Bir
önceki yazımda 12 Eylül Amerikancı darbesiyle okura kurulan popüler kitap
tuzağından söz etmiştim. Konu, çok ilgi çekti. Tanıdığım ya da tanımadığım kitap
dostları, gerek telefonlaşarak gerekse sanal ortamda popüler kitaplar konusunda
ilginç düşüncelerini paylaştılar benimle. Aslında gerçek okur, tuzağın
farkında. O tuzağa düşmemek için olağanüstü bir çabanın içindeler.
Elli
yaşından sonra okumaya merak salan, özellikle de tarih konusuna aşırı ilgisi
olan bir arkadaşımla kitap üstüne söyleşiyorduk yıllar önce. “Tarih konusunda
doğru kitapları nasıl ayırt edebilirim?” diye sormuştu bana.
Ben:
“Kitap, kavuna benzer arkadaşım. Kavun alırken dibini koklayıp elliyoruz. Kitap
da öyle… Önce kitabın arkasına bakacağız kaynakçası var mı, diye. Kaynakça ne
kadar varsılsa kitap da o kadar gerçekleri anlatır. Ancak kaynakçadaki yapıtlar
da sağlam olmalı. Öyle sanal ortamlardan alınan kanıtsız yazılar kaynak
olamaz.” dedim. Bu doğrultuda konuşmamız sürüp gitti. Ardından kalkıp bir
kitapçıya gittik ve arkadaşım uzun araştırmalar sonunda üç beş kitap alıp evin
yolunu tuttu.
Popüler
kitapların yaygınlaşması ve yeğlenmesi, bu alanda ticari bir kazanç kapısını da
açtı. Ticari kazancın çekiciliği, kitap yazımındaki özensizliği artırdı. Bu
özensizlik, “kes, kopyala, yapıştır” yoluyla kitap yazımını hızlandırdı. Nasıl
olsa okurların çoğu, kitabın içeriğiyle ilgilenmiyordu. Okur için önemli olan
genel havaya uyup modanın dışında kalmamaktı. Bu nedenle popüler kitaplardan
söz açılınca öncelikle bu kitabın ne kadar çok sattığından söz edilmekteydi.
Eğer çok satılıyorsa kitap güzeldir. Market raflarına dizilen kitapların
kapaklarına ilgi çekecek bir biçimde “Bu kitap 200.000 adet basılmıştır ya da
“500.000 baskı” gibi okuru ikna edici sözler yazılmaktaydı. Okur da büyük
kalabalıktan birisi olma adına kitabı satın alıyordu.
Popüler
kitaplar ellerde taşınmaktaydı, herkes görsün diye. Yeiç ve yegitlerde otururken masanın üzerine
yerleştirilirdi kitaplar. Amaç, popüler kitap okuduğunu bu yolla da memleketin aydınları(!)
arasında yer aldığının gösterişini yapmaktı.
Düşünce
kitaplarının yazımında başvurulan “kes, kopyala, yapıştır” uygulaması giderek
romanlarda da kendini gösterdi. Ünlü(!) olan ve birçok ödül alan bazı
romancıların kitaplarındaki aşırmalar (intihalller) kamuoyunun gündemine
oturdu. Ne yazık ki başkalarının yapıtlarından aşırma (düşünce hırsızlığı)
yapanların ne yüzü kızardı ne de okurları azaldı. Aşırmalar ortaya çıkmasına
karşın popüler kitap yazıcıları bu işten vazgeçmediler. Çünkü devir, liberalizmin
devriydi. Kitap yazımı bir gelir kapısı olarak görülmekteydi. Her türlü yoldan
para kazanmanın geçer akçe olduğu bir çürümenin, yozlaşmanın kokuşmuşluğu
içindeydik.
Gerçeğin
peşinde olan ülkü sahiplerinin sesi az, liberal madrabazların bağırtıları çok
çıkmaktaydı. Daha başka bir söylemle çürümenin kokusunun kirlettiği havada gül
kokuları neredeyse fark edilemez olmuştu.
Türkiye’nin
liberalizmden yavaş yavaş kurtulması ve devletçiliğin geçer akçe olmaya
başlamasıyla topluma dayatılan popüler kitapların da dönemi bitmeye başladı.
Türk yazını, geniş ufuklara yelken açacağı günlerin başlangıcındadır.
Kitapların da kavun gibi koklanacağı günlerdeyiz. O halde ne duruyoruz?
Adil
Hacıömeroğlu
7
Nisan 2021
Kitabın kokusunu alamayıp,bilgileri yaşama aktarmayıp,bu bilgilerle tarımsal,endüstriyel vs. üretim yapmak için iş elbisesi,iş tulumu giymeyen millet,yakında ölü kefeni giymeye namzettir demektir.
YanıtlaSilSevgili ADİL Bey. Bizlerde VATAN + MİLLET + ÜLKE = Genel olarak dahilinde okuma kültürünüz minimum olarak ifade edebilirim. Olan EĞİTİM ayrıcalıklı seviyemiz dahilinde yok edildiğini gözlemliyorum.Eğitimin olmadığı yerde DEĞER olmaz. Değerin olmadığı yerde KALİTE olmaz. Duygu ve düşünce paylaşımınıza ayrıca TEŞEKKÜRLER. SİZ varsanız. BİZ varız. Ali Kemal AYDIN… SELAMLAR - SEVGİLER….
YanıtlaSil