İSABEY’DE LİDYALILAR ÖNCESİ BİR YAŞAM


Denizli’nin Çal İlçesine bağlı İsabey Kasabası eski bir yerleşim yeri. Anadolu’nun Türkleşmesi sırasında uçbeylerinin yerleşim alanı olmuş. Eski, devingen bir uygarlık capcanlı yaşamakta orada.
Sırtını Çökelez Dağı’na vermiş kasaba, Baklan Ovası’na bir atmaca gibi atlayacak gibi durur. Ovadaki tarım alanlarının çoğu İsabeyli çiftçilerindir. Arı gibi çalışkanlıkları örnek olur herkese. Ovada eski çağlardan kalma Höyük vardır. Höyük, zamanı durdurur, bir anda insanı çağlar öncesine götürür.
İsabey, benim ana memleketimdir. Okullar yarıyıl ya da yaz dinlencesine girdiğinde İsabey’e gitmenin heyecanını yaşardık ailece. Orta üçüncü sınıfı orada okuduğumdan kendimi şanslı sayarım. Çünkü farklı bir kültürü öğrenmenin fırsatını yakaladım bu sayede.
İsabey’e 29 Ekim 1972’de gittim. Okula kayıt oldum. Okula, kasabaya erken ısındım. Dedem, beni yanına alıp Demirler Mahallesi’ndeki Berber Necdet Trampacı'ya götürdü. Bana: “Saçın uzadığında buraya gel, Necdet Ağabey’in seni tıraş eder.” dedi. Ben de “Tamam...” dedim. 
Dedem, dükkândan çıkana kadar Berber Necdet yerine oturmadı. Saygı ve hayranlık dolu bakışlarla dedemin gözlerinden ayırmadı kendini. Ellerini önünde kavuşturmuş öylece dinliyordu. Ne de olsa karşısında bilgeliği herkesçe kabul görmüş, Fahrettin Altay’ın İzmir’e giren süvarilerinden bir asker, kurtuluşun tarihini yazmaya küçük de olsa katkısı olan bir kişi vardı. Fırsat buldukça da bana yakınlık göstermeyi de ihmal etmemekteydi. Güleryüzlü bu adamı sevmiştim. Sıcak bakışlı, saygılıydı.
Dedem, Necdet’e : “Akşam eve dönerken buğdayını al.” dedi. Ben, merak içindeyim. Dükkândan çıktık. Ben, sormadan dedem anlattı. Bir yıllık tıraşıma karşılık, bir ölçek buğday vereceğini söyledi. Bu nedenle istediğim zaman tıraşa gidebileceğimi belirtti. Ben de bir yıl boyunca yani ortaokulu bitirip yaz dinlencesini geçirinceye dek berber Necdet’e tıraş oldum. 
Havalar ısındı, yaz yüzünü gösterdi. Kasabaya dondurmacı gelmeye başladı. Çocuklar, sevinç çığlıklarıyla koşarak dondurmacıya koşarlardı. Dondurmacı, mahalleye girdiğinde bağırarak geldiğini haber verirdi. “Dondurmam gaymak!” sözü, en çok da çocukların işitebileceği tondaydı sanki. 
Ben de dondurma yiyeceğim, ama param yok! Ne yapmalıyım? Dedeme gitmeliyim, tabi ki... Dibekbaş’ındaki kahveye gittim. Utangaç bir bakışla dibeğin kıyısına oturdum. Dedemle göz gözeyim. Arada bakışlarımı kaçırmaktayım utangaçça. Güya ovayı seyre dalmışım gibi bakışlarımı uzaklara kilitlemiş öylece duruyorum. Tarih öncesinde kalma bir yontuyu andırıyorum karşıdan bakınca. 
Dibekbaşı’ndan sıcak havalarda ovaya baktığınızda sanki bir kaynar kazandır Baklan Ovası. Buharlaşır, duman tüter üstünde. Kupkuru topraktan bu kadar çok buharın nasıl çıktığına şaşırırsınız. Üzüm bağları altınızda bir yeşil deniz gibi uzanır. Yeşil, can getirir ovaya. Bağların arasından uzun boylu ağaçlar endam eder. Sanki bağ kütüklerini kucaklar gibidirler. Asmalar, meyve ağaçlarının alçaktaki dallarına ellerini uzatırlar.  “Beni al, yükseklere çıkar.” der gibidirler. 
Bağlar bittikten sonra ekin tarlaları başlar. Yeşil cennet, sarıya döner. Uçsuz bacaksız bir sarıdır bu. Sarının içine girdiğinizde güneş sizi kavurur. Gölgelenecek bir yer bulmak bile oldukça güçtür. Yakınlarda bulacağınız bir ahlat ağacı, imdadınıza yetişir. O küçük gölgeyi çoğu zaman düven çeken atlar ya da öküzler, inekler, yaz için ovaya getirilmiş tavuklarla paylaşmak zorundasınız. Eğer harman vaktiyse derme çatma çadırlar kurulur sıcaktan korunmak için. 
Tam karşıdaki Baklan Kasabası’na doğru baktığınızda sarı, yerini buharlaşmış bir yeşile bırakır. Buhar, kasabanın önünü tül gibi örter. Öyle bir tül ki rüzgârın esmesi bile onu yerinden kıpırdatmaz. Baklan’ın arkasında yükselen Beşparmak Dağı, kasabayı kucaklayan şefkatli bir nine gibidir. Çökelez’in karşısında diz çöken şefkatli bir nine... Oturduğu yerde kıpırdamadan durur öylece. Baklan Kasabası’nı saran tülün üstünden başını uzatır belli belirsiz. Ovaya adını veren de bu kasabadır. 
Baklan, Türklerin Anadolu’ya gelişlerinde Denizli yöresinde ilk yerleştikleri yerlerden... Baklan’ın kurucusu Abdi Bey, kökleri Horasan’a dayanmakta. Kayı boyundan bir uçbeyi. Baklan, Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli bir yer. Bu nedenle tarihsel bir önemi var.
Ova, dağların arasında büyükçe bir futbol alanı gibidir. Ova’yı saran dağların etekleri ise seyircilerin oturdukları tribünleri andırır. Dibekbaşı, Baklan Ovası’na kuş bakışı bakar neredeyse. Burada oturup Ova’nın seyrine dalmak doyulmaz bir zevk. Ben de ergenliğe yeni adım atan biri olarak türlü hayaller içinde Ova’nın içindeyim. Bağ, tarla, kasaba ve köylerde neler olduğunu düşünmekteyim. Türlü insan ve canlı görüntülerini zihnimde canlandırmaktayım. Bu düşünceler içindeyken telaşım da yok değil. 
Dedemden para istemeyi gururuma yediremiyorum. Dedem, anlasın istiyorum derdimi. Her dakika, bir gün gibi gelmekte. Ya dondurmacıyı kaçırırsam!.. Bu dondurmayı yemeliyim... 
Dedem, bir derdimin olduğunu anladı.  Yerinden yavaşça kalktı, bastonu aldı, kararlı adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Dedemin geldiğini görünce ayağa kalktım birkaç adım attım ona doğru. Burun buruna geldik. O, uzun boyu, heybetli duruşuyla Çökelez Dağı gibi durmakta karşımda. Bense sıska, kısacık boyumla gölgesindeyim. 
9 Eylül 1922’de İzmir’e giren süvari alayının yorulmaz neferi, karşımda bastonuna dayanarak durmakta. Yine de dik durmaya çalışmakta. Sol elinin başparmağı, köstekli saatinin bulunduğu yeleğinin cebinde. Titrek sesiyle “Bir şey mi söyleyeceksin?” diye sordu. Önce duraksadım. Sonra mırıltıyla karışık bir ses tonuyla “Evet!” dedim. “Dondurmacı geldi de...” diye sürdürmeye çalıştım sözümü. Hemen yanıtladı beni: “Ambardan bir tabak buğday al, dondurmacıya ver, dondurmanı al!” dedi. Eve koşarak gittim. Kenarları tırıtıklı bakır sahanı aldım. İçine buğdayı doldurdum. Koşar adım dondurmacının yanına vardım. Buğdayı verdim, dondurmayı aldım. Yalamaya başladım hızla erimekte olan dondurmamı. 
Dondurmanın tadı biraz farklı geldi bana önceden birkaç kez yediğim dondurmayla. Sordum. Dondurmacı bir öğretmen gibi sabırla anlattı bana. Buzdolabı olmadığından karla yapılıyor bu dondurma. Kışın Çökelez’in kuzey yamaçlarındaki mağaralara doldurulan karlar, yaz geldiğinde dondurmanın hammaddesini oluşturmakta. Kardan yapılan dondurma çocukların damak tadı, serinleticisi olmakta yaz sıcağında. 
Haftada bir gün gelirdi dondurmacı. Birkaç kez buğday karşılığında dondurmamı aldım. İşin tadına erişince dondurma yeme hevesim geçti. Bunun yerini meyveler aldı.
Hem berberde hem de dondurmacıda para çok az geçerdi. Kasabaya arada sırada uğrayan çerçilerin de para yerine değiş tokuşla alışveriş yaptıkları olurdu. Zaman zaman mahalle bakkallarının değiş tokuşa başvurdukları da olurdu.  Buğday (Diğer tahılların ve kuru üzümün de bu değişimde kullanıldığına tanıklık ettim.) karşılığında bu gereksinimleri karşılamak,  eski çağların bir alışkanlığı. Lidyalılar, parayı bulmadan önce alışveriş, değiş tokuş yoluyla yapılırdı. Yüzyıllar öncesinden kalan bu alışveriş sisteminin eski Lidya topraklarında var olması ne kadar ilginç. Değiş tokuşun paranın icat edildiği topraklarda paraya, zamana, kapitalizme meydan okuması dikkate değer bir durum. Kökleri tarihin derinliklerinde olan bir toplumsal alışkanlığın varlığı, paranın egemenliğine bir karşı duruş değil midir? Daha hakça bir ticaretin toplumda varlığını sürdürmesi, kapitalizmin tüm kirli ilişkilerine karşın yaşaması halkın eşitlikçi anlayışının bir yansıması değil mi? 
Keşke buğday karşılığında tıraş yapan Berber Necdetler, çocuklara kardan yaptığı dondurmaları özenle veren dondurmacılar var olsa bugünde... Var olsa da paranın kirliliğinden arınsa toplum...
Adil Hacıömeroğlu
22 Mayıs 2016

2 yorum:

  1. Lidyalılar Mö. 500. Anaerkil bir halk.

    YanıtlaSil
  2. KEŞKELER FAYDA VERSEYDİ YAPILAN TÜM YANLIŞLARA KEŞKE,SÖYLEYİP DOĞRUSUNU YAPMAZMIYDIK...

    YanıtlaSil