Deniz,
yaz dinlencesini ninesiyle dedesinin yaşadığı Anadolu’nun unutulmuş, uzak bir
köyünde geçirir bu yıl. Ninesiyle dedesini yeniden görmenin sevincini doyasıya
yaşamaya başladı bu küçük köyde. Her sabah erkenden uyanıp bazen dedesiyle
kırlara gidiyor bazen de evde kalıp ninesiyle türlü konuları konuşurken ona
yardım ediyor.
Köy
havası, bir başka güzel… Sabah erkenden uyanıyor çil horozun ötüşüyle.
Yatağından kalkar kalkmaz evlerinin önünde şırıltısı işitilen çeşmede elini,
yüzünü yıkıyor. Buz gibi suyun soğukluğuyla ilk başlarda ürperse de sonradan
alıştı ona. El, yüz yıkama işinin ardından güneşin yüksek dağların arasından
doğuşunu izliyor doyasıya. Onu izlerken sabah yelinin serinliğini, havanın
temizliğini içine çekiyor. Güne başlar başlamaz yaşamın köylerde ne denli
anlamlı, sağlıklı, dolu dolu olduğunu fark ediyor her sabah.
Evde
iyi bir işbölümü var. Deniz’in görevi, kahvaltıdan önce kümesten taze
yumurtaları getirmek, sonrasında ise bahçeden taze sebzeleri toplayıp
yıkadıktan sonra sofraya koymak. Yumurtaları, sobanın üstünde kaynatmak da onun
işi. Bu sabah kahvaltılarını erkenden yapmaya başladılar birlikte ninesinin
birbirinden güzel anılarını dinleyerek. İçinden: “Bu ninem de ne kadar çok şey
biliyormuş. Ayrıca neler yaşamış neler…” diye geçirdi. Ninesini dinlemek, kitap
okumak gibi bir şey… O kadar çok bilgi öğreniyor ki ondan, bunu anlatmak
olanaksız.
Kahvaltılarını
mutluluk içinde bitirdiler. Deniz, bugün dedesiyle tarlaya gidecek. Orada yapılacak
işler var. Dedesine yardım edecek. Bu nedenle çok heyecanlıydı kahvaltı
yaparken. Karınlarını doyurduktan sonra tarlaya doğru yola çıktı dede ile
torun. Yol boyunca sorular sordu dedesine Deniz. Çünkü çevrede gördüğü ne
hayvanları ne de ağaçları tanıyordu o. Türlü türlü kuşlar, böcekler, memeli
hayvanlar, otlar, çiçekler, ağaçlar, çalılar, tarlaları kaplayan ürünler gördü.
Çoğunun adını bilmiyordu. O, dedesine peş peşe sorular sordukça güngörmüş adam
bıkıp usanmadan, sabırla yanıtlıyordu onun sorularını. Kimi zaman onun gözünden
kaçanları da anlatıp tanıttı çocuğa.
Sonunda
sapsarı başakları bulunan bir tarlanın önünde durdular. Dedesi: “Geldik güzel
torunum! Burası bizim buğday tarlamız.” dedi. Çocuk, buğday başaklarının
incecik sapları üstünde esen yelle nazlı nazlı, uyumlu sallanmalarına hayran
kaldı. Tarlanın içinde adlarını bilmediği kuşlar vardı. Bir iniyor, biri
kalkıyordu başakların arasında.
İri
bir kuş dolaşıyordu tarlanın kıyısında. Tam ona gözlerine dikmiş izlerken
başakların içinden ona benzer bir başka irice kuş çıktı. Deniz, ses çıkarmadan
yavaşça yanaştı onlara doğru. Kuşlar, biraz şaşkın uçmakla uçmamak arasında ikircikli
davrandı.
Çocuk,
durdu olduğu yerde. Hafifçe gülümseyerek ve yumuşak bir sesle: “Benim adım
Deniz... Korkmayın benden sakın! Ben, size zarar vermem. Çünkü ben tüm
hayvanların, bitkilerin, kısacası doğanın dostuyum. Sizinle tanışmak isterim.
Sizlerin adlarını öğrenebilir miyim?” dedi.
Kuşlardan
biri, yüzü ve boynunun altı ak, bu aklığın çevresi siyah olanı yanıtladı
çocuğu: “Benim adım. Dertli… Türümün adı da kınalı keklik… Sizinle tanıştığıma
çok memnun oldum.” dedi. Sonrasında kendine özgü bir ötüşle sevincini belli
etti ve kanatlarını birkaç kez çırptı çocuğu selamlamak için.
Çocuk:
“Sağol Dertli kardeş! Seninle tanıştığım için çok mutlu oldum. Senin adın niye
Dertli?”
Dertli:
“Bazı insanlar bizi bilinçsizce avladılar. Bu avlanma yüzünden soyumuz
neredeyse tükenmek üzereydi. Eee, bizim sayımız azalınca keneler çoğalıp her
yanı sardı. İnsanlar; tarlalara, bağlara, bahçelere gidemez oldular. Hatta
evlerinin önüne bile çıkamadılar korkudan. Keneler çok sayıda insanı ısırdılar.
Bazıları sağlatılarak kurtarıldı, ancak bazıları da yaşamlarını yitirdiler kene
ısırığı yüzünden. Bu durum, ülkenin yetkililerini harekete geçirdi. İyi
insanlar, soyumuz tükenmesin ve keneler çoğalmasın diye bizim için çiftlikler
kurdular. Orada çokça ürememizi sağladılar. Biz çoğaldıkça çok mutlu oldular.
Büyüyen yavruları doğaya saldılar törenlerle. Ben de tam bir yıl, o
çiftliklerde tutsak yaşadım. Onun için her gün dertlendim ve yanın yanık öttüm
orada. Bunun için bana, oradaki bakıcılarımız ‘Dertli’ adını verdiler.
Sonrasında buraya getirip dedelerimin, ninelerimin yaşadıkları topraklara
bıraktılar beni. Çok mutlu oldum bu topraklara geldiğim için. Ancak dertli
dertli ötüşüm burada sürdü. Alışkanlık işte…”
Çocuk:
“Yaşam öykünüz ilginçmiş. Demek ki sizleri korumak gerek bilinçsiz ve sorumsuz
avcılardan.”
Başaklar
arasından gelen kuş, buğday sapları arasından başını uzatarak: “Bana insanlar
“çil keklik” derler. Ancak arkadaşlarım ve tüm tarla kuşları bana “Çilli” der.
Ben de çok memnun oldum seninle tanıştığım için Deniz. Ben de Dertli gibi
çiftlikte doğdum. Yetişkin olunca karşı tepeye bıraktılar beni. Buğdaylar
olgunlaşınca Dertli ile burada buluştuk.” dedi başını aşağı yukarı sallayarak
selamladı çocuğu.
Dede,
girdi söze: “Keklikler, biz çiftçilerin dostları… Onları çok severiz. Ülkemizde
onlar üzerine yazılmış çok sayıda şiir ve öykü, bu güzel kuşlara yakılmış
türküler var.” dedi.
Çocuk:
“Buğday tarlasında ne yapıyorsunuz siz?”
Dertli:
“Yere düşen buğday taneleri, tarlada bulunan başka otların tohumları ve kıyıda
tek tük bulunan ağaçların meyvelerini yemek için buradayız.”
Çilli:
“Tarlanın içinde ve çevresinde bulunan zararlı böcekleri de yeriz. Özellikle
yavrularımızı büyütürken onlara yalnızca böcek yediririz. Çünkü protein,
onların büyümesini hızlandırır. Bunun için yavrularımız, kısa sürede büyüyüp
yuvadan ayrılır.”
Deniz:
“Yediğiniz böcekler arasında bizim için tehlikeli olanlar var mı?”
Dertli:
“Yediklerimiz arasında insanları ısırdığında ölümcül sonuçlara yol açan keneler
var. Keneler, sizi ölümle karşı karşıya getirirken bizim yavrularımıza can
verip onların hızlı büyümesini sağlar. Biz de yavrularımız hızlı büyüsün diye
durmaksızın keneleri toplarız bir bir.”
Çocuk:
“Sağolun Dertli ve Çilli kardeşler bize yaptığınız iyilikler için. Size çok şey
borçluyuz bu yaptığınız iyilikten ötürü.”
Çilli:
“Biz yalnızca size ve ürünlerinize zarar veren böcekleri toplayıp yemiyoruz.
Yediğimiz meyvelerin çekirdeklerini, türlü otların tohumlarını dışkılayarak
toprağa ekiyoruz. Baharda, buraya gelsen rengârenk çiçekler açar her yanda.
Çevrede gördüğüm meyve ağaçları da bizlerin sayesinde var. Bizim toprağa
bıraktığımı tohumlar çok geçmeden büyür ağaç olur. Meyve verir onlar. Siz de
sıcakta diliniz damağınız yapıştığında o meyveleri yiyip ferahlarsınız.”
Dertli:
“Bak Deniz, karşıdaki ahlat ağacını görüyor musun? İşte, onu büyük, büyük dedem
dikti. On gün sonra dalındaki meyveler olgunlaşacak. Biz de onun meyvelerini yiyip tohumlarını
ekeceğiz toprağa.”
Çocuk:
“Çok sağ olun. Sizin iyilikleriniz unutulacak gibi değil. Sizlerle tanıştığım
için çok sevinçli ve mutluyum. Hele verdiğiniz bilgiler, çok değerli ve önemli.
Vakit iyice geçti. İzninizle sizden ayrılıp köyümüze dönmek istiyorum. Çünkü
ninem bizi bekliyor. Geç kalırsak bizi çok merak eder.” dedi çocuk üzgün bir
sesle.
Derli
ve Çilli bir ağızdan: “Güle güle Deniz… Seni tanığımız için biz de sevinçli ve
mutluyuz. Yine gel buralara. Bir dahaki gelişinde yavrularımızla da
tanıştırırız seni. Pamuk Nine’ye de çok selam söyle bizden.” dediler. Ardından
ikisi birden kanat çırpıp çocuğun başının üstünde üç kez döndüler.
Deniz,
dedesinin yanına gitti biraz sevinçli, biraz da üzgün olarak. Dede, torunun sevincinin
de üzüntüsünün de nedenini anladı. “Üzülme çocuğum, yine geliriz buraya. Yine
bu kanatlı arkadaşlarınla söyleşirsin.” dedi.
Çocukla
dedesi sırtlarına taşıyabilecekleri kadar yükler alıp yola koyuldular eve
gitmek için. Dedesi önce “İki Keklik” türküsünü söyledi yanık sesiyle. Ardından
“Keklik Gibi Kanadımı Süzmedim” türküsüne geçti.
Türküler
bitince Deniz, dedesini elinden tutup durdurdu yolun ortasında. İki elini
sıkıca tutup gözlerine dikkatlice bakıp: “Söz ver bana dede bu türküleri bana
öğreteceğine. Yaşadığımız kente dönünce bu türküleri arkadaşlarıma,
öğretmenlerime, komşularımıza söyleyeceğim. Ayrıca burada yaşadıklarımız
anlatacağım onlara.” dedi düşünceli düşünceli.
Dede:
“Söz veriyorum sana bu türküleri de yanı sıra başkalarını da öğreteceğime. Türküler,
bizim yaşamımız… Biz, ne yaşarsak onları türkülerle anlatırız. Onların içinde
sevinçlerimiz, mutluluklarımız, acılarımız, üzüntülerimiz, ayrılıklarımız,
kahramanlıklarımız var. Öğren ki binlerce yıldır bu topraklarda yaşananları
bil. Başkalarına öğret ki onlar bilsin. Böylece bu toprağın kültürel
varsıllıkları kuşaklar boyunca sonsuza dek yaşasın.” derken gözünden iki damla
mutluluk gözyaşı damladı aksakalına.
Eve
vardıklarında yorgunluklarını unutmuş, çok sevinçliydiler. Ninesi evin önündeki
dut ağacının altına sofrayı kurmuş, onları bekliyordu. Hepsi bakır sininin
çevresini aldı. İçtikleri çorba, yedikleri her lokma boğazlarından bir keklik
ötüşü ve türkü ezgisiyle onlara can oluyordu.
Torun,
dedenin gözlerine baktı yemekten sonra. İlk türkü başladı sofradan kalkmadan.
Nine de onlara eşlik etti. Karşıdan dolunay yükselmeye başladı yıldızlar
arasından. Onlar da ışıklarıyla sofradakilere katıldı.
Gece
türküye, türkü gökyüzüne, gökyüzü yüreklerine karıştı. Gönülleri coşkun bir sel
gibi akıp bozkıra yaşam iksiri oldu.
Adil
Hacıömeroğlu
19
Ağustos 2025
Kalemine Efendi Kalan, Adil öğretmenim,
YanıtlaSilKöy yaşamının huzurunu, doğayla kurulan bağı ne güzel anlatmışsınız…
Kekliklere ve doğanın sessiz kahramanlarına hak ettiği değeri veren bu sade ama etkileyici anlatım için… sağolunuz👏👏Sanki o sabahın serinliğini, kuşların özgür seslerini biz de içimizde hissettik.Torunla dedesinin yürek dolu sohbeti ve kekliklerin gizli dünyası bir arada akıp geçiyor. Öyle sade, öyle içten yazılmış ki sanki oradaydık; yüreğe dokunan bir hikâye olmuş.Bizi çocukluğun kokusuna, doğanın kalbine götürdünüz… Keklik deyip geçmeyen yüreğiniz var olsun🙏🏻🍀🌿👩Kaleminizin gücü daim olsun.