DOYUMSUZLUK


Son yıllarda toplumumuzda göze çarpan bir doyumsuzluk var. Bu, hem özdeksel hem de tinsel alanda söz konusu. Doymak bilmeyen, elindekiyle yetinmeyen, hakkına razı olmayan bir bencilliğin doyumsuzluğun altında yattığını söyleyebilirim. Vahşi kapitalizm, toplumun üstüne bir karabasan gibi çöktükçe bencillik de gelişmekte ne yazık ki. Bencillik güçlenirken toplumculuk zayıflamakta giderek. Hatta toplumcu düşünenlere modası geçmiş(!) bir görüşü savundukları öne sürülerek dinozormuş gibi bakılmakta.

Doyumsuzluk, öncelikle özdeksel alanda başladı. Bu durum, tinsel doyumu ortadan kaldırıyor nedense. Özdeksel ve tinsel doyumsuzluk birbirine koşut olarak artmakta toplum içinde. Bunu en iyi açıklayan ise halkımızın: "Karnı doysa gözü doymaz." sözüdür.

12 Eylül 1980 darbesiyle ülkemize egemen olan vahşi kapitalizm, 24 Ocak kararları doğrultusunda toplumcu olan her şeyi ortadan kaldırmayı bir görev edindi. Kamuculuğu, ülkemizden silmek için özel çaba gösterdi küresel sermayenin buyruğunda olan darbeciler ve onun kültür, sanat, spor, ekonomideki görevlileri. Her konuda bireysel başarılar övülüp toplumsal başarılar görmezden gelindi. Kamuculuk basın-yayın organlarında iktidarın sözde aydınlarınca kötülendi. Toplumsal dayanışmanın, yardımlaşmanın birlikte çalışıp üreterek hakça paylaşmanın erdemleri küçük görüldü, gösterildi. Böylece doymak bilmeyen bir insan tipi oluşturulmaya başlandı.

Doymak bilmeyen insanın oluşumunda en önemli etken, televizyonun yaygınlaşması oldu. Toplumun egemenleri, televizyonları kendi çıkarları için kullanarak toplumculuğa savaş açtılar akçamdan. Reklamlarla tüketimi özendirdiler yurttaşlarımıza. Üretim konusunda halkı yüreklendirmek yerine tüketimin özendirilmesi niye mi?

Tüketim çoğaldıkça üretim azalmaya başladı. Cumhuriyet’imizin kuruluşuyla bin bir emekle kurulan sanayi kuruluşlarımız, özelleştirme adı altında kapatıldı. Tarım, üvey evlat görüldü. Bu nedenle köylerimiz boşaltıldı bilerek. Dışalım çoğaldı. Dışalıma koşut olarak ülkemiz daha çok borçlandı. Bu da dış ülkelere siyasal bağımlılığımızı artırdı.

Kamuculuğun ortadan kalkmasıyla yasa, kural tanımayan ve sırtını ülkemiz siyasetçilerine yaslayan bazı kişiler hızla varsıllaştı. Her alanda tekelleşme söz konusu oldu. Sözde serbest piyasacı olan düzen rekabeti ortadan kaldırdı tekelleşmeyle. Gittikçe tekelleşen ekonomi, bir soygun düzenine dönüştü. Bu durum, sosyal yaşamı da etkiledi. Doymak bilmeyen bir açgözlülük ortaya çıktı. Açgözlülük, görgüsüzlükle beslendi.

Vahşi kapitalizmin ortaya çıkardığı insan tipi doymuyor. Her şeyin kendisinin olmasını istiyor. Özdeksel bir doyum söz konusu. Bu nedenle tinsel doyum bir yana itildi. Yeni varsıllık çok tapu, çok para biriktirmeyi amaçladı. Tapuya ve paraya ulaşmak için kurallar ve yasalar bir yana itildi. Hangi yolla olursa olsun amaca ulaşmak için her yolu kendilerine hak bellediler. Bu varsıl tipi; bilim, sanat, spor, kültürden ne yazık ki çok uzak. Doğru düzgün düşküleri yok. Uğruna savaşacağı, özveride bulunacağı ülküleri hiç olmadı. Ülküleri için savaşım verenleri, yaşamını ülküleri uğruna harcayanları, toplum için özveride bulunanları vahşi kapitalizmin görgüsüzleri beceriksiz olarak gördüler. Onlar için toplum yararını düşünmek yararsız bir düşünce.

Vahşi kapitalizmin egemenlerince benimsenen görgüsüzlük ve açgözlülüğün doruğa çıkardığı doyumsuzluk, iletişim organları aracılığıyla hızla topluma yayıldı. Ne yazık ki toplumun her kesiminde doyumsuzluk baş gösterdi. Hiçbir şeyle mutlu olmayan, elindekiyle yetinmeyen, kendi yaşamsal gereksinmesinden çoğunu isteyen, başkalarının hakkı olana göz diken insan tipi her yanda. Bu kişiler, özdeksel açıdan doymak bilmedikleri gibi tinsel olarak da doymuyorlar. Bu doyumsuzluk, toplumumuzun geleneklerini, değerlerini örseliyor. Hatta bu doyumsuz bencillik, çocuk yapıp topluma biyolojik ve sosyolojik katkı yapmaktan bile uzak durmakta. Çünkü onun düşüncesinde başkası için özveride bulunmak diye bir şey yok, çocuğu bile olsa.

Özdeksel ve tinsel doyumsuzluk; toplumsal dokumuzu bozmakta, elseverliğimizi ve duygudaşlığımızı yok etmekte. Ülküsü, düşküsü, özverisi olmayan kişi için halkımız: “Gözünü toprak doyursun.” der. Ne güzel bir söz değil mi?

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            28 Nisan 2025

 

MUTLULUK, KİŞİNİN İÇİNDE


Dünyanın her yanında insanlar; hangi sosyal sınıftan, etnik kökenden, inançtan, renkten, kültürden, düşünceden, duygudan olursa olsun küçük de olsa bir mutluluk anını yaşamak için uğraşır. Sınırlı bir yaşamda sonsuz mutluluğa ulaşmak ise kişinin asıl amacı, ülküsü. Onu aramak, ona ulaşmak, mutluluğu kesintisiz yaşamak için insanoğlunu, yaşam boyu çaba gösterir.

Mutluluğun göreceli bir kavram olduğunu söyleyelim. Kişiden kişiye değişir. Herkesin mutluluk anlayışı aynı değil. Bu arada mutluluk anlayışının toplumsal dönemlere göre değiştiğini de belirtelim. Buna karşın, insanlar, her koşulda mutlu olmasını bilmeli.  İletişim organlarının gelişmesiyle egemen sınıfların halka dayattığı mutluluk anlayışları, biçimleri de var.  Bu, insanları kalıba dökmekten başka bir şey değil.

Çoğu kişi, mutluluğu kayıp bir nesne gibi arar her yerde. Onun nazlı bir sevgili gibi insanlardan kaçtığını düşünür. O kaçtıkça da insan onu kovalar yakalamak için. “Kaçan, kovalanır.” örneğinde olduğu gibi kaçan mutluluğun peşinden koşuş, yaşam boyu sürer. Koşmak, amaca ulaşmanın düşüyle dolu olduğundan her adımda ona ulaşma olasılığın güçlenir. Böyle olunca onun peşinden koşmak bile kişiyi mutlu eder. Mutluluğa ulaşma olasılığının bile insanı mutlu ettiği bir tılsımdır, içildiğinde yeni bir yaşamın başlayacağı umudunu yeşertecek iksirdir o.

İnsanların çoğu için mutluluk, Kaf Dağı’nın ardında. O, bazıları için ulaşılmaz, duyumsanmaz, yaşanılmaz bir şey. Kimileri, Kaf Dağı’nın ardına gidecek dermanı dizlerinde, yüreğinde bulamaz. Bu nedenle mutluluktan vazgeçer kolayca. Yaşamın kendine dayattığı olumsuz koşulları kolayca kabullenir. Onun peşinden koşmayı, amaçsızlık ve boşuna bir çaba gibi görür. Olumsuzlukları, yaşadığı kötü durumları kendi yazgısı olarak benimseyip içselleştirir. Bunun için de mutlu olma savaşımından uzak durur. Bu kişiler, kendi mutsuzluğunu çevresine de yayar. Çevresindekilerin kendisi gibi mutsuz olmasından içten içe bir sevinç de duyabilir. Mutsuzluğu, bir salgın durumundaki sayrılığın virüsü gibi yayarlar topluma. Bu da toplumsal mutsuzluğu, öğrenilmiş bir umutsuzluğa dönüştürür.

Mutsuzluk, kişinin ve toplumun içgücünü giderek yok eder. Bu da toplumsal dayanışmayı, yardımlaşmayı olumsuz yönde etkiler. İçgücü yokluğu büyük bir bıkkınlığın, yaşamdan kopuşun başlangıcı. Böylece yaptığı işten zevk almayan, onu mutlu edecek onlarca nedeni görmezden gelen, mutluluğun bir soluk kadar kendine yakın olduğunun farkında bile olmaz.

Bazı kişiler, mutsuzluğunu; yaşadığı yere, koşullara ve yakın çevresindeki insanlara bağlar. Mutsuzluğunun nedenini, kendi dışındaki varlıklar ya da yaşatılara bağlamak bir kaçıştır aslında. Kimileri de mutlu olmak için bir tansığa bel bağlar. Bu tür kişiler, kendilerini kendi yaşamlarının öznesi, belirleyicisi, düzenleyicisi olduğunun farkında değildir. Kendini yaşamının öznesi değil de nesnesi olarak gören kişiler; mevsimin rengine, yelin yönüne doğru sürekli savrulur ve çevresindeki öznelerin eylemlerine göre kendine yer ve yön arar.

Mutluluk, kişinin içindedir. Onu, başka yerlerde aramak boşuna bir çaba. Sen, kendinle barışık olacaksın öncelikle. Mutluluğu kendi içinde, yaşamında, içinde bulunduğun koşullarda arayacaksın. O, aslında en yakınında. Yeter ki onu bulmasını bil. Kimi zaman yaşamımızda görmezden geldiğimiz öyle küçük şeyler vardır ki, bize olağanüstü mutluluk yaşatır. O küçük şeyler, bizim ayaklarımızı yerden kesmeye, bizi mutluluktan ve sevinçten havalara uçurmaya yeter de artar bile.

Aslında insanın yaşaması, en büyük mutluluk. Bir de üstüne sağlık, erinç ve başarı eklenince katmerli bir mutluluk yaşar kişi. Sağlık, erinç ve başarının kaynağı; kişinin içindeki mutluluk. O, yüreğimizde sakladığımız büyük bir hazine. Onu fark ettiğimizde yaşamımız bambaşka olur. Bunun için de insan içindeki olumsuzlukları, kötümserliği, karamsarlığı, özgüvensizliği, içgüçsüzlüğü yok etmeli. Kişinin yüreği, olumsuz olan her şeye kapalı olmalı.  Mutluluğu uzaklarda değil, kendinde aramalı insan. İçindeki mutluluğu keşfedince kişi, bu mutluluk dalga dalga yayılacaktır her yana. Önemli olan kendini, içindeki hazineyi keşfetmekte.

Mutluluk, özgürlüktür. Algılardan, dayatmalardan kurtularak kendi içindeki cevheri keşfederek mutlu olur insan.

Zor sanılan mutlu olmak, aslında ne denli kolay değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  27 Nisan 2025

25 NİSAN 1915’TE ÇANAKKALE’YE DÜŞMAN ÇIKARMASI


İngiliz ve Fransızların Çanakkale’yi denizden geçme düşünceleri, 18 Mart 1918’de suya düştü.  Bu nedenle karaya çıkarma yapmaya karar verdiler.  24 Nisan 1915 akşamı düşman güçleri hazırlıklarını bitirmiş, Gelibolu Yarımadası’na çıkarma yapmak için sabahı bekliyorlardı. Akşam askerlerin tümüne sıcak yemek verildi. Her asker üç günlük yiyecek ve 200 fişek yanına aldı. Birleşik düşman donanması da hazırdı. Önce kıyılar donanmanın ateşiyle dövülecek, Türk direnişi yok edilecekti. Ardından da karaya ayak basacaktı düşman çizmeleri.

25 Nisan sabahı düşman, ordumuzu yanıltmak için farklı yerlere yalancı çıkarmalar yaptı. Amacı, askerimizi farklı yerlere dağıtarak gücünü bölmek, kafaları karıştırmaktı. Asıl çıkarmayı, Arıburnu ve Seddülbahir’e yaptı düşman. Mustafa Kemal, başta ordu komutanı Mareşal Liman Von Sanders olmak üzere komuta kademesini ısrarla buralara çıkarma yapılacağı konusunda uyarmıştı. Ne yazık ki kıyıları savunması gereken birlikler çok uzaktaydı. Liman Paşa, düşmanın karaya çıkmasına izin verilmesini ve onları karada yenmeyi düşünmekteydi. Yarbay Mustafa Kemal ise düşmanı karaya ayak bastırmamanın gereği üzerinde durmaktaydı.

Mustafa Kemal’in 19. Tümen’i ihtiyattı. Yani yedekteydi Buna karşın Mustafa Kemal Bey, çıkarmanın yapıldığı sabah, 57. Alay’la Arıburnu’na doğru hareket etti. 1. ve 3 taburlar sağında solunda dizilerek çalılar arasından ilerliyordu. Dağ bataryası gelmekte gecikmişti. Buna karşın beklemedi, kıyıyı gözetleyerek ilerledi. Hızlanmak için askerlerin sırt çantalarını bırakmalarını istedi. Askerler yanlarına yedek mermilerini, matara ve ekmek torbalarını aldılar. Ayrıca temiz iç çamaşırlarını alarak ekmek torbalarına koydular. Dört tane ağır makineli tüfek de yanlarındaydı.

Çalıların arasından ilerleyen taburları düşman göremiyordu. Emir Subayı Asteğmen, komutanını uyardı fundalıklara bakması için. Askerler kirli çamaşırlarını çıkarıp çalıların diplerine saklamışlardı. Temiz çamaşırları giyerek Allah’ın huzuruna çıkmak için hazırdılar. Çünkü hepsi, şehit olacağını biliyordu. Bu durum, herkesi çok duygulandırdı.

Mustafa Kemal, ivedilik gösterdi. Bir an önce Arıburnu’na ulaşmak istiyordu. Atından inerek alayı bırakarak yanında emir subayı, başhekim ve topçu komutanıyla hızlı adımlarla yürüdü. Conkbayırı’na ulaştığında Arıburnu’ndaki düşman savaş ve çıkarma gemilerini gördü. Düşman çıkarması başlamıştı. Saat, 10.00’du.

Elleri yüzleri yara bere içinde, giysileri yırtık bir grup askerin koşarak yaklaştığını gördü.

Askerlerden biri: “Düşman efendim!” dedi heyecanla.

Askerlerin arkalarından bir Anzak birliği gelmekteydi. Aralarında bir kilometreye yakın uzaklık vardı. Conkbayırı, düşmanın eline geçmemeliydi. Henüz 57. Alay gelmemişti. Askeri süngü taktırıp yere yatırdı. Düşman birliğinin komutanı bizimkilerin ateş açacağını düşünüp kendi birliğini de yere yatırdı. Saatler 10.25’i gösterirken öncü bölük yetişmişti. Hemen saldırı için emir verdi ve savaş başlamış oldu. Hızır gibi yetişen bölüğümüz, direnmeye çalışan düşmanı süngüyle yok etti.

Çok geçmeden 57. Alay üç taburuyla yetişti başlarında komutanları Binbaşı Hüseyin Avni Bey’le. Mustafa Kemal kısa bir toplantı yaptı komutanlarla. Bulundukları yerin savunmasının ne denli önemli olduğunu anlattı onlara. Alay, savaş düzeni aldı. Askerlerin tümü ellerini temiz vatan toprağına ve tüfeklerinin kabzalarına sürerek kuru abdest aldılar. Savaşın tüm yazgısını değiştirecek olan saldırıyı başlattılar. Düşmanın sütüne indiler dalga dalga. Ölümden korkmuyorlardı. Çünkü şehit olmaya inanmışlardı, ant içmişlerdi yola çıkarken can vermeye. 27. Alay da Arıburnu direnişin ön safındaydı. İki alay omuz omuza verdi düşmana karşı.

“Allah, Allah…” sesleri yeri göğü inletirken bir milletin sonsuza dek varlığı için Conkbayırı’ndan Arıburnu’na doğru akıyordu Mehmetçik. Mustafa Kemal, kendine bağlı 77. Alay’ı, 27. Alay’ın sol yanına yolladı. Savaş alanına yetişen 19. Tümen’e bağlı 72. Alay’ın bir taburunu hemen 57. Alay’a destek olmak için sürdü cepheye. Savaş, iyice kızıştı. Anzaklar, beklemedikleri sert bir direnişle karşılaşmışlardı.

Gün boyu sürdü savaş. Mustafa Kemal, akşama doğru tüm cepheyi gezdi. Emrindeki birlikleri denetledi. Mevziler sağlamlaştırıldı. Bu denetlemeleri yaparken ateş hattında olmaktan korkmuyordu. Bu durum, askerlerin gözünden kaçmadı. Komutanlarının yürekliliği, askerin savaşma azmini daha da artırdı.

Mustafa Kemal’in Çanakkale kahramanlığı, ilk gün başladı. Emrindeki 19. Tümen yedek kuvvet olmasına karşın düşman işgaline kendi kişisel kararıyla karşı koydu. Gözünü kırpmadan tehlikenin üstüne yürüdü. İşte, kahramanlık budur. Gerektiği zaman vatanı için canını hiçe saymaktır. Tehlikeyi önceden görüp sorumluluk almaktır kahramanlık ve liderlik.

Çanakkale utkusunun 110. yılında başta Atatürk olmak üzere tüm şehit ve gazilerimizi saygıyla anıyorum.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  25 Nisan 2025

İSTANBUL’DA DEPREM


23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın heyecanı, gururu içindeydim. Bu güzel günü yaşarken bir de 23 Nisan yazısı yazayım, dedim. Masaya oturdum bilgisayarımla. Haberleri de izliyorum bu arada. Silivri merkezli 3,9 şiddetinde bir depremin olduğu söylendi. “Olağandır.” dedim kendi kendime. Başladım yazmaya. Tam da yazıyı yarılamışken ev sarsılmaya başladı. Sarsılma başladığı an, cep telefonuma deprem uyarısı geldi. Saat, 12.49’du…

Deprem başlar başlamaz masadan kalktım. Sakin olmaya çalıştım, çok korkmadım. Kendimce güvenli bir yerde bekledim sarsıntıların bitmesini. Doğaldır ki ev giysileriyle oturmaktaydım masada. Sarsıntı bitti ve hemen üstümü değiştirdim. Sırt çantamı yanıma alıp oturdum yazımı bitireyim diye.

Sarsıntılar sürerken eşimi aradım, ancak konuşamadık. Çünkü o, okulunun bahçesinde 23 Nisan törenini sunuyordu. Oğlumu ve diğer yakınlarımı aradım. Ne yazık ki ulaşamadım hiçbirine. Çünkü telefon hatları kilitlendi sanırım yoğunluktan. Telefonların uzun ve gereksiz konuşmalar, gereksiz iletilerle meşgul edilmemesi konusunda sosyal medya hesaplarımdan çağrı yaptım. Böyle durumlarda telefon hatlarının açık almasının önemini belirttim. Ayrıca telefonların şarjlarının gereksiz yere tüketilmemesi konusunda uyarılar yaptım. Uyarılarımın pek dinlendiğini sanmıyorum.

Televizyon açık… Bir yandan haberleri izliyorum. Çok geçmeden depremin şiddetinin 6,2 olduğu açıklandı. Ardından peş peşe depremler oldu. Yazımın son bölümünü yazmak üzereydim. Dışarı çıkmaya karar verdim. Yazımı akşam eve dönünce tamamladım.

Akşama dek dışardaydık, yani sahilde. Özellikle sahil tıklım tıklım insan dolu... Herkes daha büyük deprem olacak diye evden kaçmıştı. Oysa beklenen büyük deprem olursa tsunami tehlikesi var. Anadolu yakasının Marmara kıyıları neredeyse tamamen dolgu. Hem tsunami tehlikesi hem de dolgu alanında olması nedeniyle yıkıcı bir deprem anında can güvenliğinin olmayacağı bir yer. Niçin mi kıyılara sığındı halk? Çünkü mahallelerde deprem toplanma alanı yok! Kent, bir karış yeşil alan bırakmamacasına beton yapılara teslim edilmiş. Kent oluşturulurken her şey düşünülmüş, bir tek insan düşünülmemiş. Demek ki yaklaşık yirmi milyon insanın yaşadığı İstanbul’da, deprem sırasında halkın sığınacağı doğru düzgün bir yer yok neredeyse.

Çoğu kişinin deprem çantası bulunmamakta. Çöken bir yapının yıkıntısı altında kalan bir yurttaşın yaşama tutunma olasılığı bu nedenle azalmakta.

Deprem sonrasında çoğu kişi, taşıtlarına binerek yola çıktı. Bu nedenle yollar tıkandı. Deprem sonrası kurtulan kişilerin nasıl davranacağı ne yazık ki bilinmemekte. Olmadı, ama diyelim ki deprem daha yıkıcıydı. Bazı yapıların yıkıldığını, birçok insanın yıkıntılar altında kaldığını düşünelim. Yıkıntılar altında kalanları oradan çıkarmak için yetişecek kurtarma ekipleri hangi yoldan gelecek? Yardım bekleyenlere nasıl ulaşacak yardım ekipleri?

Kurtarma ekipleri yıkıntılara ulaştı diyelim. Yıkıntılar altından yaralı kurtarılan yurttaşlarımız en yakın sağlık kuruluşuna hangi yollardan ulaştırılacak?

Deprem sırasında farklı bölgelerde, çok sayıda yangının çıktığını varsayalım. Bunları söndürecek yangın söndürücüler nasıl ulaşacak buralara?

İşin en şaşırtıcı, acıklı, gülünç yanı ise yollara düşen İstanbullulardan bazılarının Silivri’deki yazlıklarına gitmeleri. Oysa depremin merkezi Silivri… İnsanlar ne yapacağını, nereye gideceğini bilmemekteler. Kafası kesik tavuk gibi çırpınmaktalar.

23 Nisan günü olan İstanbul depremi gösterdi ki hükümet de belediyeler de yurttaşlar da bir felakete hazır değil. Hükümet ve belediyeler yalnızca göz boyayıcı boş sözler üretmekte. Köktenci çözüm yok! Aslında bu gerçeği her yurttaşımız da bilmekte. Bildiği içindir ki kendince kurtuluş yolu aramakta.

Büyük bir İstanbul depreminin ülkemiz için ulusal güvenlik sorununa yol açacağını devletimizi yönetenler de bilmekte. Bu gerçeğin ışığında davranmalı. Depreme hazırlığın savsaklanacak yanı yok! Bu nedenle hangi görevde olursa olsun herkes sorumluluğunu bilip ona göre davranmalı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  25 Nisan 2025

23 NİSAN DÜŞÜ VE DEPREM


23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın heyecanıyla uyandım erkenden. Önce farklı televizyonlardan bayram törenlerini izledim. Ardından ekranlarda Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’mızı anlatanlara kulak verdim. Evimizin karşısında Bostancı Atatürk Ortaokulu var. Balkon kapısı açık… Konuşmalar, şiirler… Sonrasında bando takımı yeri göğü inletmeye başladı. Önce okulun bahçesinde çaldılar trampetlerini. Bu arada bando takımında boruların olmaması büyük eksiklik… Gerçi olsa nerde çalacak çocuklar? Eskisi gibi yollarda dolaşmaları çok zor…

Bando takımı önde, bir sınıfı dolduracak kadar öğrenci arkada yürüyüş başladı. Birkaç veli de var yanı sıra yürüyen. Okul bahçesinden çıkıldı. Minibüs yolunda yavaşça gümbür gümbür ilerlemekteler Kadıköy yönüne doğru. Bazı sürücüler yollarındaki çocukların heyecanına ortak olurken kimilerinin bu durumdan rahatsız oldukları çok açık. Öğrencilerin yoldan çekilmeleri için rahatsız edici düdüklerini çalmaktalar. Belli ki padişaha kelle yetiştirecek bu sürücüler. Neyse ki sayıları çok değil. Öğretmenler, öğrencilerin güvenliğini sağlamak için çırpınmakta.

Nerede olursam olayım bando takımını gördüğümde, o tılsımlı sesi işittiğimde heyecanlanırım. Yüreğim yerinden fırlayıp çıkacakmış gibi olur. İlkokul beşteydim. Okuduğumuz ilkokulun alt katında ortaokul vardı. Onlarla aynı bahçeyi kullanıyorduk. Bando takımı kurulmuştu ortaokulda. Boru ve trampet takımına öğrenciler seçildi. Her resmi bayram öncesi çalışmalar yaparlar, törenlere hazırlanırlardı. Kimi zaman dersteki öğrenciler rahatsız olmasın diye okulun arkasındaki fındıklıkta yaparlardı bu çalışmalarını. Ders aralarında bando takımının çevresini alırdık hemencecik. Hayranlıkla izlerdik onların boru ve trampet çalmalarını. O günlerde benim ve bazı arkadaşlarımın en büyük düşü, bando takımında yer almaktı.

Boru çalan üç kişi vardı bandoda. İkisi son sınıftaydı. Biri orta birdeydi. Adı: İrfan Yıldırım’dı. Onu tanıyordum. Bizden bir yıl önce bizim okulumuzdan mezun olmuştu. Sınıf arkadaşım Hamdi Özcan’la ders aralarında giderdik bandocuların yanına koşa koşa. İrfan Yıldırım’a: “Boruya bir kez olsun üfleyebilir miyiz” derdik. O da bizi kırmaz, üfletirdi boruya. Birkaç gün geçmeden neredeyse öğrenmiştik marşları çalmayı. Yolda yürürken, evde otururken, top oynarken, ders çalışırken ağzımızda boru varmış gibi dudaklarımızı büzer, dilimizle marşların ezgisini çalardık kendi kendimize. Çok geçmeden marşların tümünü çalmaya başladık.

Bizim hevesimizi ve becerimizi gören İrfan Yıldırım, bize boruyu daha çok çaldırmaya başlamıştı. Hatta bir defasında, gelecek yıl ikimizi boru takımına aldıracağını söylemişti. “Bu yıl iki arkadaşımız mezun olacak. Siz, ortaokula geldiğinizde ikinizi onların yerine aldırırım. Bunu öğretmene söylerim. Siz, nasıl olsa çalıyorsunuz boruyu. Yeniden öğrenci yetiştirmek zor.” dedi bize.

Ağzım burnum deyinceye dek okulu bitirdik. Yaz dinlencesi de sayılı gün çabuk geçti. Ortaokula başladık. Cumhuriyet Bayramı yaklaşıyordu. Bando çalışmalara başlayacaktı. İrfan Yıldırım, dinlence de bizi arayıp buldu. Onun iki yanında öğretmen odasına gittik. Öğretmenimize bizim boru çalmayı bildiğimizi söyledi. Öğretmenimiz bahçeye çıktı, biz de arkasındayız. Boruyu sırayla bize verdi. İkimiz de tüm marşları çaldık eksiksiz. Böylece bando takımına girdik.

O yıllarda bandocular izci giysisi giyerdi. Hamdi ile bana izci giysileri verdi öğretmenimiz. Cumhuriyet Bayramı’nda yerimizi aldık giysilerimizle. Yaşamımın en mutlu günlerinden birini yaşadım. O zamanlar bucak merkezi olan Hayrat’ı baştan sona dolaştık uygun adım. Halkın ilgisi doruktaydı. Beni tanıyan bazı kişiler bana seslenmekteydiler mutlulukla. Ancak ben, tüm ciddiyetimle kendimi işime vermiş, önüme bakıyordum Atatürk bakışlarımla.

Ortaokul eğitimim boyunca üç yıl boru çaldım. Orta üçte Denizli-Çal-İsabey Ortaokulu’nda sürdürdüm eğitimimi. Orada da bando takımına girdim. Bu nedenle bando takımını her gördüğümde heyecandan ölecekmiş gibi olurum. Onlarla ortaokul yıllarıma gider, derin düşlere dalarım.

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda tam da düşlere dalmışken 12.49’da deprem oldu. Düşümden uyanıp deprem gerçeğini acı da olsa yaşadım.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  24 Nisan 2025

 

23 NİSAN 1920 TBMM’NİN AÇILIŞI


Yurdun dört bir yanından milletvekilleri, Atatürk’ün çağrısı üzerine Ankara’ya geldi. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi, en yaşlı üye olan Sinop Milletvekili Şerif Bey tarafından açıldı. BMM açılışının tanığı olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Şerif Bey’in açılış konuşmasının Mustafa Kemal Paşa tarafından kaleme alındığını söyler. Bu konuşma şöyledir:

“Huzzarı kiram (değerli hazır bulunanlar)! İstanbul’un geçici kaydıyla yabancı kuvvetler tarafından işgal olunduğu ve bütün esaslarıyla hilafet makamı ve hükümet merkezinin bağımsızlığı iptal edildiği malumunuzdur. Bu vaziyete baş eğmek, milletimizin teklif olunan yabancı esaretini kabul etmesi demekti. Ancak tam bakımsızlık ile yaşamak kati azminde olan, ezelden beri hür ve serbest milletimiz, esaret vaziyetini tam bir şiddet ve katiyetle reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak Yüce Meclis’inizi vücuda getirmiştir. Bu Yüce Meclis’in Reisi Sinni (en yaşlı üye) sıfatıyla ve Allah’ın yardımı ile, milletimizin dâhili ve harici tam bağımsızlık dâhilinde mukadderatını bizzat üstlenmeye ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilan ederek Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum. Metbuu akdesimiz (tabi olunan en kutsal varlık) olan, bütün Müslümanların halifesi ve Osmanlıların padişahı Sultan Mehmet Hanı Sadis (altıncı) Hazretleri’nin yabancı kayıtlarından kurtarılmasına ve yüce saltanatın ebedi payitahtı olan İstanbul’umuz ile işgal altında ve türlü zulümler ve facialar içinde maddeten ve manen insafsızca imha edilmekte bulunan bütün mazlum vilayetlerimizin kurtarılmasına muvaffakiyet ihsan buyurmasını Cenabı Allah’tan niyaz eylerim. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 8, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Mayıs 2002, s. 25)” Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’un işgalinin emperyalistlerin Türk ulusunu tutsaklaştırmak ve bağımsızlığını yok etmek için olduğunu BMM’nin ilk gününde vurgulamakta Meclis’in geçici başkanı Şerif Bey aracılığıyla.

Atatürk’ün yukarıdaki metinde “tam bağımsızlık” vurgusu çok önemli ve anlamlı. Ayrıca bu hem Atatürk’ün hem Meclis’in hem de ulusun ülkemizin kararlılığını göstermesi bakımından ilgi çekici.

23 Nisan 1920’de, Ankara’da Meclis’in açılması hem padişahlık yönetimini, hem de İstanbul’un başkentliğini reddeden bir devrim. Aynı zamanda Cumhuriyet’in açıktan olmasa da eylemli olarak yaşama geçirilmesi. Bu nedenle 23 Nisan günü Türk Devriminin ve yeni ulus devletin tüm dünyaya duyurulmasıdır.

Şerif Bey’in kısa açılış konuşmasından sonra Mustafa Kemal Paşa, söz alır ve kısa bir konuşma yapar. Bu konuşmasında, yurdun dört bir yanından yeni seçilip gelen milletvekillerinin mazbatalarının incelenmesini önerir.

“Yüce Meclis’iniz, yüksek malumları, fevkalade salahiyete sahip olarak yeniden seçilen değerli mebuslar ile taarruza uğrayan saltanat merkezinden kendilerini kurtararak buraya gelen değerli mebuslardan meydana gelmektedir. Kendilerini kurtarıp gelebilecek olan mebuslar ile birlikte bir Yüce Meclis meydana getirilmesi, ancak yeni seçilen seçim tarzında söz konusu olmuştur. Bu anda Meclis’imiz toplanmıştır. Evvelce seçilen mebusların dahi aynı salahiyet derecesinde vazife yapmasının, mebusların seçim tarzından daha ziyade kapsamlı olduğu için bunun uygun olacağı kanaatindeyim. Bu hususu teyit etmek isterim. (Aynı yapıt, s. 26)” Bu önergede görüldüğü gibi Meclis’in ilk baştan hakka, hukuka uygun davranması sağlandı. Meclis’in oluşturulması konusunda kimsenin usunda en küçük bir şüphenin kalmamasına özen gösterildi bu önergeyle.

Atatürk, Müdafa-i Hukuk’tan yanadır. Ülkemizin kurtuluşunun her aşamasında hukuk kurallarını egemen kılmak amacındadır. Ulusal egemenliğimizin temelini hukuk oluşturur. Bu hukuk, ulusun hukukudur. Devlet yöneticilerinin hukuktan ayrılmaması; ulusal egemenliğimizi sağlamlaştırmanın, sonsuza dek sürdürmenin, iç cephenin bütünlüğünün korunmasının en önemli etkeni.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         23 Nisan 2025

 

TÜRKİYE KUŞATILIRKEN SİZ NE YAPIYORSUNUZ?


Ülkemiz, dört bir yandan kuşatılmakta. ABD, İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs ittifakı bu kuşatmanın özneleri. Avrupa’nın tek dişi kalmış emperyalistleri de bu ittifakı her koşulda desteklemekte. Bu ülkelerin düşmanca tutumları açıkça görülmekte. Buna karşın TBMM’de temsil edilen siyasal partilerin iktidar ve muhalefetiyle bu durumu görmemeleri ya da görüp de görmezden gelmeleri çok ilginç.  Oysa bu kuşatmayı siyasal uyanıklık ve ulusal birliği güçlendirerek yarabiliriz.

Çözüm bekleyen onlarca sorun var önümüzde. Bu sorunları ortak akıl, ulusal çözüm yollarını tartışarak, iç cepheyi sağlamlaştırarak, günlük kısır siyasal çekişmelerden uzak durarak aşabiliriz. Ne yazık ki ülkemiz siyasetinde söz sahibi partilerin ivedilikle çözülmesi gerektiren sorunlar karşısındaki vurdumduymazlıkları bağışlanır gibi değil. Bu konuda AKP ve CHP yönetimlerinin sorumsuz tavırları ilgi çekmekte. Nedense Ekrem İmamoğlu üzerinden başlanan yolsuzluk soruşturması, günlük siyasetin ana konusunu oluşturmakta. Yargının çözeceği bir sorunun neredeyse her gün yirmi dört saat her ortamda tartışılması soruşturmanın da yargılamanın da sağlıklı yürümesini tehlikeye düşürmekte.

Türkiye’nin ulusal birliğini, toprak bütünlüğünü bozmayı amaçlayan yaşamsal sorunlarımızı; bir yazı dizisi olarak anlatmaya çalışacağım dilim döndüğünce.

Ülkemizi en çok ilgilendiren sorunların ilki, ABD-Çin arasında başlayan ekonomik, siyasal savaş. Bu savaşın, dünyanın bütün ülkelerini etkileyeceği kesin. Hiçbir ülke, bu çekişmenin dışında kalamaz. Bu yalın gerçeği görmemek, büyük aymazlık. Bu çekişme, tüm alanlarda kendini gösterecek. ABD-Çin savaşı, bazı ülkeleri zor durumda bırakırken bazılarının karşısına da yeni fırsatlar sunacak. Doğaldır ki fırsat, kişinin ya da ülkelerin avucuna gökten düşmez. Fırsatı yakalamak için bu savaşta doğru yerde durmak, ülke çıkarlarını öncelemek, öngörülü olmak, siyasal saplantılardan kurtulmak, emperyalizme teslimiyet alışkanlığından vazgeçmek, Türkiye’nin önünü açacak siyasetler ve bakış açıları gerekir.

Muhalefet, değişen dünya koşullarına uygun politikalar üreterek iktidarı yönlendirerek yanlışlarını göstermeli. Bu konuda yürekli, sorumlu davranmalı.

Atlantik’in gerilemeye, Asya’nın yükselmeye başladığı bir çağdayız. Bu nedenle dünyanın bu gerçeğine uygun siyaset izlemek zorunluluk.

Gerileyip çökmekte olan batı emperyalizmine bel bağlamak, batı merkezli emperyalist ittifakların ülkemize karşı düşmanca düşünce ve eylemlerini görmemek Türkiye’ye yarar sağlamaz. Dost görünümlü düşmanla gerçek dostları birbirinden iyi ayırt etmeli. Bile bile düşmanın yanında görünmek, ülkemize yarar sağlamaz. Böyle bir duruş, düşmana hizmet değilse nedir?

ABD, yüksek teknolojik ürünler üretmekte Çin’in epeyce gerisinde kaldı. Bu nedenle bu eksikliği gören Trump, seçimlerden önce Elon Mask başta olmak üzere yüksek teknoloji alanında üretim yapan birkaç varsılı yanına aldı. ABD, büyük bir üretim atağına hazırlanıyor, ancak toplumsal ve siyasal koşulları buna uygun değil.

ABD emperyalizminin çökmekte olduğunu herkes görmekte. ABD’yi ayakta tutan en önemli ekonomik kaynaklarından biri, dolar… Doların dünya ticaretindeki etkisi azalırsa ABD ekonomisi önemli bir darbe alır. Bu durum, ülke içindeki siyasal ve ekonomik çelişkileri keskinleştirir. Bu da geri dönülmez çözümsüz sorunlara yol açar. Bu nedenle başta Türkiye olmak üzere dünyanın tüm ülkeleri ulusal paralarla dış ticarete geçmeli. Bu, dolar egemenliğini sona erdirir.

Türkiye, iktidar ve muhalefetiyle ABD-Çin savaşında safını belli etmeli. Her iki ülkeye göz kırpmak, “denge politikası” denen dengesizlik siyasetinin içinde debelenmemeli. Savaşan her iki tarafın yanındaymış gibi görünmek, bu savaşın amacını anlamamak olur. Böyle bir durum, kolayca fark edilir her iki ülkece. Böylece ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranılır. AKP’nin 22 yılı aşan iktidarı döneminde “denge politikası uygulandı güya. Bu politikayla dostla düşman birbirine karıştı. Ülkemizin geleceğini, bütünlüğünü ilgilendiren birçok konuda olumlu tavır takınılmadı, sağlam duruş gösterilmedi. Herkesi idare edip memnun etmeye çalışan, kimseyi memnun edemez.

Not: Yazıda anlatılanları tamamlayıcı nitelikte olan aşağıdaki iki yazıyı okumakta yarar var.

1-Denge Politikası https://adiladalet.blogspot.com/2022/03/denge-politikasi.html

2-Ulusal Paralarla Dış Ticaret https://adiladalet.blogspot.com/2022/08/ulusal-paralarla-dis-ticaret.html

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  22 Nisan 2025

BİR KİŞİ, TELEFONA NİYE YANIT VERMEZ?

 

Telefon, günümüzün önemli bir iletişim aracı… İnsanları birbirine bağlar. Kişiler arasında iletişimi sağlar. Çoğu zaman telefonda duygular, düşünceler, olaylar, istekler, haberler, karşılıklı gereksinimler paylaşılır.

Kimi zaman telefonla yardım istenir akraba, dost ve arkadaş bildiklerinden. Sorununa umar ararsın karşı uçta sesini işittiğin kişiden. O sesi işitmediğinde umarsız kalırsın. Ancak beklersin telefonuma döner diye. Bir türlü dönmez dost sandığın. İşitemezsin bir sıcak dost sesini kızgınlıkla karışık bir özlemle.

Bir isteğin olur seyrek de olsa. Ararsın en yakın sandığın birini. Telefon çalar aralıksız. Yanıt alamazsın ondan. Yine de umudunu korursun. “İşi vardır, bakamamıştır telefona, bunca işinin arasında.” ya da “Günün yorgunluğu içinde işitmemiştir zil sesini.” dersin kendi kendine. Karşındakini bir kez dost bildin ya, konduramazsın ona vurdumduymazlığı, ilgisizliği, umursamazlığı. Saatler, günler geçer beklediğin telefon sesi bir türlü gelmez kulağına.

Bazı telefonlar, yardım çığlığıdır. Yakınım bildiğin birinden yardım istemek için çevirirsin numarayı. Ancak ne yazık ki karşındaki kişi telefonundaki çığlığı işitmez, seni yüreğinde duyumsamaz. Bir gün yüz yüze görüştüğünüzde çok işi olduğu için bir türlü geri dönemediğini söyler utanmazca. Bu yalana inanacağını sanır. Çünkü yalanların söylenmesi bile bir zekâ ölçüsünü gösterir. Çok işi olduğunu söyleyen kişi, sanır ki bu dünyada yalnızca onun işi var. Başkaları ise işsiz güçsüz dolaşmakta orta yerde. Herkesin işi, kendine göre çok önemli. Önemsizlik, kişinin bencilliğinde… Bu kişiler yaptıkları iş nedeniyle kendilerini alçak yerde dağ sanan tepecikler.

Kimi zaman telefon açarsınız birine bir mutluluğunuzu paylaşmak için. Heyecanlısınız. Önünüzde kapı duvar olur örneğinde olduğu gibi telefon tinsizleşir. İstediğiniz mutlu, sevecen, içten sesi bir türlü işitemezsiniz. Mutluluğunuz olgunlaşmamış bir ayvadan kestiğiniz parça gibi boğazınızda kalır. Yutkunamazsınız bir türlü. Paylaştıkça çoğalacak mutluluğunuz, dost sandığınız kişinin ilgisizliği yüzünden üzüntüyle karışık bir burukluğa dönüşür.

Bazı zamanlar insanın içine bir sıkıntı oturur. Ne yapsanız gitmez içinizden. Giderek sekiz kollu ahtapot gibi sarıp sarmalar içinizi. Bir türlü o kollardan kurtaramazsınız kendinizi. Soluğunuz kesilir. Bu sıkıntı içinde bir dost eline gereksinim duyarsınız ahtapotun kollarını çözecek. O el, bir türlü çıkmaz ortaya.

Birinin telefonunu yanıtlamak ya da işimiz varsa sonradan geri dönmek bir insanlık görevi. İnsana değer vermenin bir göstergesi… Değer veren, değer bulur; sözünü unutmamak gerek. İnsanoğlu bir ayna… Bakar kendini görür. İnsanlara değer vermeyen karşısındaki aynada kendi değersizliğini görür. Kısacası, karşımızdakine verdiğimiz değer, kendi değerimizin göstergesi.

Son yıllarda duygudaşlığımızı yitirmekteyiz adım adım. Telefonlara yanıt vermek de bir duygudaşlık, değerbilirlik, alçakgönüllülük işi. Atalarımız: “Başak olgunlaştıkça başını aşağı salar.” atasözünü tam da bu durumlar için söyledi. Demek ki olgun başak olmalı. Olgunlaşmak da bilgi ve yaşam deneyimi ister.

Afra tafra, kibir kişiye yakışmaz. Günümüzde afra tafra, şişinme ve göze çarpan kibirle yeteneksizliğini ve yetersizliğini kapatmaya çalışanlar çok. Bu kişilere: “Alçak uçan yüce konar, yüce uçan alçak konar.” atasözümüz yol göstermekte.  Nasıl da yüz yıllar öncesinden günümüze ışık tutmakta.

Kişinin iki eli kanda olsa koşmalı karşısındakinin çağrısına. Yaşam boyu insanlık ülküsü için savaşmıyor muyuz?

İnsanın değeri, yaptığımız hiçbir işle ölçülmez. İnsan olmadan tek başına bir yaşam olmaz. Bu nedenle insana değer vermeli. Kişi, toplumun bir parçası. İnsan da toplumsal bir varlık değil mi?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       20n Nisan 2025

 

 

TÜRKİYE, AYDINLARINI YİTİRİYOR


Amerikancı 12 Eylül darbesiyle ülkemizin siyasal, toplumsal, kültürel, sanatsal, düşünsel ve ekonomik sistemi tamamen değiştirildi. Toplumumuzun, devletin Atatürk ve Türk devrimiyle olan bağları koparıldı. Toplumumuzu bir arada tutan değerler, bilinçli olarak değersizleştirildi. Toplumculuğun yerine, bireycilik getirildi. Bu da yurttaşlarımızın duygudaşlığını, gözle görülür bir biçimde yok etti. Kişiler arasındaki dayanışma, yardımlaşma anlayışı örselendi.

ABD, 12 Eylül’le ülkemiz siyasetine ikili sistemi dayattı. Merkez sağ ve solda iki siyasi partiye dayalı bir siyasal anlayış topluma yerleştirilmek için çalışıldı. Siyasal partiler ve seçim yasalarında yapılan değişikliklerle parti üyelerinin etkisi azaltıldı. Partilerde yukarıdan aşağıya oluşturulan bir yapı ortaya çıktı. Tabanın siyasal iradesi yok edildi böylece. Bu durum katılımcı demokrasiyi yok etti.

Türkiye, 16 Nisan 2017’de yapılan halkoylamasıyla başkanlık sistemine geçti. 24 Haziran 2018 günü yapılan seçimde R. Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı seçildi. Bu seçimle iktidara gelmek için geçerli oyların yarısından bir fazlasını alma zorunluluğu ortaya çıktı. Böylece 12 Eylül’de ABD’nin dayattığı başkanlık sistemine geçilmiş oldu. Bu da Türk siyasetinin iki merkez parti çevresinde toplanmasına yol açtı. Farklı görüşlerin, sistem dışı düşünenlerin “Küçük partilere destek verirsem oyum boşa gider.” anlayışıyla TBMM’de temsil edilmesi zorlaştı. Demokrasi, yerini iki büyük parti despotizmine bıraktı.

Siyasal sistem, giderek kutuplaştı ülkemizde. Kutuplaşma olunca siyasal sistemimiz; dışardan siyasal telkinler, dayatmalar, müdahalelere açık duruma geldi.

İkili sistemin en kötü yanlarından biri, toplumumuzdaki eleştiri kültürünü, alışkanlığını ve aydın birikimini yok etmesi. İktidar ve ana muhalefette bulunan her iki partinin yandaşı olan gazeteciler türedi birden. Televizyonlarda konuşurken, gazetelerde yazarken parti sözcüsü gibi davranmaktalar. Bu kişilerin amacı gerçeği söylemek değil, ne olursa olsun yandaşı olduğu partiyi savunmak. Bunu yaparken de çoğu kez, gerçeği örtme ve saptırma görevini yapmaktalar ne yazık ki. Kimi zaman bu da yeterli olmuyor, gerçeği saklamak için yalanlar uydurmaktalar. Böylece yalanlar üzerinden bir siyaset biçiminin yaygınlaşmasına önayak oluyorlar.

Her iki partinin yandaşı gazetecilerin en belirgin özelliği karşıtını avazı çıktığı kadar bağırıp susturmak ve karalamak. Karşı tarafın canını ne denli yakarsa o denli yandaş oluyor kendince. Söylediğin sözün gerçek ya da yalan olmasının pek önemi yok!

Gazeteciler çoğu, yandaş da farklı mesleklerden gelen televizyon yorumcularının önemli bir kısmı ne durumda? Adlarının önünde uzun uzun unvanları yazılı birçok kişi, televizyonlarda boy gösteriyor. Bu kişilerin çoğu, çoktan düşünce namuslarını yitirmişler. AKP ya da CHP yandaşı olmak için en sert dili kullanmaktalar. Ne yazık ki bu kişilerin çoğunun konuşmaları olgusal değil, algısal.

Türkiye’nin önemli bir aydın birikimi vardı. Ne yazık ki 12 Eylül 1980'den başlayarak aydın birikimi hiçe sayıldı. Gerçekleri işitmek kimilerinin işine gelmedi. Bazı sözde aydınlar da gerçekleri konuşmak yerine, siyasetçilerin istediklerini söyleme yolunu seçtiler. Bu tavırlarıyla da dünyalıklarını kurmak için çaba göstermekteler.

Aydın, sözünü eğip bükmeden söyleyen kişidir. Gerçeği söylerken onu, vicdan tartısında tartandır. Gerçeği, eğip bükmeden söylersen aydın olursun. Aydın güneşe benzer. Kimi zaman aydınlatıp ısıtır yaşam verir. Kimi zaman da önlemsiz ve doğa dışı davrananları yakar güneş. Aydın da kimi zaman dile getirdiği gerçeklerle bazı kişileri rahatsız eder. Aydın, gerçeği söylerken kendisine karşı söylenecek olumsuz sözleri, yapılacak hoşa gitmeyen davranışları düşünmemeli.

Ne yazık ki iki partiye dayalı, kutuplaştırılmış siyaset düzeni gerçek aydınları yok etmekte. Sakız gibi çiğnendiği ağızların çene yapısına göre biçim alan sözde aydın tiplerinden geçilmiyor. Günümüzün sözde aydını, gerçeğin değil; siyasetçiden alacağı ulufenin peşinde koşmakta.  

“Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” şairimiz Tevfik Fikret: “Hak bellediğin yola yalnız gideceksin.” demişti yıllar önce. Hak bellenen yola yalnız gitmek, us, bilinç, yürek ve özgürlük ister. Bunlar olmayınca hak bellenen yol da olmuyor ne yazık ki.

Gerçek, su gibidir. Akıp gider ve yolunu bulur. Nasıl suyun akışını, güneşin doğuşunu engelleyecek bir güç yoksa gerçeğin aydınlatıcı gücünü yok edecek bir güç de yok!

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  19 Nisan 2025

DÜŞÜNCE NAMUSU


Düşünce namusu sözü, son yıllarda çoğu kişilerce unutulsa da önemli bir kavram. Her düşüncenin ilkeleri var. Bu ilkeler, o düşünceyi savunanların yaşam biçimini belirler. Kişi, benimseyip savunduğu düşüncenin zarar görmemesi için olağanüstü bir çaba gösterir. Düşüncesinin zarar görmemesi için göğsünü siper eder. Kendisinin zarar görmesine ses çıkarmaz, ancak düşüncesine leke sürülmesini asla kabul etmez. İşte bu, düşünce namusudur.

İnsan, düşüncesiyle var olur. Düşünceyi benimseyip içselleştiren kişi, toplumsal bir ülkünün özverili adamıdır. Ülküsünü gerçekleştirmek için hac yolundaki topal karınca gibidir. Zorluklar yaşasa da yalnız kalsa da baskılara uğrasa da aşılmaz gibi görünen engellerle karşılaşsa da amaca ulaşmak için tuttuğu yoldan vazgeçmez. Çünkü onun düşünce, ülkü yolculuğu namusudur.

Düşünce, ülküyle birleştiğinde ekmek kadar değerli, su gibi yaşamsal olur. İnsan yemeden, içmeden yaşayamaz. Düşüncesiyle dünyayı değiştirerek yaşanılabilir, insanca bir düzenin özlemi içindeki ülkücü kişi; düşüncelerini savunmayı ekmek kadar önemli tutar kendisi için. O, yaşayacaksa düşünceleri uğruna yaşamalı. Düşüncesi olmadığında, usunu kullanmadığında, toplumsal amaçlar uğruna savaşmadığında kendini yararsız bir varlık olarak görür. Bu yararsız varlık olma durumu, ölmekten beter. Zaten bir düşünceyi benimsemiş kişi, onu ölümü pahasına savunur. Onun düşüncesini savunma yürekliliği, düşüncesinin doğruluğuna olan inancından kaynaklanır.

Düşünce adamı, savunduğu ilkelerden, amaçtan ödün vermez. Ödün vermemek demek, uzlaşmaz olmayı gerektirmez. Onun uzlaştığı nokta, toplumsal çıkarlardır. Kişisel çıkar peşinde koşmak, onun için düşünülemez bir şey. Toplumun çıkarı söz konusu olduğunda akan sular durur. Bu konuda özveri, doruğa çıkar. Zaten düşünce adamının en belirgin özelliği, özverili olması değil mi?

Özverili düşünce adamı, dünya malına tamah etmez. Onun için varsıllık, mal ya da paranın çokluğu değil; düşüncenin sağlamlığı ve ülküsünün yüceliğidir. Bulunduğu konumu, orunu, olanakları kullanarak ya da yasal boşluklardan yararlanarak kişilerin cebine elini uzatmak, toplumun ortak çıkarlarını kendisi için arpalık görmek söz konusu bile olmaz. Çünkü böyle bir durum, hem düşüncesine hem de insanlığa ihanet olur. Onun düşüncesi, ülküsü berrak bir sudur; onun çöple kirlenmesini usundan geçirmez, buna izin de vermez. Kirlenen düşünce, yozlaşır. Yozlaşan düşünce, çürüyüp kokuşur.

Düşünce adamının en büyük kutsallarından biri vatanı. Bilir ki vatan olmasa kendi de olmaz. Vatanı yoksa düşünceleri, ülküleri, sevdikleri, uğruna savaşacağı hiçbir şey de yok! Yokluğun içinde varlık zor bulunur bir şey. Vatan varken onu savunmak gerek, hem de can ve kan pahasına. Vatanın olmadığı yerde, ekmek ve namus olur mu?

Günümüz insanının çoğuna şöyle bir bakıyorum. Ne uğruna savaşacağı sağlam bir düşüncesi ne bir ülküsü ne de ilkeleri var. Bunlar olmayınca da düşünce namusu buharlaşıp uçuyor kişinin eğninden. Tinsiz yığınlar durumuna geliyor insanlar. Sözde ülküler ya da düşünceler; başkalarını kandırmak, insanların gözünü boyamak, kamu malına el uzatmak, yaptığı aktöre dışı işleri örtmek, kendi çıkarı için toplumun yok olması pahasına çabalamak, toplumsal çürümeyi artırmak, kendi yozlaşmasını fark ettirmemek için kullanılmakta. Anlaşılacağı üzere onun düşünce ve ülküsü göstermeliktir.

Bir düşünce, ülkü sahibi olmak; kişisel ve toplumsal bir aktörenin oluşmasını sağlar. Aktöreli biri; düşüncesi, ülküsü için savaşır. Aktöresiz ise düşünceyi, ülküyü yozlaştırarak kendi çıkarı için kullanır. Bu nedenle toplumsal savaşımın temelini vatan, ekmek ve namus oluşturur. Bir toplumu oluşturan bireyler; bu üç ilkeden, değerden şaşmadan hem insanlık hem de yurttaşlık görevini yapmalı. Çünkü vatan, ekmek ve namustan ötesi yok!

Not: Konuyla ilişkili olması nedeniyle aşağıdaki yazı okunabilir:

Sakız Gibi Adamlar https://adiladalet.blogspot.com/2023/04/sakiz-gibi-adamlar.html

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       18 Nisan 2025

“VATANIN GELECEK ÜMİDİ” KİMLER?


Mustafa Kemal Paşa, Türk Ordusu 9 Eylül 1922’de düşmanı İzmir’den denize döktükten sonra bir süre İzmir’de kalır. Ardından Bursa’ya gelir. Burada, onu İstanbul’dan gelen toplumun farklı kesimlerinden kişiler ziyaret eder. İstanbul Üniversitesi’den (Darülfünün) bir grup öğrenci de gelenler arasındadır.

Atatürk, 21 Ekim 1922’de Bursa’da İstanbul Darülfünun Gençlerine Nutuk veriyor. O gün gençlere söyledikleri, bugün de geçerliliğini korumakta.

“-İstanbul irfan zümresi! Siz, vatanın gelecek ümidisiniz… Biliniz ki, vatanı hakiki olarak kurtaracak sizlersiniz. Biz, bir fırtına gibi gelir, geçer, gideriz. Önümüzde sivrilmiş dikenleri, engelleri yakar, yıkarız. Fakat arkamıza baktığımızda bizim açtığımız o sahada irfanıyla, bedeniyle çalışan sizleri, milleti görürsek vazifemizi yaptığımıza ancak o vakit kani olur ve iftihar ederiz. Bizim zaferimiz kanlıdır; fakat, sizin zaferiniz şanlıdır! (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 14, Kaynak Yayınları, İkinci Basım: Mayıs 2007, s. 27)”

Atatürk, İstanbul Üniversitesi öğrencilerine söylediği yukarıdaki sözler, Türk gençliğinin tümü için geçerli. Gençliği, irfan (kültür) ordusu olarak görmekte. Asıl utkunun da irfan ordusunun yapılanlara sahip çıkmasıyla olacağını vurgulamakta. Düşman yurttan kovulmuştur, ancak tam bağımsızlığı, bundan böyle sürdürmek gençliğin görevi.

Atatürk, konuşmasında ulusun önündeki büyük güçlüklerin üstesinden geldiklerini “Biz, fırtına gibi gelir, geçer, gideriz. Önümüzdeki sivrilmiş dikenleri, engelleri yakar, yıkarız.” sözleriyle anlatmakta. Bu sözlerle ülkemizin gelişmesi, ileri gitmesi için önündeki engellerin kalktığını vurgulamakta Büyük Önder. Gençliğin çalışması, irfanıyla yurdu aydınlatmasının uygun koşullarının oluştuğunu söylemekte.

Aynı konuşmada Atatürk: “İstanbul’u biz hiç unutmadık ve unutamayız! Orası bizim, yani anavatanın başıdır. İrfanımız, sanatımız, her şeyimiz oradadır, oradan yetişmiştir… İstanbul’u iyi tanırız; bilhassa orada gençlik bizimledir; bizi bekler, galeyan halindedir. (Aynı yapıt, s. 27)” Atatürk, bu sözleriyle İstanbul gençliğinin Türkiye’nin kurtuluşu için yaşadığı heyecanı belirtmekte. İstanbul’un ülkemiz için ne denli önemli olduğunu da vurgulamakta. Henüz düşman işgali altında bulunan İstanbul’un da kurtarılacağını bu sözleriyle muştulamakta.

Atatürk’e göre “vatanın gelecek ümidi” gençlerdir. Bu nedenle gençliğin değeri herkesçe bilinmeli.

Gençlik, gelecektir. Bu nedenle ülkemizin geleceğini kuracak olan gençlerimiz. Gençliği irfan ordusu olan ülkelerin sırtı yere gelmez. İrfan ordusunun usu, bilgisi, ülküsü ve yüreğiyle sarıldığı bir ülkeye düşman yan gözle bakamaz. Kalkınan, gelişen, bilimle yoğrulan bir ülke, geleceğini güvence altına alır. Bu nedenle gençlerin iyi yetiştirilmesi, çok önemli. Gençliğini iyi yetiştirmeyen; onlara milli, bilimsel, çağcıl ve laik bir eğitim ortamı sağlamayan yöneticiler ülkesinin geleceğini tehlikeye düşürür. Böyle bir aymazlık, ülkeye ihanet değil de nedir?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       16 Nisan 2025

DUT YAPRAĞI AÇTI, SOYUN; DÖKTÜ, GİYİN


13 Nisan 2025 Pazar… Güzel bir bahar günü… Gökyüzünde güneş pırıl pırıl… Evde yapacak işlerim var. Fırsat buldukça camdan dışarı bakıyorum. İnsanlar, sel gibi sahile akıyor. Kimi kişiler, yazı çoktan getirmiş. Kimileri de sırtında kabanları, paltolarıyla yürümekte. Bahar, yalnızca bitkileri ve hayvanları mı coşturuyor? Doğaldır ki hayır! İnsanlar da coşuyor nisan güneşiyle.

İkindi vakti işimi bitirip dışarı çıktım, günlük yürüyüşümü yapmak için. Ben de sıkı giyinenlerdenim. Çünkü akşamları serin oluyor. Öğlen güneşine aldanıp önlemsiz davranmamalı. Sahile inerken apartman bahçelerinde el kadar toprakta yeşeren, çiçeklenen meyve ağaçlarını hayranlıkla izleyip mutlandım. Yeşerip çiçeklenmek için ağaçlar neredeyse sıraya girdi. Erikler, meyveye durdu. Dikkatli bakınca toplu iğne başı kadar meyveler fark ediliyor.

Az da olsa bazı bahçelerde dut ağacı var. Dutlar henüz yeşermemiş. Küçük tomurcuklar var dallarında. Yakında yeşile keser çıplak dallar, çiçeklerle bezenir.

Deniz kıyısında yer yer kavaklar var. Dallar kupkuru… Ağaçlara yaklaşınca alt dallarda yeşerme belirtileri görülmekte. Kokarağaçlar kırmızıya çalan küçük yapraklarla donanmış. Bunlar da yeşermek için ağır davrananlardan. Ihlamurlar, yeşerme işini ağırdan almakta. Çınarlar, dişbudaklar, salkımsöğütler, akçaağaçlar çoktan yeşermişler. Akasyalar yeni yeni yaprak açmakta. Bu konuda ivedilik göstermeyen ağaçlardan akasyalar.

İncirlerin yapraklanması ayrı bir güzellik. Açık yeşil, yumuşacık yaprakları görülmeye değer. Bazı incir ağaçları meyvelendi bile. Küçük küçük yeşil toplar görülmekte dallarda. Bir avuç toprağın olduğu taşların üzerinde boy atmakta bu yaşam kaynağı ağaçlar. Bence doğayı var eden ağaçlar bunlar. İnsanın yok ettiği toprağı geri almanın ağacı, incir. İncire “yaşam ağacı” desem abartmış olmam sanırım.

Rengârenk çiçeklenmiş kirazların seyrine doyum olmuyor. Top top kırmızıya çalan pembe çiçeklerin arasından aklıklar görülmekte. Çiçeklerin çokluğundan fazla meyve verecekleri anlaşılıyor. Ne yazık ki meyvelerin çoğu olgunlaşmadan koparılacak bazı kendini bilmezlerce. Belediyeler daha çok kiraz ağacı dikmeli yeşil alanlara.

İstanbul’da baharı muştulayan erguvanlar her yerde olmalı. Ayrıca özellikle deniz kıyılarına mimozalar dikilmeli. Kentin önemli süsü olan manolyalar çoğaltılmalı. Bu ağaçlar, insanlara tinsel dinginlik verir. Buna toplum olarak çok gereksinmemiz var. Kentin betonu arasına sıkışmış insanlar, özellikle çiçekli ağaçlarla soluklanmalı.

Her kılıktan insan yürüyor kıyı boyunca. Güneş boynunu büktü battı batacak. Meraklıların çoğu, bu batışın fotoğrafını çekiyor. Kimileri poz vererek özçekim yapmaktalar güneşin batışıyla. Hava soğumaya başladı. Yalancı güneşe aldanıp açılıp saçılanlar, hızlı adımlarla evlerine dönme telaşındalar. Üşüdükleri belli… Bu kişilerin çoğu genç…

Ah gençler ah… Biraz atalara kulak verseniz nasıl olur? Atalarımız: “Dut yaprağını açtı, soyun; döktü, giyin.” sözünü boşuna mı söylediler. Yalnızca atalara mı kulak vermeli, doğayı da gözlemlemeli. Doğanın bir takvimi, bir saati var. O takvime, o saate uymalı. Bizi var eden doğa ananın kurallarına uymalı. Uymadığımızda biz zararlı çıkarız.

Caddebostan’ı geçtim. Epey yürümüşüm doğaya ve insanlara dalınca. Geri döndüm ivedilik göstermeden. Bostancı’ya yaklaştım iyice. Sıkça uğradığım çay bahçesinin kapalı alanına girdim. Çayımı alıp oturdum bir masaya. Kitabımı açıp okumaya başladım. Arada karşımdaki Adalar’a göz attım alaca karanlıkta.

Dut yaprak açınca kışlıklarımı giymeyeceğim artık. Gözüm dut ağaçlarında, kulağım doğanın sesinde. Doğa insana yalan söyler mi hiç?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       15 Nisan 2025

 

 

 

TÜRK KÖYLÜSÜ CAHİL MİDİR?


Öteden beri kendini aydın sanan ve batı hayranı olan çoğu aydın, Anadolu köylüsünün cahil olduğunu savlar. Köylüye üstten bakma, onu hakir görme anlayışı herkesin ilgisini çeker. Bu nedenle ayakları yurt topraklarına basmayan batıcı aydınlar, kendi insanını hor görür. Zaten bu aydınlar, kendilerinden başkasının görüşüne pek de değer vermez.

Dünyanın en büyük, en kapsamlı devrimidir Türk devrimi. Bu devrimin önderi de Atatürk. Atatürk, bu büyük devrimi Türk köylüsüyle yaptı. Çünkü o, köylümüzü çok iyi tanıyordu doğudan batıya, kuzeyden güneye. Birçok cephede köylerinden kopup gelmiş Mehmetçikle omuz omuza savaşmıştı. Günlerce gece gündüz bir arada yaşamıştı onlarla. Onların kıvrak zekâsını, yeteneklerini, yürekliliğini savaş alanlarında görmüştü.

Atatürk, Büyük Taarruz sonrası Bursa’ya gider. Yunan işgali altında kalmış Osmanlının ilk başkentine gitmesi anlamlıdır kurtuluştan sonra. Bu güzel ilimize, İstanbul’dan toplumumuzun farklı kesimlerinden yurttaşlarımız gelir Büyük Kurtarıcı ile görüşmek üzere. Bursa’da İstanbul Darülfünunu (İstanbul Üniversitesi) Gençlerine seslenir Atatürk, 21 Ekim 1922’de.

Biliyorsunuz Türk neferi nasıl harp eder? Ayağı, sırtı giyinik olmayabilir. Bazen gıdası bile az olur; fakat o, daima ileri gitmek ister ve o kabiliyettedir. Ayağı aksar, yorgundur; görürsünüz ki, yine yürür ve daima ileri gider. Sorarsanız, “İzmir’e gidiyoruz!” der. Askerimizin çoğu, her halde İzmir’e gitmek istediği için, deniz kıyısına varmadıkça kanmamış, durmamıştır. Çünkü ona verilen emir, ‘Akdeniz’e!’  idi. Türk askerinin sinesi yalnız azim ve imanla doludur. O, göründüğü gibi perişan değildir. O, kabuğu siyah ve içi bembeyaz olan kestaneye benzer; yani bir cevherdir. Onunla hasbıhal edersiniz, onun mayasını, tabiatını anlar, öğrenirsiniz; fakat biliniz ki, o herkese de açılmaz. Derdine aşina çıkabilirseniz görürsünüz ki, cahil sandığınız o “Mehmet” neler bilir, kalbinde ne büyük emeller, fikirler besler! Onun için iddia ederim ve son hakikatle ispat ediyorum ki, harpte zafer, azim ve imanı kuvvetli olan tarafındır! Ve biz onunla muzaffer olduk. İşte siz gençler, onu takviye ediniz. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 14, Kaynak Yayınları, İkinci Basım: Mayıs 2007, s. 27)”

Atatürk’ün Türk köylüsünü, Bursa’nın ünlü meyvesi kestane örneğiyle anlatması toprağına ne denli bağlı olduğunun bir göstergesi.

Atatürk’ün Türk köylerinden toplanıp gelmiş ve büyük bir utkuya imza atmış Mehmetçik ile ilgili yukarıda söylediklerini, her yurttaş beynine iyice kazımalı. Kazımalı ki bilip bilmeden köylümüzle ilgili ileri geri yorum yapmasın. Demek ki köylümüzü anlamak için ona karşı içten davranmalı. Onun yüreğine girecek duygusal ve düşünsel ortamı yaratmalı.

“Çünkü, bize ancak ve her şeyden evvel o “azim ve iman kuvveti” lazımdır. Zaten biz harpten evvel fenni ve maddi vasıtaları ve şartları hesaba dahil etseydik harbi göze alabilir miydik?.. Fakat, terazinin bir kefesine imanımızı koyduk, maddi boşluğu doldurduk ve işte o imanımız sayesindedir ki, bu büyük davayı halle cesaret ettik, muvaffak olduk; bugün kurtulmuş bulunuyoruz…

Hem biz, seleflerimizin yaptığını yapıyoruz. Denizde salla, karada kağnı ile yürümüyor muyuz? Fakat, bizim bu ilkel vasıtalarımız bizi yolumuzdan alıkoymuyor ki! Düşmanın her şeyi mükemmel değil miydi? Fakat düşününüz, onda “Türk neferindeki azim ve iman” var mıydı? Bulunabilir miydi? On binlerce düşman neferine şapkalarını çıkartarak süngüsü önünde baş eğdirten, Türk’ün azim ve imanı değil de nedir?.. (Aynı yapıt, s. 27-28)”

Atatürk, yukarıdaki sözleriyle en zor koşullarda bile umutsuzluğa düşmemenin güzel bir örneğini veriyor. En küçük zorluk karşısında ülkesinden umudunu kesip el kapılarında sürünmeyi amaçlayan kimi sözde aydınların tavırlarının ne denli zararlı ve boş olduğunu anlatıyor. Bir kişinin toplumsal konumu ne olursa olsun, kendi insanına güvenmesi gerektiğini kimi ussuz beyinlere çivi gibi çakıyor bu sözleriyle o.

Ne yazık ki köylüyü küçümseyenlerin önemli bir kısmı köylerde doğup büyümüş ya da anne ve babaları köylü yaşamış kişiler olması çok ilginç değil mi? Atalarımız, bu tür kişileri anlatmak için “Kestane kabuğundan çıkmış kabuğunu beğenmemiş.” sözüyle anlatır. İşte köylümüz keskin zekâsı, çabuk kavrayışı, usçu gözlemi ve kıvrak bakışıyla toplumuzdaki yabancılaşmayı anlattığı güzel bir deyim. Köylümüzün içindeki cevheri keşfetmeli.

İkinci cumhurbaşkanımız ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarımızdan İsmet İnönü, köylümüz için “Çarıklı erkânı harptir.” sözünü boşuna mı söylemiş? Sosyalizmin büyük önderi Karl Marks ise: “Türk köylüsü, Türk halkı Avrupa köylülüğünün en yetenekli ve en ahlaklı temsilcisidir. (Doğu Perinçek, Aydınlık gazetesi, 2 Şubat 2019)” sözü belki birçok kişinin aklını başına getirir.

Atatürk’ün yolundan gitmek için öncelikle Türk halkına güvenip inanmalı. Onunla birleşmeli her alanda. Halkı küçük görerek, onun cahil olduğunu söyleyerek devrimci de milliyetçi de halkçı da olunmaz. Halk denizse biz de onun içindeki balıklarız. Balık, sudan çıkınca yaşayamaz.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               14 Nisan 2025

 

AYDINLAR, HALKI NİYE KÜÇÜMSER?


Dün olduğu gibi bugün de kimi aydınlar, halkı küçümser. Kendi insanına karşı kin, nefret, aşağılama duygularıyla davranır. Aslında bu, özgüvensizliğinin, aşağılık kompleksinin dışa yansımasıdır. İçinde yaşadığı halk, ne denli iyi özelliklere sahip olsa da onları görmezden gelir. Aynı ortamı paylaştığı, aynı kökten geldiği, aynı kültürle yoğrulduğu yurttaşlarından neredeyse tiksinir bu sözde aydınlar, niye?

Yukarıdaki sorunun yanıtını Atatürk veriyor yıllar öncesinden. 6 Mart 1922’de “Büyük Millet Meclisi Gizli Oturumunda Askeri Vaziyet Hakkında” yaptığı konuşmanın bir bölümünü anımsatmakta yarar var.

“Efendiler, bu düşüşün ortaya çıkışı korku ile aciz ile başlamıştır. Türkiye ve Türkiye halkı ve nasılsa bunların başına geçmiş olan birtakım insanlar galip düşmanlar karşısında sessizliğe mahkûm imiş gibi Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Türkiye’yi kendi kendilerine memleketin ve milletin menfaatları icaplarını yapmakta soysuzlaşmış ve alçak idiler. Türkiye mütefekkirleri (düşünürleri-A.H.) adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki, biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur. Bizi kayıtsız şartsız canımızı, tarihimizi, mevcudiyetimizi düşman olan ve düşman olduğuna hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara vermek istiyorlardı. Onlar bizi idare etsin diyorlardı. Buna da en yakın bir misal olmak üzere İzzet Paşa’yı hatırlatmak isterim. Malumu âlinizdir ki, Balkan Muharebesi’ni müteakip, vicdanı, kafası zayıf olanlar bu milletin artık hayat ve kurtuluş bulamayacağına kani olmak batıl zannında bulunmuş oldular. Bunların başında İzzet Paşa vardı. İzzet Paşa o zaman dedi ki, biz kendi kendimizi adam ve insan edemeyiz. Biz kendi kendimizi ıslaha muktedir değiliz. Dolayısıyla kayıtsız şartsız bir ıslah heyeti getirelim ve onlara mevki verelim ve onun seçtiği Liman Von Sanders’in riyaseti altında birtakım üşakaı ümetten meydana gelen bir ıslah heyeti getirmiştir, milletimizin başına. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 12, Kaynak Yayınları, İkinci Basım: Ekim 2005, s. 313)”

Atatürk, yukarıdaki satırlarda kendi halkına güvenmeyip Avrupalılardan kurtuluş bekleyenlere “soysuz” ve “alçak” diyor. Günümüzde de bu tür aydınlara, siyasetçilere sıkça rastlanmakta. Onlar için Emperyalist Avrupa, kayıtsız koşulsuz bir tapınak. Bu kişiler, Avrupa’nın her yaptığını kutsar. Bu kutsama yüzünden kendi milletinin içindeki cevheri fark edemez bu kişiler.

“Efendiler, Türkiye’yi tuttuğu bu hastalıklı yollardan, tükenişe ve yok olmaya sevk eden bu vadiden kurtarabilmek için bütün âlimlerin keşfedebildikleri bir hakikat vardır. O da Türkiye’nin düşünen kafalarını yeni bir imanla istila etmek lazımdı. Yani Türkiye çıkmazında hükümet teorisini değiştirmek lazım idi. Milleti düştüğü felaket çıkmazından kurtarabilmek için millete benliğini tanıtarak, haysiyetini tanıtarak hayat ve bağımsızlığını kurtarmak için uğraşmaya kabiliyetli olduğunu anlatmakta yeni bir maneviyatın gelişmesi lazım geliyordu. Bu maneviyat ise hükümet teorisinin aslen değiştirilmesi ile mümkün olabilir. İşte bugün efendiler, milletimiz ve milletimizin hakiki temsilcileri bulunan yüksek heyetiniz, ilmen tarihi vakalarla benzerliği kurulmak ve sarılmak lazım gelen hakikati keşfetmiş ve fiilen meydana gelmiş ve ortaya çıkmış bir hale koymuş bulunuyorsunuz ve emin olalım ki, memleketi ve milleti kurtarmakta bundan başka çare yoktur. Dolayısıyla bugünkü vaziyetimiz gayet mühim bir yeniliktir. Millet ve devlete hayat verecek bir yeniliktir. Bu itibarla bütün memleketin canıyla, başıyla buna sarılması lazımdır. Bütün milletin bu uğurda en son nefesini (vererek-A.H.) ve en son kanını akıtarak azim ve sebat göstermesi feraizi ayındadır (Allah’ın emirlerindendir-A.H.). (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 12, Kaynak Yayınları, İkinci Basım: Ekim 2005, s. 313-314)” Atatürk, kendi halkını aşağılayarak ve ona güvenmeyerek Avrupa’ya bel bağlayanlara hastalıklı yolda olduklarını söylemekte. Ne denli haklı değil mi?

Mustafa Kemal Paşa, sürekli tam bağımsızlıktan söz etmekte konuşmasında. Üstelik ülkemizin neredeyse yarısı işgal altında. Bu olumsuz koşullarda bile güvendiği tek güç, Türk milleti. Savaştığı da Avrupalı emperyalistler… Kimileri Atatürk’ün ve onun yolundan gidenlerin Avrupa’ya tümden karşı olduğunu sanmaktalar. Atatürk’ün ve bizlerin karşı olduğu sömürgeci, emperyalist Avrupa. Onların devrimci birikimlerine, bilimsel buluşlarına, sanatsal gelişmelerine düşmanlık duyulur mu hiç?

Atatürk, yukarıdaki konuşmasında “hükümet teorisinin aslen değişmesini” söylüyor. Bu sözle Cumhuriyet’in, halk iktidarının muştusunu vermekte, doğaldır ki anlayana.

Atatürk devrimci ve milliyetçiydi. Onun devrimciliği, milliyetçiliği halkına olan güveninden kaynaklanmaktaydı. Çünkü milliyetçilik, milletin çıkarlarını emperyalizme karşı korumakla yaşama geçer. Devrimcilik de halkla bütünleşerek olur. Halkın yer almadığı bir devrim olanaklı mı hiç?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  13 Nisan 2025