşünme ve usçu davranmayla olur. Sorunlar, evin içinde çözülmeli. Sorunlar evin dışına çıktığında çözümü olanaksızdır. Çünkü sorun, artık eşlerin olmaktan çıkar. En küçük sorunda olduk olmadık yerde yakınan eş, yuvasını dağıtmanın adımlarını atar.

Son yıllarda medeni hukuk yasasında “kadınları koruma(!)” adı altında birçok değişiklikler yapıldı. Bunlardan biri, boşanan kadınlara neredeyse yaşam boyu ödenen nafaka. Bu, kadınları çalışmadan geçinmeye, yani asalak yaşama alıştırırken erkeği de ekonomik olarak çökertiyor. Bundan hareketle kadınların birçoğu, benden sonrası tufan diyerek boşanmayı özgürlük saymakta. Böylesi bir anlayış, Türk aile yapısını bozup dağıtmakta. En küçük anlaşmazlıkta mahkemenin yolunu tutan kadınlar var bu nedenle. Yani bir sürçen atın başı kesiliyor.

6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, ne yazık ki çoğu zaman kötüye kullanılıyor. Bu yasaya göre şiddete uğrama tehlikesinin olması bile erkeğin evden uzaklaştırılmasına neden olmakta. Dünyada kadın, erkek ayrımı yapamadan söylüyorum herkesin yaşadığı sürece şiddete uğrama tehlikesi var. Tehlike, yaşamın her alanında. Evinden uzaklaştırılan erkek nerede, nasıl yaşayacak? Çoğu zaman uzaklaştırma cezası alan erkeğin dışarıda yaşamını sürdürme olanağı kalmıyor. Yaşama umudunu tamamen tükettiğimiz birini, yasa eliyle suça sürüklediğimizin farkında değiliz. Bu yasa, kadına karşı şiddeti daha da artırıyor bu nedenle. Uzaklaştırma uygulaması, Türk ailesini hızla dağıtıyor.

6384 sayılı yasa, erkekleri peşinen potansiyel suçlu olarak görüyor. Bu da yasana adil olmadığının göstergesi. Yalnızca kadının “Şiddet gördüm.” ya da “Tehdit edildim.” demesi, erkeğin suçlu görülmesi için yeterli kanıt olarak görülmekte. Bu da bu yasayı art niyetlilerin kullanmasına yol açıyor. Erkeğin bu konudaki görüşü alınmıyor bile. Bu yüzden yargıçlar tek yanlı karar vermek zorunda kalıyorlar.

Yaklaşık elli yıldır Türkiye’de iktidar ve muhalefet partilerinin neredeyse hepsinin ortak amacı, Avrupa Birliği’ne (AB’ye) girmek. Bu nedenle AB ülkelerinde uygulanan her yasayı, ülkemiz koşullarına uyup uymayacağına bakmadan alıyorlar. Bu konuda görüş birliği içindeler. Oysa bu yasaların AB ülkelerinde yol açtığı sorunları gözlemleseler, böylesi bir uygulamayı yapmazlar. AB ülkelerinin en büyük sorunlarından biri, ailenin korunmaması ve dağılması. Bu nedenle AB ülkelerinin çoğunda nüfus artışı sıfırın altında. Genç nüfusu olmayan bu ülkeler, giderek üretimden çekilmekte. Birçok sosyal ve ekonomik sorunla boğuşuyor bu ülkeler. Üstelik bu ve benzeri yasalar yüzünden AB’de boşanmalar kolaylaştı. Buna koşut olarak bu ülkelerde çokeşlilik çok yaygın. AB’de aileyi dağıtan yasalar, ülkemizde aileyi nasıl koruyacak?

Aile, dünyanın her yerinde korunur. Birçok eski uygarlıkta kadın kutsaldır. Türklerde aile, çok önemli. Çünkü toplumun, ulusun kökü. Eskiçağlardan beri sağlam ailelerle var oldu ulusumuz. Eski Türklerde boşanma zordu. Çünkü aile ulusun parçalanmaz çekirdeğiydi. Hem kadına hem de çocuklara şiddet söz konusu bile olmazdı. Sağlam aile yapısı, güçlü ulusu oluşturuyordu.

Osmanlının çöküşe geçtiği dönemde sosyoekonomik çöküntüye koşut olarak aile de parçalanmaya başladı. Yaygınlaşan çok eşlilik, boşanmaları kolaylaştırdı. Bu da aileyi dağıtmaya başladı. Cumhuriyet, boşanmaları zorlaştırdı Medeni Kanun’la. Böylece aile, korunarak sağlamlaştırıldı. Son yıllarda ulusumuz, iç ve dış etkilerle sosyoekonomik bunalıma girdi. Bu durum, önce aileyi vurdu. Batı’ya öykünerek sorunun çözüleceğini sandı yöneticilerimiz, tıpkı Osmanlının son döneminde olduğu gibi. Boşanmaların kolaylaşmasıyla çekirdek aile yok olurken çok eşlilik artıyor. Oysa aynı yöntem yıllar önce denenmişti. Aynı suda ikinci kez yıkanıyor Türkiye ne yazık ki.

Nafaka uygulaması da erkeği uzaklaştırma kararı da kadını korumuyor. Tersine, kadına zarar verip aileyi dağıtıyor. Aile dağılınca ulusun var olma sorunu ortaya çıkıyor doğal olarak. Yasa koyucular; başka ülkelere öykünmek yerine, çıkardıkları yasaların ülkemiz koşullarına uyup uymayacağına bakmalı. Yasalar hem kadını hem erkeği korumalı, özellikle de çocukları ve aileyi. Aile, iki bacak üzerinde yürümeli. Yürürken tökezleyen ailenin bacaklarını kırmamak gerek. Amaç, tökezlemeyi önlemek olmalı.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       9 Aralık 2025

 

 

 

EVLENMEK, AİLE OLMAK MIDIR?


Evlenmek; erkekle kadının yasaya uygun olarak birleşmesi, bir araya gelmesidir. Bu yasalar, yazılı ya da yazısız olabilir. Gelenekler, toplumun yazısız kuralları. Yazılı yasaların, toplum sözleşmelerinin olmadığı dönemde töre, gelenek evlilik yaşamını düzenlerdi. Evlenmenin amaçlarından biri, çocuk yaparak yeni kuşaklarla toplumun sürmesini sağlamaktır. Evlenmek, kadın ve erkeğin gönüllü birlikteliğidir.

“Evlenmek” sözcüğünün kökü, “ev”dir. Sözcüğün ilk anlamı ev sahibi olmak olsa da zamanla “aile” anlamını da kazanmış.  Zaten kişi, evinde ailesiyle yaşar. Modern çağın çekirdek ailesi de anne, baba ve çocuklardan oluşur. Çekirdek ya da büyük olsun aile, bir toplumsal kurum. Bu nedenle “ev” deyince usumuza aile gelir.

Birkaç gün önce hem öğrencim hem de dostum olan meslek yaşamında başarılı bir sağaltımcıyla konuşuyordum telefonda. Konumuz, Türk ailesinin karşı karşıya kaldığı dağılma durumuydu. Yaklaşık iki saat konuştuk. Kendi yaşamını anlattı biraz. “Biz eşimle evliyiz, fakat aile değiliz.” dedi. Çok güzel bir saptama. Günümüz evliliklerinin pamuk ipliğine bağlı durumunu, çok güzel anlatmakta bu tümce.

Aile, neredeyse tüm toplumlarda kutsal kabul edilip saygı görür. Çünkü onun varlığı, toplumun geleceğinin güvencesi. Bu en küçük sosyolojik birim, toplumu oluşturan en önemli yapı taşı. Ayrıca aile, kişinin doğumuyla başlayan bir eğitim yuvası. Doğru düşünmek, olumlu davranışlar, çevreyle uyum, insanlık erdemlerini, toplumsal aktöre, gelenekler, insanlar arasındaki kurallar, özbakım becerileri burada öğrenilip değerler eğitiminin temelleri bu sıcak yuvada atılır. Çocukların kişilikleri, ailede biçimlenir. Bireyin geleceğinin temeli burada atılır. Bu temelin sağlamlığı ya da sakatlığını ailedeki uyum, anlayış, hoşgörü, erinç, sevgi ve mutluluk belirler. Bilincin düzeyi, burada oluşur. Bellek, ailede varsıllaşır.

Aile, eşler arasındaki uyumun yeri. Uyum; sevgi, saygı ve güvenle biçimlenir. Bu kutsal kurumun kendine özgü kuralları var. Kuralsız bir aile; ayakta duramaz, giderek dağılır. Ailenin çekirdeği sağlam olmalı, dışardan gelecek olumsuzluklardan etkilenmemeli. Yıkıcı saldırılar, olumsuz etkiler birlikte göğüslenmeli. Bir ev; işbirliği, dayanışma, yardımlaşma, özveri, ortak akıl ve çaba, karşılıklı güven, saygı, sevgi ile ayakta durur. Bunlardan biri yok olmaya başladığında diğerlerinin de kutsal çatının altından uçup gitmesi çorap söküğü gibi gelir ardı sıra.

Evet, günümüzde evlenenler niye aile olamıyor? Öncelikle birçoğu, ailenin meyvesi olan çocuk yapmıyor. Çocuksuz evliklerde amaç oluşmuyor. Her ailenin ev içi düzenleri, özel yaşamları, kendi iç ilişkileriyle bir gizliliği olmalı. Ne yazık ki günümüz evliliklerinde her şey halka açık yaşanmakta. Evliliklerin çoğunda gizli saklı yok! Tartışmanın, kavga etmenin de bir kuralı olmalı değil mi evliliklerde. Nedense yok! Tartışmalar da kavgalar da insan içinde yapılmakta. Böyle olunca da herkes giriyor karı koca arasına. Oysa sevişmelerin de kavgaların da yeri yatak odası. Özel yaşam denen şey olmuyor böylece. Aile yaşamı, özelden genele evrildi son dönemde. Bunda sosyal medyanın, ekran bağımlılığının etkisi çok fazla. Çünkü sanal ortamda gizlilik denen şey yok! Herkes, her yerde… Anlaşılacağı üzere kimsenin tenceresi kapalı kaynamıyor.

Evlilikler, geçici ve başına buyruk ortaklık gibi. Erkeğin de kadının da kazançları kendi denetimlerinde. Konuşmalarda “Benim param, senin paran” ya da ”Bunu ben aldım, sunu da sen.” benzeri bir dil egemen…  “Benim ailem, senin ailen…” konuşmaları sıkça duyulmakta. Evli çifteler ev dışında yemeğe gittiklerinde sırayla ödüyorlar hesabı. Ortak bir bütçeleri yok! Neden mi? Çünkü ilk günden başlayarak evliliğin bozulacağı üzerine gelişen bir bilinç ve düzen var. “Yarın öbür gün ayrılırsak eşime para kaptırmayayım.” düşüncesi egemen ne yazık ki. Baştan evliliğin bozulmasına koşullanmış kafayla evlilik sürer mi? Sürmüyor zaten. Olumsuzluk ve ayrılmak üzerine kurulu evlilik şirketi çöküyor hemencecik toz duman içinde.

Her evlilikte türlü sorunlar yaşanır. Hesapta olmayan olumsuzluklarla karşılaşılır. Ancak eşler, bu sorunları aşmak için omuz omuza vermeli değil mi? Evlilik, engelli bir koşu. Engelleri dayanışmayla aşamadığında evlilik aileye dönüşemiyor.

Eşinin ailesini bir türlü içselleştiremiyor diğer eş.  Karşısındakini olduğu gibi kabullenme söz konusu değil. “Benim dediğim olursa varım.” düşüncesinin yerine, “Bizim dediğimiz olur. Ortak aklımızı kullanırsak aile ayakta durur.” sözleri işitilmiyor nedense. “Ben, sen” var; anacak “biz” yok! Biz olamayan bir evlilikten aile çıkmıyor. Böyle olunca da sen ben çekişmesi, üstünlük yarışı evlilikleri dağıtıyor ne yazık ki.

Aile olmak için “biz” demeli. “Bizim ailemiz” diyerek kabullenmeli eşini ve onun geçmişini. Çünkü her geleceğin, geçmişte bir kökü olmalı. Köksüz ağaç olmadığı gibi, köksüz aile de olmaz.

Ülkemizde son yıllarda en büyük sorun, topluma sunulan rol modeller (örnekler)… Topluma sosyal medya ve televizyonlar aracılığıyla sunulan örnekler, nedense aile yaşamından çok uzak kişiler. Bu kişilere, olumsuz örnekler diyebiliriz. Aile kurumuna saygısı olmayan birinden topluma, özellikle de gençlere kılavuz olur mu?

Çocuk ve gençleri, ekran bağımlısı yapmak için bu kişiler, onların üstündeki aile denetiminin ortadan kaldırılması gerekir. Çocuk ya da genç, aileden uzaklaştıkça ekranla başlayan bağımlılık, diğer alanlara da yayılmakta. Zaten bağımlılık, çocuk ve gençleri aileden hızla soğutup uzaklaştırmakta. Bağımlılık, bireyde duygusal kırılma yaratarak onu doğup büyümekte olduğu yuvasından koparmakta.

Günümüz evliliklerinin aileye dönüşmemesinin nedeni, duygusal bütünlüğün ve ortak amaçların olmaması. Kişilerin olduğu gibi ailelerin da ulaşmak istediği amaç, gerçekleştirmek istediği ülküleri olmalı. Çünkü aile, maddi olduğu kadar manevi bir kurum. Duygu birlikteliğinin olmadığı bir yerde ne amaç ne de ülkü olur. Yüreklerin birlikte çarpması gerekir aile olmak için. Gözler, aynı yöne bakmalı. Beyinler birlikte düşünmeli. Hele bir evlilikte duygudaşlık yoksa aile olmak olanaksız.

Evliliklerin aileye dönüşmesi için keser gibi hep kendine yontmamak gerek. Testere gibi olmak gerek. Testere çalışırken bir bana, bir sana diyerek talaşları her iki yana bölüştürür.

Türk toplumu, sanal bağımlılık nedeniyle hızlı değişim geçirmekte. Bu da ilk önce aileyi vurmakta. Sanal bağımlılık, insanlara bencilliği aşılıyor. Bencilliğin olduğu yerde aile olmaz. Çünkü aile, toplumsal çıkarın öne çıktığı bir yer. Burada bencilliğin yeri olmaz.

Evde nitelikli zaman geçirilmiyor. Ne yazık ki anne ve baba hep kendi işleriyle meşgul. Anne dizi izlerken başka bir oda da baba maç heyecanı yaşıyor. Çocuk da telefonun içine giriyor ister istemez. Ne yazık ki ailelerde ortak heyecan yaşanmıyor. Ortaklaşa bir şey yapılmıyor neredeyse. Bireycilik, çocukları sabun köpüğü gibi uçuruyor bilinmezliklere. Ortak heyecanın olmadığı yerde ortak amaç da olmuyor. En kötüsü de evlerdeki bireyler arasında konuşma yok!

 

Türkler tarih boyunca birçok devlet kurdu. Büyük felaketleri, toplumsal dayanışmayla aştılar. Bunun altında da güçlü aile yapıları vardı. Yere düştüklerinde aileleri sayesinde kolayca kalktılar ayağa. İşte, ulusumuzu tarih sahnesinden silecek en büyük düşmanla karşı karşıyayız. Ailemiz yok ediliyor sanal bağımlılığın görünmez ellerince. Önlem; bugün alınmalı, yarın çok geç olabilir.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       7 Aralık 2025

 

TÜRK AİLESİ DAĞILIYOR MU?


Emperyalizm, ulus devletimizi yıkmak, ulusal varlığımızı ortadan kaldırmak için yıllardır elinden gelen bütün kötü, olumsuz planlarını uyguladı. Bir ülkenin içten yıkılacağını bilerek davrandı. Türk halkının ulusal bütünlüğü parçalanırsa Türk ulusunun da var olmayacağının bilinciyle ülkemizin zayıf noktalarına saldırdılar sürekli.

Devletimizi, devrimcilerle milliyetçiler kurdu. Açık söylersek kurucularımız hem devrimci hem de milliyetçiydi. Türklere yenilmeyi bir türlü içine sindiremeyen, topraklarımız üzerindeki Türk varlığını bir türlü kabullenmeyen İngiliz sömürgeciliği/emperyalizmi, devletimizi yok etmek için eski düzenin feodal artıklarını, liberalleri ve bölücülüğü kullandı. Üç kesim de dinselliği ideoloji durumuna getirip Türk devrimine saldırdılar. Bu saldırıyı örgütleyen İngiliz emperyalizmiydi. Cumhuriyet’imiz, Kurtuluş Savaşı’ndan aldığı güçle batı emperyalizmin işbirlikçilerinin ayaklanmalarını, bölücülüğünü, kışkırtmalarını bastırıp ulusal birliğimizi korudu.

İkinci Dünya Savaşı’nın bunalımlı yıllarında ABD emperyalizmi, gücünü duyumsatmaya başladı dünyaya. ABD’nin hedefinde Türkiye vardı. Cumhuriyet’imizin kurucu ideolojisi olan Kemalizmin devrimcilikle milliyetçilik ilkelerini birbirinden ayırdı. Ayırmakla kalmadı, her iki kesimi düşmanlaştırdı, sonrasında ise çatıştırdı. Ülkemiz sağcı ve solcu olarak ikiye ayrıldı. Bu arada siyasal kesimlerin çoğuna Kemalizm düşmanlığı aşılandı.

1950’li yıllar siyasette ayrışma dönemiydi. İktidardaki DP ve muhalefetteki CHP’lilerin kent, kasaba, hatta köylerde oturdukları kahveler bile ayrıldı. Siyaset, yurda hizmeti unutarak birbirinden nefret eden iki kutba dönüşürüldü. Bu da ulusal birliği sarstı. 1960’li yılların ikinci yarısıyla 1970’li yıllarda ülkemiz sağ-sol çatışmalarıyla birçok gencini toprağa verdi. Bu toplumsal çatlakları iyi kullanan ABD emperyalizmi, kışkırtmayı işbirlikçileriyle sürdürdü. İç barış bozuldu ne yazık ki.

Sağ-sol çatışmaları sürerken ABD’ye bağlı Gladyo durmadı, kargaşayı daha üst düzeye taşımak istedi. Alevi-Sünni çatışmalarının fitilini yakıldı. Kahramanmaraş, Sivas, Çorum gibi yüzyıllardır kardeşçe birlikte yaşayan halk birbirine düşürüldü. Komşusunu, yurttaşını, dindaşını kendisi gibi inanmıyor diye toprağa düşürdü Gladyo’nun kışkırttığı kıtuslu yobazlık. Bu yolla ülkemiz kanını, canını yitirdi bir hiç uğruna.

12 Eylül 1980 Amerikancı darbesinden sonra Kürt-Türk çatışmasını sahneye koydu emperyalizm. Bölücü örgüt PKK, terör saldırılarını başlattı. Ülkemiz yine canlarını yitirmeye başladı. Aynı emperyalist oyun, farklı dönemlerde farklı oyuncularla sürdürüldü. Amaç, Türkiye’nin iki yakasını bir araya getirmemekti. Ülkemiz, zor da olsa terörü bitme notasına getirdi. Ancak emperyalizmin planları bitmedi. 12 Eylül’le temelleri atılan toplumsal yapıyı değiştirme girişimi adım adım uygulandı. Bunda teknolojinin gelişmesi etkili oldu.

Gelişen teknoloji, önce evimize televizyonu soktu. Farklı ve etkileyici izlenceleriyle insanları kendisine çekti akran. İnsanımız yavaş yavaş ekran bağımlısı olmaya başladı. Ekran bağımlılığı arttıkça sosyal ilişkiler gevşeyip azalmaya başladı. Komşuluklar can çekişir oldu. Ev gezmeleri, söyleşiler, esenlik dilekleri olmaz oldu. Sabah kahvaltıları, öğle ve akşam yemeklerinin tadı tuzu kalmadı. Çünkü yemek, insanla yendiğinde lezzetlenir. İnsanlar, insan içinde yalnızlaştı. Ülke ve dünya sorunları yerine, televizyon izlenceleri konuşulur oldu.

Sığ bir düşünsel yaşam başladı. Okuyup araştıran siyasetçiler yerine, toplumun zekâ ortalamasına yakın kişiler seçtirildi. Neden mi? Çünkü darbecilerin yaptığı seçim ve siyasal partiler yasası, siyaseti ekonomik kazanç alanına dönüştürdü. Yolsuzluk yapmak, devlet kaynaklarını kişisel çıkar için kullanmak sıradanlaşıp kanıksandı. Ülkemiz, hem canlarını hem de ekonomik kaynaklarını yitirdi. Kısacası, yurttaşlarımız ekrana kilitlenip sırtını yaşamın gerçeklerine dönünce birileri bundan yararlanarak ülkemizin kaynaklarını yağmaladılar içeriden ve dışarıdan. Bu yağma ortamında terör de işi azıttı. Bunun yanı sıra yasadışı organize suç örgütleri çoğaldı her yanda.

Teknolojik gelişim, dur durak bilmedi. Birden internet yaşamımıza girdi. Ardından akıllı telefonlarla tanıştı toplumumuz. Yaşlısının, gencinin elinden düşmez oldu bu telefonlar. Çoğu kişi için telefon; anne, baba, kardeş, yakın akraba, komşu, dostlardan önemli oldu. Özellikle çocuk ve gençler, telefonu eline alınca her şeyi unutmakta. Yeme içme, biçim değiştirdi ekran bağımlılığıyla. İnsanlar birbirleriyle konuşmaz oldu. Aile düzeni kökten sarsılmaya başladı. İnsanların olaylara bakışı, yaşamı algılaması değişti. Somut gerçeklerin yerini, ekranların soyutluğu aldı.

Emperyalizm, birçok yolu denedi ulusumuzu yok etmek için. Ancak bu kez en yaşamsal yapımıza el attı. Aileyi dağıtmaktır asıl amaç. Ne yazık ki bu konuda önemli yol alındı. Türk aile yapısı çatırdamakta. Aile dağılırsa ulus bir arada durabilir mi? Aile, insanları yurt toprağına bağlayan kök. Bu kök, yerinden sökülmek istenmekte. Ulusça elbirliği yaparak köklerimizin toprağımızdan sökülmesine izin mi vereceğiz? Özellikle çocuk ve gençlerimizi ekran bağımlılığından yardımlaşma, dayanışma ve usçulukla kurtarmak zorundayız var olmak için.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       6 Aralık 2025

 

 

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ


Bugün Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının verilmesinin 91. yıldönümü. Tarihimizin bu önemli günü, başta kadınlarımız olmak üzere tüm ulusumuza kutlu olsun. Seçme ve seçilme hakkının yasal olarak kadınlarımıza verilmesi, bazılarının savladığı gibi bir lütuf değil; kadınlarımızın yüzyıllardır yaptıkları savaşım sayesindedir. Yani kadınlarımızın bu hakka kavuşması, kendi emek ve alınterleriyle olmuştur. Ayrıca Türk kadınını, ulusumuzun tarih sahnesine çıktığı ilk yıllardan başlayarak erkeklerle yan yana devlet yönetimine katıldığını görmekteyiz. Kısacası, bu yasayla kadınlarımızın yıllar önce elinden alınan bir hak, Atatürk tarafından gerçek sahibine geri verilmiştir.

Ülkemizin kurtuluşunu, cumhuriyetimizin kuruluşunu erkeğiyle omuz omuza sağlamış Türk kadınının ikinci sınıf yurttaş olması kabul edilemezdi. Dünyanın dört bir yanındaki tarihçiler ve siyaset bilimciler, Türk Kurtuluş Savaşı’nı kamyonla kağnının savaşı olarak niteler. Bu saptama, doğrudur. Savaşın sonunda kağnı, kamyonu yendi. Bu kağnı ordusunun komutaları, askerleri, adsız kahramanları kadınlarımızdı. Yine elinde tüfekle cepheye koşan kadınlarımızın kahramanlığını da burada belirtmek isterim.

İlk önce 3 Nisan 1930’da Belediyeler Yasası’nın 23. maddesinin değiştirilmesi TBMM’ye sunuldu. Ne yazık ki hükümetin meclise sunduğu bu değişiklik tasarısında kadınlardan söz edilmemişti. Atatürk’ün müdahalesiyle bu maddeye kadınların belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakları kondu ve yasalaştı. Yasanın çıkmasının ardından ülkemizin birçok yerinde, kadınlar belediye başkanlığı ve meclis üyeliğine aday oldu. Babası Çıldır Kaymakamı Arslan Bey, emperyalizmin işbirlikçisi Ermeni çetecilerince şehit edilen Sadiye Hanım (Ardahan), Artvin’in Yusufeli ilçesine bağlı Kılıçkaya beldesinde belediye başkanlığına seçildi. Türkiye’nin ilk kadın belediye başkanı şehit kızı, Sadiye Hanım’dır.

3 Eylül 1950’de Mersin’de belediye başkanı olan Öğretmen Müfide İlhan, ülkemizin ilk il belediye başkanı oldu. Müfide Hanım, Mareşal Fevzi Çakmak’ın Çanakkale Savaşı’nda şehit olmuş kardeşi Mehmet Nafiz Çakmak’ın kızıdır. Sadiye ve Müfide Hanımların ikisinin de babalarının şehit olması ilgi çekici.

Kadınların siyaset yapmasının önü açıldıktan sonra ülkemizde bir siyasal partinin ilk üyesi, Hakkı Şinasi Paşa’nın kızı Resmiye Hanım’dır. Resmiye Hanım, Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul il örgütüne üye olmuştur.

26 Ekim 1933’te, 1924 tarihli Köy Yasası’nın 20 ve 25. maddeleri değiştirildi. Böylece kadınlar, köy muhtarı ve ihtiyar üyesi seçilme hakkını elde etti. Yasa değişikliğinin ardından 16 Kasım 1933’te yapılan muhtarlık seçimlerinde Aydın’ın Çine ilçesine bağlı Değirmendere köyüne (Bugünkü Karpuzlu ilçesi), Gül Esin Übbül Hanım, muhtar seçildi. Ülkemizin ilk kadın muhtarı olan Gül Hanım’ın ilk eşinin I. Dünya Savaşı’ndan geri dönmediğini burada belirmeliyim.

4 Aralık 1934’te Türk kadınına genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı verildi. Böylece 22 yaşını bitiren her Türk seçme hakkı kazandı. 30 yaşını bitirmiş her Türk de cinsiyet ayrımı olmaksızın milletvekili seçilme hakkına kavuştu.

Kadınların genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkını sağlayacak yasa tasarısının sunuş konuşmasında Başbakan İsmet İnönü, şöyle diyordu:

“Türk kadınının hakkı olduğu yerden ayrılıp bir süs gibi, memleket işine karışmaz bir varlık gibi bir köşeye konması, Türk töresinin ve Türk anlayışının zıddı olan bir usuldür ki onun Türk memleketlerinde yerleşmesi, asırlarca geçirdiğimiz felaketlerinden başlıcalarından ve esaslarından birini teşkil eder. (Dr. Bernard Caporal, Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Birinci Basım, Ankara, 1982, s. 704)” İnönü’nün burada, Türk töresine vurgu yapması çok değerli ve ilgi çekici. Ayrıca ulusumuzun karşılaştığı tarihsel felaketlerin nedenleri arasında kadınların toplumsal yaşamın dışında tutulmasının önemli payı olduğunu da vurgulaması ilgi çekici bir tespit.

Şebinkarahisar Milletvekili Sadri Maksudi’nin (Arsal) Kutluk Kağan’ın karısının devlet yönetimine katılması yolundaki örneği etkileyici oldu TBMM’de. “Kadının siyasete katılması, tartışmasız olarak Türkiye’de bir gelenektir. (Aynı yapıt, s. 705)” diyerek kadınların tarihimizdeki önemini belirtti.

İsmet İnönü: “Türk kadınına bu hakkı bir lütuf olarak veriyoruz kanaatinde asla değiliz ve kimse bu kanaatte olamaz. Bizim kanaatimiz, bizim an’anemiz, Türk kadını için böyle vazifelere girmek esasen hakkı olduğu ve yanlış olarak, zulüm olarak, çoktan beri geri bırakıldığı merkezindedir. (Aynı yapıt, s. 705)” Batı Cephesi Komutanı İnönü’nün bu sözleri, kağnı ordusunun kahramanlarını ne denli iyi tanıdığının bir kanıtı.

Sivas Milletvekili İsmail Mehmet (Uğur)’in: “Senelerden beri hizmet ettiğimiz padişahtan biz bu hakkı isteseydik, mükâfat olarak bizi ya ipe çekerdi, ya denize atardı. Türk kadınları, Türk köylüleri, sizin için mutluluğun yolu açılmıştır, çünkü başımızda Atatürk var. (Aynı yapıt, s. 705)” sözleri, tarihe kazınmıştır.

İnönü: “Türk inkılabını tarih anlatırken bunun bir kurtuluş olduğunu en başta söyleyecektir. Türk inkılabı denildiği vakit, bunun kadının kurtuluş inkılabı olduğu beraber söylenecektir. Şimdi almakta olduğumuz teşebbüs, bu kurtuluş istikametinin tamamlanması, sonuçlanması ve en verimli hale getirilmesidir. (Aynı yapıt, 705)” diyerek tarihsel bir gerçeği not etmiştir TBMM tutaklarına.

“Gelecek Büyük Millet Meclisinde kadın saylavlarla beraber çalışmak, Büyük Millet Meclisinin kuruluşundan beri, bu memlekete getirdiği feyizlerin daha çok genişlemesini, daha iyi verimlerde bulunmasını temin edecektir kanaatindeyiz. (Aynı yapıt, s. 706)” sözlerini söyleyerek İsmet Paşa, ulusumuza kadınların ilk seçimde TBMM’ye gireceği muştusunu veriyordu.

Türk kadını seçme ve seçilme haklarını başta Fransız ve İtalyan kadınları olmak üzere birçok batılı ülkelerin kadınlarından önce kazandı. Müslüman ülkelerde ise ilk kez Türk kadını, bu hakka sahip oldu. Türk kadınının seçme ve seçilme hakkını kazanması, hem batıda hem de doğuda birçok ülkeye örnek oldu.

8 Şubat 1935 seçimlerinde 17 kadınımız milletvekili seçildi. Mebrure Gönenç-Afyon, Hatı (Satı) Çırpan-Ankara, Türkan Örs Baştuğ-Antalya, Sabiha Gökçül Erbay-Balıkesir, Ayşe Şekibe İnsel-Bursa, Huriye Öniz Baha-Diyarbakır, Fatma Şakir Memik-Edirne, Nakiye Elgül-Erzurum, Fakihe Öymen-İstanbul, Benal Nevzat Arıman-İzmir, Ferruh Güpgüp-Kayseri, Behire Bediş Morova Aydilek-Konya, Mihri Pektaş-Malatya, Meliha Ulaş-Samsun, Fatma Esma Nayman-Seyhan, Sabiha Görkey-Sivas, Seniha Hızal-Trabzon seçilerek TBMM’ye girdiler. Ayrıca Hatice Özgener de ara seçimde Çankırı’dan seçilerek Meclis’e girdi. Böylece Meclis’te kadın milletvekili sayısı 18’e çıktı. Bu öncü kadınlarımızı saygıyla anıyorum.

Türk kadını, birçok alanda dünya kadınlarının öncüsü. Birçok ülke, Türk devrimini örnek alarak kadınlarına haklar tanıdı. Bu da 5 Aralık’ın uluslararası etkisini ve boyutunu göstermesi bakımından çok önemli. 5 Aralık, Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmalı bu nedenle. Kadınların toplumsal ve siyasal yaşama katılmasının yolunu açan devrimci bir atılımdır bu.  Tarihsel köklerine bakıldığında da ilk ve öncüdür Türk kadını. Kadınlarımızla ne derece gururlansak az.

Kadınlarımız, bugün haklarına sahip çıkacak yüreklilik, bilinç ve özgüvene sahiptir. Bu nedenle 5 Aralık’ın bütün dünyada kutlanacağının umudu her geçen güçlenmekte yüreğimde. O zaman Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun diyeyim ön alarak.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       5 Aralık 2025


KİŞİ, BAŞKASININ FELAKETİNDE BİLGİN OLUR


İnsanın yaşamı boyunca tanık olduğu bir durum vardır. Bir kişi düşünün ki kendi sorunları, dertleri, hatta felaketleri karşısında bir çıkış yolu, çözüm bulamaz. Ancak başkasının felaketinde, sorununda bilgin, filozof ve şair kesilir. Bunu yaparken de uğradığı felaket nedeniyle şaşkına dönen, çıkmaz bir sokakta yol bulmak ya da kör bir kuyudan çıkmak için çaresizlik içindeki kişiyi bazen üstü kapalı, kimi zamanda açıkça suçlar.

Kişinin felaketten nasıl kurtulacağının yolunu göstermek yerine, kendi usunun ne denli üstün olduğunu, böyle durumlara hiçbir zaman düşmeyeceğini söyler. Anlaşılacağı üzere felaketin getirdiği acıyı, çaresizliği, yıkımı başına kakar bilgiççe. Bu kişi; güya arkadaşına, yakınına ya da akrabasına yardım ediyor. Yaptığı iş, karşısındakinin yarasının daha çok kanamasına neden olmaktan başka bir şey değil. Böylece felaketten kurtulmayı, soruna çözüm bulmayı bilerek ya da bilmeyerek zorlaştırmak.

Atalarımız: “Eldeki yara, yarasıza duvar deliği.” sözüyle sorunu yaşayanın buna çözüm bulabileceğini vurgulamış. Felaketi yaşamayan biri, bunun kişide nasıl bir yıkım, çözümsüzlük, içgücü yitimi, yürek acısı bıraktığını bilmez. Aslında yapılacak iş, duygudaş olmak. Ancak bu kolay yol yerine, kendi usunu, yeteneklerini kanıtlama çabası onu zor yola iterken yakınına da zarar vermekte.

Çok sıkça örnek olarak gösterilen ve çok bilinen bir Nasrettin Hoca fıkrası vardır. Hoca bir gün eşekten düşer. Durumu kötüdür. Herkes bir şey söyler, öneride bulunur, kendince çare üretir. Bu söylenenlerin hiçbirine Hoca kulak asmaz. “Ban eşekten düşen birini getirin.” der. İşte, sorunun özümü buradadır. Ya sen de aynı felaketi yaşamış olacaksın ya da karşındaki kişiyle tam bir duygudaşlık kuracaksın. Gereksiz sözler, zaman yitiminden, karmaşa yaratmaktan başka bir şey değil.

Felakete uğramayıp akıl verenler, genellikle “Şöyle yapsaydın. Böyle davransaydın. Sen, bunu niye böyle yaptın? Sen, bu tuzağa nasıl düştün?” biçiminde tümceler kurarak karşısındaki kişinin yüreğini kanatır, gönlünü karartır, çözüm arayanın düşüncesini bulanıklaştırır. Bu durumda Diyojen’in Büyük İskender’e söylediği varsayılan: “Gölge etme, başka ihsan istemem.” sözünü, usumuza getiriyor. Ne yazık ki felaketin acısına merhem olmaya gelenlerin çoğu, büyük gölgeler bırakıyor. Bu gölgeler de sorunu düğümlüyor, felakete uğramış kişinin içgücünü bozuyor.

Felaketler karşısında filozofça yorumlar yapanları çokça görürüz. Böyle bir durumda şairane bir duygusallıkla ayağı yere basmayan söylevler işitilir. Kimi de bir bilgin gibi hesap kitap yapıp durumun gerekçelerini açıklamaya çalışır. Bu yolla bilimsel çözümler bulduğunu sanır. Bu söylenip yapılanların hepsi, yarası olmayanın kendini gönül doygunluğuna erdirmekten başka bir şey değil. Bu da felaketi önleyip sorunu çözmez.

Atalarımız: “Araba devrilince yol gösteren çok olur.” demiş. Ne güzel, uyarıcı bir söz… Araba devrildikten sonra devrilmeme konusundaki öneriler bir işe yarar mı? Araba devrilmeden önce neredeydiniz? Önerileriniz, öğütleriniz, yol göstericiliğiniz, çözüm bulduğunu sanan usunuz hangi kuytulardaydı o zaman?

Önemli olan araba devrildikten sonra ne yapılacağını düşünüp söylemek. Felaketten sonra bilgin olmak, filozofça düşünmek, şairane söylevler söylemek bir işe yarar mı? Herkes, yaşamının bir döneminde geri gidişleri, yıkıcı olumsuzlukları, felaketleri yaşar. Felakete uğrayanın sorununa çözüm bulmak için böyle bir şeyin bizim başımıza geldiğinde nasıl davranacağımızı düşünüp söze dökersek bir yararı olur. Yoksa kişinin şairliğini, filozofluğunu ve bilginliğini kanıtlaması kendine de felakete uğrayan kişiye de bir yararı olmaz.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       4 Aralık 2025