YAŞAMDA, HER ŞEY ZAMANINDA OLMALI


Her insanın yaşına, yaşadığı koşullara uygun olarak yapması gereken işleri ve davranışları, gerçekleştirmek istediği düşünceleri, onun yüreğinde fırtına koparan duyguları vardır.

Her şey zamanında olmalı. Her davranışın, her duygunun yaşama geçirileceği bir dönem vardır. Bunu “Vakitsiz öten horozun başını keserler.” atasözü çarpıcı bir biçimde anlatır. Her sözün söyleneceği bir zaman ya da dönem vardır. Bir söz, anlam ve değer bulduğu bir yerde, zamanda söylenmeli ki dinleyen bu sözün verdiği iletiyi doğru algılayıp anlasın. Yani taş, gediğini konsun. Erken ya da geç söylenecek bir sözün değeri olmaz. Çoğu kez zamansız söylenen söz, söyleyen kişiye zarar verir. Uygun olmayan yer, zaman ve koşullarda usuna geleni söyleyen kişi, çoğu zaman toplumdan dışlanıp cezalandırılır.

Bazı kişileri, çoğu zaman duyguları yönetir. Hele insanoğlunun kimi dönemleri vardır ki duyguları usuna egemen olur. Bu dönem, genellikle ergenlikle başlayan gençlik dönemidir. Bu dönemde kişinin başında kavak yelleri eser. Gençliğin deli kanının damarlarda dolaştığı bu dönemde, kişinin ülküleri, amaçları, düşünüp yapmak istedikleri büyüklerine gerçek dışı gelir. Bir gencin gerçekleşmeyecek şeyleri düşünmesi yaşı gereği çok olağan. Çünkü o, düşlerini yaşama geçirecek yüksek bir ülkünün sahibidir. Her buluşun, her yeniliğin bir düşü olmalı. Düş kurmadan yenilikler ortaya çıkmaz. Anne, baba ve diğer yakın akrabalar; gençlere düşleri nedeniyle “uçarı” damgasını yapıştırırlar kendi gençliklerini unutarak.

İnsanların gençlik dönemi, dalgalı ve fırtınalı bir denizi andırır. Dalgalar, önüne kattığı birçok yabancı maddeyi alıp kıyıya yığar. Böylece deniz, dalgaların gücüyle temizlenir. Dalgalar, denizin sularını iyice karıştırır. Dalgalar kıyıya vurdukça çakıl taşları kuma dönüşür. Kumu oluşturan, dalgaların gücü. Denizde yaşayan canlılara gerekli olan kıyıdaki organik maddeler, dalgalarca suyun içine çekilir. Fırtına diner, dalgalar görünmez olur. Zaman, dalgaların da zamanın da ilacı olmuştur. Dingin deniz, insanın olgunluk dönemini andırır. Davranışlarda taşkınlık yok! Her şey düşünüp taşınıp hesaba kitaba uygun yapılır. Ancak denizin durulması için, önce dalgalanması gerek. Deniz, dalgalanmadan durulmaz. İnsan da delikanlı olmadan olgunlaşamaz.

Ergenlikle başlayan duygusal patlamalar, görülür kişide. Karşı cinse karşı olağanüstü bir ilgi, yürek çarpıntısı söz konusudur. Gencin yüreğini dolduran duygular ılık ılık akar eğnine. Akan duygular koca bir deniz olur, sığmaz içine. Deniz taşmaya başlar coşkun akışlı, sık çağlayanlı bir ırmak gibi karşı cinse doğru. Çoğu zaman bu coşkun ve sık çağlayanlı ırmak aktığı yeri sele çevirir. Bunaltır, kimi zaman da boğar sevgili adayını. Çünkü ırmağın akışı coşkuludur, kimi zaman taşkınlar oluşur. Bu taşkınları büyükler, gençlerin taşkınlıkları olarak niteler. Coşkun bir duygu ırmağı akarken taşkınların oluşması doğal değil mi?

Genç erkekler, delikanlılık döneminde neredeyse günün her anında kızları düşünür. Bu çağdaki kızlar da süslenip püslenir, erkeklere güzel görünmek için uğraş verir. Her iki cinsin de delikanlılık döneminde bakışı, gülüşü, yürüyüşü, her türlü davranışı değişir doğal akış gereğince. O uslu çocuk gitmiştir artık. Onun yerine çatışmacı, beğenileri farklılaşan, büyüklerince uyumsuz damgası yiyen genç birey gelmiştir artık. Çoğu anaatalar (ebeveynler), gençlerden sürekli yakınırlar, onların uyumsuzluklarını öne çıkararak. Oysa ortada bir uyumsuzluk yok! Olması gereken doğal bir gelişim var. Tıpkı baharda doğanın yeşermesi, ağaçların çiçeklenmesi, dağlarda biriken karların eriyip sele dönüşmesi gibi. Dayanç gösterirsek yeşeren doğa içgücümüzü, sevincimizi ve mutluluğumuzu artıracak, çiçekler meyveye dönüşecek, sel suları toprağa can verecek. Bu doğal değişimi engellemek ne denli yanlışsa genci doğal gelişimini baskılamak da o denli yanlış ve olanaksız.

Gençleri bırakalım yüreklerinden geldiği gibi sevip sevilsinler. Karşı cinse şiirler, şarkılar yazıp söylesinler. Çünkü dalgalar durulduğunda şiiri, şarkıyı yazıp söyleyecek zaman ve güç bulunamayacak. Bir genç erkeğin lise önlerinde kız beklemesinden daha doğal ne var? Çünkü kız da düşlerini süsleyen kahramanının beklemektedir apak bir at üzerinde. Dayanç gösterilirse her şey olağan akışında gerçekleşir. Baskı kurarsak doğal olanı değiştirip felakete neden olunur.

Yaşı kemale ermiş, torun torba sahibi olmuş kimi erkekleri görürüz gülünç giyimler ve süslenmelerle çocukları, hatta torunları yaşındaki kızların peşinde koşarlar. Çoğu zaman ayıplarız onları. Aynı biçimde oğlu ya da torunu yaşındaki erkeklerle el ele dolaşan ninelere rastlarız sağda solda. Bu kişilere kimi zaman acır, kimiz zaman da güleriz. Oysa onlara ne acımalı ne de gülmeli. Onlar, gençliklerinde yapamadıkları davranışları türlü nedenlerle erteledikleri için yaşululuklarında yaşama geçirmekteler. İnsanlar bazı duygularını baskılayabilir, kimi davranışlarını erteleyebilir; ancak bunları yok edemez. Zamansız bir anda bu duygu ve davranışlar ortaya çıkar gülünç görünmek, acınası duruma düşmek pahasına.

Gençliğinde lise önlerinde kız peşinde koşmayanları, saçı sakalı ağardığında kız peşinde görürsek şaşırmayalım. Onlara sapık da demeyelim. Çünkü onlar, yıllardır baskılayarak erteledikleri duygularını yaşıyorlar. Çünkü onların denizi yeni dalgalanıyor zamansı bir biçimde.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       2 Kasım 2025

 

 

 


ANADOLU’DA BİR FİDAN, MEVLUT KAYA


Oldum olası yerel tarihi, kültürü merak ederim. Bir bölgenin, kentin, kasabanın, hatta köyün tarihi, kültürü, gelenekleri, yaşam biçimleri ilgimi çeker. Ülkemiz, bu konuda oldukça varsıl... Anadolu’nun iki komşu köyünde bile kültürel farklılıklar göze çarpar. Özellikle dil ve folklorik özelliklerde küçük de olsa ayrımları gördükçe mutlu olurum bu varsıllık karşısında. Bu ayrımları, türlü renklerin yarattığı büyülü bir tablo olarak kabul ederim.

Yerel tarih ve kültür deyip geçmemek gerek. Bir köydeki küçük bir damla, kimi zaman ulusal tarihe ve kültüre yön verir. Ulusal tarihin açıklanamayan, bilinmeyen bir yönü yerelden edinilen bilgilerle aydınlatılabilir.

Birinci Dünya Savaşı’nda, Doğu Karadeniz Bölgesi’nin Ruslarca işgal edilmesi ve bunun yarattığı olumsuzluk nedeniyle büyük bir göç yaşandı. Bölgede halkın batıya doğru göçmesine “muhacirlik” denmekte. Muhacirlerin çoğu; düşman ateşi, salgın sayrılıklar, açlık ve bazı çetelerin saldırılarıyla can verdi. Aileler parçalanıp ocaklar söndü. Binlerce çocuk öksüz ve yetim kaldı. Muhacirlerin çoğunun gömütü bile belli değil. Ne yazık ki bu insan kırımı konusunda geniş kapsamlı araştırmalar yok!

Muhacirlik konusunda bilgi edinmek isteğim her geçen gün artmakta. Bu konuda özellikle ninemden anılar dinlemiştim. Çocukluğumda muhacir çıkan birçok köylümüzün, tanıdıklarımın anılarına kulak misafiri oldum. Ancak bu anıları dinlediğimde yazıya geçirmedim. Çoğu, belleğimde capcanlı... Konuyu derinlemesine araştırmak istedim. Muhacirlerin topluca kırıma uğratıldıkları Eynesil ve Görele’de bu insan kıyımı hakkında bilgi toplamak amacındaydım. Bu nedenle Eynesilli eski dostum Mustafa Yaşar Kelleci’yi aradım. Yaşar Bey, her zaman neşelidir dostlarının sesini işittiğinde. Hal hatır sorduktan sonra ona, isteğimi anlattım. Hiç duraksamadan “Eynesil’de Mevlut Hoca var, o bilir. Konunun uzmanıdır. Sana telefonunu gönderirim.” dedi.

Sayın Kelleci ile telefonla konuşmamız biter bitmez Mevlut Kaya Bey’i aradım. Genç, içten, alçak gönüllü biri çıktı karşıma. Kırk yıllık tanıdıkmışız gibi söyleştik. Daha sonra birkaç kez daha telefonlaştık. Yaşar Bey, bayram nedeniyle memleketi Eynesil’e gitmişti. Mevlut Bey’in yazıp yayımladığı kitapları benim için alıp getirdi İstanbul’a. Onunla İstanbul’un iki uzak noktasında yaşamaktayız. Sayın Kelleci, emekliliğine karşın bir yapı firmasında mühendis olarak çalışmakta. Böyle olunca görüşmemiz zor oldu. Sonunda dün Bakırköy’de Nazmi Çakar arkadaşımın işlettiği Ezgi Köfte’ye bıraktı kitap kutusunu. Ben de öğleden sonra bindim Marmaray’a, gittim Bakırköy’e. Birkaç saat söyleştik Nazmi ile çay eşliğinde. Özlemişiz birbirimizi.

Akşam olmadan izin istedim kalkmak için. Aldım kitaplarımı. Eve geldim. Heyecanlıydım yol boyunca. Eve gelince açtım mukavva kutuyu. İçinden on bir tane kitap çıktı. Hemen telefona sarılıp aradım Mevlut Bey’i. Dostça söyleştik. Ona, sağolun, dedim. Her zamanki gibi içten ve alçak gönüllü. Bazı kitapları tükendiğinden gönderemediği için az da olsa üzgündü bu durumdan.

Mevlut Kaya, Eynesil Kamil Nalbant Meslek Yüksek Okulu’nda öğretim üyesi. Bir yandan derslerine giriyor, diğer yandan araştırıp üretiyor durmaksızın. Büyük illerimizin anlı şanlı üniversitelerinde yıllardır çalışıp da hiçbir şey üretmeyen öğretim üyelerinin yan gelip yatmasına ne demeli? Mevlut Bey, örnek bir adam ve eğitimci… Genç yaşına karşın oturmuyor koltuğunda, durmadan çalışıyor. Onu çalışmaya iten ise yurt sevgisi, mesleğine saygısı, halkına ve öğrencilerine duyduğu sorumluluk.

Her yurttaş kendine saygısı, içinde yaşadığı topluma sevgisi, işinin gerektirdiği sorumluluk gereğince üretmeli. Her alanda yapılacak üretimle Türkiye’mizi büyütebiliriz. Böylece ulusal bütünlüğümüzü sağlayabiliriz. Her kişi yeteneği ölçüsünde üretime katkı yapmalı.

Yaptığı araştırma ve üretimle toplumumuza örnek olan Mevlut Kayalar çoğalsın. Olanaksızlıklar içinde üretmekten, yazdığı kitaplarla geleceğe imza atan, düşünceleriyle tarihe not düşen Sayın Kaya gibi öğretim üyelerine, düşünce emekçilerine gerekli destek verilmeli. Onların yolu açılmalı. Mevlut Bey’in ekonomik olanaklarını çok zorlayarak oluşturduğu arşivi ise övgüye değer. Bu nedenle böyle özverili, yürekli ve kendini topluma adamış kişilere gerekli değer verilmeli. Verilmeli ki Mevlut Kayalar çoğalsın.

Mevlut Kaya, Anadolu’nun unutulan topraklarında yeşerip boy atmakta olan bir fidan. O fidanın büyüyüp ulu çınar olmasıdır dileğimiz. Ulu çınar olduğunda gölgesinden yapraklarının esintisinden, ürettiği oksijenden binlerce kişi yararlanacak. Bu fidanı koruyup kollamalı ki kök saldıkça toprağa, dallanıp budaklansın. 

Kitaplarınız bana ışık tutacak Hoca’m. Düşünen usunuza, özverili yüreğinize, kalem tutan elinize sağlık... İyi ki varsınız. İyi ki isinle tanışmışım telefonda da olsa.  Sizinle tanışmamı sağlayan sevgili arkadaşım Mustafa Yaşar Kelleci’ye binlerce teşekkür…

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       30 Ekim 2025

YOLSUZLUK SORUŞTURMALARI DESTEKLENMELİ


Son aylarda kamuoyunun en çok ilgilendiği konudur yolsuzluk. Halk, devlet kurumlarında ve belediyelerde yolsuzluğun olduğunu adı gibi bilir. Bu konuda halkın ikircikli bir durumu yok! Çünkü yolsuzluk yapanlar, halkın gözünün önünde her şeyleriyle.

Yolsuzluk, zehirli bir virüs gibi toplumun en uç ve gizli noktalarına işlemekte. Toplumumuzu zehirleyip çürütmekte. Bu çürüme, her yana pis kokular yayıyor. Çürümenin yaydığı pis kokular, dayanılacak gibi değil. İnsanlar, ağzını burnunu kapasa bile koku yine de her yurttaşın içine işlemekte. Bu duruma, halkımızın uzun süre dayanması olanaksız. Çünkü insanoğlu,  pis kokuyla yaşayamaz. Ayrıca yolsuzluk düzeninin ortaya çıkardığı yoksulluk da yurttaşlarımızın belini büküyor. Nüfusumuzun önemli bir bölümü, ne yazık ki üç öğün yemeği düzenli olarak yiyememekte. Sağlıksız beslenme yüzünden sayrıevleri dolup taşıyor. Bir halkın geçim darlığına, parasının ve geleceğinin çalınmasına, ülkesinin kaynaklarının yağmalanmasına, yoksullaştırılmaya, yasadışılığa, adam kayrılmasına, adaletsizliğe, yasalar önündeki eşitsizliğe sonsuza dek dayanıp katlanması olanaksız. İşte, bu nedenle yolsuzluk soruşturmaları çok önemli ve derinleştirilerek daha geniş kapsamlı sürdürülmeli.

Yolsuzluk soruşturmaları, görünürde Ekrem İmamoğlu’nun merkezinde yer aldığı CHP’li belediyeler üzerinden yürütüldüğü bazılarınca varsayılsa da Cumhur İttifakının bazı belediyeleri de soruşturulmakta. Birçok AKP ve MHP’li belediye başkanı görevden el çektirildi yargı kararıyla. Tutukevinde yatanlar var içlerinde. İktidar ya da muhalefetin yönettiği olsun tüm resmi kurumlar bileşik kaplar gibi. Kirlenme başladığında hepsi ama az ama çok kirleniyor. Temizlik başladığında da bileşik kapların hepsi arınır. Bu nedenle yolsuzluk soruşturmaları, hangi partinin yönettiği kuruma yapılırsa yapılsın desteklenmeli. Bu yönde kamuoyunun oluşturulması, toplumun yolsuzluklardan arındırmasını hızlandırır. Böylece hem toplumsal yaşamımızdaki sosyal çürüme hem de halkımızın yoksullaşması önlenir. Bu süreci hızlandırmak toplumsal arınma için çok gerekli.

Yolsuzluk soruşturmalarının parti, siyasal görüş ayrımı yapılmadan desteklenmesinin yararını çok yalın bir örnekle anlatalım. Yan yana iki esnaf düşünelim. Birincisi, sabahleyin dükkânını açıp eline süpürgeyi alıyor sabahın alaca karanlığında. Önce dükkânın içini güzelce süpürüyor. Ardından dükkânın önünü ve sokağı temizliyor. Ardından eline bez alıp raflarını da pırıl pırıl yapıyor. Sonrasında işini yapmanın erinciyle sandalyesini dükkânın önüne çekip demli çayını yudumluyor temizliği koklayarak.

İkinci esnaf ise aydan aya bile eline süpürge ya da temizlik bezi almıyor. Raflar toz içinde… Sattığı mallar kir pastan görünmüyor. Dükkânın önü çöplerle dolu… Buraya müşteri gelir mi? Gelse bile bu esnafa bu kirliliği, dolaylı ya da dolaysız yoldan anımsatmaz mı? Dükkân iş yapmayınca ve halkın bu yoldaki tepkisi çok açıkken esnafın arınmadan başka çaresi kalır mı?

Kirlenme gibi arınma da bulaşıcı. Yani üzüm üzüme baka baka kararıyor. Bu nedenle siyasal koşullanmalarla kendi partisinden kişilerin her türlü yolsuzluğuna ses çıkamamak büyük bir sorumsuzluk, yurt ve toplum çıkarlarını savunmamak. Yolsuzluk yapan birine öncelikle kendi partilileri karşı çıkmalı. Çünkü yolsuzluk yaparak partisinin, seçmenlerinin güvenini boşa çıkarmıştır. Kendi dünya görüşüne leke sürüp ihanet etmiştir. Bin bir emekle oluşturulan partisini kirletmiştir. Gelecekte kendi siyasal görüşünün (siyasal görüşü varsa) iktidardan uzaklaşmasına neden olmuştur. Bir partiye, bir siyasal görüşe bundan daha büyük kötülük olur mu?

Önümüzdeki dönemde yolsuzlukla savaşım hızlanacak. Neredeyse tüm partileri kapsayacak. Arınma süreci, siyasal temizliği de birlikte getirecek. Birçok siyasetçi sahneden çekilmek zorunda kalacak. Çünkü bazı siyasetçiler, yolsuzluğa bulaşmasa da bu çürümeye göz yumduğu için ülkemizi soyanlar kadar sorumludurlar bu işten. Çünkü bu kokuşmuş düzenin yaratıcısıdır onlar. Bu siyaset düzeni ve liberal ekonomik sistem olduğu sürece ülkemiz soyulur, sosyal yapı çözülür. Bu nedenle siyaset düzeni ve izlenen ekonomik sistem değişmeli. Emperyalizmin 12 Eylül darbesiyle ülkemize dayattığı Özalcı sistemden kurtulmanın zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. O zaman ne duruyoruz hâlâ?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       22 Ekim 2025

ATATÜRK VE CUMHURİYET DÜŞÜNCESİ


Atatürk, Kasım 1898’de Manastır Askeri İdadisini (lise) bitirdi. Ardından 13 Mart 1899’da İstanbul’da bulunan Mekteb-i Harbiye-i Şahane’ye (Harp Okulu’na) girdi. Böylece hem Harbiye hem de İstanbul günleri başladı onun için.

Mustafa Kemal, Harp Okulu’na taşradan gelen bir öğrenciydi. Burada birçok kişiyle tanışıp arkadaş oldu. İstanbul onun düşüncelerinin biçimlendiği bir kent. Bu okulda tanışıp arkadaş olduğu kişilerden biri de Ali Fuat Cebesoy’dur. Onların arkadaşlıkları Ali Fuat’ın Harbiye’ye geldiği ilk günden başlar.

Mustafa Kemal, taşradan geldiğinden okula ilk kaydolan öğrencilerdendir. Bu nedenle kıdemlidir arkadaşlarının çoğundan. Kıdemliliği, onun sınıf çavuşu olmasını sağlar. Ali Fuat’ın okula geldiği ilk gün Harp Okulu’nun Dâhiliye Müdürü tarafından nöbetçi subayına teslim edilir koğuşa yerleştirilmesi için. Nöbetçi, subayı da birinci sınıfın birinci kısım çavuşu Mustafa Kemal’i çağırtır. Bu sırada onu beklerken nöbetçi subayı, Ali Fuat’a: “Mustafa Efendi, sizden birkaç ay önce Manastır Askeri İdadisi’nden geldi. Çalışkan, haluk (temiz huylu, iyi ahlaklı) ve zeki bir çocuktur. Onunla iyi anlaş. (Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, Temel Yayınları, 4. Baskı, Ekim 2017-İstanbul, s. 58)” sözlerini söyler. Az sonra da çağrılan çavuş, yani Mustafa Kemal gelir. İşte, ilk tanışma böyle olur. Bu arada şunu söyleyeyim ki; Atatürk’ün zekâsını, diğer öğrencilerden farklı bir kişiliği olduğunu ilk görenlerden biridir o günkü nöbetçi subayı.

Nöbetçi subayı, Mustafa Kemal’e: “Senin takımının birinci mangasına, imtihanla Harbiye’ye kabul edilen Salacaklı Ali Fuat Efendi’nin kaydını yaptık. Alıp gidin. Kendine ne şekilde hareket etmesi lazım geldiğini güzelce anlatın. Askeri idadiden gelmediğini de dikkat nazırına alın. (Aynı yapıt, s. 58)” sözlerini söyler. Birlikte koğuşa giderler. Giderken de söyleşip birbirlerini tanırlar.

Ali Fuat, askeri lisede okumamıştır. O, Saint Joseph Fransız Lisesi’ni bitirmiştir. Bu nedenle Fransızcası, Atatürk’ten daha iyidir. Ona, bu dili daha iyi öğrenmesi için yardımcı olur Cebesoy. Babası İsmail Fazıl, paşadır. Dedesi Mareşal Mehmet Ali Paşa, 93 Harbi’nde (1877-78) Tuna Orduları Başkumandanı iken şehit olmuştur. Aile, savaş alanlarında orduları yürütmüş nice generaller yetiştirmiştir kuşaklar boyu.

İki arkadaşın arasından su sızmaz. Hafta sonları izne çıktıklarında Ali Fuat, arkadaşı Mustafa Kemal’i Kuzguncuk’taki köşklerine getirir. Çoğu zaman yatıya kalır. İsmail Fazıl Paşa, genç subay adayını çok sever. Onu, oğlundan ayırmaz. Onun parlak zekâsını ilk fark edenlerdendir. Bazı haftalar, Atatürk Kuzguncuk’a gitmediğinde Fazıl Paşa, onu sorar. Onunla söyleşmekten keyif alır.

Bir gün Boğaz gezisinden sonra Ali Fuatların Kuzguncuk’taki evlerine gelirler. Buna, İsmail Fazıl Paşa çok sevinir. Mustafa Kemal’e: “Oğlum, burası senin evin sayılır, ne için sık sık gelmiyor da davet bekliyorsun? (aynı yapıt, s. 96)” diyerek serzenişte bulunur. Onun kalacağı Boğaz’a bakan odanın hazırlanmasını ister Paşa. Mustafa Kemal, Fethi Okyar’la akşama buluşumu olduğu için kalamayacağını söyler. Paşa, kabul etmez, kalması için ısrar eder. Ertesi gün öğle yemeğine, Osman Nizami Paşa’nın geleceğini söyler. Onunla tanışmasını istemektedir Fazıl Paşa. Fazla karşı çıkmaz ve konuk olur o gece Kuzguncuk’taki eve.

Osman Nizami Paşa, ile bir gün sonra yemekte buluşup söyleşirler. Paşa hakkında bilgi verdi ev sahibi Fazıl Paşa. Onun Almanca, Fransızca ve İngilizceyi çok iyi bildiğini söyledi. “Biraz menfi yaradılışlıdır. (Aynı yapıt, s. 96)” sözlerini de ekledi.

Yemeğe oturuldu. Dünya ve ülke sorunlarıyla ilgili söyleşi başladı. Paşa, umutsuzluk içindeydi. “Mustafa Kemal, Paşa’nın gelecek hakkındaki sözlerini hayretle ve irkilerek dinliyordu. Paşa:

-İstibdat idaresi bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine Batılı manada bir idare gelip memleketi her bakımdan acaba kalkındıracak mıdır? Ben buna inanmıyorum.

Dedi, Mustafa Kemal’in hayreti bir kat daha arttı. Paşa, Sultan Hamid’in adamlarından biri olamaz mı idi? Acaba genç Harbiyelinin ağzını mı arıyordu?  Bununla beraber Mustafa Kemal şu cevabı verdi:

-Paşa hazretleri, Garplı manadaki idareler de zamanla gelişmişlerdir. Bugün uyur gibi görünen milletimizin çok kabiliyeti ve cevheri vardır. Fakat bir inkılap vukuunda bugün işbaşında olanlar, yerlerini muhafaza etmeye kalkarlarsa, o vakit buyurduğunuzu kabul etmek lazım gelir. Yeni nesiller içerisinde her hususta itimada layık insanlar çıkacaktır. (Aynı yapıt, s. 97)” Bu sözlere yanıt vermedi Nizami Paşa. Biraz şaşırdığı da söylenebilir. Atatürk bu sözleriyle Cumhuriyet’ten söz ediyordu. O yıllarda böyle bir düşünceyi olgunlaştırıp söylemek, bunu yüksek bir ülküye dönüştürmek kimsenin usuna gelmezdi bile.

Yemek boyunca Mustafa Kemal’e sorular sordu. O günün akşamı okula dönmek için Osman Nizami Paşa’dan izin almak için kalktılar. Paşa:

Mustafa Kemal Efendi oğlum, görüyorum ki, İsmail Fazıl Paşa seni takdir etmek hususunda yanılmamış. Şimdi ben de onunla hemfikirim. Sen, bizler gibi yalnız erkân-ı harp zabiti olarak normal bir hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzerinde müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma. Sende memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum. (Aynı yapıt, s. 98)” Bu sözlerle Nizami Paşa, Atatürk’ün geleceğini görmüştür büyük bir öngörü ile.

Atatürk, gençliğinin ilk yıllarından başlayarak Cumhuriyet ülküsünü benimsemişti. Zaman zaman bu görüşünü arkadaş toplantılarında dile getirirdi. Bu nedenle Cumhuriyet’in ilanı, usuna 28 Ekim 1923 akşamı gelmemiştir. Bu ülküyü yıllarca belleğinde besleyip büyümüştür bir bebek gibi. Yakın arkadaşlarından çoğu; onun bu düşüncesini, ülküsünü bilirdi. Ne yazık ki çoğu arkadaşı bunun bir düş olduğuna inanırdı. Atatürk’ü, farklı kılan ise düşlerini gerçekleştirmek için savaşmasıydı. Emperyalizme karşı verilen bir bağımsızlık savaşı sonunda kuruldu Cumhuriyet’imiz. Bu yönüyle dünyada ilk ve tek örnektir.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       29 Ekim 2025

 

 

 

 

 

 

YABANCILARDAN BAĞIMSIZLIK DİLENMEZ


Mondros Ateşkes Anlaşması ile Osmanlı hükümeti emperyalistlere teslim oldu. Ardından manda tartışmaları başladı. Birçok kişi İngilizlerin ya da ABD’nin mandası olmak için tartışıyordu. Bu, tam bir teslimiyetti. Bu kişiler, kendilerine ve ulusuna güvenmediklerinden bu yolu seçmişlerdi. Emperyalizme teslimiyetle kurtulacaklarını sanıyorlardı.

Atatürk’ün önderliğinde asker ve sivil bir avuç yurtsever de Anadolu’da emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşının örgütlenmesini yapıyordu. Mandacılar ve yazgılarını işgalcilerle birleştirmiş olanlar, Mustafa Kemal Paşa’nın da arkadaşlarının da boşa uğraştıklarını söylüyordu. Ayrıca onların bağımsızlık isteklerinin emperyalistleri kızdıracaklarını ileri sürmekteydiler. Sivas Kongresi, mandacılığı reddetti. Ardından Anadolu’daki ulusal hareket giderek güçlendi.

Bugün mandacılık yok oldu mu Türkiye’de? Üzülerek söylemeliyim ki mandacılık yok olmadı, zaman zaman hortlatılmakta bazı işbirlikçilerce. Uzun süredir bölücülerle FETÖ’cüler, iki de bir emperyalistlerin ülkemize müdahale etmesini istiyor. Bizi, en çok üzen ise son günlerde Atatürk’ün kurduğu partinin yönetimini işgal etmiş birtakım kişilerin kurtuluşu, ABD ve AB’de aramaları. Ülkemizin demokratik yaşamının gelişmesini, özgürlüklerin sağlanmasını emperyalist güçlerden istemekteler. Ondan sonra da kalkıp “Atatürkçüyüm” demekteler. Atatürk, “Bağımsızlık benim karakterimdir.” diye haykırmakta yıllar öncesinden. Ayrıca Batı emperyalizmiyle yaşamı boyunca savaşmış bir önder.

“Türkiye’yi imhaya müteşebbis olanlar, Türkiye’nin imhasında menfaatler ve hayat görenler münferit kalmaktan çıkmışlar, aralarındaki menfaatleri denkleştirerek birleşmişler ve ittifak etmişlerdir. Bunun neticesi olarak birçok zekâlar, hisler, fikirler Türkiye’nin imhası noktasında yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşan şey, asırlar geçtikçe gelecek nesilleri adeta tahripkâr bir anane şeklini almıştır ve bu ananenin Türkiye’nin hayat ve mevcudiyeti üzerinde devamlı tatbikatı neticesi olarak en nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi medenileştirmek gibi birtakım görünüşteki vesilelerle, bahanelerle Türkiye’nin dâhili hayatına, dâhili idaresine girmişler ve nüfuz etmişlerdir. Böyle müsait bir zemin hazırlamak kudretini, kuvvetini kazanmışlardır. Halbuki efendiler, bu kudret ve bu nüfuz Türkiye ve Türkiye halkında mevcut olan ilerleme cevherine zehirleyici ve yakıcı bir sıvı ilave etmiştir. Bunun tesiri altında olmak üzere milletin ve bilhassa ricalin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık hayat bulmak için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler açılım buldu. (Atatürk’ün Kendi Kaleminden Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, 1. Basım: Nisan 2018, s. 181-182)”

Dileğim şudur ki zihinleri bozulmuş ricalin aklını başına alması. Batılı emperyalistler yerine; kendi halkına, ulusunun gücüne güvenerek ülkemizin bağımsızlığı korunur. ABD ve AB’nin kapılarında bekleyerek, onlara yalvararak değil, halkın gönül kapısında dimdik durarak güçlü, demokratik Türkiye ortaya çıkar.

“Halbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadise kaydetmemiştir. Tarihte böyle bir hadise kaydetmek teşebbüsünde bulunanlar, acı neticelerle karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu fikir yanlışıyla, bu zihniyet yanlışıyla malul olan birtakım ricalin yüzünden her saat, her gün, her asır biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Efendiler, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlaken düşüyor [Bravo sesleri] ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatıyla başlayan ve Batı maneviyatıyla sona erdirilen bu yol üzerinde bulunuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yer üzerinde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı asli mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz. Efendiler, hiç şüphesizdir ki, bugün bu memleketi, bu milleti mahvolma ve yok olma çıkmazına sevk eden başka netice beklenmez. (Aynı yapıt, s. 182)”

Atatürk’ün yukarıda vurguladığı gibi hiçbir ülke bağımsızlığını, yabancıların isteği, nasihatleriyle koruyamaz ve kazanamaz. Dünya yüzünde böyle bir örnek yok! Ne yazık ki dün olduğu gibi bugün de kurtuluşu, emperyalistlerde arayan bir siyasetçi kitlesi var. Oysa emperyalizm, bir halka bağımsızlık ve özgürlük değil; tutsaklık verir.

Gazi Paşa, yukarıdaki sözlerinde Doğu’dan kopmamayı öğütlemekte. Onun “Doğu maneviyatı” dediği şey toplumumuz binlerce yıllık gelenekleri, kültürü ve tarihidir.

“Türkiye’yi kendi kendilerine memleketin ve milletin menfaatleri icaplarını yapmakta soysuzlaşmış ve alçak idiler. Türkiye mütefekkirleri adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki, biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur. Bizi kayıtsız şartsız canımızı, tarihimizi, mevcudiyetimizi düşman olan ve düşman olduğuna hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara vermek istiyorlardı. (Aynı yapıt, s. 182)” Burada Atatürk’ün vurguladığı durum bugüne ne denli uyuyor değil mi?

Bazı siyasetçiler, sözde aydınlar, kendinden ve ülkesinden umudunu kesmişler kurtuluşu emperyalist ülkelerde aramaktalar. Çünkü onların kendilerine ve halkına güvenleri yok!

Sabah akşam halkımızı bilgisiz, yeteneksiz bularak ona hakaret eden gazetecilere, öğretim üyelerine, siyasetçilerin bu söylemleri ve tavırlarıyla kendilerine hakaret ettiklerini burada vurgulamalıyım. Bu yaptıkları,  açıkça emperyalizmin işbirlikçiliğidir.

Atatürk, Anadolu’ya geçip kurtuluş savaşımına giriştiğinde görevinden alındı. Sonrasında İstanbul hükümeti, onun için idam kararı aldı. Böylesine zor durumda gidip Avrupalılardan yardım istedi mi? İstanbul’a basık yapın benim hakkımdaki idam kararını kaldırsınlar, dedi mi?

Bakıyoruz günümüz siyasetçilerine, özellikle de Atatürk’ün partisi CHP’den seçilmiş kimilerine... Gidip ABD ve AB kapılarında yakınıyorlar içinde bulundukları durumdan. “Gelin yanımızda olun. Bizimle dayanışmada bulunun.” benzeri sözlerle yalvar yakar oluyorlar. Demek ki bu kişiler, Atatürk’ü uzaktan yakından zerre kadar tanımamışlar. Atatürk’ün, tam bağımsız Türkiye’yi nasıl kurduğunun farkında bile değiller. Böyle olunca da nerede, nasıl, kimlerle savaşım vereceklerini bilmiyorlar.

Atatürkçülük sözle olmaz. Onun düşüncelerini öğrenerek benimseyip onları içselleştirmekle gidilir Büyük Kurtarıcı’nın yolundan.

Üzülerek söyleyeyim ki, ülkemizde Atatürk’ü savunanların da ona karşı çıkanların da büyük çoğunluğu, Ulu Önder’in düşüncelerini zerre kadar bilmiyorlar. Herkes kendi kafasında, kendine göre bir Atatürk yaratmış. Bu da söylencelerle, kulaktan dolma düşüncelerle oluşmuş.

Türk halkının dört bir yandan emperyalistlerce kuşatıldığı, toprak bütünlüğünün ve ulusal birliğinin tehlikeye girdiği günümüzde herkesin Atatürk’ü doğru kaynaklardan öğrenmesi gerek. Birincil doğru kaynak, bizzat Atatürk’ün ağzından ve kaleminden çıkan sözlerdir. Atatürk’ü öğrenmek, ulusça düşünsel ve siyasal bir seferberliğe dönüşmeli.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               21 Ekim 2025

 

 


NERDEN BULDUN YASASI ÇIKMALI


Türkiye’de yolsuzluk, sistemli ve örgütlü olarak hem halkı hem de devleti soyuyor. Yolsuzluğu, devleti soymayı, kamu mallarını talan etmeyi, kaçakçılıktan kazanılan paralarla ülkemizin en varsılı olmayı, rüşvet almayı alışkanlık durumuna getirenler, sistemli bir biçimde toplumumuzu kemiriyor gizlisi saklısı olmadan. 

Hükümetler değişiyor, yolsuzluk ve hırsızlık değişmiyor. Üstelik giderek de cüretkârlığı artarak sürüyor kamuyu soygunculuğu. Bu kişilerin herhangi bir siyasal görüşü yok! “Giden ağam, gelen paşam” bakış açısıyla hangi parti gelirse gelsin onun içinde yuvalanmaktalar. Siyasal partiler iktidarlarını yitiriyor, ancak onlar hep iktidardalar. Bu kişiler; mevsime göre renk, esen yele göre yön değiştirmekteler. Bunlar sülük gibi, yapıştıkları yerden kopmuyorlar iyice kan emip semiriyorlar orada. Semirdikçe iştahları daha çok artıyor. Ne yazık ki asalakların, toplum ve insan düşmanlarının en büyük destekçileri siyasetçiler… Küçük siyasal çıkarlar, hesaplar yüzünden bu sülüklerin devletin, toplumun kanını emmesine göz yumuyorlar. Demek oluyor ki toplumsal temizlik, önce siyasal partilerden başlamalı.

ANAP’ın iktidara gelmesiyle ülkemizde yolsuzluk, ayıplı bir iş olmaktan çıktı. Rüşvet; devlet dairelerinde, belediyelerde olağanlaştı. Özelleştirme adı altında kamu kaynakları bir avuç azınlığa peşkeş çekildi. Liberalizmle üretici olmak, aşağılanır duruma getirildi. Ülkemizde üretenler adeta cezalandırılırken asalaklar baş tacı edildi. Kamunun her yanına yapışmış sülükler, korunup kollandı siyasetçilerce. Üretim hak ettiği değeri bulamayınca köyler boşaltıldı, sanayi kuruluşları tek tek kapatıldı. Ne yazık ki AKP döneminde birçok sanayi kuruluşunun kapısına özelleştirilerek kilit vuruldu. Çoğunun yerine AVM’ler, pahalı konutlar yapıldı. Böylece tüten bacaların yerini, beton yığınları aldı. Bazı sanayi kuruluşları da ne yazık ki ya kapandı ya da başka ülkelere taşındı.

AKP döneninde savunma sanayinin dışında gelişen sanayiden söz etmek zor. Savunma sanayinin temeli de Kıbrıs Barış Harekâtından sonra atıldı. ABD başta olmak üzere bazı batılı devletlerin ülkemize uyguladığı silah ve mühimmat satma ambargosu bizi zorunlu olarak ulusal savunma sanayisini kurmaya yöneltti.

Ülkemizde hızla varsıllaşan asalak zümrenin kazancının kaynağı nedense belli değil. Bunu sorup araştıran, merak eden de yok! Bir kişi ya da kurum varsıllaşırken ne kadar vergi ödediği belli değil. Oysa her yurttaşın vergi ödemesi başlıca yurttaşlık görevi. Hızla varsıllaşan kişilerden vergi alamayan hükümet, bütün vergi yükünü aylıkla çalışanlara, küçük esnafa ve tüketim mallarına yüklemekte. Bu da toplumuzdaki adalet duygusunu zedelemekte.

Devlet yöneticilerinin hızla varsıllaşan birine: “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye sorması gerekmez mi? Ne yazık ki bu soru sorulmuyor bir türlü. Halkın emeği, kamunun kaynakları soyulurken ve ülkemizin parası bir avuç kişinin cebine giderken devletimizin yöneticileri susuyor. Atalarımızın “Sukut, ikrardan gelir.” sözünün gereğini yapıyor hükümet. AKP, yirmi üç yıllık iktidarı boyunca yolsuzluklara, vergi kaçırmaya ses çıkarmaması ve hızla varsıllaşanların parasal kaynakları merak etmemesinin nedeni ne? Memleket soyulurken sessiz kalmak, bu soyguna göz yummak değilse nedir?

1980’den başlayarak ülkemizde yeni bir asalak sınıf oluştu. Bu sınıfı oluşturan, iş takipçileri… Bu kişilerin doğru düzgün bir işleri, meslekleri yok! İktidarda olan partinin üst kademedeki yöneticileriyle iyi ilişkileri var. Böyle olunca da bürokrasiyle aralarından su sızmıyor. Devletten iş almak isteyenlere, Ankara’da işi olanlara yardımcı oluyorlar. Yaptıkları işin karşılığı olarak da komisyon alıyorlar. İş takipçilerin diğer bir çalıma alanı da belediyeler… Hiç kimse niye sormaz bu kişilerin sabahtan akşama dek kamu kuruluşlarında niye dolaştığını? Bu komisyoncuların saklı gizlisi de yok! Teknoloji, iletişim gelişti. Bu nedenle iş takipçileri, görüştükleri siyasetçiler ve bürokratlarla çektirdikleri fotoğrafları sosyal medyada boy boy yayımlayarak güç devşirmekteler. Bu iş takipçilerinin lüks bir yaşamı var. Ancak kimse bu kazancın kaynağını merak etmiyor bile. Evet, bir kişi çalışmadan nasıl böylesi bir varsıllığa ulaşıyor? Ben merak ediyorum, ilgililer de merak etsin.

1998’de Ecevit öncülüğünde dönemin Maliye Bakanı Zekeriya Temizel’in hazırladığı ve TBMM’nin kabul ettiği kısacası “Nereden Buldun Yasası” niye uzun ömürlü olmadı. Neden, bu yasa daha sonra gelen hükümetlerce yaşama geçirilmedi de yolsuzluk, rüşvet, kaçakçılığa göz yumuldu. Ülkemiz, bu yasanın uygulanmaması yüzünden kara para cenneti durumuna getirildi. Ecevit hükümetinin kundaklanmasının nedenlerinden bir bu yasa mı acaba?

AKP, 2002’de iktidar olduktan sonra “Nereden Buldun Yasasını” uygulamadı? Bu yasanın uygulanmasını niye erteledi? Ardından 9 Ocak 2013 tarihinde, 4783 sayılı yasayla ülkemizde ekonomik adaleti uygulayacak, halkın soyulmasını önleyecek, devleti koruyacak bu yasa neden kaldırıldı?

“Nereden Buldun Yasası”nın ortadan kaldırılmasıyla meydan kaçakçılara, soygunculara, vergi yüzsüzlerine, halkı soyup soğana çevirenlere kaldı. Bu kişiler, varsıllaştıkça halk yoksullaştı. Böylece ülkemizin kaynakları bilinçsizce tüketildi. Bu durum devleti, halkı güçsüzleştirdi. Bu güçsüzleşmeyle ülkemiz yaşamsal sorunlarla karşı karşıya geldi. Bu durum, ülkemiz için önemli bir ulusal güvenlik sorunu. Bu konuda önlem alınmalı ivedilikle. “Nereden Buldun Yasası” yeniden çıkarılıp uygulanmalı. Unutulmasın ki bir tek Türkiye var. Ülke elden gidince ne hükümet ne de halk kalır.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       20 Ekim 2025

Oğluma Mektup 6

                                                             20 Eylül 2025 Cumartesi

Yüreğim, Varlığım Oğulcuğum,

Bu mektubumda sana, önemli bir tarihsel olaydan söz edeceğim. Bu nedenle seni tarihimizin onur duyacağımız bir utkusuna götüreceğim. Bu onur duyacağımız utku, Çanakkale’dir. Çanakkale utkusu, ulusumuzun yazgısını değiştirdi. Yeniden tarihin şanlı sayfalarında yer aldık.

Tarihi ders almak için iyi bilmek gerek. Atalarımız: “Deli bile düştüğü çukura iki defa üşmez.” demiş. Bir toplum tarihte aynı yanlışı iki kez yapmamalı. Tarihin bizlere verdiği dersleri iyi bellemeli.

Avrupa’nın büyük emperyalist güçleri, Osmanlı Devletini paylaşmak için dört bir yandan saldırdılar yıllar boyunca. Sanayi devrimini ıskalayan Osmanlı, ilkel tarım yöntemleriyle ayakta durmaya çalışıyordu ekonomik olarak. Uzun süren savaşlarla insanımız kırılmıştı. En kötüsü de salgın sayrılıklar yüzünden insanlarımızın çoğu, kitlesel olarak bu dünyadan göçüyordu. Bu nedenle nüfusumuz hızla azalıyordu. Bilim ve teknolojiden uzak olan Osmanlı, ne yazık ki girdiği her savaşta yeniliyordu. Bu yenilgilerle Balkanlar ve Kafkaslardaki Türk nüfus, göç ediyordu Anadolu’ya. Kabına sığmayan ve üç kıtaya yayılmış Türk ulusu, Anadolu’ya sıkışıp kalmak zorunda kalıyordu. Yenilgiler, yoksulluk ve yıkımlar getiriyordu. Bu da Anadolu’yu elimizde tutmayı da zorlaştırmaktaydı.

Ülkemiz; savaşlar, salgınlar, soygunlar, iç karışıklıklar ve özellikle kentlerde çıkan yangınlarla yaşanmaz bir duruma gelmişti. Açlık ve insanların günlük gereksinmelerini karşılayamaması, yaşamı gittikçe zorlaştırıyordu. İnsanımız, yaşamda kalmak için büyük bir savaş içindeydi. Dünyanın neredeyse yarısından çoğunu paylaşan Avrupa’nın efendileri İngiliz ve Fransızlar; yoksunluk, yoksullukla savaşan halkımızı kolayca yenip yurdumuzu ele geçireceklerini sanıyorlardı. Amaçları, Osmanlının başkenti İstanbul’u ele geçirerek yurdumuzun tamamını işgal ederek bölüşmekti. İşte, donanmalarıyla Çanakkale’ye gelmeleri, bunun içindi. Sayısız gemiyle ve on binlerce askerle geldiler Çanakkale’ye. Önce donanmalarıyla Boğaz’dan geçmek için saldırdılar. Mehmetçiğimizin özverili, sert direnişi onları düş kırıklığına uğrattı. Bu kez karadan denemeye kalktılar şanslarını.

Turgut Özakman’ın Diriliş Çanakkale 1915 kitabını yıllar önce okudum. Roman tadında kaynaklara dayalı yazılmış bir kitap. Bu nedenle bu kitabı hazırlamak için yıllarını veren Sayın Özakman’ı kutlamak, onun bu büyük yapıta verdiği emeği ne denli övsek yeridir. Ne yazık ki büyük yazarımız Sayın Özakman, 28 Eylül 2013’te aramızdan ayrılıp uçmağa vardı. Bu dünyadan göçse de arkasında bıraktığı onlarca yapıtla yurttaşlarımızın yüreğinde sonsuza dek yaşayacak. Bu kitap, büyük bir emeğin ve sonsuz bir özverinin ürünü... İnsan, eline alınca bırakamıyor bir türlü. Ben de çoğu kişi gibi bir solukta okudum Diriliş Çanakkale 1915’i. Neredeyse her satırını yazdım belleğime. Bu kitabı okuyup bitirdiğimden beri onlarca kişiye önerdim okusunlar diye.

Gelibolu Yarımadasının önüne yığılan işgal güçleri, bizim onlara karşı direnemeyeceğimizi düşündüler. Ellerini kollarını sallayarak birkaç günde İstanbul’a varacaklarını hesap ediyorlardı.

25 Nisan 1915 sabaha karşı ay batmış, ortalık kapkara bir karanlığa gömülmüştü. Karanlığın örtüsü altına saklanan düşman filikaları, sessizce yanaştılar kıyılarımıza. Arıburnu’na doğru geldiler. Böylece karaya çıkarma yapmayı,  yani ülkemizin işgalini başlatmak üzere yanaşıyorlardı yurdumuzun topraklarına. Kıyıyı bekleyen Yüzbaşı Faik’in 250 kişiden oluşan bölüğü vardı. Oysa gelen düşmanın sayısı, 1.500 kişiydi. Kıyıda bir devinim, bir parıltı görüldü. Kıyılarımızı bekleyen ve bunu fark eden nöbetçi keskin nişancılardan bir Mehmetçiğimiz, filikanın önünde bulunan Anzak subayını başından vurdu. Böylece Çanakkale kara savaşlarının ilk kurşunu atılmış ve hedefini bulmuştu. Bu ilk kurşunu atan Mehmetçiğimizin öngörüsü, yürekliliği, özverisi, uyanıklığı günümüz gençlerine de örnek olmalı. Yaşam, ayakta uyuyanlara değil; kapkaranlık gecede uyanık olanlara, gözünü dört açıp budaktan sakınmayanlara verir ödülünü.

İlk kurşundan bir saat sonra 27. Alay Komutanı Yarbay Şefik Bey, Arıburnu yönüne yürüdü birlikleriyle. Şefik Bey de ilk kurşunu atan Mehmetçik gibi öngörüsü, özverisi, yüksek yurt bilinciyle koştu ateşin içine. Görüldüğü gibi birkaç öngörülü, yurt sevisiyle yüreği dolup taşan insan bir yurdun varlığının, geleceğinin kurtuluşu için ilk adımı atmışlardı.

Mustafa Kemal’in 19. Tümeni, ordunun yedek gücüydü. Sabah erkenden tatbikat için kalkıp araziye çıkmışlardı. Çatışma seslerini işiten M. Kemal, bağlı olduğu kolorduya telgraf çekti durumla ilgili. Ancak bir yanıt alamadı. Hemen kendine bağlı üç alaya hazır olmaları için emir verdi. Düşman kıyıya yerleşirse işler kötüye gidebilirdi. Bu nedenle düşmanın araziye yayılıp mevzilenmesine, yerleşmesine fırsat verilmemesi gerekirdi. Hemen yürüdü çıkarmanın olduğu yere ve düşmana karşı durdu. Kimseden bir buyruk beklemedi. Çünkü buyruk gelene dek yurt toprağı elden giderdi. Düşman böylece amacına ulaşırdı. Doğru zamanda, doğru kararı vermiş; büyük bir sorumluluğu üstlenmişti. Zaten sorumluluk almadan büyük işler başarılamaz.

Atatürk’ün Arıburnu’nda aldığı sorumluluk, gösterdiği özveri ve öngörülü davranışı gençlerimizin tümüne örnek olmalı. Sorumluluk almadan, özveride bulunmadan başarı gelmez. Toplumun öncüleri, öngörülü olmalı. Atatürk’ün deyişiyle; önemli olan ufku görmek değil, ufkun arkasını görmektir. Ufkun arkasını görerek öngörülü olunabilir. Oysa çevremizde o kadar çok insan var ki bırak ufku görmeyi, önündeki çukuru bile göremiyor.

Yüreğim, Varlığım oğulcuğum; Turgut Özakman’ın “Diriliş Çanakkale 1915” kitabını okumanı dilerim. Bu kitabı, bir solukta bitireceğine inanıyorum. Okuduktan sonra da arkadaşlarına, okumaları için öneride bulunacağını da biliyorum.

Tarihinden kopan bir toplumun ayakta durması çok güç. Tarihinden kopan kişi ve toplumlar kolay devrilirler köksüz ağaç gibi. Köksüz ağaç, toprağından beslenemediğinden zamanla kurur ve çürümeye başlar. İnsanlar da böyledir.  

Canım oğlum, kök sal toprağına ulu ağaçlar gibi. Tarihinden, toprağından kopma! Köklerin toprağının en derinlerine uzayıp gitsin. Sarıp sarmalasın yaşam kaynağın toprağını. Tarihinden, kökünden, ailenden, halkından koparsan kuruyup gidersin. Çürümek de yazgın olur.

Günümüzün toplumsal çürümenin en önemli nedenlerinden biri, kişilerin köklerinden kopması değil mi? Çevrene baktığında göreceksin toprağından kopan köksüz insanların nasıl çürüyüp kokuştuğunu. Eğer öngörülü olup ufkun arkasını görürsen toplumsal çürümenin önüne geçen bir öncü olabilirsin. Ulusumuzun sonsuza dek yaşamasına büyük bir katkı sağlayabilirsin. Bunun için özveri ve sorumluluk gerekir.

Mektubuma son verirken yaşam yolculuğunda gerçeklerden, haktan şaşmayacağına inancım tamdır. Tüm güzellik ve iyiliklerin seninle olmasını dilerim. Kal sağlıcakla…

                                                       Yüreği senin için çarpan baban

 

 

 

TÜRKİYE’NİN ULUSAL GÜVENLİK SORUNU, YOLSUZLUK


Yolsuzluk, dış düşmanlardan daha etkili bir biçimde ülkemizi yiyip bitiriyor. Yoksulluğun yol açtığı yoksulluk, ulusal bütünlüğü tehlikeye düşürmekte. Yoksullaşan ülkemiz, stratejik alanlara yatırım yapamıyor. Parasına, üretimine, emeğine, varsıllıklarına sahip çıkamayan Türkiye; ne yazık ki yıllardır ulus devletimizi yıkmak için uğraşanlardan borç dilenmek zorunda kalıyor.   Bu borçlanma da yabancı yatırım olarak kamuoyuna sunulmakta. Bu da uluslararası ilişkilerde dik duruşumuzu, emperyalizmden kopma istencimizi engelliyor.

Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü varsıllıkları, halkın eşit olarak yararlanması gereken kaynakları, ulusun ortak üretimi, dağlar, yaylalar, ovalar, madenler, kent arazileri, kamu fabrikaları, yurttaşın bin bir emekle ürettiği değerler, geçinmek için üretip tüketenler yolsuzlukla sömürülüp yoksullaştırılıyor. Ne yazık ki ülkemizde emeksiz yemek, başkasının sırtından geçinmek, yurttaşın cebindekini çalmak geçer akçe oldu.

Biz, çok partili yaşamın en çok yolsuzluğun kapılarını açmasını sevdik. Buna da demokrasi, özgürlük dedik ne yazık ki. Oysa demokrasi, yalnızca sandığa gidip oy vermek değil; kamunun kaynaklarından eşit olarak yararlanma hakkıdır. Ülkemiz kaynaklarını belli bir zümrenin elinde olması demokratik değil, otokratiktir.  Ülkemizde hızla varsıllaşanların neredeyse tümü siyasetin karanlık dehlizlerinde işini görenler... Sırtını, iktidarda ya da belediyelerde bulunan bir partiye dayayarak varsıllaşanlar çoğunlukta. Sanayi üretimi yaparak ya da bir teknolojik buluş bularak emeğiyle varsıllaşanlar, parmakla gösterilecek denli az. Siyasetçiyle kol kola girenler işini görüyor, elini devletin kesesine atarak.

Yurttaşlarımızın ezici çoğunluğu, devlet kurumlarında ve belediyelerde yolsuzluk yapıldığı kanısındadır. Çünkü yaşadığı mahallede, sokakta yoksul olan birinin bir siyasal partiyle ilişkisinden sonra birden varsıllaşması ilgisini çekiyor.  Kişi, varsıllaşmasını yeteneklerine bağlayıp bununla övünç duyar nedense. Zaten varsıllaşan kişi de eş dost, hızım akraba ile söyleşilerinde varsıllaşmasını kişisel bir yaşam başarısı olarak anlatır. Bu yolla kişisel bir üstünlük sağlamaya çalışır çevresinde. Kısacası “Şecaat arz ederken Merdi Kıpti sirkatin söyler.” özdeyişi doğrultusunda davranıyor. Ayrıca yolsuzlukla varsıllaşan kişilerin yaşam biçimi hızla değişir. Büyük evlerde yaşamak için varsıl semtlere taşınır, pahalı arabalara biner, gösterişli bir yaşam sürer. Görgüsüzlük, bu kişilerin paçalarından akar. Bundan da anlaşılacağı üzere ülkemizdeki yolsuzluklar gizli saklı yapılmıyor. Her şey halkın gözünün önünde oluyor.

Peki, halkın bildiği yolsuzluğu; devleti, belediyeleri ve siyasal partileri yönetenler bilmez mi? Bal gibi bilirler. Ancak yolsuzluğa bulaşmamış siyasetçi, bürokrat sayısı çok azdır. Kamu kaynaklarını kemiren farelere yolları onlar açmıştır günlük siyasal çıkarları için. Siyasetçilerin bir bölümü çalmasa da hırsızlığa göz yumar. Bu da yolsuzluğun bir başka ayağı.

Şimdi çoğumuzun usuna şu soru gelecek: Yargı yolsuzluklara niye susar? Bunun en önemli nedeni, siyasetin yargı üzerindeki etkisidir diyebiliriz. Diğer bir neden de ülkemizin bütün kurumlarını bileşik kaplar gibi düşünmeli. Bir kurumda başlayan kirlilik, diğer kurumlara da sıçrıyor zamanla. Böylece ülkede bir yolsuzluk ekonomisi, düzeni oluşuyor. Bu düzenden çoğu kişi, gücü ve yeteneği oranında yararlanmakta. Bu soygun düzeninden kimi kişi az, kimi de çok pay almakta.

2017’de AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan, partisinde “metal yorgunluğu” olduğunu söyleyerek seçilmiş bazı belediye başkanlarını görevden aldı. Bu görevden alma, resmi yollardan olmadı. Bu kişilerin istifası istendi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Aktepe, Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Edip Uğur, Niğde Belediye Başkanı Faruk Akdoğan ve Düzce Belediye Başkanı Mehmet Keleş Erdoğan’ın isteğiyle seçildikleri görevlerden ayrıldılar. Peki, bu belediye başkanları niye istifa ettirilmiş olabilirler?

2017 Yılı koşulları göz önüne alındığında bunun iki nedeni olabilirdi. Birincisi, bu belediye başkanlarının FETÖ ile ilişkili olmaları… İkincisi ise görevlerinden uzaklaştırılan başkanların büyük yolsuzluk olaylarına karışmaları… Her iki neden de suç… Bu durumda bu kişilere yargı yolu açılmalıydı. Ne yazık ki açılmadı yargı yolu. Bu başkanların her iki olasılığı doğru kabul etsek de ilişkide olabilecekleri onlarca kişi olması olağan. Ne yazık ki bu başkanlar, görevlerinden uzaklaştırılarak konu kapatıldı.

Peki, AKP’li belediye başkanlarının apar topar görevden uzaklaştırılması karşısında o zamanın muhalefeti ne yaptı. Ana muhalefet partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Seçimle gelen, seçimle gider.” diyerek belediye başkanlarının yanında yer aldı güya AKP’ye, özellikle de Erdoğan’a muhalefet edeceğim diye. CHP’nin bazı yöneticileriyle sözcüleri de benzer açıklamalar yaptılar demokrasi havarisi olmak için. Oysa AKP’yi tam da köşeye sıkıştırma fırsatı ellerine geçmişti. Bu fırsat; bilgisizlik, öngörüsüzlük, hatalı siyasal bakış ve yanlış strateji yüzünden heba edildi. Böylece Türk siyasetinin yolsuzluklardan arınma fırsatı kaçırıldı. Belediye başkanlarının görevden alınmasından sonra 2019’da yapılan ilk yerel seçimde  Ankara ve İstanbul belediyelerini yitirdi AKP.

2025’e geldik. Bazı CHP’li belediyelerle ilgili yolsuzluk soruşturmaları başladı. Bunun yanı sıra başta AKP olmak üzere diğer partilerden seçilen belediye yöneticileri için de soruşturmalar var. Ancak yolsuzluk savları, siyasal çekişmeler yüzünden kamuoyunca açıkça anlaşılmadı. Oysa hangi parti olursa olsun yolsuzluk karşısında duyarlı ve açık olmalı. Yolsuzluğa batmış bir siyaset düzeninin ülkemiz için olumlu yönde yapacağı bir şey yok!

Yolsuzlukla bazıları, yolunu bulsa da halk yoksullaşıp derin bir çaresizliğin içine sürükleniyor. Yolsuzluk ve neden olduğu yoksulluk, ulusal birliğimizin yanı sıra varlığımız tehdit eden en büyük tehlike. Hırsızın siyaseti olmaz, hırsız hırsızdır; soyulan da Türkiye’dir.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       19 Ekim 2025

 

FİLİSTİN’E BARIŞ GELECEK Mİ?


13 Ekim 2025 günü, Mısır’ın Kızıldeniz kıyısındaki dinlence merkezi Şarm El Şeyh kentinde, Gazze’de ateşkes sağlamak için birçok ülkenin devlet ya da hükümet başkanı bir araya geldi.

Aslında bu toplantının başkahramanı ABD Başkanı Trump’tı. İstediği katılımcıyı konuşturuyor, dilediği devletin yöneticisini övüyor, bazı ülkelerin temsilcilerini ters köşe yapıyordu. Bu da gösteriyor ki Gazze’de ateşkes anlaşması yapmak için toplantı, tamamen ABD’nin denetiminde oldu. ABD demek, İsrail demek… İki ülkenin politikaları örtüşmekte. Zaten ABD, İsrail’i desteklemese Siyonistler Filistinlilere soykırım uygulayamaz.

Trump, Şarm El Şeyh’teki toplantıya üç saati aşkın gecikmeyle geldi. İsrail’de Netanyahu’yu kutsama konuşmaları bitmek tükenmek bitmedi. Çağımızın soykırımcı katilini öve öve bitiremedi. Mısır’da toplanan devlet ve hükümet başkanları Trump’ı beklediler çaresizce. ABD Başkanı kimseye saygı duymuyor. Kaba sabalığı, insana değer vermeyişi her davranışından belli olmakta. Onun tapındığı bir şey varsa o da para. Trump, toplantıya gecikti de orada toplanan ülke temsilcileri bu saygısızlığa niye sessiz kaldılar? İçlerinden biri çıkıp da bu saygısızca, umursamaz gecikmeye karşı çıkıp neden ülkesine geri dönmedi? Oradakilerin neredeyse hemen hepsi Trump’ı kendilerinden üstün görmekteler. Hepsinin ABD’ye göbekten bağlılığı var.

Gazze’deki ateşkesin asıl amacı, Hamas’a silah bıraktırarak Filistin direnişini sona erdirmek. İsrail’in Gazze’de çok sayıda askerini yitirdiği bir gerçek. Bazı askerlerinin ölüleri bu topraklarda kaldı. Ölü askerlerinin cesetlerini istiyor Tel Aviv yönetimi ateşkesin ilk koşulu olarak.

Trump’ın baştan sona yürüttüğü ateşkes anlaşması töreninde birçok ülke yöneticisi aksesuar durumundaydı. Onların önerileri, düşünceleri konuşulup tartışılmadı. Çünkü onların öneri ve düşünceleri sorulmadı bile. İmza masasının orta yerinde Trump vardı. Yanında Mısır, Katar ve Türkiye’nin devlet başkanları sağlı sollu oturmuştu… Diğer ülke liderleri ise bu dörtlünün arkasına dizildiler. Bu görüntü bile ABD’nin emperyalist egemenliğinin oradakilere dikte edilmesiydi.

İsrail Başbakanı Netanyahu, katılacağını açıkladığı toplantıya R. Tayyip Erdoğan’ın karşı çıkmasıyla Şarm El Şeyh’e gelmeyeceğini açıkladı. Zaten gelip gelmemesi çok da önemli değildi. Çünkü İsrail’i orada temsil eden Trump’tı.

Trump, Netanyahu’ya “Çok iyi iş çıkardın.” dedi. Netanyahu’nun çıkardığı çok iyi iş, çoluk çocuk demeden Filistinlileri kırıma uğratması mı?

Trump, Mısır’a gitmeden önce İsrail meclisinde konuştu. Konuşmasında, İsrail’in sonuna dek yanında olduğunu belirtti. ABD Başkanı, konuşmasında yeni bir Ortadoğu’nun oluştuğunu vurguladı. Bu oluşum; soykırıma uğrayan Filistinlilerin, bölünüp parçalanan Suriye ve Irak’ın, ulus devlet olarak ayakta duran, ABD’ce bölünmeler, amaçlanan Türkiye ile İran’ın lehine mi; yoksa İsrail’in genişlemesine mi yarayacak?

“Dünyanın en iyi silahlarını biz yapıyoruz ve elimizde çok var. Açıkça söylemek gerekirse, bunların çoğunu İsrail’e de verdik. Bibi defalarca arar, ‘Şunu alabilir miyim, bunu alabilir miyim?’ derdi. Bazılarını ben bile daha önce hiç duymamıştım ama ona getirirdik.” diyerek itirafta bulunuyor ABD Başkanı, Knesset’te yaptığı konuşmada. Demek istiyor ki Filistinli çocukları, kadınları yaşlıları, günahsız insanları öldüren mermileri, bombaları biz verdik. Gaze’nin yontmataş devrine dönmesine biz neden olduk İsrail’e yardım ederek. Yani Filistinlilere İsrail’in uyguladığı soykırımın suç ortağı Trump. Şimdi kalkmış Mısır’da, dünyaya barış masalları anlatıyor yeni soykırımlara kapı aralamak için.

Trump, “Dünyanın en iyi silahlarını biz yapıyoruz ve elimizde çok var.” diyerek silahlarının tanıtımını yaparak pazarlamanın peşinde yeni savaşlar çıkarmak için.

Şarm El Şeyh’te güya uluslararası bir barış toplantısı düzenlenmiş. Katılımcıları ABD çağırdı. Dünya siyasetinde söz sahibi birçok ülke yok orada. Trump, kendi çalıp kendi oynadı. Orada bulunanlar da alkış tuttu.

Ülkemizin yandaş basını Trump’ın yerli yersiz ve içtenlikten yoksun Erdoğan övgülerini oldukça abarttılar. Bu övgülerden Erdoğan’ı kahramanlaştırma gayretleri var. Oysa sorulacak soru şu: Düşman, seni niye över?

Günümüzde insanlığın düşmanı, ABD ve İsrail’dir. Ulus devletimizi yıkmak isteyen de ABD. Ülkemize karşı terör örgütlerini destekleyen de bu emperyalist güç. ABD’nin ülkemiz için iyi şeyler düşüneceğine inanmak büyük saflık. Trump, Türkiye için uykusunda bile iyi düş görmez. Erdoğan’a içinden gelmeyen yapay övgülerde bulunması, kendi çıkarı için bazı şeyleri yaptırmak isteğidir.

Övgülerin kişinin arkasından, yergilerin ise insanın yüzüne karşı söylenmesini bir erdem olarak benimsemiş halkın çocuklarıyız. Yüze karşı yapılan içten gelmeyen övgülere inanmamız olanaksız bu nedenle.

Güya barış yapılması düşünülüyor Mısır’da. Ancak söz edilmeyen tek şey iki devletli çözüm. Yani bağımsız bir Filistin devletinin varlığı. İsrail’in amacı, Batı Şeria ve Gazze’yi kendi topraklarına katmaktır. Bunun için ateşkes kısa süreli ve göreceli bir çözüm. İsrail, Gazze’de savaşa kısa süreli bir ara verecek. Arada sırada küçük yoklamalar yapacak saldırılarıyla. Şimdi tüm gücüyle Lübnan ve Suriye’ye abanacak gibi geliyor bana. Asıl hedefi ise İran. İran’ın ardından ise sıranın ülkemize geleceği çok açık. Ne yazık ki İsrail’in stratejik amaçları tüm ülkelerce bilinmesine karşın hala ABD-İsrail gemisinde yolculuğa çıkanların aklına şaşarım.

İsrail’in anlayacağı tek dil, silahlı karşı duruş. Siyonist yayılma silahla durdurulur. ABD ve İsrail’in sözüne, dostluğuna güvenmenin sonu büyük felaket. Bugüne dek onlarca ateşkes anlaşması yapıldı İsrail’le. Her defasında da ateşkesi bozan İsrail oldu. Bu kez de onun ateşkese uyacağına inancım yok!

İsrail’i durduracak tek güç, silah... Bu nedenle Batı Asya ülkeleri, Asya’nın büyük güçleriyle ittifak kurmalı. Dün Atatürk, Asya ile ittifak kurarak batılı emperyalistleri yendi. Bugün de durum değişmemiştir. Emperyalizmde vicdan aramak, yalandan yapılan övgülere kanmak ona teslim olmaktır.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       14 Ekim 2025

 


FİLİSTİNLİLERİN SEVİNMESİ NİYE YASAK?


İsrail, iki yıldır Gazze’yi bombalıyor. Yıllardır hem Batı Şeria’da hem Gazze’de hem de komşu ilklerdeki kamplarda yaşayan Filistinlilere karşı insan vicdanının kabul etmeyeceği soykırım uyguladı. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın demeden öldürdü Filistinlileri. Filistinlileri dilediğince sürdü, tutukladı, öldürdü, sakat bıraktı. Gazze’de insanları aç ve susuz bırakarak ölüme zorladı. Birçok çocuk öldü, açlık ve susuzluktan.

Yalnızca Filistinlileri mi öldürüyor İsrail? Doğaldır ki hayır! Yemen, İran, Lübnan, Suriye, Tunus, Irak ve Katar’a saldırdı. Yüzlerce kişi, bu saldırılarda toprağa düştü. Ne uluslararası hukuku dinledi ne de insan haklarına saygı gösterdi. İsrail, bir ölün makinesine dönüştü bölgesinde. Akla hayale gelmeyecek bir biçimde saldırılar düzenledi insanlara. Öldürdüğü kişilerin neredeyse tamamı silahsız, işinde gücünde olan insanlar. Kana susamış bir vampir gibi davranmakta yıllardır. Ne yazık ki uygar(!) dünya bu insanlık dışı saldırılara ses çıkarmadı. Çoğu zaman da İsrail’in arkasında durdular.

İsrail, soykırıma uğramış bir halkın devleti olarak duygudaşlık yapıp tarihten ders almamış. Tersine Yahudilere, Hitler’in yaptığı soykırımın daha şiddetlisini Filistinlilere uyguladılar. Ezilen, toprakları elinden alınan bir halk dünyanın gözü önünde bilinçli, sistemli bir soykırıma uğratıldı ne yazık ki.

Filistinlilerin soykırıma uğratılması karşısında dünyanın dört bir yanından vicdanlı insanların sesi işitildi. Bu sesler, birleşerek çoğaldı, çoğaldı sel oldu. Bu sel, özellikle Atlantik ülkelerinin yönetimlerini zorladı. İsrail’in soykırım uygulamasına karşı duyarsızlıkları sorgulanmaya başlandı. İktidarların koltukları sallanmaya başlayınca Filistin devletini tanımaya başladı Avrupa ülkeleri art arda. İsrail ve onun vazgeçilmez destekçisi ABD, iyice köşeye sıkıştı. Kan ve ateşi durdurmak için Trump kolları sıvadı. Çünkü ABD Başkanı, Gazze’deki insan kıyımını kendi halkına bile anlatamaz oldu. Bu nedenle göstermelik de olsa bir ateşkes yapmak zorunda kaldı.

Trump, kendini barış güvercini olarak görüyor. Oysa İsrail’in akıttığı her damla insan kanında Netanyahu kadar payı var. Çünkü İsrail’in tüm savaş araç ve gerecini veren ABD. Siyasal, askersel ve ekonomik olarak Tel Aviv’in yanında olan ABD. Onun yayılmacı ve soykırımcı politikalarını kayıtsız, koşulsuz destekleyen Washington.

10 Ekim 2025 Cuma günü, saat 12.00’de ateşkesin başlayacağı duyuruldu dünya kamuoyuna. Ateşkesin başlamasına on dakika kalaya dek İsrail, bombaladı Gazze’yi. Bombaladıkça insan kırımı yaptı. Kimse kalkıp da bu vahşete dur diyemedi.

Ateşkes başladıktan sonra Filistinliler, Gazze’nin kuzeyine doğru göç etmeye başladı. Binlerce insan yakılıp yıkılmış topraklarına gidiyordu sevinçle. Doğup büyüdükleri yere ulaşmanın heyecan ve mutluluğunu bir acı, üzüntü denizinin dalgaları arasında yaşıyorlardı. Şehitlerine bile anlamlı ve dinsel gereklere uygun bir cenaze töreni yapamayan bir halk gidiyordu acı, ölüm, üzüntü yüklü topraklarına.

Gazze’nin kuzeyine doğru giden Filistinlilerin çoğunun elinde bir küçük çanta bile yoktu. Çünkü çoğunun taşıyacak, sahip çıkacak küçük bir eşyaları bile bulunmuyordu. Perişan bir üst başla yürüyorlardı uğruna ölümü göze aldıkları topraklarına. Toplu iğne ucu kadar vicdanı olan bir insan, kuzeye doğru yürüyen bu insanları görüp de içinin sızlamaması olanaklı mı?

Ateşkes anlaşmasının imzalanacağı 13 Ekim günü HAMAS ve İsrail, ellerindeki tutsakları serbest bırakacak. İsrail, binlerce suçsuz günahsız Filistinliyi tutukevlerine kapatmış. Yaşamının çoğunu işkenceler altında İsrail tutukevlerinde geçiren Filistinliler var. Çocuk yaşta ailesinden koparılıp İsrail tutukevlerinde yaşlananlar bulunmakta aralarında. İsrail’in tutsakların bırakılmasıyla ilgili ilk koşulu ne biliyor musunuz? Serbest bırakılan tutsaklar ve yakınları sevinmeyecekler… Yıllar sonra ailesine kavuşmuş bir tutsak, niye sevinmesin? Yıllar sonra işkence altında ve kötü koşullarda yaşayan aile bireylerini karşılayan yakınlarına, sevinmeyi yasaklamanın nedeni ne? En insancıl duygu olan sevinme, niye yasaklanır?

Sevinmek, insana özgü bir duygu… Yüreği, vicdanı, insanlığı olan herkes sevinebilir. Bu, onun doğal hakkı… Ancak vicdanı körelmiş, insanlıktan çıkmış, duygusuz kişiler mutlu bir olay ya da durum karşısında ne sevinebilir ne de sevinenleri anlayabilir. İşte, dünyanın geldiği insanlık dışı, yüz karası durum bu. İsrail, Filistinlilerin sevinmesini yasaklıyor. ABD de bunu destekliyor. Sonra da kalkmış Trump, barış güvercini olarak kanat çırpıyor öyle mi? Barış güvercini olmadan önce insan olacaksın insan.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       12 Ekim 2025

 

İÇTEN DOSTLUK


2021’de korona salgını ortalığı kasıp kavururken ve herkes evlerinde tutsakken böylesine olmadık bir zamanda kötü hastalığa yakalandım. Zor da olsa sağaltımcıların olağanüstü çabalarıyla sağlığıma kavuştum. Uzun süren ve zor geçen bir ameliyatla kurtuldum başımdaki beladan. Kemoterapi, ışın sağaltımı ve akıllı ilaçlara gereksinim duymadan kötü sayrılık başımdan def oldu sağaltımcılarımın sayesinde.

Son aylarda bazı eğinsel sıkıntılarım oldu. Bu nedenle eylülün ikinci haftasında bir sağaltımcıdan buluşum aldım. Ben sorunumu anlattım, o dinledi. Bu sorunların bir kötü sayrılığın belirtisi olabileceğini söyledi. Bir takım inceleme ve araştırmaların yapılması gerektiğini önerdi bana. Ben de kabul ettim. Zaten başka seçeneğim de yok! Bu nedenle son bir ayda haftada birkaç kez sayrıevlerindeyim.

8 Ekim 2025 Çarşamba günü, sabahleyin erkenden sayrıevine gittim. Uzun süre orada kaldım. Ne yazık ki her şey istediğim gibi olmadı. İkindi vakti döndüm sayrıevinden.

Bostancı’ya geldim. Hava puslu… Benim de yüreğimi pus kaplamış. Umut ışığını görmek için çaba içindeyim. Korkmuyorum sayrılıktan. Ömür kısa, ancak benim yapacak çok işim var. Yaşama geçireceğim birçok düşüncem, tasarımım bulunmakta. Bu nedenle sağlıklı olmalıyım. Az da olsa alışveriş yapıp eve gitmeye karar verdim. Biraz dalgın yürümekteydim kaldırımda. Yolumun üstünde ara sıra uğradığım bir kıraathane var. Ancak ben fark etmedim orayı dalgınlığımdan. Birden “Adil” diyen bir sesle düşümden uyandım. Ses tanıdıktı. Dönünce o yana bakınca bana seslenen Kaya Karan Bey’le göz göze geldim. Gülerek ve eliyle “Nereye gidiyorsun? Gelsene bir çay içelim.” dedi.

Yaşamımızda kıramayacağımız; önerilerini, çağrılarını geri çeviremeyeceğimiz insanlar vardır. İşte, Kaya Bey de benim için öyle biri. Yaşamıma değer katar. Onunla tanışalı iki yıl olmadı daha. Ancak kısa zamanda kırk yıllık dostluk gelişti aramızda. Benden yirmi iki yaş büyük. O, kökleri derinde olan yaşulumuz. Devlet hizmetinde çalışmış uzun süre. Üst düzey bir bürokratken emekli olmuş. Atatürk’e hem beyniyle hem de yüreğiyle inanan bir yurtsever.

Arkadaşlarıyla söyleşmeyi sever. Düşünür, okur, yazar, sorar, dinler, sorgular, tartışır. Yaşına karşın sağlam bir belleği, açık bir dimağı, öğrenme isteğiyle dolu bir yüreği var.

İlk tanıştığımız günden başlayarak saygılı, güvene dayalı, sevgi dolu, içten bir arkadaşlığımız var. Kısa sürede arkadaşlığımız, dostluğa dönüştü. Öğrenme isteği, onun kadar yüksek birine zor rastlanır. Hâlâ düşünce meyveleri verecek ağaç dikmek için emek vermekte o. Onunla başlıca konularımız tarih ve siyaset…

Çağrısına uyup gittim masasına. Oturdum. Birkaç arkadaş daha var masada. Oturduğum an çay söyledi hepimize. Çayları içerken biraz söyleştik. “Senin bir derdin var, nedir?” diye sordu bana. Bunca yılın yaşam deneyimiyle karşısındakinin derdini kolayca anlayabiliyor. Halden anlayan biri… Çok kısa anlattım sorunumu. Çünkü sorunlarımı başkalarına anlatmayı sevmem. Önce bir şey demedi.

Masadaki diğer kişiler kalkıp gitti az sonra. Döndü bana: “Sende göz var. Nazar etmiş seni birileri.” dedi üzülerek. Elini önce enseme koydu, sonra başımda gezdirdi. Ardından beni okumaya başladı nazarım çıkıp gitsin diye. O, içten bir vakarla okuyor sureleri, gözlerini benden ayırmayarak. Ben de sessizce duruyorum. Sonrasında okuma bitti. “Sağol Kaya Bey! Okuduklarınız bana şifa olur inşallah!” dedim. Onun içtenliğinden, duygudaşlığından, benim durumum karşısındaki belli etmediği üzüntüsünden etkilendim doğal olarak. İçinde bulunduğum durumu, yüreğinde duyumsadı. O anda benim için yapabileceği en kolay şeyi, en kestirme yoldan yaptı. İçtenliği, yüreğime kök salan koca bir dostluk ve umut ağacı oldu.

 Biraz geç olunca ikimiz birlikte kalktık evlerimize gitmek için. Az sonra da vedalaştık. Yol boyunca onun içtenliğini, duygudaşlığını düşündüm. Eve gittiğimde kafamdaki karmaşa azalmış, içimdeki fırtına biraz olsun dinmişti. İçten bir dostluğun gücü bana içgücü verdi. Bu dünyada dostları olmalı insanların, içindeki zehri çıkarıp dışarı atsın diye.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       12 Ekim 2025