İNSAN HASTANEYE NİÇİN GİDER?

   
16 Haziran 2017 Cuma sabahı kahvaltımızı yaptık. Hazırlandık çabucak. Eşimin annesi (kaynanam) hasta. Onu, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne götüreceğiz. Yola çıktık kuşluk vakti. Hava sıcak. Trafik sıkışık. Sıkışık yolda cambazlık yapan sürücüler var. Tehlike, her an insanın burnunun dibinde.
Herkes, kendini kurtarmaya çalıştığından kimse kurtulamıyor. Emniyet şeridi ihlalleri hat safhada. Bu ihlalleri yapanlar, zamandan kazandıklarını sanıyorlar, işin gerçeği böyle değil. Birkaç kilometre sonra aynı yerde buluşuyorsunuz bu uyanıklarla. Kendini başkasının yerine koyarak düşünme yok! Topluma egemen olan düşünce; gemisini kurtaran kaptan. Bu kafayla gemiyi değil, filikayı bile kurtaramaz kimse. Kurtuluş, gönençli bir Türkiye’ye kavuşmak ve toplum olarak erinç içinde yaşamak elbirliğiyle olur. Atalarımız: “Yalnız taş duvar olmaz.” diye boşuna dememişler.
Trafik yoğunluğunda bekledikçe kaynanamın ağrıları artmakta. Minderler ve çantalarla beline destek yapıyoruz. Ağrıyı dindirmek için yaptığımız her şey, geçici çözüm. Çok fazla yararı olmuyor.
Arabayı, eşim kullanmakta. Trafik kurallarına son derece uygun davranmakta. Gerginliğini belli etmemeye çalışmakta. Yol, uzadıkça uzuyor. Yapılacak dünya kadar iş var. Bir de bu yolculuğun dönüşünü düşündükçe insanın nevri dönüyor. Eşim, hastane dönüşü Kozyatağı’ndaki çocuk yuvasından oğlumuzu alacak. Çocuğa yetişememe kaygısı, sinir sistemini harap ediyor. Her durumda olumlu düşünmeyi elinden bırakmayan ben, her şeyin yolunda gideceğini söyleyip rahatlatmaya çalışıyorum eşimi ve annesini.
Yola çıkmadan önce siyasetle iç içe olan bir arkadaşım aradı beni. Bakırköy’de buluşup görüşmek istedi benimle. Ben de “Şu an yoldayız, Cerrahpaşa’ya gidiyoruz. İşim bitince Bakırköy’e gelirim.” dedim. Arkadaşım: “Tamam!” dedi.
Trafik çilesi en sonunda bitti. Zor bir hal yaklaşık iki saatte Cerrahpaşa’ya vardık. Hastane bahçesi bir şantiye… Bakımsızlıktan eskiyen yapılar, gereksinime yanıt vermediğinden hastane bahçesinde neredeyse boş alanların hepsine prefabrik yapılar yerleştirilmekte. Bu nedenle bahçe karman çorman... Eskimiş yapıların yenilenmesi şart. Cerrahpaşa’nın arsası geniş... Arazinin batı tarafında kalan boş alana büyük bir hastane binası yapılarak hastane birimleri oraya taşınabilir. Sonradan da eskiler yıkılıp yeni binalara yer açılır. Böylece sağlık hizmetleri aksamadan sorun çözülür.
Cerrahpaşa deyince şu sorunu dile getirmeliyim. İstanbul Üniversitesi’ne bağlı iki tane tıp fakültesi var. Bu durum, Türkiye’nin en büyük üniversitesini hantallaştırmakta. Bu nedenle “Cerrahpaşa Sağlık Bilimler Üniversitesi” adıyla yeni bir üniversite kurulmalı. Bu yeni üniversite sağlık alanında daha çok etkinlik göstermeli.
Cerrahpaşa’nın bahçesine girince park yeri arıyoruz gözümüzü dört açarak. En sonunda buluyoruz bir yer. Hemen park ettik aracımızı. Arabadan indik. Kaynanam zor yürümekte. Tam ne yapacağız diye düşünürken eşim, bir tekerlekli sandalye buldu, bindirdik hastamızı. Tekerlekli sandalyeyi ben sürüyorum. Zorlukla beyin cerrahisi bölümüne ulaştık. Tam doktorun odasına gireceğiz Bakırköy’e gitmiş olan arkadaşım aradı, ona hastanede olduğumuzu söyledim.
Doktorun odasına girdik. Gerekli olan her şey konuşuldu, çözümler anlatıldı. Güler yüzlü tıp adamı, bize tatminkâr açıklamalar yaptı. Tedavinin ivediliğinden söz etti. Teşekkür edip ayrıldık.
Hastamızı tekerlekli sandalyeye oturttuk. Bu kez yokuş yukarı sürmek zorundayım tekerlekli sandalyeyi. Kan ter içinde arabamıza yakın bir kantinin önünde durduk. Çünkü sabahtan beri bir şey yememişiz. Hemen birer tost ve ayran aldık. Çabucak yedik. Aceleden lokmalar boğazımıza dizildi. Saat on beş otuza yaklaşmakta. Eşimle annesi, arabaya binerek oğlumuzun devam ettiği yuvaya yetişmek için hareket ettiler. Ben de neredeyse koşarak sahil yolundaki otobüs durağına vardım. Ter içindeyim. Bakırköy’den geçecek bir otobüse kendimi attım. Otobüsün cam kıyısında ayakta dikilip tam da denizi seyre dalmışken uzun süredir görmediğim bir arkadaşımın sesini işittim. Yerinden kalktı, ısrarla oturmamı istedi. Israr artınca oturmak zorunda kaldım. Derin bir söyleşiye daldık. Tam da bu sırada telefonum çaldı. Baktım, buluşmaya gittiğim arkadaş arıyor. Açtım telefonu. Arkadaş hemen söze girdi: “Ne yapıyorsun Cerrahpaşa’da bu kadar süre?”
İnsanların yanlışlarını yüzüne vurup utandırmayı sevmem. Genellikle karşımdaki kişinin hatalarını görmemeye çalışırım. Sabahtan beri arkadaşla üçüncü konuşmam. Nereye gideceğimi söyledim. Bu nedenle de buluşma saati vermedim. Baktım ki aynı yanlış yineleniyor. Söyleyeyim dedim aklıma geleni. “… Bey, hastaneye niçin gider insanlar, bunu bilirsiniz sanırım. Kimse keyif için hastanede dolaşmaz. Öncelikle sözünüze başlarken bana neden ‘Geçmiş olsun arkadaşım, neyiniz var, kim hasta?’ demediniz?
Siyaset önemli, ancak siyaset yapmak için öncelikle insani duygularımızı yitirmemek gerek. İnsani ilişkiler olmadan siyasal ilişki kurulamaz.” dedim. Sustu. “Haklısın!” dedi. Ben de: “Otobüsüm yaklaştı az sonra oradayım.” sözüyle bitirdim konuşmamı sakince.

Arkadaşımla Bakırköy’de buluştuk. Morali biraz bozulmuş gibi geldi bana. Neyse, söyleşmeye başlayınca her şey yoluna girdi. 
Siyaset, insana dokunmaktır. İnsana dokunamayan, halkı kazanamaz. İnsana dokunmak; Onun yaşadığı sorunlar çözüm bulmanın yanı sıra kişini acısını, tatlısını paylaşmaktır. “Arkadaşım!” dediğin kişinin acısını, tatlısını paylaşmıyorsan sokaktaki adamın acısını, tatlısını nasıl paylaşacaksın?
Çoğu zaman küçük bir söz, anlamlı bir bakış, ince bir davranış, güzel bir adım insanların yüreğini fethetmek için yeterlidir. Bu kadar kolay yapılabilecek bir şeyi neden esirgeriz ki insanlardan?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       17 Haziran 2017
                                                                      


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder