MÜBADELEYİ KİM, NEDEN İSTEDİ?




            Giriş:

            Mübadele sözcüğü, “karşılıklı olarak değiştirmek” [1] anlamındadır. Sözlük anlamı bakımından itici, soğuk, değiştirilecek nesneyi metalaştıran bir anlam içeriyor. Zaten insanların değiş tokuş edilmesi de köleci toplumun üretim ilişkilerinde düşünülebilecek bir durumdur.

            1789 Fransız İhtilali’yle birlikte milliyetçilik düşüncesinin ortaya çıkmasıyla toplumlarda uluslaşma süreci de başladı. Ulus devletin ortaya çıkması; etnik kimliklerin tartışılmasına, bu kimlikler üzerinden toplumların ayrıştırılmasına ya da birleşmesine neden oldu. Ulus devletlerin ortaya çıkma sürecinde, ulusların bir boğazlaşma dönemini de yaşamıştır dünyamız. İşte, etnik farklılıklarla devlet sınırlarının belirlenmesiyle göçler başlamış ve mülteci sorunu da insanlığın gündemine girmiştir.

            Türkiye – Yunanistan arasında yapılan mübadele, dünyada örnekleri küçük çapta görülse dahi, uluslar arası bir anlaşma ile yaşama geçirilen bir insan değiş tokuşudur. Böyle büyük çapta bir mübadeleyi hazırlayan koşullar nelerdir? Mübadele isteği kimler tarafından önerilmiştir? Taraflar, böyle bir insanlık dramına neden rıza gösterişlerdir?

            Mübadeleye Giden Süreç

            Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesi ve savaş sonucunda yenilmesi, mübadeleye giden süreçte önemli rol oynamıştır. Savaşın bitiminde itilaf devletleriyle (İngiltere, Fransa ve İtalya) imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı toprakları, emperyalist ülkelerce paylaşıldı.  Bu arada itilaf devletleriyle tarihsel ve siyasal yakınlıkları olan bir kısım bölge halklarına da bu bağlamda bir takım yeni topraklar edindirme, bazı stratejik alanlara yerleştirilme gibi avantajlar kazandırmak hedeflenmişti. Bu doğrultuda Yunanistan, Anadolu’nun batısı, Doğu Trakya’yı işgale girişti. Bu, megalo idea kapsamında birincil hedefti. Uzun vadeli hedefte ise İstanbul ve Karadeniz Bölgesi vardı. Burada Yunanistan, batılı emperyalistlerin desteğiyle böyle bir maceraya atılmıştır.

            1919 hareketiyle başlayan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı, emperyalist Batı’nın işgal hareketini sona erdirdi. Yunanlıların Anadolu’yu ve Trakya’yı işgali sırasında buralardaki yerli Rumların büyük bölümü de Yunan ordusuyla hareket ederek silahsız, savunmasız Türk halkına karşı kötü muamele uygulamışlardır. Yunanlıların Anadolu’da yenilmeleriyle Mudanya Ateşkes Antlaşması (11 Ekim 1922) imzalandı. Bu anlaşma uyarınca Doğu Trakya savaş olmadan Yunanlılarca boşaltıldı. İşte, bu boşaltma sırasında Yunan askerlerinin çekilmesiyle birlikte yerli Rumlar da binlerce yıldır yaşadıkları yurtlarından ayrılmaya başladılar. Sivil Rumların ayrılması sırasında Trakya’da, Türk ordusunun henüz tek bir askeri bile yoktur. ( Antlaşma uyarınca Türk Ordusu, antlaşma tarihinden otuz gün sonra ve sekiz bin kişiyi geçmeyecek bir jandarma birliği ile Trakya’yı teslim alacaktı.) Bu, dikkat çekici, önemli bir noktadır. Rum halkın, Trakya’dan göçünün canlı tanıkları arasında Amerikalı gazeteci –yazar Ernest Hemingway de vardı.

            “Kağnı arabaları, develer yolda batıya doğru ağır ağır ilerlerken boş arabalarına binmiş, lime lime elbiseleri yağmurdan sırılsıklam, kırmızı fesleri kirden kararmış Türkler de yoldan ilerlemeye çalışıyorlardı. Her Türk’ün sürdüğü arabanın içinde, tüfeğini bacaklarının arasına kıstırıp oturmuş bir Yunan askeri vardı. Yağmurdan sakınmak için de kaputlarının yakalarını enselerine kadar kaldırmışlardı. Arabalar Yunanlılar tarafından toplanmıştı ve Trakya içlerine, göçmenleri ve mallarını almaya yardımcı olmak için gönderiliyordu. Sürücü Türkler bitkin ve korkulu görünüyorlardı. Hakları da vardı.” [2] Burada da anlatıldığı gibi Trakya’daki Rumların göçü, bizzat Yunan askerlerinin denetiminde ve gözetiminde gerçekleştirilmiştir. Hatta bu göç sırasında, Türk kağnı sürücülerinden zorla yararlanıldığı da açıkça görülmektedir. Demek ki Doğu Trakya’daki Rum halkın göçü Yunan hükümetinin inisiyatifi altında itilaf devletlerinin rızasıyla gerçekleştirilmiştir. Bunda Türk resmi makamlarının ve Türk halkının her hangi bir baskısı söz konusu değildir. Çünkü bölge İngiliz ve Yunan askeri güçlerinin kontrollerindedir.

            Yunan askerlerinin Türklere baskılarını anlatmak için sözü yine Hemingway’e verelim: “Taş yolun tam Edirne içine girdiği yerde geliş gidişi atının üzerinde oturan bir Yunan süvarisi yönetiyordu. Sürekli olarak sola yol vermekteydi. Türklerin sürdüğü arabalardan birine sağa sapmasını işaret etti. Türk arabacı öküzlerini sağa yöneltince, araba bir çukura düştü ve kendisiyle beraber gelen, başı önüne düşmüş uyuklamakta olan Yunan askeri sıçrayarak uyandı. Sürücünün anayoldan saptığını gördü, başladı adama tüfeğinin dipçiğiyle vurmaya.
           
            Türk sürücü yorgun, çökmüş ve aç aç bakan bir köylüydü. Yüzükoyun arabadan aşağı yuvarlandı. Sonra dehşet içinde kalkıp tavşan gibi yoldan aşağı kaçmaya başladı. Koştuğunu gören bir Yunan süvarisi, atını mahmuzlayıp yetişti, hayvanıyla çarparak adamcağızı tekrar yere devirdi. Sonra diğer iki Yunanlı ile birlikte kollarından tutup kaldırdılar. Süvari, köylünün suratına birkaç tokat yapıştırdı. Adamın yüzü kan revan içindeydi; gözlerini iri iri açmış, her tokatta bağırıyor, arabasına dönüp öküzlerini sürmesini istediklerini anlamıyordu. Yolda yürüyen göçmenlerden hiçbiri bu olayla ilgilenmemişti bile.” [3] Bu bölümden de anlaşılacağı gibi Rum halkın tahliyesi tamamen Yunan güçlerinin isteği ve iradesi doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Yunan askerlerinin tahliye işinde zorla kullandıkları Türk köylülerinin karşılaştıkları şiddet de burada çarpıcı bir biçimde belirtilmektedir.

            Rum göçmenlerin, göç sırasında gönüllü oldukları söylenemez. Yıllarca yaşadıkları, doğup büyüdükleri topraklardan sökülüp koparılmaları kolay değil. Biraz da onların durumuna bakalım: “ Beş mil kadar göçmen kafilesi ile birlikte yürüdüm. Düz öküz arabaları, yüksek demirli karyolalar, eşyalar, ayakları bağlı domuzlar, bebeklerini kucaklarına sıkıştırmış analar, arabaların arkasına yaslanıp zorlukla adım atmaya çalışan yaşlı erkekler ve kadınlar görülüyordu. Gözleri ilerledikleri yoldaydı, başları öne eğikti. Sonra tüfek ve cephane yüklü katırlar geçiyordu. Bir de içinde uykusuzluktan gözleri kıpkırmızı kesilmiş Yunan subayları bulunan külüstür bir Ford geçti. Yağmurdan sırılsıklam olmuş, uykusuz, soğuktan titreyen köylüler, ağır ilerlemelerin devam ediyorlardı. Evlerini barlarını artlarında bırakmış, gidiyorlardı.” [4] Yunanistan’a göç ettirilen Rumların dramatik durumları burada, çarpıcı bir biçimde anlatılmış. Burada acı çeken günahsız, suçsuz halkların olduğu görülmektedir.

           
            Bu göçten de anlaşılacağı üzere “mübadele” için ilk fiili durum yaratılmıştır. Bu fiili durumun antlaşmalarla yasal çerçeveye oturtulup genişletilmesi gerekiyordu. Sıra Ön Asya faciasını organize eden güçlerinin sahneye koydukları bir insanlık dramının ikinci perdesindeydi.

            Araştırmacı - yazar Kemal Arı mübadelenin nedenleriyle ilgili şu saptamayı yapıyor: “1922 Yılının Eylül ayında, Anadolu ve Trakya’daki Yunan işgali sona ererken, bu sürece koşut olarak, kitlesel göç hareketlerine de tanık olundu. Batı Trakya dışındaki Yunanistan Türklerinin, zorunlu olarak Türkiye’ye göçlerini gerekli kılan tarihsel koşulların oluşmasına, bu yeni evredeki yoğun göçlerin kaynaklık ettiği görülmektedir. Bu süreç boyunca Yunanistan’da olduğu gibi Türkiye’de de önemli boyutta yönetsel boşluk ortaya çıktı, toplumsal dengeler altüst oldu.” [5] Burada da belirtildiği gibi mübadeleyi tetikleyen etken, Türkiye’nin Yunanistan tarafından işgali ve sonrasında gelişen olaylardır.

            Mübadeleyi İlk Kez Kim Ortaya Attı?

            Mübadelenin uygulanması düşüncesi Mondros Antlaşması’nın hemen ertesinde Yunanistan tarafından ortaya atılmıştır. Yani Anadolu’daki işgallerin başlamasından çok önce. Amaç, hem Balkanlardan hem de Anadolu’nun önemli bir bölümünden Türkleri atmaktır.

            “Venizelos, İngiltere Başbakanına verdiği 2 Kasım 1918 tarihli muhtırasında, Batı Anadolu’nun tamamen Rumlaştırılması için, ‘Bu halde, karşılıklı ve isteğe bağlı bir göç akımı yaratılacaktır.’ ifadesini kullanmıştır. Paris Sulh Konferansı’nın toplanmasından önce, Konferans’ın hazırlık heyetine verdiği 30 Aralık 1918 tarihli mektubunda da yine aynı gaye için, ‘Batı Anadolu’da karşılıklı bir göçün uygulanması mümkündür.’ demektedir.” [6] Burada da görülüyor ki, Yunanistan’ın mübadele isteği, megalo ideayı gerçekleştirmek içindir. Bu dönemde İstanbul hükümetlerinin basiretsizliği ve İngilizlerin denetiminde kararlar vermesi de göz önüne alınmalıdır. Henüz Anadolu hareketi başlamamış, Türk ulus devletinin kurulma sürecinden eser bile yoktu.


            “Venizelos’un yine Lloyd George’a verdiği 27 Ekim 1919 tarihli muhtırada ise, ‘Asıl çare, Milletler Cemiyeti’nin gözetimi altında Türkiye, Yunanistan ve Ermenistan arasında millettaşların mübadelesidir.’ denilmektedir.” [7] Burada da belirtilen muhtıranın Anadolu’nun Yunanlılarca işgali dönemiyle örtüşmesi ilginçtir. Bu sıralarda Anadolu hareketi henüz kongreler dönemindeydi ve ulusal bir toparlanmanın örgütlenmesi için çalışılıyordu.

            Lozan’da Mübadele

            Lozan görüşmeleri 20 Kasım 1922’de başladı. Yeni Türkiye’nin uluslararası hukukunu belirlemek, savaş sonrası sınırlarını çizmek amacıyla toplanılmıştı. Ancak burada azınlıklar ve mübadele konusu günlerce tartışıldı. Mübadeleyle ilgili ilk öneri de Milletler Cemiyeti temsilcisi Norveçli Dr. Nansen’den geldi. Milletler Cemiyeti’nde o gün siyasal olarak egemen olan ülkeler düşünüldüğünde (ABD, İngiltere, Fransa, İtalya etkin ülkelerdi. Türkiye daha üye olmamıştı.), Türkiye’nin nasıl bir güçsüzleştirilme ve bunalıma sürüklenme durumuyla karşı karşıya olduğu da anlaşılır.

            Lozan Konferansı’nın 1 Aralık 1922 günü Lord Curzon başkanlığında toplanan sekizinci oturumunda ilk kez mübadele konusu gündeme gelmiştir. Lord Curzon, oturumu açış konuşmasının girişinde şunları söylüyor: “Savaş tutsaklarının mübadelesiyle doğrudan doğruya ilgili ve geciktirilmeye gelmez bir sorunu – Türkiye ile Yunanistan ülkeleri arasında nüfus mübadelesi sorunu – incelemek üzere Komisyonu toplantıya çağırmış olduğunu söyledi. Bu soruna, bir an önce çözüm bulmak gerekmektedir.; çünkü halkın geçim yolları ve gelecek yılın ürünü söz konusudur.” [8] Curzon’un bu sözlerine bakıldığında, mübadele konusunda acelesi olduğu görülmektedir. Ekonomik nedenlerin öne sürülmesinin, ilk bakışta insani gerekçeler içerdiği düşünülse de asıl nedenin kapitülasyonlara direnen Türkiye’nin zor durumda bırakılması amaçlanmaktadır.

            Curzon’un açış konuşmasından sonra Konferans’a Milletler Cemiyeti adına katılan Norveçli delege Dr. Nansen söz aldı. “… Bu sorun, son iki ay içinde dikkatle incelemek fırsatı bulduğu, Lozan’da bugün toplanmış olan temsilcilerle hemen ve ciddi olarak incelenmesi gereken sorunlardan biridir. Yapabildiği soruşturmadan sonra, Dr. Nansen, bu sorunun Yakın Doğu’da barış ve ekonomik sağlamlık için gerçek bir önemi olduğu kanısına varmıştır… “ [9]

            “Dr. NANSEN, Dünya savaşının sonucu olarak Yakın Doğu’da yurtlarını bırakıp başka yerlere sığınmak üzere gitmek zorunda kalmış yüzlerce göçmenin durumuyla uğraşmak üzere Milletler Cemiyet Meclisince görevlendirilmiş olduğu için, Ekim başlarında İstanbul’a ve Yunanistan’a gitmiştir. Sığınmış göçmenler konusunda araştırma yaparken Yunan ve Türk makamlarıyla ilişiler kurma ayrıcalığını edinmiştir. Milletler Cemiyeti üyelerince emrine verilmiş paralardan yaralanarak iki ulusun bitkin göçmenlerine az da olsa bir parça destek olabilmişti.”[10] Dr. Nansen’in açıklamasına bakıldığında bir ayrıntı dikkat çekmektedir. İstanbul’a gittiğini ve Türk yetkililerle mübadele konusunu görüştüğünü söylüyor burada. Oysa Refet Paşa, Ankara hükümeti adına İstanbul’a 19 Ekim günü geliyor. Tür ordusunu temsil eden birlik ise bir gün sonra gemiden karaya çıkıyor. Dr. Nansen’in Ekim başında Ankara hükümeti temsilcileriyle İstanbul’da görüşmesi olanaksızdı. İstanbul’da görüştüğü Türk yetkililerden kasıt; siyasal anlamda ve fiilen bitmiş, işgal kuvvetlerinin etkisindeki Osmanlı yöneticileridir.

            Dr.Nansen, “Teklifinin büyük devletlerce desteklenmesine ek olarak, başlıca ilgili iki hükümetin de bir anlaşmaya varılmasını istediklerini sanmaktadır.” [11] Demek ki mübadele fikri, büyük devletlerin uzlaşmasıyla ortaya çıkmıştır.

            Lozan tutanaklarına geçen şu bölüm de ilgi çekicidir: “ Dr. NANSEN, sözlerinin, Rum ve Türk azınlıkların mübadelesi konusunda yapılacak her hangi bir anlaşmanın, bütünüyle tatmin edici sonuçlar vereceği anlamında yorumlanmasını istememektedir. Tam tersine, her nüfus mübadelesi, ne kadar iyi yürütülürse yürütülsün, iki taraftan da mübadele konusu olacakların pek çoğuna kaçınılmaz büyük acılar yükleyecek, belki de onların çok büyük ölçüde yoksullaşmalarına yol açacaktır. Bununla birlikte, bu fedakârlıklar ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir mübadele yapılmadığı zaman, bu aynı hakların katlanacakları fedakârlıklardan, daha az olacaktır.”[12] Dr. Nansen’in bu sözleri çok vahim ve çelişkilidir. Burada mübadelenin çok büyük acılara gebe olacağını söylemesine karşın, büyük devletlerin siyasal çıkarları doğrultusunda, böylesine bir insanlık dramının yaşanmasına önayak olması çelişkilidir. İnsani ve vicdani açılardan da uygun değildir. Böylesi bir açıklamayı önceden yapması ise vicdan ve akıl karmaşıklığının bir sonucu olsa gerek.

            İsmet Paşa’nın İlk Tepkisi

            Dr. Nanasen’in mübadele konusundaki uzun ve ayrıntılı konuşmasından sonra, Türk heyetine söz verildi. Türk heyeti başkanı İsmet Paşa’nın tutanaklara geçen ilk sözlerini okuyup anlamakta yarar var. “İSMET PAŞA, önceden bildirilmiş resmi gündemde bulunmayan bir konunun bu oturumun programına alınmış olduğunu görmekle hayret ettiğini söyledi; bu gündemde yalnız savaş tutsaklarının mübadelesi bulunmaktaydı. İSMET PAŞA, Dr. Nansen’in raporuyla ortaya çıkan konunun, kendisinin hazırlanmış olduğu tartışmalarla hiçbir ilişkisi olmadığını da sözlerine ekledi. Bununla birlikte, Dr. Nansen’in raporunu ilgiyle dinlemiş ve izlemiş bulunmaktadır, Türkiye ile Milletler Cemiyeti arasında resmi ilişkiler bulunmadığına göre, İSMET PAŞA, bu rapora ancak kişisel bir nitelik tanıyabilmektedir. İSMET PAŞA, şimdi dinlemiş olduğu raporu bir özel kişinin raporu saydığını yeniden belirterek, Dr. Nansen’in Türk görevlileriyle görüşmeleri bir noktadan ileri gitmemişse, bunun bir nedeninin de Dr Nansen’in girişim ve çalışmalarını özel nitelikte görmüş olmalarından doğduğunu söyledi.” [13] İsmet Paşa’nın sözlerinden de anlaşılacağı üzere mübadele konusunda Türk tarafının kafasında oluşan her hangi bir düşünce yoktur. Bu konuda hazırlıklı da değildirler. Konu, tamamen büyük devletlerin örgütlediği, ortaya sürdüğü bir görüştür. Burada, Türk tarafının asıl itirazı gündemle ilgili usuldür.

            İsmet Paşa’nın Lozan tutanaklarına geçen görüşlerinin devamına bakmakta yarar var: “Nüfus mübadelesi sorununa gelince, bu sorun, İSMET PAŞA’ya, Türkiye’de azınlıklar sorununa bulunacak çözüme bağlı görünmektedir. Kendisinin ummakta olduğu gibi, Komisyon, nüfus mübadelesi sorunu ile azınlıklar sorununun birbirine bağlığını kabul ederse, Türk Temsilci Heyeti görüşünü gelecek oturumlardan birinde açıklayacaktır.

            Genel olarak, İSMET PAŞA, Trakya’da olduğu gibi Anadolu’da da, evsiz barksız ya da yaşama olanaklarından yoksun kalmış yüz binlerce mutsuz insanın acıklı ve acındırıcı durumuna bir çare bulmanın elbette önemli olduğu görüşündedir; fakat bugün Komisyonda, yalnız savaş tutsaklarının mübadelesi konusunun verimli bir şekilde görüşülebileceği kanısındadır.” [14] Gündemdeki asıl konu, Türkiye ve Yunanistan’da yaşayan azınlıkların yaşama koşullarıydı. Ancak, ne yazık ki emperyalist ülkelerin oldubittileriyle her iki yakadaki insanlara yeni acılar çektirmek için bir yol açılmıştı. Bu durumdan da en son haberi olan taraf Türk tarafıydı.

            Fransa’nın Görüşü

            Lozan’ın önemli aktörlerinden biri de Fransa’dır. Konferans’taki Fransız itirazlarına baktığımızda kapitülasyonlar konusunda bir yoğunluk ve ısrar görülmektedir. Mübadele konusunda Fransa da İngiltere gibi acelecidir. Fransa delegesinin kısa açıklamasını görmekte yarar var: “ M. BARRERE, tartışmanın, bir an önce mübadeleye girişmek zorunluluğu üzerinde bütün Temsilci Heyetlerinin görüş birliğinde olduğunu gösterdiğini söyledi. Özellikle ilgili olan iki Temsilci Heyeti, görüşmeler ve konuşmalar yoluyla bir anlaşmaya varabilirlerse, M. BARRERE, bunun, insanlığa çok büyük bir dokunacağına inanmaktadır.”[15] Fransızların da mübadele konusundaki aceleleri anlaşılır gibi değildir. Öyle anlaşılıyor ki işi fazlaca tartıştırmadan çabucak bitirmek istiyorlar. İnsanları yerinden yurdundan etmenin de insanlığa nasıl “büyük yararlarının dokunacağı” da tarafımızdan anlaşılamamaktadır.

            Yunanistan’ın Görüşü

            Lozan Konferansı’nda İsmet Paşa, mübadele konusundaki görüşlerini açıkladıktan sonra, İngiltere delegesi ve oturum başkanı Lord Curzon; mübadelenin ivedi olarak gerçekleşmesinin gerekliliğinden söz ederek işin ekonomik boyutu üzerinde durur. Bu düşünceyi kimin ortaya attığının önemli olmadığını, önemli olanın Türk ve Yunan taraflarının hayati çıkarları olduğu ısrarla belirtir. Mübadele konusunda İngiltere’nin ısrarı ve acelesi ilgi çekicidir.

            Asıl merak edilense Yunanistan’ın konuya bakış açısı ve yaklaşımıdır. Curzon’un ısrarcı açıklamalarından sonra Yunan delegesi söz alarak kısa bir açıklamada bulundu: “M. VENİSELOS, savaş tutsakları konusunda İsmet Paşa ile aynı görüşte olduğunu söyledi. Nüfus mübadelesine gelince, M. Nansen’in teklif ettiği ilkeleri M. VENİSELOS, kabul etmektedir. Türk (Fransızca ve İngilizce metinlerinde “otaman”) Hükümeti bunları reddetmekteyse, kendisi, başka şartlarla uzlaşma yolunu araştırmak için, Türk Hükümetiyle görüşmeye hazırdır. M. VENİSELOS, bir çözüm bulmanın geciktirilemez olduğunu belirtmek istemektedir. Binlerce insan Doğu Trakya’dan çıkıp gitmiştir; toprak ekim işleri tamamlanmadan olduğu gibi bırakılmıştır. Mümkün olduğu kadar çabuk bir çözüm bulmak, ister Türk ister Rum, herkesin yararınadır.” [16]Yunanistan delegesinin sözlerinde anlaşılacağı üzere mübadeleden yanadır. Doğu Trakya’daki Rumların göçünün hem Nansen ve Curzon hem de Veniselos tarafından mübadelenin asıl gerekçesi ve hareket noktası olarak gösterilmesi; bu göçün bilinçli olarak planlandığı şüphesini de kuvvetle doğurmaktadır. Bu konuşmalarda İngiltere, Fransa, Milletler Cemiyeti ve Yunanistan arasındaki görüş birliği, önceden sözü edilen tarafların konuyu görüşerek belli bir anlaşmaya vardıklarını göstermektedir.

            Yunan delegesinin konuşmasının devamına da bakmakta yarar var: “M. VENİSELOS, işleri yürütmek için en iyi yolun, bir Türk, bir Yunan üye ile, Konferansın seçeceği bir başkandan meydana gelecek çok sınırlı bir alt komisyon kurmak olduğunu düşünmektedir. Dr. Nansen, görüşünü bildirmek üzere, alt komisyona çağrılabilir. Böylece, bir an önce bir çözüme varılması mümkün olabilecektir; alt komisyonun çalışmaları arasında görüş ayrılıkları çıkarsa, ancak o zaman alt komisyon bu sorunları Komisyona havale edebilecektir.” [17] Burada da Yunan tarafının acelesi görülmektedir. Birçok acil sorun varken mübadele konusun özellikle ön plana çıkarılması anlamlıdır.

            Bütün bu ısrarlara karşın İsmet Paşa, Yunanlıların Batı Anadolu’dan geri çekilirken zorla esir ederek Yunanistan’a götürdükleri sivil halkın durumunun öncelikle görüşülmesini ister. Ayrıca mübadele konusundaki ısrarlı ve akılcı karşı çıkışlarını sürdürür: “Doğu Trakya, Türk makamlarına ancak bir gün önce, 30 Kasım tarihinde teslim edilmiş bulunmaktadır. Bu yüzden, Rumların oralarda bıraktıkları köylerin kaç kişi barındırabileceğini ölçmeye yarayacak verileri toplamak mümkün olamamıştır. Kurtarılmış olan Anadolu’da, sayılayamayacak kadar bir nüfus, kendilerine barınacak bir yer bulmaksızın, dolaşıp durmaktadır. M. Veniselos’un kendi ağzıyla söylediği gibi, Rum göçmenleri Yunanistan’daki Müslümanların evlerinde barınabilme olanağını bulurken, yüz binlerce Türk, evsiz barksız olan kütleyi daha d büyütecek bir şekilde, Türkiye’ye gelmek için, Yunanistan’da bulunan evlerini bırakıp çıkmak zorunda kalacaktır.

            Öte yandan Rumlar Trakya’dan ayrılırken, Türklere ait malların, ürünlerin ve hayvanların büyük bir kısmını alıp götürdüklerini Türk hükümeti öğrenmiş bulunmaktadır. Yunan topraklarından Türk göçmenin gelmesiyle Küçük Asya’da evsiz barksızların sayısının ne ölçüde artacağını şimdiden kestirmek güçtür.” İsmet Paşa’nın tutumu gerçekçidir. Çünkü Türkiye yıllardır savaş alanıydı. Yunanlıların geri çekilirken kentleri ve köyleri yakıp yıkması, Anadolu’daki Türkler için bile yaşamı zor kılmıştı. Ekonomik olarak çökmüş bir ülkenin, yeni gelecek insanlara barınma ve beslenme konusunda nasıl kucak açacağı şüpheliydi.

            Mübadelenin gerçekleşmesi için bastıran ve Türkiye’nin azınlıklara kötü muamele ettiğinden söz eden Curzon ve Veniselos’a İsmet Paşa’nın yanıtı dikkat çekicidir. “Sekiz senedir Türkiye’de yalnız şu veya bu azınlık değil, bütün halk ıstırap çekmiştir. Son dört sene zarfında silahı elinden alınan Türkler, her taraftan saldırıya uğramışlardır. Türk halkı kendi vatandaşları aleyhine bütün kara kuvvetler münevverler aleyhine tahrik edilmiştir. Yunanlıların Anadolu’da 27 şehir, 1400 köy, 98.000 ev yaktıkları sabit olmuştur. Savaşın uzamasıdır ki bu ıstıraplara sebep olmuştur. Barışı yapınız, bu ıstıraplar diner.

            Türk milleti, azınlıklara, medeni alemin kabul ettiği hakları tanır. Fakat kendi bağımsızlığını sınırlayacak hiçbir yeni teklifi kabul edemez. Azınlıkları kurtarmanın en iyi yolu, dış ülkelerle kendilerini lekeleyecek ilişkiler kurmaya tahrik etmemek, bu ilişkilerden korumaktır. Bunlar dışardan gelecek bir şefkate dayanmamalıdırlar! O zaman hepsi barıştan sonra Türk vatandaşları arasında yaşarlar.” [18] Burada da açıkça görülmektedir ki, Türk tarafı azınlıklarla birlikte yaşamak, bir mübadelenin olmasını engellemek için epeyce direniyor. Ancak bu direnç fazla sürmüyor ve mübadelenin koşullarını görüşecek alt komisyon çalışmalarına başlıyor.
            Türkiye’nin mübadeleyi kabul etmesinde uzun süren savaşlar sırasında azalan nüfus etkendir. Ulus devlet sürecinde Anadolu’yu Türkleştirme düşüncesinin varlığı da yadsınamaz.
           
            Neden Mübadele?
           
            Lozan’da en çok tartışılan konunun kapitülasyonlar olduğundan söz etmiştim. Avrupalı emperyalistlerin mübadeleyi ısrarla istemelerindeki asıl neden, Türkiye’yi ekonomik anlamda güçsüz bırakmaktır. Ekonomik olarak güçsüz kalan Türkiye tam bağımsızlığından vazgeçecek ve kovduğu sömürgecilerin isteklerine boyun eğecekti. Çünkü ülkemizden giden Rum nüfus, eğitim ve meslek sahibi olma konusunda Türkiye ortalamasının üstündeydi. Yunanistan’dan gelen Türklerin genellikle köylerinde büyük toprak sahibi olmaları Yunanistan’a avantaj sağlamıştır.
                      İşin en kötü yanı ise kültürel çeşitliliğimizin yok olmasıdır.
            Küresel güçlerin en önemli marifeti bölgesel düşmanlıklar yaratma ve bu düşmanlıklardan yararlanarak hâkimiyet kurmak ve sömürü düzenini sürdürmektir. Mübadeleyle de bu amaçlanmıştır. Anacak Atatürk ve Venizelos arasında gelişen barışçı ilişkiler bu amacı boşa çıkarmıştır.
           
            Mübadelenin Kabul Edilişi

            1923 Türk – Yunan Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol Antlaşması uyarınca, Batı Trakya dışındaki Yunanistan Müslümanları ile İstanbul dışındaki Türkiye Ortodokslarının zorunla mübadelesi kararı alındı. Antlaşmanın uygulanmasıyla birçok sorun da ortaya çıkmıştır. Genç Türkiye yönetiminin olağanüstü çalışmasına karşın, birtakım aksaklıkların önüne geçilememiştir.

            Alt yapısı uzun süren savaşlar ve işgallerle harap olmuş bir ülkenin, böylesine geniş kapsamlı bir göçmen yerleştirme işlemini kusursuz gerçekleştirmesi olanaksızdı. Ulaşım ve iletişim olanaklarının gelişmemiş ve yaygın olmaması nedeniyle taşıma işlemlerinde aksaklıklar olmuştur. Tıbbi hizmetlerinin gelişmemiş olması salgın hastalıkların ve olumsuz koşulların yarattığı sağlık sorunlarıyla mücadelede çaresiz kalınmasına neden olmuştur.

            Mübadelenin kısa bir sürede gerçekleştirilmesi ve kayıt sisteminin yetersizlikleri mübadillerin alışık oldukları iklim koşullarının dışında bir yere yerleşmeleri sonucunu da doğurmuştur.

            Her olayda olduğu gibi bu durumdan da yararlanmak isteyen art niyetli kişilerin varlığı da inkâr edilemez. Tüm bunlara karşın, Türk hükümeti olağanüstü bir çalışmayla işin üstesinden gelmiştir.

            Her ne koşulda olursa olsun insanların doğup büyüdükleri ve bütünleştikleri yerlerinden, yurtlarından koparılmaları doğru değildir. Mübadillerle birlikte bir tarihin, anılarla dolu yaşamların, kültürel köprülerin yok edildiği önemli bir gerçektir. İnsan yüreğinde yok olan hayallerin, sevdaların, ilişkilerin, komşulukların, anıların silinmesi zordur. Bunların silinmesi kişinin tek kanatla uçmaya çalışan bir kuşa dönüştürür.

KAYNAKÇA

Arı Kemal, Büyük Mübadele, Tarih Vakfı Yayınları
Hemingway Ernest, İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar. Milliyet Yayınları
Karacan Ali Naci, Lozan, Türkiye İş Bankası Yayınları
Meray Seha L., Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, Belgeler, A:Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları
Mutlu N.Yücel, Lozan’da Mübadele
Türkçe Sözlük- Dil Derneği



[1] Türkçe Sözlük- Dil Derneği
[2]  Ernest Hemingway, İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar. Milliyet Yayınları, 1970, s.42,
[3] a.g.e. , ss. 42 – 43

[4]a.g.e. , s. 43

[5] Kemal Arı, Büyük Mübadele, Tarih Vakfı Yayınları, s.  6
[6] N.Yücel Mutlu, Lozan’da Mübadele, Kasım 2005, s. 93
[7] a.g.e. , s. 93
[8] Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, Belgeler, A:Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları 1969, s. 115

[9] a.g. e, s. 115

[10] a.g. e, s. 115

[11] a.g. e, .s. 116

[12] a.g. e . , s. 117
[13] a.g.e. , s . 119

[14]a.g. e.,  s . 119
[15] a.g.e. , s . 120

[16] a. g. E. ,s. 120

[17]a. g. e. ,s. 121

[18] Ali Naci Karacan, Lozan, Türkiye İş Bankası Yayınları – Ocak 2010, s. 156

SIFIR SORUNDAN SIFIR KOMŞUYA


                                   
            
       AKP iktidara geldiğinde dış politikada etkin olacağını her fırsatta dile getirdi. Hükümet üyeleri ve Abdullah Gül, leyleği havada görmüşçesine dış gezilere çıktılar. Dış politikaya damgasını vuran ise Davutoğlu’ydu. Önce danışman, sonrasında ise bakan olarak dümenin başındaki adamdı. 

“Komşularla Sıfır Sorun”  diyerek işe başladı AKP hükümeti. Bu arada küresel güçlerin, RTE’ye ve Davutoğlu’na yeni Osmanlıcılık gazı verdikleri de unutulmamalı. Osmanlı’yı diriltme hayali içindeki Türk dış politikası sert kayalara çarpa çarpa güç yitirirken acı gerçekle de yüzleşmekte. Dış politikayı içerde siyasal araç olarak kullanma ve oya dönüştürme isteği ülkemizin uluslar arası alanda saygınlığına zarar vermekte.

AKP iktidara geldiğinde Ermenistan dışında önemli sayılabilecek dış sorunumuz yoktu. Sınırın kapatılmasıyla ekonomik ve siyasal açıdan zor durumda kalan Ermenistan, on yıl önce Azerbaycan’la barışa daha yakındı. Küresel güçlerin isteğiyle Ermenistan’a ödün vererek barış arama ve sınırları açma girişimi, kardeş Azerbaycan’ın küstürülmesine neden oldu. Kültürel, tarihsel ve siyasal açıdan Türkiye’ye en yakın ülke olan Azerileri gücendirmek dış politikada önemli bir öngörüsüzlük ve başarısızlıktır. “Aynı millet, iki devlet” söyleminin, anlayışının zarar görmesi kabul edilemez. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu hükümet. Sonuç mu? Ermenilerle ilişkilerde herhangi bir gelişme yok; ancak Azerilerle ilişkilerimiz biraz soğuk. Azerbaycan’la ilişkileri zayıflatmak Orta Asya’daki kardeş ülkelerle de ilişkileri ihmal etmek anlamına gelir.

Hükümetin izlediği yeni Osmanlıcı dış politikada merkez Ortadoğu. Nedense AKP’lilere Osmanlı denilince, akıllarına İslam coğrafyası gelmekte. İslam deyince de Araplardan başkası düşünülmemekte. Bu nedenle de yüzünü tamamen Arap dünyasına dönen hükümetin, Orta Asya’yı görmezden geldiği söylenebilir.

İran’la yüz yıllardır küçük pürüzler dışında iyi giden ilişkilerimiz, AKP hükümetinin ABD politikalarına uygun bir yol izlemesi nedeniyle gerginleşmiş durumda. İran’ın ABD’nin tehditlerine boyun eğmemesi ve Ortadoğu’daki Amerikan yayılmasına karşı çıkması bölgemizde yeni saflaşmalara neden oldu. İran, Irak, Suriye, Lübnan bağlaşmasına karşı; Türkiye’nin ABD, İsrail, Katar, Suudi Arabistan ve Barzanistan’ın yanında yer alması İran’la ilişkileri çıkmaza sürüklemekte. Malatya’da ABD’nin İran’a karşı kurduğu hava savunma sistemi ise ülkemizi askeri hedef durumuna getirmekte. Türkiye, ABD’nin İran’a yönelik saldırıları için üs sağlaması düşmancadır. Olası bir savaşta, İran’a karşı ABD ve İsrail’in yanında yer almaktır. RTE’nin İran ziyareti sırasında gerek dini lider Hamaney’den gerekse Cumhurbaşkanı Ahmedinejat’tan gördüğü muamele, ilişkilerdeki soğukluğun bir ifadesidir. Böylesi bir karşılamaya ulusumuz hak etmemekte. Ağırlığı ve saygınlığı olan bir lider ülkesini böylesi durumlara düşürmez. Dış politikada kan kaybının en çok olduğu, saygınlığımızın en çok yara aldığı yerdir İran.

AKP iktidara geldiğinde Irak’la ilişkilerimizde sorun yoktu. Saddam yönetimi, Irak’ın kuzeyinde yuvalanan terör örgütüne karşı ülkemizle işbirliği yapmaktaydı. Bunun sonucunda da 2002 yılında bölücü terör bitme noktasındaydı. Ecevit hükümetinin ABD’nin Irak’ı işgaline karşı çıkması, bu komşumuzun toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin korunması açısından çok önemliydi. AKP’nin yönetime gelir gelmez Irak konusunda ABD’den daha hevesli olması bölgenin istikrarsızlaşmasında önemli bir etkendir. 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilmesi altın bir fırsattı; ancak bu, iyi kavranılmadığından değerlendirilmedi. ABD işgaliyle fiilen üçe bölünmüş bir Irak, yeni bölünmelerin de kapısını aralamakta. Bu durum Irak topraklarından ülkemize yönelik terör faaliyetlerinin de artmasına neden oldu. Irak’ın kuzeyinde kurulmakta olan Barzanistan  adlı kukla devlet, ne yazık ki ülkemizin korumasında kurumlaşmakta. Bu koruyuculuk Sunnisiyle Şiisiyle Arapların tepkisini çekmekte. Ayrıca bu yolla Türkiye kendi toprak bütünlüğünü de tehlikeye düşürmekte. AKP yüzünden sorunsuz bir komşu yerine sorunlu birden çok komşuya sahip olmak üzereyiz.

Suriye ile uzun süre gergin süren ilişkilerimiz, 1999’da yerini bahar havasına bırakmıştı. Suriye’nin Öcalan’ı sınır dışı etmesiyle ilişkiler olağanüstü bir düzelme seyrine girmişti. Sınırların kalkmakta olduğu, ortak bakanlar kurullarının toplandığı bir aşamadaki siyasal ilişkiler, yerini birden çatışma ortamına bıraktı. Geldiğimiz noktada Suriye ile savaş durumundayız neredeyse. Arap Zemherisinin Suriye’ye emperyalist odaklarca ihraç edilmesi en uzun kara sınırına sahip olduğumuz komşumuzla ilişkilerimizi kopardı. Türkiye RTE- Davutoğlu’nun hayalciliği ve ABD sevdası nedeniyle ilk kez, açıkça bir komşusunun iç işlerine karıştı. Kendini Ortadoğu’nun efendisi, gelecekteki halifesi gören RTE, sokakları kan kokan Arap coğrafyasına ayar verme heyecanına kapıldı. Bölge ve dünya güç dengelerini hesaplayamayan dış politika, Suriye’nin sert kayalarına çarpınca çatırdamaya başladı.

Esat yönetiminin düşmesiyle Suriye’nin bölüneceğini öngöremeyen bir dış politika; tarih bilincinden, diplomasi kültüründen, siyasal duyarlılıktan, ülke çıkarlarını koruma sorumluluğundan, dostla düşmanı ayırt etme yeteneğinden yoksundur. AKP yanlısı gazetecilerden bazıları bile Suriye’de Esat sonrasında en az üç devletin çıkacağını söylemekteler. Irak’ta üç, Suriye’de üç… Birden iki komşun yerine altı komşuya sahip olmak üzereyiz. Bölge ülkeleri hızla bölünmekte ve AKP hükümeti de bu bölünmeleri destekleyerek  hızlandırmakta. Sırça köşkte oturanın başkasının camına taş atmayacağını, politikacıların iyi bellemesi gerek. Bölgede ABD yanlısı politika izleyen Türkiye ve Suudi Arabistan’ın küresel emperyalizmin BOP kapsamında bölünmesi öngörülen ülkeler olduğunu da bilmeli. AKP hükümetinin Suriyeli teröristlere yardım etmesi büyük bir skandaldır, yanlıştır. Bir gün beslediğiniz kişinin elindeki silah size de döner.

Suriye’nin uçağımızı düşürmesi, Irak’ın hava sahasının ihlal edildiği gerekçesiyle ülkemize nota vermesi ve bazı uçaklarımızı alıkoyması düşündürücüdür. Bu ülkeleri böylesine cesaretlendiren, RTE’nin uyguladığı yanlış politikalar, esip gürlemesi; ama bir türlü yağmamasıdır.

AKP hükümetinin en kötü yönettiği dış politika ilişkisi ise Kıbrıs’la ilgilidir. Önce Denktaş’ı dışlayarak işe başladı AKP. Kıbrıs davasının saygın, onurlu siyasal anıtı olan Denktaş’a karşı gösterilen tavır ne vicdana ne diplomasiye ne de saygı ölçülerine uygundu. Annan planıyla Kıbrıs’ı Yunanistan’a teslim etme aymazlığı, direkten döndü. Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik önemini kavrayamayan RTE-Davutoğlu ikilisi, AB’ye şirin görünme, kamuoyuna da “Sorun çözüyoruz.”propagandası yapmak amacıyla Kıbrıs’ı feda etmek üzereydiler. Kıbrıs’la ilişkilerimiz, bu dönemde geleneksel, tarihi seyrinden uzaklaşmıştır.

Batı komşumuz Yunanistan’la aramızdaki sorunların hiçbiri çözülmemiştir. Fiyakalı ziyaretlerle bir şeyler yapılıyormuş gibi görünse de yapılan bir şey yok. Türkiye’nin dış politikada sıkıştığını gören Yunanistan, Ege’de karasularının on iki mile çıkardığını ilan etti. Demek ki bu komşumuzla da sorunlarımız çözümlenmek yerine depreşmiştir.

Bulgaristan ve Gürcistan’la ilişkilerimiz görünürde eski seyrini korumakta. Söylenebilecek önemli gelişmeler yok gibi. Gürcistan’a giriş çıkışların kolaylaşması yararlıdır.

Bölgemizin önemli siyasal aktörü olan İsrail’le ilişkilerimiz inişli çıkışlı gitmekte. Davos çıkışıyla kopma noktasına gelen ilişkiler, İran-Suriye karşıtlığında yeniden yeşermekte. Kamuoyuna görünürde düşmanmış algısı yaratılsa da özünde dostane ilişkiler sürdürülmekte.

Ortadoğu’nun bitmeyen sorunu Filistin’dir. FKÖ yerine Hamas’ı tercih eden AKP yönetimi, Filistin ile ilişkileri tek ayak üzerine oturtmaya çalıştı. Esat düşmanlığıyla başlayan siyasal süreç,  Hamas ilişkilerini de buzdolabına kaldırmak üzere.

Karadeniz’in karşı kıyısındaki komşumuz Rusya ile ilişkilerimiz tarih boyunca hep önemli oldu. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle iyileşen ilişkiler, son dönemde sisli bir tünelin belirsizliğinde yürümekte. 1999’da Avrasya bağlaşığı olmak üzereyken bu belirsiz sürece gelinmesi nedendir? Türkiye, Şanghay beşlisine katılmak üzereyken sert bir dümenle Atlantik’teki şeytan üçgenine nasıl yöneldi? İşte, bütün sorun burada. Bölgesel barış yerine, emperyalizmin küresel çıkarlarının ağız şapırtılarını tercih eden AKP, kuzey komşusuyla iyi ilişkilerini feda etme basiretsizliğini gösterdi. Ekonomik ve siyasal anlamda çıkarlarının örtüştüğü Rusya’yı, Asya’yı göremeyen ya da görüp de işine gelmeyen AKP; tarihsel yanılgılar, geri dönüşü zor hatalarla Türkiye’nin önünü tıkamakta, geleceğini karartmakta. Bölge çıkarlarını bölge ülkeleriyle savunma stratejisi yerine, emperyalist saldırganlığa teslim olma anlayışı ülkemizi maceralı bir sürecin girdaplarına sürüklemekte. Avrasya ittifakının saygın bir üyesi olmayı, Atlantik’in jandarması olmaya tercih etmek akılcı değil.

Davutoğlu hayalciliği öyle bir noktaya erişti ki Suriye konusundaki kişilikli duruşları nedeniyle Rusya ve Çin’in dışlanmasını bile istedi. Dışlamak istediğin Rusya’ya enerji bağımlılığın var. Turizm gelirlerinde ikinci sırada. Domates, patlıcan kasaları Rus gümrüklerinden dönmekte. Sen kimden yanasın? Antalya’daki çiftçiden mi, Ege ve Akdeniz’deki turizmciden mi, yetmiş iki milyon enerji tüketicisinden mi; yoksa sırtını sıvazlayarak ve hayaller pompalayarak seni ateşe atan ABD emperyalizminden yana mısın?

Rusya, Türkiye’nin Suriye konusundaki yanlış politikalarının bölücü terörü azdırıp büyük Kürdistan’ın yolunu açacağı konusunda ülkemizi uyarmakta. Ancak bu dostça uyarıyı anlayacak siyasetçi ne yazık ki yok ülkemizde. Tüm dış sorunlara tek bir pencereden, ABD penceresinden bakmayı alışkanlık durumuna getirmiş politikacıların dünyadaki farklılıkları, doğruları anlaması güçtür. Ayrıca Soğuk Savaş dönemi kafasıyla günümüz dünya olaylarını anlayıp kavramak ve bunlara çözüm getirmek de olanaksızdır. Küresel güçlerin dar bir mezhepçiliğe hapsettiği ılımlı İslamcıların dünyadaki gelişmeleri doğru değerlendirmelerini bekleyemeyiz.

RTE’nin son Rusya gezisinde eli boş dönmesi uyarıcıdır. Bir dostluğun nasıl olması gerektiği konusunda anlamlıdır. Rusya, “Esat’sız çözüm olmaz.” diyerek hem dostluk dersi verirken hem de bölgesel çıkarları emperyalizme karşı savunmanın kararlılığını gösterdi. Oysa ABD tarihi, “deliğe süpürülen” işbirlikçilerle doludur.

Parti grup toplantılarında yandaş alkışlar eşliğinde sağa sola bağıran RTE’yi artık ciddiye alan bir ülke yöneticisi yok. Yandaş pohpohlamalarıyla kendini Sultan Süleyman sananlar, acıklı bir filmin kahramanı olmaktan öteye gitmediklerini geç de olsa anlamak üzereler. Zararın yarısından dönmenin bir erdem olduğunu anlasalar da kötü giden dış politika anlayışını değiştirseler. AKP’nin uluslararası alanda ülkemize verdiği zararlar kolay kolay onarılamaz. Heba edilen ülke çıkarlarına mı yanalım, yoksa yitirilen itibarımıza mı?

Komşularla sıfır sorundan yola çıkan AKP dış politikası, sıfır komşu sonucuna ulaşmakta. Neredeyse ilişkilerimizin iyi, olduğu komşumuz yok. Yapay ve küresel güçlerce dayatılan sorunlarla komşularımızla ilişkilerimiz bozuldu. Bu coğrafyada yaşamak istiyorsak komşularımızla iyi ilişkiler kurmak zorundayız. Boşuna dememiş atalarımız: “Ev alma, komşu al.” diye.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           19 Temmuz 2012
Not: 21 Temmuz 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.                            

CHP KURULTAYINA DOĞRU 3


                                        
            
        CHP Kurultay’a giderken yöneticilerinin siyaset konusunda bir kafa karışıklığının olduğu da görülmekte. Geçmişin siyasal yanlışlarının tam belirlenememesi nedeniyle bir türlü doğru yol bulunamıyor. Doğru yol bulunamayınca da işin kolayına kaçılıp iktidar partisi taklit ediliyor.
            
          Bazen kişi, doğru mu, yanlış mı yaptığını karşıtının, eğer Kemalist ise Cumhuriyet düşmanlarının tavırlarından, bakış açılarından anlayabilir. Söylemleriniz, politikalarınız Cumhuriyet yıkıcısı AKP-PKK’dan ve dünyanın kan emicisi ABD emperyalizminden takdir görüyorsa; halk tarafından beğenilmiyorsa demek ki yanlış yoldasınız. Cumhuriyet yıkıcısı basın, politikalarınızı manşetlere çıkarıp övgülerde bulunuyor ve yol gösteriyorsa bin kez düşünmelisiniz. Düğün değil, bayram değil; bu sevgi niye? Yıllarca Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlıklarını, CHP nefretiyle birleştiren kimi kiralık kalemlerin bugünkü CHP sevgisi düşündürücü değil mi?

Bir şeyi taklit etmek aslını güçlendirir. Bu nedenledir ki AKP’nin anayasa değişikliği halk oylamasında yüzde elli sekiz; 2011 genel seçimlerinde yüzde elli oy alması iyi değerlendirilmeli. Laiklik konusundaki duyarlılığın zayıflaması, AKP’ye, tarikat ve cemaatlere dayalı bir demokrasi(!) kurmaya çalışanlara cesaret verir, onların yolunu açar. “Türk toplumu muhafazakârdır.” biçiminde bir algı halkın bilinçaltına ustalıkla yerleştirilmekte. Bu konuda uyanık davranılmalı, günlük yaşam tarzımıza damgasını vuran laik ve çağdaş etkileri küçümsememeli, bunu savunmalıyız. Sokaklara çıktığımızda, aile yaşantısına baktığımızda, insan ilişkilerini değerlendirdiğimizde tutuculuktan çok, çağdaşlığın egemenliğini görürüz. Küresel emperyalistler ile onların ülkemizdeki uzantıları bilinçli bir biçimde muhafazakârlığın topluma egemen olduğu düşüncesini yaymaktalar. Bu propaganda tersine çevrilmeli. 

Küresel merkezler ve onların işbirlikçisi medyanın yaydığı bir yalan da CHP oylarının (Kemalist oylar kastedilmekle bu anlatımla) geleneksel olarak yüzde yirmi civarında olduğudur. Bu, inanılmaz bir saptırmadır; toplumu koşullandırmaya yönelik bir propagandadır. Amaç, CHP’yi altıok çizgisinden saptırmak, küresel güçlerin istediği çizgiye getirmektir. Bu tür yönlendirmeler, teslimiyetçilik içeren planlar boşa çıkarılmalı.

Parti kadrolarının oluşturulmasında sağ kökenli politikacılara değil, altıoku anlayan; ülkemizin kurtuluşunu küresel reçetelerde aramayan, ülke gerçeklerinde arayan yurtsever kişilere gereksinim vardır.  AKP medyasının süsleyip püslediği, allayıp pulladığı, hiçbir konuda düşüncesi olmayan; ama yıllarca siyasetten geçinme becerisi(?) göstermiş kişilerden CHP kurtulmalı. Özellikle “Genel başkanım ne görev verirse yaparım. Ben bilmem, genel başkanım bilir.” Biçiminde ve benzer sözlerle genel başkanı tanrılaştırma eğilimi gösteren siyasal asalaklardan partiyi arındırmalı. Bu kişiler, daha önceki genel başkanlarına da aynı misyonları yüklemişler, ancak putlaştırdıkları liderlerini bir gecede ortada bıraktıkları da unutulmamalı. Kişisel tatminlerini, çıkarlarını toplumun geleceğinden üstün tutanların halka ve CHP’ye vereceği bir şeyleri yoktur.

Kurultayın altıoku yeniden canlandırıp şahlandırma atılımı olması en büyük dileğimiz. Kemalizm’in dünyanın değişik ülkelerinde yaşam bulduğu bir dönemde Atatürk’ün kurduğu bir partinin sağa sola sapmasının bir anlamı yok. Ülkemize ve komşularımıza barışın gelmesi için CHP’nin tarihsel köklerine sıkıca sarılması gerek.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           16 Temmuz 2012

CHP KURULTAYINA DOĞRU-2


                                               
            
        CHP Olağan Kurultayı yaklaşırken kafalara takılan en önemli sorulardan biri de partinin Kemalizm’i terk edip sosyal demokrasiyi seçeceğidir. Sosyal demokrasi, ezilen ulus solcuları için bir çıkar yol değil. Çünkü emperyalist Avrupa’nın emekçi sınıfları afyonlamak amacıyla ortaya attığı bir siyasal oluşumdur.

Avrupa’nın ünlü sosyal demokrat partilerinden hiçbiri sömürgeciliğe karşı savaşan ezilen ulusların kurtuluş hareketlerini desteklememişlerdir. Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı Kurtuluş Savaşımız da Avrupalı sosyal demokratlarca desteklenmemiş, hatta engellemek için de uğraşmışlardır. Mustafa Kemal’in emperyalizme karşı savaşında destek; Sovyetler Birliği ile ezilen Asya halklarından gelmiştir.

Günümüzde Avrupalı sosyal demokratlara baktığımızda da durum değişmemiştir. İngiliz Blair, Irak’ın işgalini Bush’la kol kola gerçekleştirdi. Emperyalist politikaları uygulamada Avrupa’nın sosyal demokratlarıyla muhafazakâr ya da liberal partileri arasında her hangi bir fark yok.

AB’yi temsilen ülkemize akıl vermeye kalkan siyasetçilerin çoğunluğu sosyal demokrat. Bize “Kemalizm’i terk edin.”, “Devlet dairelerindeki Atatürk fotoğraflarını indirin.” gibi önerileri yapanlar hangi siyasal görüşün temsilcileridir, dersiniz?

Birçok CHP’li yönetici “sosyal demokrasinin evrensel ilkeleri” deyip durmakta. Bir evrensellik sözüdür alıp yürüdü. Avrupalı sosyal demokratlarla uyum içinde olmak evrensellik oluyor da ezilmiş ülkelerin sol partileriyle kol kola girmek, omuz omuza yürümek neden evrensellik olmuyor? Sanki evrensel olmak Avrupalıların tekelindeymiş gibi bir algı yaratmak aldatıcıdır.

Kemalizm ezilen ulusların sesidir ve önemli bir modelidir. İslam dünyasında gelişen tüm çağdaş, laik hareketler Atatürk’ü kılavuz edindiler. Bugün de Latin Amerika, Kemalizm’i başköşeye yerleştirerek küreselleşmenin sömürgeci sarmalından kurtulmakta. Yine dünyanın neredeyse beşte dördünü oluşturan ezilen uluslar, sömürgeciliğe baş kaldırmak ve bağımsızlıklarını kazanmak için Kurtuluş Savaşımızı örnek almışlardı. Nerdeyse tüm kıtalardaki ezilen halkaların örnek aldığı Kemalizm’i evrensel saymamak açık bir bilgisizliktir. Kendi ülke ve parti değerlerini hiçe sayarak, siyasal birikimlerini görmezden gelerek, geçmişteki Cumhuriyet tansıklarını unutarak ulusun lehinde politikalar üretmek olanaksızdır.

Avrupa’nın; devrimlerin birikimi olan demokratik değerlerine, kültürüne, sanatına, bilimine “Evet!”; ancak emperyalist, sömürücü siyasetine “Hayır!” demeliyiz.

Soğuk Savaşın tüm hızıyla sürdüğü bir dönemde “Bağlantısızlar Hareketini” yok saymak hangi evrensel ilkelere uyar? Tito, Gandhi, Castro’nun liderliğindeki hareketi, yüze yakın ülke destekliyordu. Bu üçüncü dünya hareketinin en büyük esin kaynağının Atatürk olduğunu anımsatmak isterim. Kemalizm, dünyanın en büyük barış ve birleşme politikasıdır. Balkan ve Sadabat paktları incelendiğinde bu durum anlaşılabilir.

CHP’nin düzenlendiği kongrelerde ve toplantılarda gerekli heyecanın olmadığı, katılımın az olduğu gözlenmekte. Giderek bu olumsuz durum karamsarlığa neden olmakta. Sosyal demokrasi gibi ülke gerçeklerinden uzak bir siyasal anlayışın halkımızda heyecan yaratması, ulusumuza umut vermesi olanaksızdır. Oysa Atatürk denildiğinde milyonlar ayağa kalkmakta. Gerçekçi siyaset, ulusun gerçeklerine, halkın gereksinmelerine uygun olmalı. Bu nedenle CHP Kurultayı, tarihsel köklerinden vazgeçip geçmeyeceğini de tartışıp karara bağlamalı.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       14 Temmuz 2012



CHP KURULTAYINA DOĞRU-1


                                               
            CHP’ nin… Olağan kurultayı 17-18 Temmuz günleri yapılacak. Yandaş ve yanardöner medya büyük ilgi göstermekte kurultaya. Bu arada YCHP’ nin yeni programının da ayrıntıları yavaş yavaş ortaya çıkmakta. Genel başkan yardımcılarından Sencer Ayata, YCHP’ nin dört eğilimli olacağını açıkladı: Sosyal demokratlar, sol liberaller, sosyalistler ve Atatürkçüler… Bu demektir ki CHP altı oktan uzaklaşıp yeni ve bilinmedik sularda kulaç atacaktır.
           
         Liberalin solcusu da sağcısı da liberaldir. Yani vahşi kapitalizmden yanadır. “Liberal” sözcüğünün başına “sol” sıfatı eklenerek kapitalizmin en vahşi sömürüsünü savunan bir görüşü solcuymuş gibi göstermek kandırmacadır. Lloyd George bir İngiliz liberaliydi ve Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu’nun işgal edilip parçalanmasının mimarıydı. Liberalizmin kıblesi ABD’dir ve burada sistem çökmek üzeredir. Neredeyse her gün New York’ta “Wall Strett’in duvarları yıkılacak!” sloganıyla ABD’nin çatırdayan liberal sistemi aleyhine gösteriler yapılmakta. Liberalizmi özgürlük olarak sunmak da son derece yanlış. Kendi ülkesinde bile yurttaşlarına özgürlük sağlayamayan, sisteme karşı gelenlerin yok edildiği bir düzende özgürlükten söz edilebilir mi? ABD liberalizminin Vietnam, Irak ve Afganistan’da bombalarla nasıl bir özgürlük getirdiği de herkesçe bilinmektedir.

Sovyetler Birliğinin dağılması sonunda Avrupa’da esen liberal rüzgârların tanığıyız. Liberalizmin Avrupa’da emekçi sınıflar için nasıl bir cehennem yarattığı da bilinmekte. Bunun içindir ki Avrupa’da birçok ülke liberalizmi terk etmekte. Liberal ekonomilerin kan emiciliği yüzünden AB çökmek üzere.

Özellikle 1980 sonrası ülkemizde özgürlüklerin, ancak liberalizm sayesinde yerleşebileceği algısının yaratılması aldatmacadan başka bir şey değil. Ülkemizin en ünlü liberali Turgut Özal’dır. Özal liberalizminin ilk ayak sesleri, 24 Ocak kararlarıyla duyuldu. Demokratik düzende uygulanması olanaksız olan bu ekonomik programı yaşama geçirmek için 12 Eylül darbesi yapıldı.

Liberalizm zehri, özgürlük şekerine sarılarak halkımıza yutturulmuştur. Nasıl bir özgürlükse 12 Eylül darbesinin demir yumruğuyla yurttaşın beynine indirilmiş ve o gün bu gündür kafalardaki bellek yitimi sürmekte. O kadar özgürleştik ki Özal liberalizmiyle sendikal örgütlenmeler neredeyse bitme noktasına geldi. Siyasal partiler ve seçim yasasıyla demokrasi ortadan kalktı. Üniversiteler söz söyleyemez, meslek kuruluşları ve dernekler ağızlarını açamaz oldu. Tarımsal üretim çöktü, endüstri yok edildi. Basın “iki buçuk gazetenin (Bu, Özal’ın sözüdür.)” yer aldığı geniş bir düşünce özgürlüğü alanına dönüştü. Bankalar ve bankerler aracılığıyla halk soyulmaya başlandı. Yolsuzluklar sıradan olaylar durumuna geldi. Yoksulluk arttı, liberalizmin özgürlüğünde(!) halkı soyan yeni varsıllar türedi. Bu dönemde Cumhuriyet kurumlarına karşı cepheden saldırılar başlatıldı. Laik eğitime onulmaz darbeler vuruldu. Özelleştirme adı altında ulusun kurumları haraç mezat satışa sunuldu. Daha söylenecek çok şey var bu dönemle ilgili. Ancak bu kadarı yeterli sanırım Özal liberalizmini anlamak için. Şimdi bu liberalizmin sağı olsa ne olur, solu olsa ne değişir? “Sağ, sol” kimlikler vererek halkı aldatmadaki amaç ne?

YCHP yönetiminden şu sorunun yanıtını merakla beklemekteyim. Siz partiye Reagan, Thatcher, Kohl, Sarkozy, Özal liberalizminden hangisini getireceksiniz? Yoksa AKP’nin uygulamakta olduğu liberalizm de mi karar kılacaksınız? “Sol liberaller” derken son otuz yılda bin takla atarak otuz yöne dönen basınımızın “gelen ağam, giden paşam” mantığıyla davranan yüksek düşünceli(?) ve derin ahlaklı(?) köşe yazarlarına mı kapıyı açacaksınız?

Açıkça çıkın söyleyin Atatürkçü olmadığınızı. Sağa sola dönerek kafa karıştırmayın. Bu aşı, CHP’de tutmaz. Tutarsa da Türkiye’ye geçmiş olsun.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       13 Temmuz 2012
            

İNÖNÜ DÜŞMANLIĞI



            Aylardır bir İsmet İnönü düşmanlığıdır aldı yürüdü. AKP iktidarının İnönü ve tek parti düşmanlığıyla asıl amacı;  Atatürk’ü, onun kurduğu Cumhuriyet’i, devrimleri gözden düşürmek; Kurtuluş Savaşı’nı sıradanlaştırmaktır. Böylece de köklerinden uzaklaşmış, kopmuş bir Cumhuriyet’in yaşama olanağı kalmayacaktır.
            
        Dersim olaylarında YCHP’nin de desteğiyle katliamcı ilan edilen İnönü, şimdi de ders kitaplarından çıkarılmakta. Anlayacağınız bundan böyle İnönü savaşlarını, Batı Cephesi komutanlığını, Lozan’ı, yıllar süren Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığındaki İsmet Paşa hükümetlerini, on iki yıllık cumhurbaşkanlığını yok sayacağız. Çocuklarımız, gençlerimiz Cumhuriyet’imizin İkinci Adam’ını öğrenip tanıyamayacaklar. Demokrasiye nasıl geçtiğimizi anlatamayacağız gençlerimize? Diktatörlükle suçlanan ve aslı astarı olmayan iftiralarla kara çalınmak istenen İnönü’nün, ülkemizi İkinci Dünya Savaşı cehenneminden nasıl kurtardığını öğretemeyecek miyiz yeni kuşaklara? Dünyanın hangi diktatörü, kendi isteğiyle demokrasiye geçip iktidarı muhaliflerine devretmiştir?
           
           Dersim tartışmasına YCHP’nin kimi milletvekillerinin bodoslamadan dalması ve Kılıçdaroğlu’ nun da “Arşivler açılsın!” söylemiyle Cumhuriyet yıkıcılığı konusunda AKP’nin eli güçlenmiştir. Bazı YCHP’li yöneticilerin, parti geçmişini, özellikle de tek parti dönemini sorgulama ve geçmişle hesaplaşma konusunda söylemleri dile getirmeleri RTE’nin ekmeğine yağ sürmekte. CHP’nin geçmişini sorgulaması demek, Cumhuriyet’i, devrimleri sorgulamasıdır. Hatta Kurtuluş Savaşı’nın sorgulanmasına varır bu iş. Çünkü CHP’nin geçmişi demek, Cumhuriyet Devrimi demektir. Eğer, kurucu partinin kimi yöneticileri geçmişi deşelemeye başlarsa devrim düşmanlarına cesaret verir bu durum.
            
            Dünyanın hiçbir ülkesinde devrimler böylesine sorgulanmaz. Fransız Devrimi olduğunda kırk bini aşkın rahip giyotinde can verdi. Eskimiş feodal rejimin tasfiyesi için bu o zaman için gerekliydi. Yoksa modern Fransa nasıl kurulacaktı? Geçenlerde Fransa’da genel seçimler yapıldı. Sağcı ya da solcu herhangi bir partinin bu konuyu seçim malzemesi yaptığını işiten var mı? Cumhuriyetle hesaplaşma gibi bir düşünce Fransız siyasetçisinin aklından geçer mi?
           
               Bolşevik Devrimi sırasında Rusya’da Çar ailesi yok edildi. Bolşevik rejimi bugün yıkılmış durumda. Başta Putin olmak üzere Rus siyasetçiler Komünist değiller. Ayağa kalkıp Bolşeviklerden intikam alma naraları atıyor mu bugünün Rus siyasetçileri? Üstelik Sovyet yönetiminin birçok politikasının günümüzde de uygulanmakta olduğunu görmekteyiz.

Her devrim, aynı zamanda bir iç savaştır. Yeniyle eskinin çatışmasıdır. Dünyada ölümün olmadığı bir savaş da yoktur. Devrimin iradesini sorgulamak yerine devrimi anlamak gerek. Bugünün anlayışıyla dünü değerlendirmek doğru değil. Her tarihsel olay, o günün koşulları içinde değerlendirilip sorgulanmalı.
            
       8 Temmuz 2012 tarihli Aydınlık gazetesi manşetten, Sayın Doğu Perinçek’in de köşe yazısında haykırdığı gibi “Siz İsmet İnönü’nün tırnağı bile olamazsınız.” İnönü’yü kitaplardan çıkarıp unutturma gafletinde bulunabilirsiniz de soyadını değiştirebilir misiniz?
            
             İnönü’ye saldırmaktaki amaç Atatürk’tür. Bunu bir örnekle açıklayalım: Bir kentin en büyük alanında görkemli ulu bir çınar vardır. Kent halkının genci yaşlısı, kadını erkeği, kim varsa kentte, hatta buraya gelen konuklar bile çınarın gölgesinde serinlemekteler. Yelinden yararlanıp yeşilinde gelecekle ilgili hayaller kurmaktalar. Genç sevgililerin ilk aşklarını yaşadıkları, yaşlıların anılarını tazeledikleri, bayramda seyranda, düğünde dernekte, acı tatlı günlerde bir araya gelinen bir yerdir ulu çınarın gölgesi. Kentin bu mutluluğunu, birlikteliğini çekemeyen kimi kötü niyetliler çınarın görkemini kıskanan dış düşmanlarla da işbirliği yaparak planlar kurmaya başlarlar. Kimileri yere düşen yapraklarının çevreyi kirlettiğini, kimileri de dalların bazılarının çok uzadığını ve bunları kesmek gerektiğini öne sürdüler. Hatta kimi cingözler ise dallarını kesip satınca çok para kazanılacağından dem vurdular. Bunun için pazarlıklar bile yapıldı büyük tüccarlarla. Gaflet uykusundaki yöneticilerin bazıları heyecanla desteklediler bu önerileri.

Önce yaprakları silkelendi güzelim ağacın. Kentliler bir sabah yapraksız çınarı görünce önce çok üzüldüler. Sonrasında zor da olsa duruma yavaş yavaş alıştılar. Yapraksız çınar bir şeye benzemiyor, artık insanları da çekmiyordu olmayan gölgesine. Bu sefer sıra dallara gelmişti. Dallar teker teker kesilince sıra gövdeye geldi. Çınarın düşmanları, dallar ve yapraklar olmayınca gövdenin de bir işe yaramayacağını haykırmaya başladılar. Çınarın yararına, gerekliliğine, yaşamsallığına inananlar ise çınarın bahar gelince tekrar filizler vereceğini, çok geçmeden de ulu ağacın dallanıp budaklanacağını hararetle savundular. Kötü niyetliler geceleyin el ayak çekilince baltalarla gövdeye derin yaralar açmaya başladılar. Yine kimsenin fark etmediği anlarda köklere asitler, zararlı maddeler dökmeye başladılar. Ancak çınarın kökleri o kadar derinde, o kadar sağlamdı ki her girişim başarısızlıkla sonuçlandı ve gövde tüm görkemiyle ayakta durmayı sürdürdü.

Bu ulu, görkemli çınar Cumhuriyet’tir. Gövdesi de Atatürk. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet kurumlarının kimi satıldı, kimi de işlevsiz duruma getirildi. Cumhuriyet’in kurucu kahramanları tek tek hedefe oturtuldu. Mustafa Muğlalı, Ali Çetinkaya, Fevzi Çakmak daha niceleri dillere pelesenk yapıldı. Şimdi sırada İsmet Paşa var. Ardından Atatürk’e sıra gelecek. Yoksa Oslo anayasası nasıl kabul ettirecekler bu ulusa? Atatürk’ü yok edeceklerini sananlar, Türkiye’yi gezseler Gazi Paşa’nın köklerinin en kuytu köşelerde bile sapasağlam durduğunu göreceklerdir.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       12 Temmuz 2012

ARALIKSIZ ÖLÜMLER


                                               
            
        Son yıllarda ülkemizde gün geçmiyor ki kazadan, doğal felaketten, terörden, töre cinayetlerinden bir ölüm olayı olmasın. Dünyada bu kadar sık pisipisine ölüm sanırım bir tek ülkemizde görülmekte.
            
       Gölette yüzerken boğulanlar mı, baraj sularında yitip giden aileler mi? Hangisinden söz edeceğimizi bilemiyoruz. Deniz sezonu açılır. Denizde boğulan boğulana.

Düğün dernek kurarız, yakınlarımızla dost ve akrabayla eğlenip mutlu olalım diye çılgınca patlatılan silahlara hedef oluruz. Birden mutluluk al kanlara bulanarak acıya dönüşür. Futbol takımımız şampiyon olur, silahımıza davranır, balkonda sevinç yaşayan komşumuzu keklik gibi avlarız.

Başkentte hem de TBMM’nin yanı başında yürüyen yurttaş, yol çökünce derinliklerde yitip can verir. Dişinden tırnağından artırdığı parayla zar zor, borç harç aldığı apartman dairesinde mutlu bir uykuya dalan aile; gece yarısı bilinmedik bir nedenle çöken enkazın altında ölüme yakalanırlar.

Deprem olur; kentlerimiz, kasabalarımız, köylerimiz başımıza yıkılır. “Yaraları saracağız.” der yetkili ilgisizler. Yaralar sarılmak bir yana gittikçe kanar. Deprem fırsatçıya fırsat yaratır. Sağlam, dayanıklı konutlar yapıyoruz, deyip yeni varsıllar yaratılır.

Yangın olur, itfaiye gelene kadar her yer kül olur. İnsanlar kentlerin göbeğinde göz göre göre can verir. İnşaat şantiyesinde naylon çadırda göz açıp kapanıncaya kadar küle döner; umutlar söner yangının yerine. Ekmek parası uğruna, yaşamlar yitirilir gözü dönmüş varsıllaşmanın kanlı çanağında.

Töre deriz, namus deriz… Cehalet silahının Ortaçağ kokan namlusu, ölüm kusar gencecik bedenlerin üstüne. Umursamaz küresel emperyalizme dalkavukluk yapan Vahdettin torunları. Toplumu eğitip aydınlatmak; bilisizliği, feodal düzeni tarihin tozlu sayfalarına gömmek işlerine gelmez. Çünkü yarasalar gecenin kör karanlığında kan emer.

Hemen her gün teröre kurban veririz aslanlarımızı. Bir ayda yirmi beş şehit veririz. Ocaklar yanıp tutuşur. Anne karnındaki bebekler bile yetim kalır. Emperyalizmin tetikçisi bölücü örgütü neredeyse kutsama yarışına girer iktidarı, muhalefeti, basını… Ufuksuz, idealsiz, yüreksiz kimi “aydıncıklar” şehit kanlarını hiçe sayarak sözde çözümler önerirler. Çözüm dedikleri de okyanus ötesinden gelen reçeteler.

Samsun’da yağmur, sele dönüşüyor; sel, felakete. AKP hükümetinin vitrini olan TOKİ’ nin konutlarında insanlar can veriyor. Uzun süre TOKİ’ yi yöneten Şehircilik Bakanı konutların yapımında hata yok, diyor. O zaman hata kimde? Neden evleri sel bastı? Neden insanlar pisi pisine can verdi? Dere yataklarına ev yapılmayacağını en bilgisiz kişi bile bilir. Sizin de bilmediğinizi sanmıyorum. Bilmediğinizden değil; kâr ve popülist siyaset hırsı sizi dere yataklarına sürüklemekte. Dokuz yurttaşımızın hesabını kim verecek? Son yıllarda TOKİ yüklenicilerinin büyük servet sahibi olmaları her şeyi anlatmıyor mu?

Geçtiğimiz yıllarda İstanbul’da Ayamama taşmış birçok can kaybına neden olmuştu. RTE, televizyonlara çıkmış bağıra çağıra Ayamama Vadisindeki tüm yapıların yıkılacağını söylemişti. Biz yıkılmasından vazgeçtik, yeni yapılar yükseldi dere yatağından. Cemaatin meşhur okulunun dereye paralel iki ayrı yapısı adeta suların önünde baraj gövdesi gibi yükselmekte.

Her gün insanların pisipisine öldüğü bir ülkede yapay gündemlerle halk, hâlâ aldatılıyorsa ve buna muhalefet partileri de alet oluyorsa buna ne denir? Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar çok ölümün olması durumunda hükümetler ayakta duramaz. Muhalefet partileri gündem arıyorlar. İşte, size gündem! AKP’yi yıkmak, ülkemizi bir beladan kurtarmak istiyorsanız son yıllarda hükümetin sorumsuzluğundan meydana gelen ölümlerin hesabını sorun yeter.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       4 Temmuz 2012