ÇOCUK VE KIRLANGIÇ


Martın son günleriydi. Çocuk, erkenden uyandı. Hava, yeni yeni aydınlanıyordu. Güneş, kendini göstermemişti daha. Ancak ışınları, doğuda ufku aydınlatmaktaydı yavaş yavaş. Kış bitmiş, bahar gelmişti. Havalar henüz ısınmamıştı. Bitkilerin tomurcuklanması sabahın aydınlığında çıplak gözle seçiliyordu. Doğa canlanmaya başlamıştı artık. Bu da çocuğu heyecanlandırıyordu. Bu nedenle içi içine sığmıyordu onun.

Çocuk, yatağından kalktığında anne ve babası derin bir uykudaydı. Onun kalkıp evde gezindiğini işitmediler bile. O, sessizce doğuya bakan balkona çıktı. Doğmakta olan güneşe karşı gülümseyerek gerindi. Dışarısı biraz serindi. Serin yel, içini titretti. İçeri girip bir kazak giydi, üşütmemek için. Çığlık çığlığa uçuşan kuşlar onun ilgisini çekti birden. Daha önce bu kuşları ya görmemişti ya da onları fark etmemişti hiç. Kanatlarının uzunluğu, kuyruklarının çatallı oluşu, havada ok gibi aniden fırlayışları, hiç durmadan tiz bir sesle tükenmez bir ezgiyi söylerken ötüşlerini çok beğendi. Kentin sabah sessizliğinde kuşların ötüşleri, gökyüzünü doldurdu. Uçuşlarıyla sanki gökyüzünde dans ediyorlardı. Havada birden dönüşleri ve yükselişleri, yukarıdan aşağıya hızla süzülüşleri görülmeye değerdi.

Çocuk, kuşlarla tanışmak için can atıyordu. Karınları ak; baş, sırt ve kuyrukları kara bu kuşların renkleri büyüleyiciydi. O, kuşların büyüsüne kaptırmışken kendini güneş, gülen yüzünü gösterdi. Karşısında kanat çırpan kuşları, daha güzel ve belirgin görmeye başladı güneşin aydınlığında. Bu da onlara karşı hayranlığını daha da artırdı.

On kadar kuş, çocuk onlarla ilgili düşlemler kurarken önünden geçti çığlık çığlığa. Havada bir daire çizip yeniden balkonun önünden geçerken biraz yavaşladılar.

Çocuk: “Sizi ilk kez görüyorum, adınız ne?” diye sordu yüksek sesle.

Öndeki kuş, durup çocuğa baktı ve geri dönüp: “Bize ‘kırlangıç’ der insanlar.” diye yanıtladı onu.

Çocuk: “Sağ ol kırlangıç kardeş, sizi tanıdığım için çok mutluyum. Uçuş biçiminiz, deviniminiz, çalışkanlığınız, hele ötüşünüz, durmaksızın kanat çırpışınız çok hoşuma gitti. Size hayran kaldığımı söyleyebilirim.” dedi sevinçle.

Kırlangıç: “Sen de sağ ol arkadaşım. Ben de seni tanıdığım için çok mutluyum.” diyerek sevincini dile getirdi. Konuşmaya, diğer kırlangıçlar da kulak misafiri oldular. Sonrasında ise mutluluklarını, gökyüzüne haykıran bir ötüşle kanat çırptı.

Çocuk, kuşların uzaklaşmasını fırsat bilerek aşlıktan bir avuç buğday alıp geldi. Elindekileri balkonun önündeki saksıya koydu. Hızla önünden geçen kuşlara: “Kırlangıç kardeşler, size buğday getirdim yemeniz için. Çok kanat çırptınız, yoruldunuz. Acıkmışsınızdır sanırım.” dedi içten bir sevgiyle.

Çocuğun az önce konuştuğu kırlangıç yavaşlayarak: “Çok sağ ol, bizi düşündüğün için. Ancak bizim asıl besin kaynağımız uçucu böcekler, daha çok da sinekler…” diyerek uzaklaştı ezgili bir ötüşle.

Çocuk şakındı. Buğday yemeyen bir kuşa rastladı ilk kez. Kuşlar, yeniden dönüp önünden geçerken: “Bize gece uykuyu haram eden, gündüz erinç vermeyen, açıktaki yiyeceklerimize konarak türlü mikropları taşıyan sinekleri yediğiniz için çok sağ olun. Biz insanlara sinekleri tüketerek çok büyük iyilik yapıyorsunuz. Bu iyiliğiniz unutulacak türden değil…” dedi mutlulukla. “Ancak merak ettiğim bir şey var: Havalar soğuyup sinekler yok olunca siz ne ile besleniyorsunuz? Aç mı kalıyorsunuz, yoksa kış uykusuna mı yatıyorsunuz?” diyerek konuşmasını sürdürdü.

Kuş, gülümseyen bir ötüşten sonra uçuşunu yavaşlatarak: “Kışın aç da kalmıyoruz, kış uykusuna da yatmıyoruz. Güz geldiğinde havalar soğuyup sinekler ortalıkta görünmez olunca göç ederiz Afrika’ya. Orada geçiririz kışı. Hem de soğuktan korunmuş oluruz sıcak Afrika’ya göçerek.” sözleri döküldü gagasından.

Çocuk: “Sağ ol arkadaşım, çok değerli ve önemli bilgiler verdin bana. Peki, siz Afrikalı mı, yoksa Türkiyeli mi sayılırsınız?” sorusunu sordu merakla.

Kırlangıç: “Hepimiz Türkiye’de doğduğumuza göre buralı sayılırız. Yani sizin yurttaşınızız. Yalnızca kışı geçirmek için gittiğimiz bir yer Afrika. Şu an bahar yeni başladı. Biz de hemen döndük ülkemize size uğur getirelim diye.”  ” diye yanıtladı çocuğu.

Çocuk: “Yuvanızı nereye ve nasıl yapıyorsunuz?

Kuş: “Yuvalarımızı saçak altlarına, pencere ve kaya oyuklarına yaparız yuvalarımızı çamurla. Bazılarımız eski yuvalarını kullanacak. Yuvası bozulan ya da bu yıl ilk kez anne ve baba olacak olan kırlangıçlar yeni yuva yapacak. Anlayacağın, işimiz epeyce zor… Dişi ve erken birlikte çalışır yuva yapımında. Dayanışma, yardımlaşma, elbirliği olmadan yuva olmaz. Dişi, çamurları getirir. Erkek, tükürüğüyle çamuru iyice karıp duvara yapıştırır. İçine tüy, yaprak gibi yumuşak nesneler koyarız yavrularımız rahat etsin diye. Yılda iki ya da üç kez yavruladığımız olur. Her kuluçka döneminde dört ya da beş yumurta yaparız yuvaya. Dişi ile erkek dönüşümlü olarak yumurtaların üstüne yatar. Çünkü bizim için yaşam ortaktır. Yavrularımızı birlikte dünyaya getirir, birlikte bakıp büyütürüz.” dedi bilgece.

Çocuk: “Yavrularınızı nasıl ve neyle beslersiniz?”

Kırlangıç: “Yavrularımız da bizim yediklerimizi yer. Hem anne hem de baba kırlangıç, gün boyu yiyecek taşırız onlara. Yuvada beş yavrumuz varsa anne, ilk yavruyu doyurur. Sonrasında baba gelir yuvaya ağzında yiyecekle. O, ikinci yavruya verir ağzındakileri. Ardından anne, üçüncüye… Yeniden baba gelince dördüncüye verir yiyecekleri. Bu, böyle sırayla sürüp gider. Yavrularımıza eşit davranır, onların açgözlü olmasına izin vermeyiz. Hak yemek bizim gagamızda yazmaz. Akşam kaçıncı yavruda kalmışsa yeme sırası, ertesi sabah onunla başlarız onları yedirmeye.” diye anlattı yavruların beslenme düzenini.

Çocuk, çok sevindiği kuşun yavruların beslenmesiyle ilgili verdiği bilgiye. “İnanılmaz bir düzen kurmuşlar yuvada. Bu denli adaletli davranmaları övülecek ve örnek alınacak bir durum.” diye mırıldandı. İçinden: “Keşke insanlar da toplumsal yaşamda kırlangıçlar gibi adil olabilseler.” dedi. Bu güzel yaratıklara “kuş beyinli” diyenler utansın kurdukları şu usçu ve hakka dayalı düzenden.

Çocuk: “Sizin yuvalarınızı bozan insanlar oluyor mu hiç?” diye sordu merakla.

“Sayıları çok az da olsa yuvalarımızı bozan insanlar var. Ancak sizin ve bizim ortak ülkemizde yaşayan insanlar, bu tür kişilere iyi gözle bakmaz. Çünkü siz Türkler, kırlangıçları kutsal sayarsınız.”

“Aaa, bunu bilmiyordum. Sizi, niye kutsal sayarız?”

“Öncelikle baharla geliriz bu topraklara. Böylece sizler, baharı bizim getirdiğimizi düşünürsünüz. Bahar demek, bolluk demek… Bu nedenle bolluğun bizlerle geldiğine inanır insanlar. Eski çağlardan beri sizin atalarınız bizi, ‘dostluğun ve şefkatin’ simgesi olarak görür. Ayrıca eski Türkler bizim insanları “kazadan ve beladan kurtardığımıza’ inanırlardı. Bu nedenle bize saygı gösterir insanlar. Kırlangıç öldürmek, Türklerce uğursuzluğa yol açtığı için günah olarak kabul edilir.” dedi kırlangıç, biraz da gurur duyarak kendisiyle.

Çocuk, şaşkınlık ve merakla dinledi kuşun anlattıklarını. Kırlangıçların yaşamımız ve kültürümüz için ne denli önemli olduğunu anladı. Bu sırada konuşmaları işiten çocuğun annesi, babası ve kardeşi balkona geldi. Kırlangıçları, evin önünde uçarken görünce hepsi bir ağızdan: “Hoş geldiniz, bolluk getirdiniz. İyi ki de geldiniz doğamızın süsleri, evimizin uğurları, inanların dostları. Siz varsanız kaza bela yok ocağımızda, yurdumuzda.” deyip mutluluklarını belirttiler.

Kuşlar, evcek söylenen güzel sözlere en güzel ötüşleriyle ve alçaktan yavaşça uçarak teşekkür ettiler. Balkonun önünde birkaç saygı turu attılar. Sonrasında gökyüzüne yükseldiler birlikte. Arkalarında dört kişinin gülen yüzü ve sallanan elleri vardı.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               2 Ağustos 2025

 

 

KIZILÇAM VE KEÇİ


Atılay ve Ergül, doğup büyüdükleri, yaşamlarını sürdürdükleri Antalya’yı çok seviyorlardı. Dört mevsimi doya doya yaşıyorlardı bu güzel Akdeniz kentinde. Güz geldiğinde doğanın değişimini görmek için Torosların ululuğuna sığınırlar ailecek. Kışın, dağlara giderler fırsat buldukça kar yağışını görmek için. Baharda, doğanın olağanüstülüğüne tanıklık ederler yaptıkları kır gezilerinde.

Yaz geldiğinde içlerinde bin bir renkli çiçekler açar. Yakıcı, bunaltıcı sıcağın etkisinden kurtulmak için denize girerler kimi zamanlar. Ancak sıcak yaz günlerinde daha çok yaylaya giderler. Yayla günleri, onlar için doğayla iç içe olma fırsatı. Bin bir renkli çiçekleri görmeyi, uzaklardan çiçek ve ağaç kokularını taşıyan yelleri koklamayı, ağaçların olağanüstülüklerini izlemeyi, hayvanların yaşadıkları toprağa uyumlarını hayranlıkla izler iki çocuk.

Yaz dinlencesinde, Torosların kucağındaydılar. Ancak dinlenceleri sırasında erinçleri kaçıverdi orman yangınları nedeniyle. Kızılçam ormanlarının gözlerinin önünde yanıp kül olmasına tanıklık ettiler içlerinde duygusal yangınlar alevlenerek. Her ağacın, her hayvanın yanmasıyla yürekleri bin kez yandı. Yuvaları yanan hayvanların acılarını iliklerinde duyumsadılar. Bir gün önce kuş cıvıltıları arasında yürüdükleri yemyeşil ormanın küle dönmesini şaşkınlık ve üzüntüyle gördüler.

Atılay ve Ergül, Yangın sonrası yapılan soğutma çalışmaları bittikten sonra Anne, baba, nine ve dedeleriyle orman yürüyüşüne çıktılar. Aşağıda Akdeniz; boylu boyunca, masmavi, dingin uzanıyordu. Deniz kıyısındaki kumsalda, insan kalabalığı zor da olsa seçiliyordu. Deniz, sanki kaynar bir kazan gibiydi. Kaynayan kazandan çıkan buhar, uzaktan da ilgilerini çekmişti.

Ormanda yangından kurtulan bir ağacın önünde durdular. Ağaç, yanan kardeşleri, çocukları, arkadaşları, komşuları için gözyaşı döküyordu yaprak uçlarından. İki çocuk, ağacın gövdesine sarılıp: “Ne olur üzülüp ağlama! Senin ağlaman, bizim içimizi bin kez yakıyor.” dedi.

Kızılçam: “Nasıl ağlamayayım? Yanan çocuklarıma, kardeşlerime, arkadaşlarıma mı yanayım; yoksa dallarda alevlere teslim olan yumurtalarından yeni çıkmış kuş yavrularına, kor ateşten kaçamayıp yanarken sesleri arşa yükselen memeli hayvanlara, toprakta ve ağaç gövdelerinde can veren börtü böceğe mi?” dedi hıçkırıklar arasında.

Ergül, gözyaşlarını tutamayarak: “Yaşadığın acının çok derin olduğunu anlıyorum. Ancak yananları geri getirmek olanaksız. Bundan sonra ne yapacağımıza karar verelim istersen. Ormanı nasıl canlandırabiliriz hep birlikte onu düşünelim ve hemen kolları sıvayalım bunun için.” dedi gözyaşlarını eliyle silerek.

Kızılçam: “En çok beni yaralayan ne biliyor musunuz?” diye sordu.

Atılay: “Ne?” diye onun sorusuna, soruyla karşılık verdi.

Kızılçam: “Bizim türümüzün kolayca yandığını, kuruyan yapraklarımızın hemen tutuştuğunu söylüyorlar her yanda. Sanki biz, kendi kendimizi yakıyoruz? Ormanda mangal yapanlar, ağaç diplerine çöplerini atanlar, taşıtlardan sönmemiş sigara izmaritlerini fırlatanları, cam şişeleri kuru yapraklarımızın arasına bırakanlar, bilerek benzin döküp yakaların suçu yokmuş gibi bizi suçlu olarak görüyorlar. Ne denli üzüntü verici, acı bir durum değil mi bu?”

Atılay: “Haklısınız, insanların bazıları kendi yanlışlarını söylemeyip yangınların suçunu size yüklüyor. Bu davranışlarında insanlığın kırıntısı bile yok!”

Uzaktan yaşlı bir tekenin ağlar gibi sesi işitildi: “Çok haklısın ağaç kardeş! İnsanlar, hep kendi yaptıkları hataları doğadaki diğer canlılara yüklemekte çok ustalar.” dedi gözyaşlarıyla.

Kızılçam içini çekip dallarını saygıyla tekenin önünde eğerek: “Ne güzel söyledin teke kardeş. Sizlere ormanı yasaklayan, bizi suçlayanlar değil mi?” dedi.

Gözyaşları içinde bir kara keçi, peşinde iki oğlağıyla gelip: “Biz keçilere yıllardır ormanda otlamak, dolaşmak yasak. Güya ormana zarar veriyormuşuz. Ormandaki fidanların filizlerini yiyip onların gelişmesini engelliyormuşuz.” dedi öfkeyle.

Yaşlı teke: “Biz keçiler, sürü olarak girdiğimiz ormanda çamların kuru iğne yapraklarını, toprak üzerindeki kuru otları ayaklarımızla çiğneyip toprağa karışmalarını sağlıyorduk. Böylece bu kuru orman atıkları, toprağa karışıp biyolojik gübre oluyordu. Bu yolla ormanın verimi artarken yangınlar da sayemizde önleniyordu. Ağaçlar arasındaki otları yiyerek açık alanlar oluşturarak yangıların yayılmasını önlüyorduk. Ayrıca dışkılarımızı buraya yaparak toprağa can veriyorduk.” dedi.

Ergül: “Bunları ilk kez işitip öğreniyorum. Çok büyük yararınız varmış ormanlara da bizim haberimiz yokmuş.” dedi şaşırarak.

Kapkara kılları güneşte paralayan bir çepiş, ön ayağının toynağıyla çenesini kaşıyarak: “Biz, sürü olarak sık ağaçlık alanlarda keçi yolları oluşturuyorduk. Bu yollar bir çeşmeye ya da su kaynağına bağlanırdı. Ayrıca bu yolların bir yanı da açık alanlara ulaşırdı. Böylece yangın olduğunda insanlara suyu nerede bulacaklarını, hangi açık alanlarda toplanacaklarını bu yollarımızla gösterir, onların işlerini kolaylaştırırdık.” dedi.

Bir oğlak, geleceğinden kaygılı bir sesle: “Ağaçların iki metre aşağısında kuru dal, çalı, ot bırakmadığımız için ağaçların yanmasını önlüyorduk.”

Ak sakallı genç bir teke, oğlağın söylediklerini onaylayarak: “Bizim çobanlarımız, ormanın neresinde ne var çok iyi bilirlerdi. Çünkü neredeyse gece ve gündüz burada kalırlardı bizimle. En küçük bir devinim olduğunda ya da ormana yabancı biri girdiğinde fark ederlerdi olanı biteni. Hemen önlem alıp gerekli yerlere haber verirdi olumsuz durumları. Orman işçileri, söndürme görevlileri geldiğinde çobanların kılavuzluğunda davranırlardı. Böylece işleri kolaylaşırdı. Çobanlar ve keçilere, ormanlarımız yasaklanınca ormanın düzeni bozuldu, yangınlar çoğaldı.” diyerek açıkladı düşüncesini.

Ala keçi: “Biz ormanı terk ettikten sonra kötü niyetli kişiler, ağaçlar arasında dolaşmaya başladı.” diye yakındı içinde bulundukları durumdan, biraz da öfkeli bir sesle.

İkiz oğlaklardan sarı kıllı olanı: “Buralara, adları ve kendileri yabancı kişiler gelip domuz ve geyik vurmaya başladılar para karşılığında.” diyerek bir yanlış uygulamaya herkesin dikkatini çekti.

Ergül, dedesine döndü: “Dedeciğim, ben işittiklerime inanamıyorum. Bunlar doğru mu acaba?” diye sordu.

Dede: “Evet, kızım… Anlatılanların hepsi doğru… Söylenenlerin eksiği var da fazlası yok! 1980’lerin başında ülkemizin siyasal anlayışı değişti. Ormanları yabancılardan üç beş kuruş alacağız diyerek avlağa dönüştürdüler. Üç beş kuruşla yaptıkları savurganca harcamaları karşılayacaklarını düşündüler. Bu yüzden de keçilere, orman alanları yasaklandı. Böylece hem keçi varlığımız düştü hem de ormanlarımızı koruyamaz olduk yangınlardan ve yeşil yurdumuzun düşmanlarından. Oysa keçiler, çok yararlı hayvanlar… Onların sütü, anne sütüne en yakın olanı ve sağlık kaynağı… Keçi peynirinin yararları ise saymakla bitmez. Özellikle küçük çocuklar, onların sütlerini içip peynirlerini yemeli. Kılları değişik alanlarda kullanılır. Derileri çok değerli, deri sanayisinin önemli bir hammaddesi… Etleri çok lezzetli… Ormanlarımıza yaptıkları koruyuculuk bile onların beslenmesi için yeterli bir neden. Ülkemiz ekonomisine çok büyük katkıları var. Ancak kıtuslu yöneticiler ormanlarımızı çobansız, keçisiz, sahipsiz bıraktılar nedense.

Aşağıdan uzun değneğine dayanarak gelen Çoban Ayhan göründü. Gülerek ormanı şaşkınlıkla izleyen ailenin yanına gelerek: “Hoş geldiniz.” dedi. Sonra öfkeyle dedeye dönerek: “Dedeciğim, çobanlara ormanları yasaklamakla kalmadı bu kıtuslular, bize ödeyemeyeceğimiz düzeyde para cezaları verdiler, keçilerimiz ormanın girişinden bir tutam ot yedi diye. Ben konuşmayayım isterseniz, derdim çok büyük… Dertlerimle sizi de üzmeyeyim.” dedi ağlamaklı bir sesle. Sonrasında birkaç adım atıp sırtını kızılçama yasladı.

Aile üyelerinin tümü Çoban Ayhan’a ayrı ayrı “sağ ol” dediler minnet duyarak verdiği bilgiler için.

Atılay üzgün, şakın ve merakla sordu kızılçama: “Siz daha çok bu bölgede mi yaşıyorsunuz.”

Kızılçam: “Toroslara yaslarız sırtımızı. Batıdan doğuya Toroslar boyunca uzanıp gideriz. Ülkemizin farklı yerlerinde de yetişiriz. Sana çok özel bir bilgi vereyim. Yabancı ülkelerde bize Türk kızılçamı anlamına gelen ‘Turkish red pine’ derler. Yani dünyada herkes, bizim bu toprakların ağacı olduğumuzu kabul eder.” dedi gururla.

Ergül: “Kaç yaşına kadar yaşarsınız?” diye sordu.

Yaşlı teke, yanıt vermek için davranınca kızılçam sustu.

“Ortalama seksen ile doksan yıl yaşarlar. Üç yüz yıl yaşayan ulu dedeleri de vardır Kıbrıs’ta. En hızlı büyüyen ağaçlardandır kızılçam. Üstelik kurak iklim koşullarına oldukça dayanıklıdır. Ayrıca toprak türü seçmez, her türlü toprakta yetişir. Bu nedenle ülke ekonomisine büyük katkı sağlar.” dedi.

Atılay, merakla girdi söze ağacın gövdesini okşayarak: “Kızılçamın bilmediğimiz yararları var mı?” diye sordu.

Kızılçam: “Her ağaç türü gibi bizim de onlarca yararımız var insanlara. Kerestemizin hafif ve kolay işlenir olması nedeniyle ahşap eşya yapımında kullanılır. Benden yapılan yağlar; solunum yolu rahatsızlıklarına, cilt sorunlarına ve sinirsel gerginliğin yok edilmesinde çok yararlı. Bolca oksijen ürettiğimi bilmem söylememe gerek var mı?” dedi mutlulukla. Sonrasında yapraklarının üzerinde birikmiş kül tabakasını silkeledi yavaşça. Bir bal arsısı, küçük bir kovuktaki yuvasından çıkıp kozalağın üstüne kondu. Ardından herkesi selamladı vızıldayarak.

Akşam olmak üzereydi. Güneş ayakta kalan kızılçamların arasından iplik iplik ışıldıyordu. Çoban Ayhan, keçilerini bir araya toplamak için kendine özgü ıslığını çaldı. Atılay, Ergül ve diğer aile üyeleri kızılçam ve dibinde büyümekte olan fidelerle vedalaştılar. Çoban, keçiler ve aile hep birlikte yürüyüp çıktılar ormandan.

Yürürken Atılay, sordu Çoban Ayhan’a: “Keçi yavrusuna niye oğlak diyorsun.” diye.  

O: “Oğlak sözcüğü, ‘oğul’dan türemiştir ‘-ak’ ekiyle. ‘Oğ(u)lak” sözcüğü; çoğalmak, üremek anlamındadır.” dedi bilgece.

Çocuk: “Çok sağ ol Çoban amca, çok değerli bilgiler öğrendim senden.” dedi sevgi dolu bir sesle.

Yanan her ağacı, hayvanı gördükçe içleri yandı. Hep birlikte “Kalkan ile Kapıtaş’ın Arası” türküsünü söyleyerek ve ağıtta geçen Halil’in acısını, ormanda yitirilen canların acısıyla birleştirerek duygudaşlık yaptılar. Keçiler de bu ağıda içli melemelerle katıldı.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       1 Ağustos 2025

 

 

 

AĞUSTOS BÖCEĞİ İLE KARINCA


Dinçer ve Esin, Muğla’nın bir köyünde yaz dinlencesini geçirmekteydiler. Bir gün annesi, babası, ninesi, dedesi ve komşularıyla kır gezisine çıktılar. Komşu çocukları da gelince gezi daha da neşelendi. Gittikleri yer, çam ormanıydı. Sık ağaçlı, koyu gölgeli bu yerde yelin esintisini duyumsayıp yaz sıcağından biraz olsun kurtulmaktı amaçları. Serin bir yerde konakladılar.

Büyükler, yaygıları yere yaydı. Yiyecekler, sepetlerden çıkarıldı. Çocuklar da büyüklerine yardım ettiler. Elbirliği, yardımlaşma olunca işler kolaylaştı. Büyükler, yaygılara oturdular. Çocuklar ise ormanın güzelliğiyle büyülendiler. Bu nedenle ormanı tanımak ve ağaçların, burada yaşayan canlıların dilini, özelliklerini öğrenmek için gezintiye çıktılar.

Dinçer, ilk kez böyle güzel bir ormana geliyordu. Bu nedenle de çok heyecanlıydı. Önce kuş seslerine kulak kabarttı. Kuşlar, bir yandan öterken diğer yandan da daldan dala uçup konuyordu. Onların bu devinimleri, çocuğun ilgisini çekti. Kuşları izlemek ayrı bir mutluluktu onun için. Her yan böcek doluydu.

Çocuklar bir yandan çamların yere düşmüş kozalaklarını topluyorlar, diğer yandan da söyleşiyorlardı gördükleri canlılarla ilgili. Hiç durmadan öten bir böcek korosu Dinçer’in ilgisini çekti. O, çocuklara sordu bu güzel ezgiyi söyleyen böceğin adını. Duygu, gülümseyip yanıt verdi ona: “Bu böceğin adı, ağustosböceği…” dedi. “Yaz boyunca saz çalıp en güzel ezgileri söyler ormana.” diyerek sürdürdü sözlerini.

Dinçer, Duygu’ya: “Sağol!” dedi tüm içtenliğiyle.

Esin: “Ben, bu ağustosböceğinin adını duymuştum. Annem bana bir kitap almıştı. Orada ‘Ağustosböceği ile Karınca” öyküsünü okumuştum. Kitabın yazarı da anımsadığıma göre La Fontaine idi. Yaz boyu saz çalıp ezgiler söylediğinden ve çalışmadığından kış için yiyecek biriktirememişti. Bu yüzden kışın soğuk günlerinde acıktığında karıncadan yiyecek istemeye gitmişti.” dedi. Çocukların çoğu, onun bu anlatımını destekledi. “Biz de okumuştuk ağustosböceğinin bu acıklı öyküsünü.” dediler hep bir ağızdan.

Çocukların konuşmasını dinleyen yanında durdukları ağacın kabuğu üstündeki bir karınca, ağzında taşımakta olduğu yiyeceğini ön ayaklarıyla tuttu düşmemesi için: “Dedikleriniz doğru değil!” dedi. “Size, bunu yanlış anlatmışlar. Ağustosböceği, hiçbir zaman kışın yiyecek istemek için benim kapımı çalmadı. Zaten onun toprak altındaki beslenme kaynağıyla benim yuvamdaki yiyecekler çok farklı.” dedi konuyu aydınlatmak için.

Çocuklar, karıncaya verdiği bilgi nedeniyle teşekkür ettiler. Ancak tam olarak aydınlanmadılar Bu nedenle konuyu ayrıntılarıyla öğrenmek istediler. Görkemli bir ağacın dibinde durdular. Ağacın neredeyse her dalından bir ağustosböceğinin büyüleyici sesi işitiliyordu. Sesler, hep aynı ezgiyi seslendiriyordu. Seslerin uyumu, olağanüstüydü. Bu da çocukları ve ormandaki tüm canlıları büyülemekteydi.

Dinçer, bir süre can kulağıyla dinledi ağustosböceği korosunu. Ardından başını yukarı kaldırıp: “Ağustosböceği kardeş, karıncanın az önce seninle ilgili bize anlattıkları doğru mu?” diye sordu.

Ateşböceği yukarıdan: “Evet, doğru… Karıncanın söylediklerinin fazlası yok, eksiği var.” dedi.

Çocuk: “Çok sağol! Benim adım Dinçer, sizin adınızı öğrenebilir miyim?” diye sordu.

Ateşböceği: “Benim adım, Derin Sevi… Sizinle tanıştığıma çok mutlu oldum.” diyerek yanıtladı onu.

Esin: “Benim de adım Esin… Dinçer’le kardeşiz. Sizi tanıdığıma çok sevindim.” dedi gözleri parlayarak.

Duygu da kendini tanıttı sevinçle.

Esin: “Adın niye Derin Sevi; bunun bir anlamı var mı?”

Derin Sevi: “Olmaz mı adlarımızın anlamı hiç? Nasıl sizin adlarınızın bir anlamı ve aile geleneklerinizle bir bağı, dünya görüşleriniz açısından bir önemi varsa bizim adlarımızın da yaşamımız, yaşama biçimimiz, doğduğumuz yerle ilgili bir anlamı var.”

Esin: “Peki, senin adının Derin Sevi olmasının nedeni ne?”

Derin Sevi: “Adımın konmasının nedenini anlatayım sizlere.”

Çocuklar gözlerini dört, kulaklarını on dört açarak dinlemeye başladılar.

Derin Sevi: “Annemiz Yüce Özveri, yumurtalarını yumurtlama borusuyla ağaçların taze sürgünlerinin yarıklarına bıraktı. Altı hafta sonra yumurtalardan ben ve kardeşlerim çıkmaya başladık. Ben ve kardeşlerim topluca doğduğumuz ağaç gövdelerinden aşağı indik. Toprağı kazarak içine girdik. Burada ağaç köklerinin özsularını emerek beslendik yıllarca.”

Duygu: “Yıllarca, dediniz. Uzun süre toprağın altında mı kaldınız yoksa?” diye sordu merakla.

Derin Sevi: “Evet yılarca toprağın altındaydım. Tam tamına dört yıl toprağın altında yaşadım. Dünyanın bazı yerlerinde ağustosböcekleri daha uzun süre kalıyorlar toprağın altında. Örneğin, Amerika’daki türdeşlerimizin toprağın altında yaşama süreleri on yedi yıl… Toprağın altında kaldığımız süre içinde yalnızca ağaç köklerinin özsularıyla beslendim. Sabırla toprağın üstüne çıkacağım zamanı bekledim. Bu süre içinde güneşi, yağmuru, fırtınayı duyumsamadım doğru düzgün.”

Dinçer: “Peki, bu kadar uzun süre niye kaldın toprağın altında?”

Derin Sevi: “Büyüyüp yetişkin olmayı bekledim. Olgunlaşıp sevgilime, eşime kavuşmak için sabrettim orada.”

Dinçer: “Toprağın altından çıkış zamanını nasıl anlayıp ayarladın?”

Derin Sevi: “Büyüdüğümü fark ettim doğal olarak. Ergenlik dönemini geçirdim ve yetişkin oldum. İçim, içime sığmıyordu artık. Yüreğimi bir sevi doldurdu. Sanki ağaçlardaki dişi ateşböcekleri bizi çağırıyordu. İçimde durdurulamaz bir devinim başladı. Bu devinimin getirdiği yüreklilikle ağaç gövdesinden tırmanarak kendime uygun bir dala çıktım ve ötmeye başladım türümüze özgü bir ezgiyle.”

Esin: “Söylediklerinizden anladığıma göre bu dallarda dünyanın en güzel ezgilerini söyleyenler erkek ateşböcekleri, doğru mu?”

Dal Güzeli, atıldı saklandığı yaprak kümesinin altından: “Evet, bu ezgileri seslendirenler erkek ateşböcekleri. Bu ezgileri biz dişiler için söylüyorlar. Bu güzel sesler, sevi ezgileridir. Bu ezgilerle bizim gönlümüzü kazanıp yüreğimize girmeye çalışıyorlar. Bize ne denli sevi duyduklarını anlatmaktalar durmaksızın. Günlerce yalvarıp yakarırlar bize. En sonunda biz, inanırız onların sevilerine. Ben, Derin Sevi’nin sesine, söylediği sözlere hayran oldum ve onu eş olarak seçtim bile.” dedi heyecanla.

Dinçer: “Peki, Derin Sevi’yi seçtiysen neden bekletiyorsun onu. Niye şu yaz sıcağının altında ona, bunu söylemiyorsun da sürekli ötüyor? Yazık değil mi ona?”

Dal Güzeli: “Derin Sevi, benimle birlikte olduktan sonra yaşamayacak daha. Yaşamı boyunca bir kez çiftleşecek ve yavruları yaşasın diye kendini feda edecek. Ben ne denli naz yapıp birlikteliğimizi ertelersem o, o kadar çok yaşayacak. Hem de bu zaman içerisinde tatlı ezgileriyle hem ormana hem de siz insanlara mutluluk verecek.” dedi üzüntüyle ve az sonra yıllardır beklediği sevisini yitirecek olmanın verdiği acıyla.

Esin: “Ne kadar acı bir durum… Demek ki Derin Sevi, kendi yavrularının doğmasını sağlamak ve sevisine kavuşmak için canını verecek öyle mi? Bu nasıl bir sevi böyle?”

Derin Sevi: “Öterken aynı dalda ya da ağaçta kalmayız. Biz uçucu böceklerden olduğumuzdan ağaçtan ağaca uçarak uygun eş ararız. Boyumuz, üç ile beş santim arasındadır. Bundan da anlaşılacağı gibi küçük böceklerdeniz. Boyumuza göre sesimiz çok güçlü çıkar. Bu gücü de yüreğimizde yıllardır besleyip büyüttüğümüz seviden alırız. Bizim için sevi çok önemli…”

Dinçer: “La Fontaine adında bir yazar ateşböceklerini, tembelliğin simgesi olarak gösteriyor. Bence bu doğru değil!”

Toprak dile geldi konuşulanlar karşısında: “Ateşböcekleri tembel olur mu hiç? Yıllarca benim koynumda ağaçların özsularıyla beslenip sevisini beklemek ne kadar zor ve sabırlı bir iş. La Fontaine, doğayı iyi gözlemlememiş sanırım. Karınca, biyolojik atıkları toplayarak kışın onlarla beslenir. Oysa ağustosböceği, ağaçların özsularıyla yaşamda kalır. İkisi de benim yavrum… Karınca çalışkanlığın, ateşböceği de sevinin simgesi.  İkisini de koynumda büyütürüm. Birini, diğerinden ayırmam.” dedi mutluluk duyarak.

Çam ağacı söze girdi biraz da ivedilik gösterek: “Hem karınca hem de ateşböceği gezinir dallarımda, gövdemde. Karınca gövdemdeki zararlıları toplayıp beni sağlığıma kavuştururken, ateşböceği de güzel ezgilerle bana mutluluk verir. Özsularımı emerek biyolojik dengemin sağlanmasına yardım eder. Üstelik o, bana zarar verecek özsuyu alır köklerimden. Tıpkı siz insanların kimi zaman yaptığınız gibi... Arada sırada kan verirsiniz değil mi? Kan vermeyi, bir bedensel yenilenme olarak görürsünüz siz.”

Dinçer, ağaca da toprağa da teşekkür etti verdikleri yararlı bilgilerden ötürü. Karıncaya, Derin Sevi’ye, Dal Güzeli’ne minnet duydu çocukların hepsi. Yıllardır yanlış bildikleri bir konunun doğrusunu öğrendikleri için çok mutluydular. Bu mutluluklarını paylaşmak için koştular anne, baba, nine, dede ve komşularının oturdukları gölgelik alana.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               30 Temmuz 2025

 

GELECEK İÇİN ÖZGÜVENLİ ÇOCUKLAR


Özgüvenli birey yetiştirmenin ilk koşulu, anne ve babanın çocuklarına duygudaşlık konusunda örnek olmaları. Çocukları en çok etkileyen yaşama geçen davranışlar. Sözle uygulamanın çelişik olmaması, tersine örtüşmesi. Çocukların yalanı, tutarsız davranışları, ikiyüzlülüğü, aldatıcı sözleri, konuyu geçiştirici tavırları kolayca anladığını söylemeliyim. Çocuklar, doğaları gereği gerçekçidir. Bu gerçekçiliği, olumsuz davranışların turnusol kâğıdı gibidir. Gerçekle gerçek olmayanı kolayca ayrımsar o.

Duygudaşlık, karşındaki kişi kim olursa olsun onu anlamayı kolaylaştırır. Anne ve babalar, zaman zaman çocukluklarını anımsamalı. Çocukluk dönemlerinde karşılaştıkları yanlış, olumsuz ebeveyn davranışlarını gözlerinin önüne getirmeli. O günleri yeniden belleklerinde canlandırmalı. Kendilerinin düştükleri zor durumları anımsamalılar. Bunlardan ders çıkarmalılar. Ders çıkarmakla kalmayıp bunları yaşama geçirmeliler. Kendi anne ve babalarının onlara karşı yaptıkları yanlış davranışları, kendi çocuklarına karşı göstermemeli. Yaşam, ondan alınan derslerle iyiye, güzele, olumluya doğru gider. Yaşamdan ders almayanlar,  onun zorluklarına teslim olarak olumsuzlukları, mutsuzlukları değiştirme gücünü yitirir.

Anne ve babalar, çocukları ne anlatırsa anlatsınlar, onları can kulağıyla dinlemeliler. Anlattıkları önemsenmeli. Çünkü çocuk, bir şeyi kendince önemli görmese anlatmaz. Büyükler için önemsiz görülen bir şey, küçükler için oldukça önemli olabilir. Bu gerçek, göz ardı edilmemeli. Onları dinlememek için hangi koşullarda olunursa olunsun anne ve babalar, gerekçeler öne sürmemeli. Çünkü çocukları, onların yaşamlarının tam merkezinde bulunan bir varlık. Her an onun evleri ve kendi yaşamları için ne denli önemli olduğunu göstermeliler.

Anne ve babaların çocuklarında özgüven oluşumunu engellemek için yaptıkları en olumsuz davranış, onu başkalarıyla karşılaştırmalarıdır. Bu konuyu, sürekli dile getirdiğimin farkındayım. Bu konuda uzmanlar uyarılar yapmasına karşın yine de anne ve babalar, çocuklarını başkalarıyla karşılaştırma huyundan vazgeçmiyor. Peki, çocuklarınız sizi başka anne ve babalarla karşılaştırsalar mutlu olacak mısınız? Olmayacağınız çok açık… Bu nedenle sizin istemeyeceğiniz bir şeyi, çocuklarınız için niye yapıyorsunuz?

Çocukları başkalarıyla karşılaştırmak yerine onun ödev yapmak, başarılı olmak, kendi başına iş yapmak için gösterdiği çaba övülmeli. Bu nedenle o,  yüreklendirilip desteklenmeli. Harcadığı emeğin, gösterdiği çabanın ne denli değerli olduğu vurgulanmalı, gerektiğinde övgü de eksik edilmemeli.

Büyüklerde olduğu gibi küçükler de hata yapar. Zaten hata yapmadan kişi, doğruyu öğrenemez. Çocukları, hata yaptıklarında cezalandırmak, yanlışlarını olağan görmemek onlara yapılacak en büyük kötülük. Hatalarını birlikte değerlendirmek en güzeli. Bu değerlendirme sırasında kullanılacak olumlu, yapıcı dil çok önemli.

Çocuklar, zaman zaman büyüklerinin isteklerine, yönlendirmelerine “hayır” diyebilir. Buna saygı göstermeli. Onlar, anne ve babalarının robotları, gölgeleri ya da papağanları değil. Her söylediklerini yapmak, kabul etmek durumunda da değiller. Onların da kendilerine özgü düşünceleri, duruşları, bakış açıları, yaşam anlayışları, beğenileri, duyguları, kişiliği var. Onun düşüncelerine, duygularına, farklılıklarına saygı duymak; çocuğa değer verildiğinin bir göstergesi. Çocuğumuza değer verdiğimizi her davranışımızla göstermeli. Onun kendisine özgü kişiliğini kazanmasına saygıyı esirgememeli.

Anne ve babalar, çocuklarıyla aralarına sevgi dolu sınırlar koymalı. Bu sınırları, sevgi beslerken saygı da korur. Saygı ve sevginin ikiz kardeş olduğu unutulmamalı. Birinin olduğu yerde diğeri de olmalı. İkisinin olduğu yerde sağlıklı insan ilişkileri boy atıp gelişir.

Sevgi ve saygı çerçevesinde çocuğun duygularını anlatıp paylaşmasına izin vermeli. Duygularını anlatan çocuğun, iç dünyası varsıllaşır giderek. Onun duygularını eleştirmemeli, onlara saygı duyulmalı. Duygu, insanı insan yapar; düşüncenin süsüdür o. Kişinin duygusu da düşüncesi de yasaklanamaz: Hele çocuk olunca hiç yasaklanamaz. Çünkü duygu ve düşünce dünyasıyla varsıllaşır çocuk.

Bir çocuğun gülmesi kadar güzel bir şey yok şu koca dünyada. Bu nedenle onların gülmesine olumsuz anlamlar yüklemek korkunç bir şey. O, gülerek duygularını anlatır çevresindekilere. Gülmek, onu geliştirir. Gülmeyen kişilerin kendileriyle barışık oldukları söylenemez. Bu tür çocuklar, zamanla içe kapanır. Bu nedenle çocukların özgürce gelişimlerini, duygu evrenlerinin varsıllaşmasını istiyorsak onların gülmesini önemseyelim. Gülmek, aynı zamanda mutluluğun açık bir anlatımı değil mi?

Kimi anne ve babalar, kendilerini çocuklarının yerine koyar. Onların yapması gereken işleri kendileri yapar. Onların işleri tek başlarına bitiremeyeceğini, yapamayacağını düşünürler. Bu nedenle çocukların yeteneklerinin ortaya çıkmasını, becerilerinin gelişmesini engellerler bilerek ya da bilmeyerek. Çocuk yaparak öğrenir, kendini geliştirir. Anne ve baba, kendini çocuğun yerine koymamalı; onun yanında olduğunu göstermeli düşünüş ve davranışlarıyla. Çocuklara sorumluluk verilmeli. Onlar, sorumluluk alma alışkanlığını küçük yaşlarda edinmeli. Ağacın yaşken eğildiğini unutmamalı bir an.

Çocuklarla doğdukları günden başlayarak göz teması kurulmalı. Göz teması, onların kendilerini güvede görmesini sağlar. Bu da özgüven kazanımının başlangıcı. Gözler, bakışlarla kişinin duygularını en iyi anlatan organları. Kimi kişiler, gözleriyle konuşup anlaşır.

Çocuklara, anne ve babasınca gösterilen koşulsuz sevgi, onun özgüven kazanmasını hızlandırır. Ayrıca sevgi, özgüveni sağlam temeller üzerine oturtur. Sevgi, tüm sorunların çözümünde açkı olmalı. Dünyadaki en değerli varlığının sevgi dolu bir kılavuzu olmalı anne ve baba. Sorun yaratan değil, sorunları usçu bir yol göstericilikle çözmeliler.

Çocuklarda özgüveni oluşturmak aslında çok kolay. Yeter ki anne ve baba olumlu davranışlar göstersin onlara. Doğar doğmaz büyük bir yaşam savaşına başlayan çocukları kırıp dökerek mutluluğa, başarıya ulaştıramayız. Çocuklar bizim çocuklarımız. Onlara, yol gösterecek olan da bizleriz. Ne olur bu yol göstericilikten şaşmasın anne ve babalar.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       29 Temmuz 2025

YAKINMAK MI, YÜREKLİ SAVAŞIM MI?


Son yıllarda nedense yurttaşlarımızın önemli bir bölümü, sürekli olarak ve her şeyden yakınmakta. Bu yakınmalar, zamanla derin bir umutsuzluğa dönüşmekte. Sürekli yakınarak hiçbir sorun çözülmez. Tersine sorunlar daha da büyütülür ve çözümü zorlaşır.

Yakınmayı yaşam biçimi durumuna getirmiş kişiler, ne yiyip içtiğini ne yaşadığı yeri ne de çalıştığı işi beğeniyor. Onun için doğru, içten, güvenilir insan yok ne yazık ki koca dünyada. Güvenip sırtını döneceği bir dostu, arkadaşı olmaz bu kişilerin. Her içtenliğin altında bir kötülük, bir çıkar arar. Bu güvensizlik anlayışı, ev ortamına da yansır. Bu tür kişiler; giderek eşlerine, çocuklarına, anne ve babasıyla diğer yakınlarına da güvenmez. Onun için her sevgi, bir çıkar içindir. Bu kişilerin aynı evi, yaşamı paylaştığı kişilerden yakınması sık duyulur bir şey. Aslında bu, bir zavallılık, olumsuzluklara teslimiyet, yaşam savaşımından vazgeçmek…

Sürekli sorunlardan yakınmak, yaşanan zorluklar karşısında çaresizliği gösterir. Önümüzdeki zorlukları sağda solda başkalarına anlatarak, onlara ağlayıp yakınarak çözmek olanaksız bir durum. Zorlukları aşmanın, onlardan kurtulmanın en önemli yolu usçu yollardan giderek doğru çözümler bulmak değil mi?    

Gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki sosyo-ekonomik durumu iyi olan kesimde bu yakınma, daha çok. Bu yakınmanın nedeni, doyumsuzluğa ve bencilliğe bağlanabilir.

Günümüz insanı, neredeyse hiçbir şeyi beğenmiyor. Her şeyin kendi varlığını yok etmek, yaşamını zorlaştırmak için var olduğunu düşünmekte nedense. Çevresindeki her kişiye, şüpheyle bakıyor. Herkesin onun mutluluğunu engelleyeceğini, kendi varlığına ve çıkarlarına zarar vereceğini, onun yaşam alanını daralttığını düşünmekte. Bu da onu yaşamdan, insanlardan soyutluyor. Bu soyutlanma onu, kendi içine kapatıyor, bireysel bir yaşama tutsak oluyor. Kendi kabuğuna çekilerek dar bir döngü içinde çözümsüz, bıkkın bir yaşamın sıkıcı ortamında mutsuz oluyor.

Yaşamımızda karşılaştığımız sorunları çözümleyip onların üstesinden gelmenin yolu, yakınmak yerine, onlarla yüreklilikle savaşmaktır. Yürekli bir savaşımı göze alamayan kişiler, sürekli yakınıyor nedense.

Kişi, doğduğu günden başlayarak bir yaşam savaşının içinde. Her gün karşısına onlarca sorun çıkıyor. Bu sorunlar, kendi kendine çözülüp yok olmuyor. Onlarla başa çıkmanın yolu, sorunlara teslim olmak değil; her sorunun üstüne yüreklilikle gitmektir. Yaşam, en küçük canlıdan en büyüğüne dek karşılaştığı engellerle yüreklice savaşanlara yaşamını sürdürme ödülünü verir.

Atalarımız: “Lokma, çiğnenmeden yutulmaz.” demiş. Ne güzel bir söz… Ağızdaki lokmayı bile yutmak için emek harcamak gerek. Demek ki kişi, yaşamda karşılaştığı her engeli aşmak, her sorunu çözmek için emek harcamak, savaşmak gerekli. İnsanın karşısına çıkan hiçbir sorun, kendiliğinden çözülmez.

Üzülerek söylemeliyim ki çocukların çoğu, doğduğu günden başlayarak sürekli yakınan, hiçbir şeyden mutlu olmayan anne ve babalar elinde büyümekte. Atalarımızın “Kıratın yanında duran ya huyundan ya suyunda.” sözünde dediği gibi anne ve babanın yaşama bu olumsuz bakış açısı, çocuklara yansımakta. Bu tür evlerde büyüyen çocuklar da düşünce ve yaşam anlayışlarını olumsuzluklar üstüne kurar. Bu da onu umutsuzluğa, giderek de başarısızlık ve mutsuzluğa sürükler. Çocuğun doğuştan getirdiği, doğasında var olan olumlu bakma, umutlu olma anlayışı; anne ve baba eliyle değiştirilir. Aslında bu durum, ona en yakınlarınca bilerek ya da bilmeyerek yapılan büyük bir kötülük. Çocukları bu kötülük düzeninden kurtarmak gerek.

Sorunlarla yüreklice savaşmak yerine sürekli yakınan anne ve babaların çocukları da yakınmayı davranışa dönüştürür küçük yaşta. Yürekli bir savaşçı olmayı bir türlü başaramaz. Sorunları çözmek için onların üstüne yürekli bir savaşımla gitmeyi beceremezler ne yazık ki. Çünkü bunu görüp öğreneceği yoktur çevresinde. Rastlantısal olarak yaşamına etki eden bir karşısına çıktığında bu olumsuzluktan kurtulma olanağını elde edebilir.

Yalnızca anne ve babalar mı yakınıp durur. Doğaldır ki hayır! Çocukların yetişmesinde çok önemli yeri olan öğretmenlerin bir bölümü de yakınmayı davranışa dönüştürmüştür nedense. Sınıfa girdiğinde yakınarak söze başlar. Bu, aslında sorunlara, zorluklara teslim olmaktan başka bir şey değil. Teslimiyetçilik, kişiyi savaşımcı olmaktan uzaklaştırır zamanla. Bu da onu sorunlarla yaşama alışkanlığına, onları benimsemeye yöneltir. Böylece anne, baba ya da öğretmen kendi elleriyle çocuğu kör bir kuyunun karanlığına sürükler. En acı olanı da bu değil mi?

Çocuğun içindeki yaşam coşkusunu, geleceğe yönelik umudunu, önüne çıkan engelleri aşmak için savaşma isteğini, sorunları çözme yeteneğini, zorluklara karşı yürekli duruşunu, doğası gereği olumlu düşünme biçimini yok ederek onu ağlayıp yakınan biri durumuna getiren ne yazık ki en yakınları. Oysa bu kişilerin yaşam savaşımında ona yol gösterici olmalarını bekleriz değil mi?

Çocukların başarılı, mutlu, umutlu geleceği için anne, baba ve öğretmenler yakınmayla değil; yürekli savaşımlarıyla öncü olmalı onlara. Çocuklara doğru örnek olmayarak onları başarısız kılmak, emanete hıyanet değil de nedir?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       27 Temmuz 2025

 

ÇOCUKLARIN ÖZGÜVENİ NASIL ARTIRILIR?


Günümüzde çocukların, gençlerin en göze çarpan sorunlarından biri, özgüven kazanmaktır. Anne, baba ve öğretmenler; çocuklar için tinsel, sosyal açıdan önemli bir eksiklik olarak görülen bu sorunu zaman zaman dile getirirler. Sorunun çözümü için kafa yorup konuyla ilgili bilgisi, deneyimi olan kişilere danışırlar. Ne yazık ki sorunun çözümü görüldüğü kadar kolay değil. Sorunun çözümü çok yönlü bir çalışmayı gerektirmekte.

Özgüvensizliğin birçok nedeni var. Bu sorunun asıl kaynağını, çocukların yetiştirilme biçiminde aramak gerek. Ne yazık ki bazı anne ve babalar, çocuklarını baskıcı bir ortamda büyüterek onları iyi yetiştirdiklerini sanır. Baskı karşısında susan, her söyleneni kabullenmiş gibi görünen çocukların terbiyeli, uyumlu oldukları sanılır. Oysa çocuk, söylenenler konusunda görüşünü belirtmemiş, yalnızca susmuştur. Susmak, söylenip istenen bir şeyi kabul etmek değil. Bu yanılgı neredeyse toplumumuzun geniş bir kesiminde gelenekselleşmiş. Atadan dededen böyle bir ev içi eğitim, çocukların özgüvenlerini yerle bir etmesine karşın günümüzde de benimsenir çoğu kişice.

Üzülerek söyleyeyim ki bazı öğretmenler de baskıcı, öğrencisini suskunlaştıran bir eğitim biçimini yeğler. Yanlış bulduğu düşünce ya da davranışa karşı çıkan, sorgulayıp tartışan öğrenci tipi bu öğretmenlerce sevilmez, onların bu kişilikli duruşlarına saygı duyulmaz. Söylenen her şeyi kayıtsız koşulsuz, sorgulamasız kabul eden kişi; uyumlu olarak görülür.

Eskiden ilk ya da ortaokul Türkçe kitaplarımızda “Dik Dur, Dik Otur” başlıklı bir yazı vardı. Metnin yazarını ne yazık ki anımsamıyorum. Bizlere küçük yaştan başlayarak dik durmayı, dik oturmayı önerirdi bu yazı. Bize özgüvenli olmanın ilk adımı olan bir davranışı edinmemizi sağlardı bu metinde anlatılanlar. Bir çocuğun, otururken ve yürürken dik durması, çok önemli bir özgüven belirtisi. Ne yazık ki birçok çocuk, türlü nedenlerle kambur yürür, dik durmaz. İki büklüm yürüyen biri için boş vermiş, yaşamdan umudunu kesmiş düşüncesi oluşur karşısındakilerde. Aslında dik durmayıp iki büklüm yürümek, çocuğun kendini saklamasıdır çevresindekilerden. Bu, özgüvensizliğin en önemli belirtisi.

Çocukların özgüven kazanması için öncelikle onların iyi, temiz giyinmesine özen göstermeli. Kişiye, çocukluğundan başlayarak giysilerini kendisinin seçmesi fırsatı verilmeli. Küçük yaştan başlayarak bir giyim zevki aşılanmalı çocuklara. İyi giyinmek demek; pahalı giysiler almak, moda çılgınlığına uymak demek değil. İyi giyinmek, giyilenlerin temiz ve birbirleriyle uyumlu olması demek. İyi, uyumlu giyinmesini bilen çocuğun özgüveni artar. Bu konuda ilk aşamada örnek olması gerekenler; anne, baba ve öğretmenlerdir.

Çocuklara küçük yaşlardan başlayarak kişisel bakımlarına özen göstermeyi öğretmeli. Bu, kuramsal olmaktan çok, davranışsal olmalı. “Üzüm üzüme baka baka kararır.” atasözünün gereğince çocuk, kişisel bakımı anne ve babasından öğrenir ilk önce. Sonrasında da öğretmeni ve yakın çevresindeki diğer kişiler, onun en önemli örneğidir. Günlük kişisel bakım yapan çocukta özgüvenli davranış kolayca fark edilir.

Çocukları yetiştirirken onları, olumsuz düşüncelerden uzak tutmalı. Sürekli olumsuz düşünen anne ve babaların çocukları da bu alışkanlığı, düşünüş biçimini kolayca davranışa dönüştürür. Olumsuz düşünen biri, aslında yaşam yolculuğundaki savaşımcılığını yitirir. Olumsuz düşünce onu, başarısızlığa koşullandırr. Bu nedenle çevresiyle uyumu bozulur. Sürekli olumsuz düşünen, usunda ve dilinde olumlu bir şey olmayan kişi, sosyal ilişkilerinde sinik, ezik, çekingendir. Bu nedenle özgüvenli olduğundan söz edilemez bu kişilerin. Çocuklara, küçük yaşlardan başlayarak olumlu düşünmesini, olumsuz koşullara karşın umudunu korumasını öğretmeli. Bu, onu yaşama bağladığı gibi özgüvenli de yapar.

Çocuğa, küçük yaşlardan başlayarak kültür, sanat ve spor zevki verilmeli. Bunun temelini oluşturacak olan da onun en baştan kitap okuma alışkanlığı kazanması. Okumadığı için belli bir kültür düzeyine erişmeyen çocuk, doğal olarak özgüvensiz olacak. Kişideki kültürel birikim, taşıttaki akaryakıt gibidir. Akaryakıtsız taşıt, nasıl olduğu yerde kalırsa kültürsüz kişi de toplum içinde etkin olamaz. Özgüvensiz olduğu için duygu ve düşüncelerini açıklayamaz. Bu nedenle çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırılmalı küçük yaşlardan başlayarak.

Çocuk, kitap okuma alışkanlığının yanı sıra sanat dallarından biriyle ilgilenmeli. Onu sanat alanına yönlendirirken kişisel yetenek ve eğilimleri göz önünde bulundurulmalı. Bir çocuğun bir sanat alanıyla ilgilenmesi ve küçük de olsa bir başarı kazanması onun özgüvenini artıracaktır. Bu da ona, başarı yolunu açar.

Çocuklar, bir spor dalıyla ilgilenmeli. Yeteneği ve eğilimi doğrultusunda bir spor alanıyla ilgilenmeli. Spor yapan birinin yürüyüşü, bakışı, düşünüşü değişir. Bu da ona, özgüven kazandırır.

Çevremize baktığımızda neredeyse insanların çoğu bağırarak konuşmakta. Bunun nedenlerinden biri, özgüven eksikliği. Bu nedenle çocuklara küçük yaşta kendinden emin ve yavaş konuşma alışkanlığını kazandırmalı. Kişinin neyi, nasıl anlattığı çok önemli. Bağırarak konuşan anne ve babanın çocuğu da bağırarak anlatır düşüncelerini.

Bağıra çağıra ders anlatan bir öğretmenin öğrencileri de bağırıp çağırmayı bir üstünlük, beceri sanır. Böylece duygu düşüncelerini kavga eder gibi anlatmaya çalışır. Ancak anlatamaz. Bu da onda özgüven yitimine neden olur.

Çocukların özgüvenli olması, tamamen yetiştiği ortama bağlı. Çevresindeki olumsuz örnekler, onu çok etkiler. Bu nedenle öncelikle anne ve baba eğitimi çok gerekli. Önce onlar, kendilerini değiştirmeli. Çünkü anne ve baba olmak kolay değil. Öğretmen yetiştirme de çok önemli bu nedenle. Özgüvensiz kişiden öğretmen olmaz, olmamalı.

Çocuklar, en değerli varlıklarımız. Onları eğitip yetiştirirken anne, baba ve öğretmenler de kendilerini eğitmeli. Çünkü eğitimin, öğrenmenin yaşı yok!

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       25 Temmuz 2025

ORMAN YANGINLARI CAN ALIYOR


Yurdumuzun dört bir yanında, yaz mevsimiyle başlayan orman yangınları hız kesmeden, neredeyse aralıksız sürüyor. En son Sakarya’da başlayan yangın, Bilecik’e sıçradı. Ardından Eskişehir-Seyitgazi’de alevler sardı ormanlarımızı. Ne yazık ki bu yıkımlara başka illerimizdeki yangınlar eklendi. Yeşil vatanımız, cayır cayır yanıp elimizden kül ve duman olup uçuyor.

“Orman”, Türkçemizin anlamı derin sözcüklerinden biri. Bu sözcüğün kökü “or”. “Or: Yer; oturulan, yaşanan durulan yer.” anlamında. “-man (-men)” eki, geldiği kök ya da gövdelere kişi anlamı veren ad soylu sözcükler türetir. Demek ki “orman” kişilerin yaşadığı yer. (Sözcükte zamanla anlam genişlemesi olduğu kesin…) Bu kişiler, kimler? İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler… Atalarımız, ormanda yaşayan tüm canlıları insana eşdeğerde görmüş. Her canlının yaşam hakkını kutsal saymış. Ne güzel ve doğa korumacı bir anlayış değil mi?

Halkımız, küçük ormanlara “koru” adını vermiş. “Koru” sözcüğü, “korumak” eyleminden gelir. Bu sözcük, “korunan, görevliler dışında kimsenin giremeyeceği yer” anlamında. Demek ki korulara/ormanlara herkes, elini kolunu sallayarak giremez. Buralar; mangalın yapılacağı, eğlencenin olacağı yerler değil. Bu alanlar, herkesçe korunmalı. Çünkü buralarda her türlü canlı birlikte yaşamakta. Her canlının değeri, varlığı doğa için vazgeçilmez önemde. Böyle olunca da ormanlarımızın korunması, atalarımızca yaşamsal bir durum olarak belirlenmiş.

Ülkemizdeki orman yangınlarının yüzde doksanından fazlası insan kaynaklı. Demek ki yurttaşlarımızda ormanlarımızı koruma bilince tam anlamıyla oluşmamış. Yaptıkları küçük hatalar, koskoca ormanın içindeki tüm canlılarla yok olmasına yol açıyor. Tüm uyarılara karşın, ormanlarda mangal yapmak nasıl bir aymazlık?

Yangınların en önemli nedenlerinden biri de anız yakmak. Eskiden toprak, öküz ya da atla sürüldüğü için çok derim kazılamazdı. Bu nedenle anız, sürülen toprağın altında kalıp çürümezdi. Bu da üretimi olumsuz etkilerdi. Oysa günümüzde öyle mi? Artık tarlalar traktörle sürülüyor. Sürülen toprak iyice altüst oluyor. Anızlar da toprağın altında kalıp çürüyerek doğal gübreye dönüşüyor. Bu nedenle anız yakmak geçmişten gelen kötü, zararlı bir gelenek. Bunu sürdürmenin anlamı, gerekliliği anlaşılmaz bir durum.

Türkiye’nin orman alanları genellikle kıyı bölgelerindeki illerde. Bu illerimizde, yazlıkçılık olağanüstü artmış durumda. Bu nedenle buralara yaz mevsimin gelmesiyle sürekli toplu gidişler var. İnsanlar, arabalarında yiyip içiyor, kimi zaman yol kıyılarında duraklayıp dinleniyorlar. Bu yolculuklar sırasında yol kıyılarına, duraklanan yerlere çöpler atılıyor. Bu çöplerin arasında cam şişeler de var. Bunlar, orman yangınlarının bir başka nedeni. Yolculuk sırasında taşıtında sigara içenlerin bir kısmı, sigarayı söndürmeden rastgele atıyor yola. Ardında, büyük bir yangını bıraktığının farkında bile değil bu kişiler. Ayrıca yazlıklar, birçok ilimizin toplumsal yapısını değiştirdi. Tüketime yönelik bir anlayış egemen oldu buralara. Bu nedenle tüketim alışkanlığı, orman alanlarımız da tüketiyor. Mangal yapmayı eğlence sanan bu kişiler, yangınlara neden olabiliyor.

Ağacı, ormanı, doğayı insan korur. İnsan da yok eder. Ormanlarımızın korunması, orman köylüleriyle başlar. Orman köylülerinin geçimi, yaşamı ormanlara bağlı. Bu nedenle ormanlar, onlar için yaşamsal önemde. Bunun bilincinde olan bu köylüler, ormana gelip gidene dikkat eder. Gelenlerin ne yaptıklarını gözlemler. En küçük kıvılcım gördüklerinde ilk müdahaleyi onlar yapar. Yangının büyümesini önlerler.

Otuz ilimiz büyükşehir oldu. Bunların çoğu, kıyı illerimiz... Orman alanlarımızın çoğu da bu buralarda… Orman köylerimiz, büyükşehir yasasına göre artık mahalle… Yanı buralarda yaşayanlar, köylü değil; kentli. Bu nedenle orman köylülerinin geçimleri zorlaştı. Bunda ülkemizin genel ekonomik sıkıntılarının da payı var. Ne yazık ki uygulanan ekonomik politikalar nedeniyle köylünün yüzüne bakan yok! Böyle olunca da köyler boşalmakta hızla, kentler ise niteliksiz ve ucuz iş gücüyle dolmakta. Orman köylüsü göçünce kentlere, yeşil vatanımızın gönüllü koruyucuları da kalmadı ne yazık ki. Ormanlarımız sahipsiz kaldı, bilinçsiz bir siyaset yüzünden.

Orman yangınlarının birçoğunun havai fişek nedeniyle çıktığı bilinmekte. Özellikle otellerde yapılan düğün, kutlama gibi törenlerde havai fişekler atılmakta. Bu da çevredeki ormanları yakmakta. Bu nedenle ülkemizde havai fişek kullanımı ivedilikle yasaklanmalı.

Terör örgütü PKK’nın yıllardır ormanlarımızı ateşe verdiğini biliyoruz. Bu yönüyle terör örgütü, insanları öldürdüğü gibi doğayı da katletti.

Ormanlarımızın yanmasında yukarıda sayamadığım onlarca neden var. Bu konuda, kamuoyu bilgilendirilip yurttaşlar eğitilmeli. Ormanların korunması savsaklanacak bir şey değil. Bu konuda kılı kırk yarmalı, tüm olasılıklar hesaplanarak toplumun tüm kesimlerinin ortak aklıyla önlemler alınmalı.

23 Temmuz 2025 akşamı, çoğu kişi gibi oturmuş haberleri izlerken on yurttaşımızın Eskişehir’deki orman yangınında şehit olduğunu öğrendim. İçim yandı tıpkı ormanlarımız gibi cayır cayır. Kendimi, şehitlerimizin yerine koydum. Bu duygudaşlığım, olayın ne denli korkunç olduğunu az da olsa duyumsamamı sağladı.

Ne yazık ki son yıllarda devlet gücünün; yani yasaların, savcının, yargıcın, askerin, polisin, devlet kurumlarının birçok kişi için caydırıcılığının kalmadığını söyleyebilirim. İnsan yaralamak, hatta öldürmek, hırsızlık ve dolandırıcılık yapmak, ülkemiz kaynaklarını çarçur etmek, kamu malına el uzatmak, çeteleşmek, gece gündüz demeden insanları rahatsız edecek biçimde sokaklarda bağırıp çağırmak, hatta uluorta en galiz küfürleri etmek, hileli besinlerle halkın yaşamını tehlikeye düşürmek, trafikte adam dövüp sövüp saymak sıradan olaylar durumuna geldi. Yasalara saygı azalırken toplumsal kurallara uymak da yok oluyor giderek. Toplumsal bir çürüme almış başını gidiyor, bu nedenle her yan kokuşmakta. Bu nedenle ormanlarımızı yakanların birçoğu da ellerini kollarını sallayarak gezmekte aramızda. Örneğin, içtiği maden suyu şişesini yol kıyısına attığı için orman yangını çıkaran birinin yargılanıp ceza aldığını bugüne dek işiten var mı?

Devlet gücü caydırıcı olmalı. Yasalar eşit uygulanmalı kim olursa olsun. Devlet, adaleti uygularsa caydırıcılığı, saygınlığı artar. Orman yangınlarını önlemek için tüm televizyonlarda aynı anda, eğitici kısa görseller gösterilmeli. Halkı, bu konuda eğitip bilinçlendirmek için yeni yasalar çıkarılmalı. Bu yeni yasalar, orman yangını çıkaranların cezalandırması için de olmalı.

Bir gün önce televizyondan Geyve’de yanan hayvanların seslerini dinlemiştim. Çok etkilendim bu seslerden. Gece oldu, ancak ben doğru dürüst uyuyamadım. İnsan olan bu seslere dayanamaz, yanar yüreği en derinden. Keşke ağaçların yanarken ağlamalarını da işitebilsek. Ağaçların çığlığıyla aramızdaki bazıları insan olduğunu anımsar belki.

Orman yangınları bitkileri, hayvanları insanları yakıp öldürüyor. Eskişehir’de yeşil vatanı korumak için yangına karşı özveriyle gece gündüz savaşan on canımızı yitirdik. Acımız, ulusça çok derin…

Türkiye, ormanlarının yanmasıyla insanlarını, hayvanlarını, ağaçlarını, çalılarını, otsu bitkilerini, kısacası yeşil vatanını, yaşamını, kısacası geleceğini yitirmekte. Her yurttaş sorumluluğunu bilmeli. Özellikle hükümet, gerekli önlemleri önceden almalı. Ormansız bir toprağın vatan olamayacağı gerçeği, kafalara kazınmalı.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               24 Temmuz 2025

 

 

ÇOCUKLAR, EN DEĞERLİ VARLIKLARIMIZ DEĞİL Mİ?


Hep söyleyip dururuz: “Çocuklar, en değerli varlıklarımız.” diye. Bu deyişe: “Çocuklar, geleceğimiz.” sözünü de ekleriz çoğu zaman. Bu iki sözün yanlışlığını düşünmek ya da tartışmak, mantıklı sayılmaz. Yapılacak iş, bu tümcelerin yanlışlığını tartışmak değil, anlatmak istediklerini yaşama geçirmek olmalı.

Çocuklar hem geleceğimiz hem de en değerli varlıklarımızsa onların yetiştirilmesinde bunca yanlışı niye yapıyoruz? Çocuklarımıza çok basit dokunuşlar ve sözlerle onların olumlu yolda ilerlemelerine neden yardımcı olmuyoruz?

Çocuklarımıza yeri geldiğinde ve fırsat bulduğumuzda onları çok sevdiğimizi söylemeliyiz. Küçük olsun büyük olsun her kişiye onu sevdiğini söylemek, karşılıklı güven ilişkisini oluşturur. Özellikle çocuklara söylenecek “Seni seviyorum, iyi ki benim çocuğumsun.” sözü, ona özgüven kazandırdığı gibi geleceğe güvenle bakmasını da sağlar. Ayrıca bu tümce ona, aidiyet ve evine bağlılık duygusu kazandırır. Bir çocuğun anne ve babasınca sevildiğini bilmesi, onu yaşama bağlar. Bu, onun içindeki yaşama sevincini artırır. Geleceğe yönelik umudunu çoğaltır. Gelecekle ilgili tasarımlar, düşler, düşünceler, ülküler oluşturmasını sağlar. Bu da onun yaşamla bağlarını güçlendirir.

En değerli varlığımıza: “Seninle gurur duyuyorum.” demeyi esirgememeli. Çünkü bu tümce, onun kendini güçlü, yeterli, yetenekli ve becerikli olduğunu duyumsamasını sağlar. Üç sözcükten oluşan ve ağzımızdan bir çırpıda çıkan bu tümceyle onun özgüvenini geliştirir, iş yapabilme gücüne güç katarız.  

Yeri geldiğinde çocuklara, onların düşüncelerinin anne ve baba için çok önemli olduğu söylenmeli. Bu söz, ona hem demokratik bir davranışı, düşünüşü benimsettiği gibi hem de özgüvenini artırarak pekiştirir. Ayrıca çocukların düşüncesine değer vererek onlara saygı gösteririz bu yolla. Bu da çocukların kişilik kazanmasını sağlar. Bir çocuğun küçük yaşlardan başlayarak kişilik kazanması, onun yaşamını olumlu yönde etkiler. Yaşamında kazanacağı başarıların yolunu açar. Kişilikli birey; erinç içinde yaşar, çevresini de bu yönde etkiler. Çocuklara verilen sevginin yanı sıra onlara saygı da göstermeli. Saygı olmadan gösterilecek sevgi yavan olur. Bu nedenle sevgi ve saygıyı onlardan esirgememeli.

Çocuğa: “Her koşulda senin yanındayım ve seni destekliyorum.” dendiğinde onun güven duygusunu artırırız. Bu da onun başarıya ulaşmasını kolaylaştırır. Bu sözle yanlış da yapabileceğini vurgularız. Yanlış yapmadan doğrunun yapılamayacağı yaşamsal bir gerçek. Yanlış yapmanın yaşamın sonu olmadığı ve bundan sonra hiç doğru yapamayacağı gibi son derece tehlikeli, zararlı bir algıyı yıkmak için bu tümcenin söylenmesi çok önemli. Çocuklar düşe kalka büyür. Yani yanlışı yapa yapa, doğruyu yapmayı öğrenir. Zaten yaşam karşıtların birliği üzerine kurulu değil mi?

Çocuklarla verimli zaman geçirmek, onlar için çok önemli. Onlara günün belli saatlerinde zaman ayırmalı anne ve baba. Kendisine zaman ayrılan çocuk, kendisinin anne ve babası için ne denli önemli ve değerli olduğunu görür. Ona ayrılan bu zaman, onunla hem düşünsel hem de duygusal ilişkinin kurulmasını sağlar. Böylece onun eğitilmesi, hızla öğrenmesi fırsatı doğar. Bu yolla anne ve baba; çocuklarının yeteneklerini, becerilerini, eğilimlerini saptar. Bu da onun yaşam yolculuğunda doğru bir biçimde yönlendirilmesi için olanak yaratır. Çocuğa: “Seninle zaman geçirdiğim için çok mutluyum. Sana ayırdığım zaman çok değerli ve çünkü bu süre içinde seninleyim. ” dendiğinde o, varlığının değerini ve ailesi için önemini duyumsar. Bu, onun yaşama daha sıkı sarılmasına olanak verir.

Çocuklar zaman zaman zorluklarla karşılaşır. Karşısına çıkan sorunlara çözüm bulamayacağını düşünür kimi vakit. Öyle bir an gelir ki sorunları çok büyütür ve onların çözümsüz olduğunu sanır. Bu da onun yüreğinde derin bir umutsuzluğa yol açabilir. Böyle bir durum karşısında anne ve babanın çocuğuna yanında olduğunu, onun sorunlarla başa çıkma savaşımında kendisine yardımcı olabileceklerini söylemeli.  Bu onun içgücünü ve özgüvenini artıracaktır. Böyle olunca da sorunlar karşısında kaygılanan, onlardan korkan çocuğun yerini güçlü, savaşımcı, umut dolu, özgüveni tam, başarma isteği yüksek bir birey alacaktır. Bu da onun sorunları kolayca çözmesini ve başarıya doğru kararlılıkla yürümesini sağlar.

Çocuklara yeri geldiğimde: “Sana çok güveniyorum.” demeli anne ve baba. Bu sözle onun kendine olan inancı desteklenip çoğaltılır. Kişi, kendine inanıp güvendiğinde başarıyı da mutluluğu da yakalar. Kendine, başarmaya, amaçlarına inanmayan kişi; başaramaz hiçbir şeyi. Onun için başarmak, yapmak demek.

Çocuğa, yeri geldiğinde “Senin konuşmaların ve davranışların beni çok mutlu etti.” demeli. Bu tümce ile onun sözlerinin can kulağıyla dinlendiği, davranışlarının görülüp beğenildiği vurgulanır. O, kendinin olumlu davranışlarının, sözlerinin anne ve babasınca fark edildiğini düşünür. Bu da onu mutlu eder. Ayrıca ev içi ilişkilerini, bağlarını güçlendirir.

Anne ya da baba, herhangi bir iş yaptığında çocuğuna: “Bana yardım etmek ister misin?” diye sormalı. Böyle tümceler, ona sorumluluk ve katılımcı olma duygusunu kazandırır. Bu da çocuğun duygusal gelişimini sağlar. Ayrıca birlikte iş yapmak, onun duygudaşlığını geliştirir.

Çocuklardan esirgenmeyecek sözlerden biri de: “Seninle her zaman gurur duyacağım. Çünkü sen benim vazgeçilmezimsin.” tümceleri. Bu söz, çocuğa ailesince kayıtsız ve koşulsuz kabullenildiğini gösterir. Bu da onun tinsel ve sosyal gelişimini sağlar.

Çocuklara zaman zaman danışılmalı. Evde yapılacak işlerin bazı kararlarını hep birlikte vermeli. Karardan sonra olumlu bir sonuca varıldığında ona: “Seninle aldığımız kararlar, hep iyi bir sona ulaşıyor.” demeli. Bu ona hem sorumluluk duygusu yükler hem de birlikte iş yapma alışkanlığı kazandırır. Bu da onu başarıya götürecek önemli bir yol.

Çocuklar en değerli varlıklarımız, geleceğimiz, toplumsal yaşamımızın itici gücü, duygusal evrenimizin çiçekli bahçesi, umudumuz, gözbebeğimiz ve yaşamımızın olmazsa olmazı olduğuna göre onlardan özveriyi, paylaşmayı esirgememeli. Çocuklarla ilişki bencilliği kabul etmez. Çocuk, yükseklerden uçan bir kuşsa anne ve baba da onun iki kanadı. Onları gökyüzünde, yaşamda tutacak kanatlarını kırmayalım.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       20 Temmuz 2025