CUMHURİYET IŞIĞI


  Toplumumuzda ayrılıkçılığın, bölünme eğilimlerinin, siyasal kutuplaşmaların yoğun yaşandığı bir dönemden geçmekteyiz. Böylesi koşullarda insanlar genellikle umutsuz olur, gelecekle ilgili düşler kurmazlar. Umudun tükenmekte olduğu bu anlarda, ufukta bir ışık belirir; içiniz ısınmaya başlar, o ışık gittikçe çoğalır, birden karanlıkların aydınlanmakta olduğunu görürsünüz. Yok olan düşler birden canlanır; bedeninizde, tininizde bir canlılık duyumsarsınız.

     Haziranın ikinci haftasında orta yaşı geçmesine karşın gençlik ateşini yitirmemiş, Cumhuriyet’imizin aydınlığının sonsuza dek Türkiye topraklarını aydınlatması için yorulmadan savaşım veren bir arkadaşım, elinde bir dosya ile mutlu ve coşku dolu bir yüzle, gururla yanıma geldi. Karşılıklı birer bardak çay içecek fırsat bulamadan kendimi onunla dosyadaki kâğıtların içinde buluverdim. Heyecanlandım, gururlandım, ülkemle ilgili hiçbir zaman tükenmeyen umudum daha da çoğaldı. TGB üyesi gençler, Diyarbakır’ın Bismil İlçesi’nin Aslanoğlu Köyü’nün harabe olmuş ilköğretim okulunu onarmak için bir çalışma başlatmışlar. Dosyada her şey ayrıntılı olarak belirtilmiş. Mali bilânço çıkarılmış, en küçük ayrıntılar bile atlanmadan. Aslanoğlu köylülerini, toprak ağalığına karşı verdikleri savaşımdan daha önce tanıyordum. Güneydoğu’nun vahşi feodalizmine karşı nasıl amansız bir savaşın içinde olduklarını biliyordum. Bu nedenle de hep saygı duydum bu hak savaşımına. Çünkü ağalık düzeni yıkılmadan Ortaçağ karanlığının yok olması olanaksız. Aydınlık bir Türkiye’nin kurulması da ancak Ortaçağ kurumlarının ortadan kaldırılmasıyla olur.

             Unutmadan söyleyeyim ki Basmil Türklerinden adını alan bu güzel ilçeye ağalık, topraksızlık Ortaçağ zorbalığı yakışır mı hiç? Adını Atatürk’ün koyduğu bakırın diyarı, yani uygarlık ve sanayi kenti Diyarbakır’ın ağalıkla anılması çok üzücü bir şey.

         Gelelim, TGB’nin okul yapım işine. İşçilik gençlerimizden... Araç, gereç, yapı gereçleri ve kütüphanenin kurulması için ne kadar harcama yapılacağı hesaplanmış; bu konuda gönlü Cumhuriyet ışığıyla aydınlanmış yardımseverlerin bağışları bekleniyor. Yapım işinde öncelikle kütüphanenin düşünülmesi, işin en güzel yanı. Kitabın girdiği, okunduğu, başköşede olduğu yerde kötülükler yok olur. Gençlerin kütüphane konusundaki duyarlılıkları göğsümü kabarttı.

         İşçiliği gençler dönüşümlü olarak imece usulü yapacaklar. Yaz dinlencelerini bu işe adamışlar. Onlar için önemli eğitici bir okul, bu çalışma. Okul yapım işiyle hem ülkemizin diğer gençlerine örnek olurlarken hem de önemli bir yaşam deneyimi kazanacaklar. Anadolu’nun sorunlarla dolu bir bölgesinin dertle yüklü bir köyünde “yaşam okulu”nun eğitiminden geçecekler.

             Gençler işe: “Türkiye’nin birliğine harç koyuyor, Bismil Aslanoğlu Köyü’nde okul yapıyoruz.” sloganıyla başlamışlar. Türkiye’nin birliğinin, emek ve aydınlanma mücadelesinden geçtiğini defalarca yazdık, söyledik. Ağalığa karşı mücadelelerinde, ellerinde Türk bayraklarıyla “Yıkılsın ağalık, yaşasın Cumhuriyet!” şiarını haykıran Aslanoğlu köylülerinin bu erdemli mücadelesi, ne yazık ki basınımızda fazla yer bulamadı.

             TGB’li gençlerin konuyla ilgili bildirilerinden bir bölüm aktaralım: “Diyarbakır’ın Bismil İlçesi’ne bağlı Aslanoğlu Köyü 2005 yılından beri toprak ağalığına karşı mücadele ediyor. Bölgenin toprak ağası, haksız bir şekilde Aslanoğlu Köyü’nün çevresinde bulunan ve köylülere ait olan toprakları zor kullanarak aldı. Köylüler, toprak ağasını dava etmelerine ve yasal süreci başlatmalarına rağmen henüz bir sonuç elde edemediler. Ağa ise köylülerin bu haklı mücadelesini zorla bastırmaya çalışmaktadır. Yasa tanımayan ağa, köye defalarca baskın düzenlemiş ve bu baskınlar sırasında dört köylü öldürülmüştür. Çünkü bilmektedir ki Aslanoğlu köylüleri başarılı olursa hem kurulu çıkar düzenleri bozulacak hem de terörün sosyal-ekonomik zemini ağır yara alacaktır. Biz de üniversite öğrencileri olarak Aslanoğlu Köyü’nü yalnız bırakmıyoruz. Köyün ilköğretim okulunu eğitime elverişli hale getireceğiz ve bu cesur köyün zeki çocuklarına, sizin de desteğinizle, eğitim olanağı sağlayacağız.” Bu sözlerle yürekleri aydınlık gençlerimiz, Anadolu’nun orta yerine bir çoban ateşi yaktılar. Gelin, hep birlikte bu çoban ateşini daha da büyütelim ki ateşin aydınlığı yurdumuzun her yanını kaplasın.

                 Türkiye’nin ilk büyük imecesi, Kurtuluş Savaşı’yla başladı. Eli silah tutan cephede savaşırken kadınlarımız, yaşlılarımız ise cephedekilerin gereksinimlerini sağlamak için var güçleriyle çalışıyorlardı. Kısacası utku, büyük bir ulusal imecenin emeğiyle kazanılmıştı. Cumhuriyet’le birlikte başlatılan kalkınma ve aydınlanma savaşı da ulusal bir imece ile yürütüldü. Burada köy enstitülerinin kuruluş çalışmaları örnek bir dayanışma ve yaratıcılık örneği. Köy enstitülerinin yapıları, öğretmenler ve öğrencilerin yaz dinlencelerindeki olağanüstü çalışmalarıyla yapıldı.

             68 kuşağı gençleri, yıllar önce (1969’da) Güneydoğu’nun en deli akan ve geçit vermeyen akarsuyu olan Zap Suyu’na yine bir imeceyle asma köprü yapmışlardı. Yöre halkı, bu köprüye “Devrimci Gençlik Köprüsü” adını koydu. Bu köprü, ne yazık ki 1999’da bölücü örgüt tarafından havaya uçuruldu.

             Yıllar sonra gönülleri yurt ve ulus sevgisiyle dolu gençlerimiz de “Cumhuriyet’in okulunu” kurmak için kolları sıvadılar. Yaşıtlarının bir bölümü loş ışıklı barlarda kafa çekerken bu gençlerimizin böylesine güzel imecelerine; katılmaktan, saygı duymaktan, destek vermekten başka elimizden ne gelir ki?

                 Not: TGB’nin bu kampanyasına katılarak destek vermek isteyenler, 0535 390 96 54 numaralı telefonu arayabilirler.

                                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                                         24 Haziran 2010

         28 Haziran 2010 tarihli Ulus ve Kent Yaşam gazetelerinde yayımlanmıştır.

         

                                                                     

 

 

 

 

 

        

 

 

AMASYA GENELGESİ

Bugün Amasya Genelgesi’nin 91.yıldönümü. Yani ulusal bağımsızlık mücadelesinin yapılacağının tüm yurda duyurulduğu gün. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ilk yapıtaşı olan Amasya Genelgesi’nin önemini anımsamaya ve anlamaya bugünlerde daha çok gereksinmemiz var. Sabahleyin gazetelerin çoğuna baktım, böylesine önemli bir günle ilgili köşe yazısı ve haber aradım, nafile! Gün boyu televizyonlarda Amasya Genelgesi ile ilgili bir programa rastlarım diye umutlandım, ne yazık ki yok.

Mondros Ateşkes Antlaşması ile emperyalist işgale uğrayan, bölünüp parçalanan yurdumuzun bu durumuna karşı kayıtsız kalan Padişah ve İstanbul hükümetinin yaydığı umutsuzluğa karşı ulusal bir haykırış olan Amasya Genelgesi, genel hatlarıyla şöyleydi:

“1- Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
2- İstanbul'daki hükümet, üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor.
3- Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır.
4- Ulusun durumunu ve davranışını göz önünde tutmak ve haklarını dile getirip bütün dünyaya duyurmak için her türlü etkiden ve denetimden kurtulmuş ulusal bir kurulun varlığı çok gereklidir.
5- Anadolu'nun her yönden en güvenli yeri olan Sivas'ta ulusal bir kongrenin tez elden toplanması kararlaştırılmıştır.
6- Bunun için bütün illerin her sancağından, halkın güvenini kazanmış üç delegenin olabildiğince çabuk yetişmek üzere hemen yola çıkarılması gerekmektedir.
7- Herhangi bir kötü durumla karşılaşılabileceği düşünülerek bu iş, ulusal bir sır gibi tutulmalı ve delegeler gereken yerlere kimliklerini gizleyerek gelmelidirler.
8- Doğu illeri adına 10 Temmuz'da bir kurultay toplanacaktır. O güne kadar öteki il delegeleri de Sivas'a ulaşabilirlerse Erzurum Kongresi'nin üyeleri de Sivas'ta yapılacak genel toplantıya katılmak üzere yola çıkarlar.”
Genelgeyi imzalayanlar: Mustafa Kemal, Hüsrev (Gerede), Kazım (Dirik), Ali Fuat (Cebesoy), Hüseyin Rauf (Orbay)’tur. Genelge, imzalandıktan sonra Konya'da bulunan Ordu Müfettişi Cemal Paşa ile Erzurum'da Kazım Karabekir Paşa'nın da onayları alınarak 22 Haziran 1919 tarihinde ilgililere duyuruldu.
Genelge, yayımlanmadan dört gün önce Mustafa Kemal tarafından yazılıp Trakya’ya bildirilmiştir. Zaman zaman yazılı ve sözlü basında Atatürk’ün yol arkadaşlarıyla aralarının açılmasının nedeni, birtakım uydurma olaylarla açıklanmaya çalışılır. Burada amaç, Atatürk’ü üstü kapalı suçlamaktır. Amasya Genelgesi gibi önemli bir ulusal irade beyanının imzalanması sırasında neler olmuştur? Bu sorunun yanıtını Mustafa Kemal, Söylev’de veriyor:
“Ben yazının yeni gelen arkadaşlarca da imzalanmasını istedim. O sırada Rauf Ve Refet Beyler benim odamda, Fuat Paşa başka odada bulunuyorlardı.
Rauf Bey, konuk olduklarından bu yazıya imza koymak için kendinde bir ilgi ve yetki görmediğini, incelikle söyledi. Bunun tarihsel anı değerinde olduğunu ileri sürerek imza etmesini söyledim. Bunun üzerine imza etti.
Refet Bey imzadan çekindi ve böyle bir kongre toplamaktaki amaç ve yararı anlayamadığını söyledi.
İstanbul’dan beri yanımda getirdiğim bu arkadaşın –tuttuğumuz yola göre- anlaşılması pek kolay olan bir konuda açığa vurduğu düşünüş ve duyuş biçimi bana çok acı geldi. Fuat Paşa’yı çağırttım. Paşa, düşüncemi anlayınca hemen imza etti. Fuat Paşa’ya Refet Bey’in çekinme nedenini anlayamadığımı söyledim. Fuat Paşa, Refet Bey’i oldukça sıkı bir sorguya çekince Refet Bey yazıyı eline alarak kendine özgü bir im koydu. Öyle bir im ki bunu bu yazıda bulmak biraz zordur.
Buyurun, isteyen inceleyebilir.
Baylar, gereksiz gibi görülebilen bu açıklama, sonraki yıllar ve olaylarla ilgili birtakım karanlık noktaları aydınlatmaya yarar düşüncesiyle yapılmıştır. (Söylev, TDK Yayınları, 1978, s.25)” Atatürk’ün Genelge’nin imzalanma aşaması ile ilgili açıklamaları sanırım yorum gerektirmez.
Mustafa Kemal Atatürk, olanaksızlıklar içinde büyük güçlüklere göğüs gererek kurtuluş mücadelesini ilmek ilmek örerken İstanbul Hükümeti de boş durmuyordu. Kurtuluş Savaşı’na muhalefetiyle tanınan İçişleri Bakanı Ali Kemal’in 23 Haziran 1919’da valiliklere gizli olarak gönderdiği yazı aşağıdadır.
“Mustafa Kemal Paşa büyük bir asker olmakla birlikte, bugünün siyasasını o ölçüde bilmediği için, olağanüstü yurtseverlik ve çaba göstermesine karşın, yeni görevinde hiç başarılı olamadı. İngiliz olağanüstü temsilcisinin isteği ve üstelemesi üzerine görevinden alındı ve alındıktan sonra yaptıkları ve yazdıkları ile de bu kusurlarını daha çok açığa vurdu. Reddi İlhak dernekleri gibi, Karesi (Balıkesir) ve Aydın dolaylarında Müslüman halkı haksız yere kırdırmaktan ve böyle bir durumdan yararlanarak halkı haraca kesmekten başka iş göremeyen buyruk dinlemez, saygısız ve yasadışı kurulan birtakım kurullar için öteden beri çektiği tellere de siyasadaki yanılgılarını yönetimde de artırdı. Adı geçenin İstanbul’a getirilmesi Harbiye Nazırlığını ilgilendiren bir görevdir. Ama Dahiliye Nazırlığının size kesin buyruğu, artık o kişinin görevinden çıkarılmış olduğunu bilmek, kendisiyle hiçbir resmi işleme girişmemek, hükümet işleriyle ilgili hiçbir isteğini yerine getirmemektir. Bu yönergeye uygun iş görmekle ne gibi sorumlulukların ortadan kalkacağını anlayacağınızı biliyorum. Bu önemli ve korkulu dakikalarda görevli olsun, halktan olsun, her Osmanlıya (tüm Osmanlı yurttaşlarına) düşen en büyük ödev, barış konferansınca alınyazımız üzerine karar verilirken ve beş yıldır yaptığımız deliliklerin hesapları görülürken artık aklımızı başımıza devşirdiğimizi göstermek; akıllıca ve öngörüşlü davranışlara uymak; parti, mezhep, ırk anlaşmazlıklarını gözetmeksizin herkesin yaşamını, malını, ırzını korumakla uygarlık dünyası karşısında bu yurdu bir daha lekelememek değil midir? (Söylev, TDK Yayınları, 1978, ss. 26-27)”
Yukarıda Kurtuluş Savaşı sırasında üç farklı tavır görülmektedir. Birincisi Atatürk’ün, bağımsızlık için kararlı ve ulusuna güvenen inançlı tavrıdır. İkincisi, Rauf ve Refet Paşaların kararsızlığıdır. Üçüncü ise, Ali Kemal’in İngilizlerin istekleri doğrultusunda davranmasıdır. Yurdumuzun içte ve dışta siyasal açıdan zor durumda olduğu günümüzde siyaset sahnesinde olan kişileri ve anlayışları, doksan bir yıl öncesinin siyasal yaşamına uyarlayın bakalım, ortaya ne çıkar?
Adil Hacıömeroğlu
22 Haziran 2010
Not: Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

SICAK BİR YAZ

19 Haziran gece yarısı, Hakkâri’nin Şemdinli ilçesine on beş kilometre uzaklıktaki Günyazı Köyü'nün Tanyolu Mezrası Mezargediği Bölgesi'nde bulunan Tekeli Jandarma Sınır Taburuna bağlı sınır bölüğünün üs bölgesi, PKK'lı teröristlerin saldırısına uğradı. Ne yazık ki askerlerimizden sekizi şehit oldu, on dördü de yaralandı. Ayrıca kaçan teröristlerin peşine düşen askerlerimizden iki şehit, iki de yaralımız var. Şehitlerimize Tanrı’dan rahmet, yaralılarımıza acil şifa diliyorum.

“Açılım” denilen ne olduğunu kimsenin bilmediği, yalnızca terör örgütünün iyi anladığı bir AKP mucizesinden sonra terör olayları tırmanmaya başladı. Hükümet, Türkiye’nin yaşamsal bir konusunu TBMM’de görüşmek yerine popçu ve topçularla konuştu. Muhalefet partileri ve kamuoyu günlerce bekledi, “Kürt Açılımı” paketinden ne çıkacak diye. Çıka çıka Habur rezaleti çıktı. Habur’da kahramanlar gibi karşılanan PKK’lı teröristler, günlerce otobüslerle gezdirilip mitinglerde endam ettirildiler. Böylesi bir tutumla birçok Kürt gencinin terör örgütüne sempati ile yaklaşmasına zemin hazırlandı. Çünkü Habur’dan gelen teröristlere muzaffer bir kimlik kazandıran, bizzat hükümet yetkilileriydi. Ayrıca PKK’nın meclisteki sözcülerinin her fırsatta devleti tehdit etmesine, demokrasi adı altında yaklaşan açılımcılar değil miydi? Dünyanın neresinde hapiste bulunan bir terör örgütü lideri, avukatları aracılığıyla örgütünü yönetir. Bölücübaşı, tarih vererek eylemlerin, saldırıların artacağını söylüyor ve dedikleri de oluyor. Böyle bir durumda Adalet Bakanı’mız ne yapıyor acaba?

Başbakanın “açılım” tartışmaları sürecinde, eleştirenleri sürekli suçlayıcı bir tavır içinde olması ise anlaşılır gibi değildi. Lisede okurken münazara birinciliği alan RTE, o dönemden kalan alışkanlığından olacak siyasal muarızlarıyla tartışmasından galip gelme duygusuyla her türlü yolu deniyor. Bunun başında da duygu sömürüsü geliyor. “Analar ağlamasın.” Sözünü diline doladı açılım sürecinde. Kim ister ki anaların ağlamasını? Ancak aylardır verdiğimiz şehitlerimizin anaları ağlıyor. Bu analarımızın feryatlarını, ağıtlarını işitmeye, üzüntülerinin derinliğini görmeye cesaretleri var mı AKP’li yöneticilerin. Bir annenin, yirmi yaşını henüz devirmiş aslan gibi gencecik bir evladını toprağa vermesinin ne demek olduğunu bilir mi bu beyler?

Son saldırılardan anlaşılacağı üzere terör örgütü, eylemlerini ülkemizin her yerine yaymak istiyor. Amacı halkı canından bezdirerek korku ve yılgınlık psikolojisi yaratmak. Bu yaz bölücü terörün eylemleriyle geçecek gibi. Ulus olarak sıcak bir yaza hazır olmalıyız.

PKK’lı teröristlere “kahramanlık” payesi verenler, gerçek kahramanlara karşı nasıl davranıyorlar? Deniz kuvvetlerinin kuzey ve güney deniz saha komutanları, darbeci diye mahkemelerde süründürülürken terör, İskenderun’da yedi denizcimizi bizden alıp götürüyor. Terörle mücadele eden 3.Ordu komutanına akıl almaz suçlamalarda bulunarak hapse atmak istiyorlar. Emekli ordu komutanları, değişik görevlerde bulunmuş ordu mensupları, özellikle de teröre karşı mücadelede kahramanlaşmış subaylar darbeci diye hapislere atılıyor. Adeta bölücü teröre karşı mücadele edenler cezalandırılırken, terör örgütü mensupları ödüllendiriliyor. Gün geçmiyor ki TSK mensuplarıyla ilgili bir eleştiri, tutuklama, saldırı olmasın. Maalesef ülkemizdeki birtakım siyasal odaklar TSK’yı düşman olarak görüyorlar. 1923’ün rövanşını alma istekleri, onları kendi ulusuna zarar verme noktasına getiriyor. Çünkü ideolojik saplantıları kulaklarını sağır, gözlerini kör, beyinlerini düşünmez yapmış; yüreklerini ise taşlaştırmıştır.

Hükümet kanadının ilk açıklaması TBMM başkanı M. Ali Şahin’den geldi. “Bugün verdiğimiz sekiz şehidimizle ilgili Genelkurmay’dan tatmin edici bir açıklama bekliyorum.” diyor. Açıklama ilginçtir ve suçluları koruma izlenimi vardır. Kendi hükümet sorumluluklarını unutarak TSK’yı işaret etmek anlaşılır gibi değil. Sanki Türkiye’yi başkaları yönetiyor.

TSK’ya yönelik psikolojik savaş sona erdirilmelidir. Komutanları tutuklanan bir ordu savaşma isteğini yitirir. Geçmişte teröre karşı kahramanca savaşmış komutanların tutuklanması ve görevleri nedeniyle suçlanmaları ise teröristlere cesaret verirken ordu mensuplarının görev şevkini kırar.

Şimdi birçoğumuzun anlamadığı bir şey var. Aktütün, Dağlıca, Tekeli… Bu üç saldırı da çok kalabalık terörist gruplarca yapılıyor. Gece vakti bu kişiler, silah ve teçhizatlarıyla yürüyerek gelip karakolları basıyorlar, sonra da ayrılıp gidiyorlar (Gerçi son saldırıda on iki terörist öldürüldü.) Bu iş, geniş kapsamlı teknik ve lojistik destek olmadan olamaz. Terör örgütünün böyle bir olanağının bulunduğunu da sanmıyorum. Bu baskınlar, uluslararası bir operasyon mudur yoksa? Sakın ola, Irak’ın kuzeyindeki yeni küresel komşumuz ve müttefikimizin bu işlerde bir parmağı olmasın! Bu saldırıların uluslararası boyutları araştırılmalı, gerçekler kamuoyuyla paylaşılmalı ki Türk Ulusu, dostunu düşmanını tanısın.

Bölücü terör konusunda basın yayın organlarımız da duyarlı v sorumlu davranmalıdır. Bazı basın yayın organları ve mensuplarının gerek iktidara yaranma gerekse “demokrasicilik” modasına uyarak ulusumuzun değerlerini yıpratıcı, aşındırıcı, yok edici yayınları ülkemize ve demokrasimize zarar vermektedir. Bazı basın yayın organları ise bu işi planlı ve bilinçli olarak yapmaktadırlar. Bu yayınlar öylesi bir hal aldı ki akılla, mantıkla izahları olanaksızdır. Karakol baskınlarının bizzat TSK tarafından yapıldığını yazıp söyleyen densizlere bile rastladık. Şu iyi bilinmelidir ki Türkiye olmazsa Türk basını da olmaz.

Hükümetin son aylarda izlediği yanlış dış politika da terör saldırılarının bir başka nedenidir. Hamas ve benzeri örgütleri muhatap alarak İran’ın molla rejiminin avukatlığına soyunan RTE, ülkemizi uluslararası arenada yalnızlaştırmıştır. İsrail’le ilişkilerin gerilmesi, İran konusunda ABD ile ters düşülmesi, Türkiye’nin teröre karşı elini zayıflatmıştır. Gazze uğruna Mehmetçiklerimizi feda etmenin anlamı ve mantığı yoktur. RTE ve arkadaşları şunu iyi bilmelilerdir ki, iktidara geldikleri 2002’den bu yana Gazze’de ölen Filistinliden çok, teröre karşı mücadelede şehit olan Mehmetçiğimiz var. Başkalarının yangınını söndürmek için beyhude ve hamasi çabalar göstereceğinize, önce kendi evinizdeki yangını söndürün.

Mavi Marmara gemisi baskını sonrası efelenip kükreyen RTE, yazımızın yazıldığı akşam saatlerine kadar sesini çıkarmadı. Gazze’ye yardım konvoyu baskınında ta Şili’den kalkıp gelen RTE, İstanbul’da FİFA icra komitesi üyesini kabul ediyor. Acaba bu görüşmede terör mü konuşuldu? Her şeyi oya tahvil etmeye ve gündemi değiştirme konusunda maharetli olan iktidar partisi ve RTE, bakalım bu kanlı oyundan ne sonuç çıkaracak?

Yağma, soygun ve ortaçağ düzenini sürdürmek isteyenler; kişisel çıkarları uğruna popülizm yaparak uluslararası bir komplonun yardımcı oyuncusu olarak rollerini çok kötü oynuyorlar. Türk Ulusu böyle yönetilmeyi hiç, ama hiç hak etmiyor.

Adil Hacıömeroğlu
19 Haziran 2010

ŞEHİTLERİMİZE DE AĞLANMALI

“Fevzi Altürk, Mehmet Kaya Çelik, Nuri Aydın, Fatih Aydoğdu, Süleyman Gür, Hüseyin Koç, Malik Soykal, Levent Çetinkaya, Ahmet İnce, Ömer Akcan, Ahmet Eryılmaz, Selman Özay, Erkan Ayaz, Hasan Özüberk, Halil İbrahim Ertaş, Kemal Koçyiğit, Ahmet Eyce, Ahmet Altunoğlu, Abidin Tanrıkolu, Metin Can, Emin Şener, Emrah Aktaş, Birol Mutlu, Erman Aydın, Adem Erboyacı, Bahtiyar Yalınca, Doğan Balduk, Muhammet Özbek, Abdullah Bilir, Abdülrezzak Kaçan, Abdülmecit Özkan, Mustafa Dolumay, Erhan Terletme, Kerem Oğuz Erbay, Serhat Aslan, İsmail Kartal, Erol Tavukçu, Ümit Akbulut, Fatih Gökkaya, Emrah Karaman, Levent Tabak, Murat Saraç, Kamil Tuna, Pınar Akdağ, Cihangir Bekiş” Bu adları anımsayanınız var mı? Kimi subay, astsubay, uzman çavuş; kimi polis, geçici köy korucusu; kimi ise vatani görevini yapmakta olan gencecik fidanlar, evlatlarımız, askerlerimiz, yiğit Mehmetçiklerimiz. Hele biri var ki bir subay eşi, bir kadın; kırk gün önce evlenmiş, hayallerini süsleyen beyaz gelinliği giymiş bir anne adayı. Kırk yedi gün önce beyaz gelinlikle mutluluğa uçan bir beyaz güvercin, kırkı dolduğunda al kanlar içinde hayallerine veda ederek beyaz kefeniyle şahadet şerbetini içerek kuş olup cennete kanatlanan bir melek. PKK’lı militanlar, haince bir planla nişan alıp masum bir kadını evinin balkonunda vurarak şehit ettiler.

Şırnak, Hakkâri, Batman, Samsun, Mardin, Giresun, Tunceli, Diyarbakır, Dağlıca, Siirt, Hatay, İskenderun, Tokat, Osmaniye’de görevi başında şehit olan bu vatan evlatları için havaalanlarında nöbet tutan bakan gördünüz mü? Eline bayrak alıp Taksim Meydanı’na koşanlara rastladınız mı? Belediye araçlarının meydanlarda, sokaklarda bu şehitlerimiz için anonslar yaptığını işittiniz mi? Türkiye’yi yöneten başbakanın, terör örgütüne öfkelenerek nutuk attığını, bağırıp çağırdığını, esip gürlediğini duyanınız var mı?

Şehitlerimizi yitirdiğimiz çatışmalarda yaralanan, gazi olan vatan evlatlarını hastane kapısında bekleyen bir bakana, milletvekiline rastladıysanız; herkese söyleyin, bilmeyenimiz kalmasın. Şehitlerimizin ailelerine, eşlerine, çocuklarına bir ihtiyaçları olup olmadıklarını soran özverili bir sivil toplum kuruluşu varsa, söyleyin de şapka çıkaralım onlara.

İstanbul’la Kudüs’ün kaderinin bir olduğunu söyleyenlere şunu anımsatmalıyız ki, Türkiye’nin seksen bir ilinin kaderi ortaktır. İşgal altındaki İstanbul’un kaderi; Kudüs, Beyrut, Ramallah, Kahire, Riyat, Şam’la değil; Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas, İnebolu, Ankara ve tüm yurt topraklarıyla birdi. Onun içindir ki İstanbul kurtuldu. İstanbul’un kaderi İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da, İzmir’de, Mudanya’da ve Lozan’da çizildi.

Gazze “Seferi”ni hüzünlü bir kahramanlık destanına dönüştürerek kutsallık atfeden, hükümetin her konuda konuşan ağlak bakanının, PKK’nın hain tuzaklarında can veren şehitlerimizle ilgili böylesi bir yürek yakıcı konuşmasını dinledik mi acaba?

“Ben, İskenderun'da gerçekleşen eylemden şunu okudum. Artık bu savaş sadece Kürdistan'da olmayacak. Ben, bunu okudum. Kimse kızmasın bana, bunu söylediğim için. Gerçekler acıdır, acıtır. Gerçekleri konuşmak zorundayız, konuşursak çözebiliriz. Birbirimizi kandırarak değil. Kafamızı kuma gömerek değil. Ben İskenderun eyleminden bunu okudum. Bu mudur hükümetin, Başbakan'ın istediği, bu savaşın bütün Türkiye'ye yayılması mıdır? Zevk mi alıyor insanların ölmesinden, haklarının ihlal edilmesinden? Nedir derdi? Yeter artık. Bir çağrı yapıyorum herkese. Kürt’üne, Türk’üne, herkese çağrı yapıyorum. Öyle görünüyor ki, bundan sonra bir savaş gelişirse geçirdiğimiz otuz yıl gibi olmayacak. Herkese çağrım: değil bir gün, bir saniye bile durmayalım. Barış için, özgürlük, eşitlik, adalet için hep birlikte bütün gücümüzle çalışıp çabalayalım.” Bu sözler, bölücü örgütün İskenderun saldırısından sonra BDP Mardin milletvekili Emine Ayna’ya ait. Resmen Türk devleti tehdit ediliyor, devlete meydan okunuyor. Eylemlerin büyük kentlerimize yayılacağını haber veriyor. PKK eylemlerinin yeni canlar alacağını haykırıyor. RTE’nin bu bayana “one minute” demesini bekledik. Nafile. Can veren Mehmetçik olunca diller susuyor, ağızlar kilitleniyor. Ama söz konusu Gazze ise coşuyor hükümet yetkililerimiz. Öfkeleri, hitabet sanatına dönüşüyor. On bir haftada kırk dört şehit vermişiz, gencecik canlarımızın al kanları, kara toprağı sulamış, umurunda mı beylerin?

Tunceli’de terhis olan askerlerimize mayınlı tuzak kuruldu ve on üç askerimiz yaralandı. Evlerine dönme mutluluğu yaşayan gencecik yüreklerin yaşamı bir anda kâbusa döndü. Eli silah tutmayan bu insanlara yapılan saldırı savaşta bile olmaz. Yani İsrail’in Gazze’de yaptığından farksız mı bu? Dünyanın her yerinde “insan hakları” geçerli de Türkiye topraklarında hain tuzaklarda can veren, sakat kalan ulusumuzun bireyleri için niçin geçerli değil? Bölücü başının konforu için kıyamet koparanlar, İmralı’ya giderek açılım ittifakları kuranlar, terörist başının ağzından çıkacak sözleri ağzı açık dinleyenler bu toprağın sesine neden kulak vermezler?

Bölücü örgütle amansız mücadelede kahramanlaşan ordumuz subaylarını asılsız suçlamalarla Silivri Cezaevi’ne dolduranlar, açıkça PKK’nın sözcülüğünü yapanlar karşısında dut yemiş bülbüle dönüyorlar. Hamas’a uygulanan ambargoyu kaldırmak için uğraşanlar, aynı gayreti şehit ve gazilerimiz için de göstermelidirler.

Gazze için yanıp tutuşanlar, çırpınanlar, yalancı pehlivanlar gibi naralar atanlar; önce kendi Gazze’nizdeki ateşi söndürün.

Adil Hacıömeroğlu
11 Haziran 2010
Not: 14 Haziran 2010 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

EKSEN KAYDI

İsrail’in, Gazze’ye uyguladığı ablukayı kırmak için Mavi Marmara gemisi öncülüğünde düzenlenen yardım seferinin kanlı sonu, ülkemizin geleceği ile ilgili hızlı bir sürecin de başlamasına neden oldu. Davos’ta “one minute” ile başlayan İsrail’le ilişkilerin sertleşmesi, hızlı bir tırmanışla bugüne geldi.

İsrail’le ilişkilerdeki sertleşmeye paralel olarak İran, Suriye, Hamas’la hızlı bir yakınlaşma süreci başladı. RTE’nin, Mavi Marmara baskınından sonraki açıklamaları ise sorumlu bir devlet yöneticisinin özeninden yoksundu. Kimi zaman konuşmalar, öfke seline dönüşünce ağzına geleni söylemesi ise ilginçtir. Devleti yönetenler, konuşacakları her sözcüğü aklın, düşüncenin imbiğinden geçirmek zorundadırlar. “Hayatta üç şey geri gelmez: Geçen zaman, kaçırılan fırsat ve ağızdan çıkan söz. (Hz. Ali)” Zamanı kötü kullanarak fırsatları tepmek ne kadar kötüyse düşüncesizce ağızdan çıkan söz de o denli kötüdür ve zarar verir insanoğluna. Hele bir toplum adına konuşuyorsanız, daha da dikkatli olmalısınız. Bağırıp çağırmak, esip gürlemek kimi zaman öfkenizi yatıştırır görünse de taraftarlarınızı galeyana getirse de sonucu hiç de sizin düşündüğünüz gibi olmayabilir. “Bir söz, ağzınızdan çıkana kadar esirinizdir; çıktıktan sonra siz onun esiri olursunuz (Hz. Ali)” sözünü unutmamak gerekir.

RTE, “Kudüs’ün kaderi, İstanbul’la birdir.” sözüyle ülkemiz dış politikasına yeni bir boyut getirmiştir. Bu sözle dinsel bir saflaşma düşüncesinin belirtileri de ortaya çıkmıştır. İstanbul’un özellikle belirtilmesi de anlamlıdır. Bununla yeni Osmanlıcılığa bir vurgu olduğu da düşünülebilir. RTE’nin şu sözleri de ilgi çekicidir. “Bizde de onların ortakları var ha söyleyeyim. Ne yazık ki PKK ile Hamas arasında benzerlik kuranlar var. PKK ile Hamas arasında bir bağlantı yoktur. Hamas bugün seçim kazanarak yönetime gelmiş bir siyasi partidir. Ama onlara iktidarda kalma şansı dahi vermediler. Hani demokrasiler? Niye bunlara müsaade vermediniz? Hamas'a oy verdiği için Filistin halkını cezalandırdılar. Tutup Hamas ve PKK'yı bir araya getirip köşenizde yazamazsınız ey Türk gazetecileri." Kimse Hamas’la PKK arasındaki bir bağlantıdan (Bağlantı, ilişki anlamını da içerir.) söz etmedi. Sözü edilen her iki örgütün de dünyanın birçok ülkesi tarafından terörist olarak görülmesidir. Eğer demokrasi söz konusuysa Gazze’deki El Fetih taraftarlarına niçin uygulanmamaktadır. Şu da iyi bilinmelidir ki Gazze’de İsrail’in öldürdüğü kadar Hamas da Filistinli öldürmüştür. Hamas’ın sertlik yanlısı politikaları İsrail’in işine gelmektedir. İsrail gibi şiddete dayalı bir politika belirleyen yönetimlerin, sürekli savaşacakları şiddet yanlısı örgütlere gereksinimi vardır.

AKP İslami bir dayanışma anlayışıyla dış ilişkilerimize yön verirken genel dünya politikalarını ve güç dengelerini görmezden geliyor. İran’ın yapmakta olduğu, İslami birlik ve dayanışmadan daha çok Şii inancını bölge ülkelerine yaymaktır. AKP’liler Türkiye’nin çevresini sarmakta olan Şii kuşatmasını fark etmiyorlar. Doğuda İran, güneyde Şii grupların yönetimde gittikçe etkinleştiği Irak ve İran’ın vazgeçilmez müttefiki Suriye, Lübnan’da Hizbullah. Bu nedenledir ki bu durumu fark eden Arap ülkeleri, Gazze sorununda Türkiye’ye gerekli desteği vermemişlerdir.

İstanbul’da toplanan Asya ülkeleri zirvesi AKP’lilerce çok önemsendi. Mavi Marmara olayı soğumadan, sıcağı sıcağına İsrail aleyhine bir karar çıkarmak için büyük uğraş verildi; ancak bu çabalar boş çıktı. Asya ülkeleri zirvesi sonucunda bir ortak bildiriyle İsrail kınanmadı. Türkiye’nin en haklı olabileceği bir konu (ki İsrail’in Gazze’de yaptıkları insanlık dışıdır.), yanlış politikalar yüzünden ilgi görmedi.

Uranyum takası anlaşması konusunda İran’ın zaman kazanmaya çalıştığı açıktır. RTE’nin büyük bir diplomatik zafer kazanmışçasına ortalıkta endam etmesi kısa sürdü. ABD’nin karşı çıkmasıyla işin fiyakası bozuldu. İran’ın ve bölgemizdeki diğer ülkelerin nükleer silaha sahip olmaları dehşet vericidir. Hele de böylesine öldürücü silahların ideolojik, dinsel fanatizme saplanmış ülke yöneticilerinin (Bugünkü İsrail ve İran yöneticileri buna örnektir.) elinde olması ise tam bir felakettir. Bu tür yöneticiler, bu silahları bırakın komşu ülkeleri, muhalif olan kendi yurttaşlarına dahi çekinmeden kullanabilirler. İran’ın geliştirdiği füze sistemlerinin menzili düşünüldüğünde bu silahların bölgemizde kullanılabileceği de anlaşılmaktadır. Türkiye nükleer silahların sınırlandırılması anlaşmasını imzalayan bir ülkedir. Bu nedenle de bazı yükümlülükleri vardır. İsrail’in nükleer silahı var diye İran’ın da olsun anlayışı, doğru değildir. İran’ın nükleer silahlanmasına karşı çıkmalıyız ve İsrail’den de nükleer silahlarını yok etmesini istemeliyiz. Konuyu uluslararası her platformda tartışmak da bizim hakkımız olmalıdır. Böyle bir hakkı elde etmek için de herkesin terörist saydığı örgütlerden uzak durmalı, meşru hükümetler nezdinde saygın bir dış politika izlenmelidir.

9 Haziran’da BM Güvenlik Konseyi’nde yapılan İran’a yaptırım uygulanması konusundaki oylamada “hayır” oyu vererek yönümüzü doğuya döndük. Bu, yıllardır izlediğimiz diplomatik geleneklerimizi de alt üst etti. Bundan sonra Türkiye, adımlarını daha düşünerek atmalı. Ortadoğu’daki siyasal dengeler cambazlık ister. Dost ve düşman algısı çok kolay değişir bu coğrafyada. Bu yönelimde Türkiye; ekonomik, siyasal, kültürel, yönetimsel, tarihsel niteliklerini iyi anlamalı ve uzun vadeli çıkarlarını doğru hesaplamalıdır. Türkiye, jeopolitiği gereğince ne Batı’ya ne de Doğu’ya sırtını dönemez. Bu gerçek, ülke yöneticilerimizin iyi bir satranç oyuncusu olmalarını gerektirmektedir. Hamleler zamanında ve önceden belirlenmeli. Burada rastlantılara ve duygusallığa yer yoktur. Aklın, bilimin ve ülke çıkarları doğrultusunda davranılmalı; tavla oyuncusu olunmamalıdır.

Satranç da tavla da Doğu’da icat edilen oyunlardır. Biri akılcılığı, diğeri ise kaderciliği temsil eder. Doğu’da (Asya coğrafyasında) yeteri kadar tavlacı var; marifet, iyi bir satranç oyuncusu, hem de ustası olmaktadır.

Bölgemizde nükleer silahlanmaya karşı olduğumuz gibi, bölge ülkelerine küresel güçlerin askeri müdahalelerine de karşı durmalıyız. Yeni Irakların olmaması asıl amacımız olmalı. İran’a yapılacak bir askeri müdahale Ortadoğu’daki bölünmeleri, düşmanlıkları daha da artırır. İran ateşi, yalnızca Ortadoğu’yu değil; Güney Asya’yı da yakacak bir ateş topudur. Bu ateş topunun en çok zarar vereceği ülke de Pakistan’dır. Ülkemizin böylesi bir küresel müdahaleden karlı çıkması düşünülemez. O zaman bölgesel ve bölge dışı işbirliğiyle İran sorunu barışçı yollarla çözülmelidir.

Bölgemizde ve başka yerlerde dinsel kamplaşmalar, insanlığı Ortaçağ’a götürür. Bu nedenle İslami bakış açılarına odaklanarak uygulanacak politikalar, İslam dünyasını kargaşaya götürür. Bir İslam bloğu oluşturma çabaları amacına ulaşmaz. Bu konudaki çabalar boşunadır. Çünkü cemaatlere dayalı toplumların, kendi içlerinde bile birlik kurmaları çok zordur.

Türkiye laikliğiyle, demokrasisiyle, çağdaş kurumları ve yaşam tarzıyla, modernleşme deneyimiyle, tarihsel misyonuyla bölge ülkelerine örnek oluşturmalıdır. Bunun dışındaki arayış ve yönelişler, bu coğrafyadaki herkese zarar verir.

Anayasa değişlikleriyle iç ekseni kayan ülkemizin, son birkaç ayda yaşadığımız olaylarla dış ekseni de Ortadoğu’ya doğru kaymıştır. Yüz yılların siyasal birikimi, oy kazanma ve ideolojik saplantılar uğruna harcanmıştır. ABD desteğiyle iktidar koltuğuna oturanların, küresel politikalara karşı mücadele etmeleri mümkün mü?

Adil Hacıömeroğlu
10 Haziran 2010
Not: 14 Haziran 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

ATEŞLE DANS

2010 Mayıs’ı ülkemiz açısından önemli olayların yaşandığı bir ay oldu. Ülkemizin dış politika ve güvenlik siyasetinde önemli değişimlerin yaşandığı bir döneme girdik. Birçok rastlantıların(!) üst üste geldiği bu dönemde Türkiye, çözülmesi zor sorunların da içinde buluverdi kendisini.

RTE’nin Davos’tan sonra bölgesel liderliğe soyunması, Türkiye’yi ilginç olayların içine sürüklüyor. Türkiye ve Brezilya’nın, İran’ın nükleer programı ile ilgili arabuluculuk yapması, dünya kamuoyunda dikkat çekti. Uranyum takası konusunda anlaşma sağlandı, derken ABD’nin bu girişime karşı çıkmasıyla her şey ters yüz oldu. Bu girişimler sürerken bölücü terör örgütünün eylemlerinin hızla tırmanması ise önemli bir rastlantıdır.

Davos’tan sonra bir süre sessiz kalan İsrail, büyükelçimizin alçak sandalyeye oturtulması ile krizi tırmandırdı. Yine İskenderun’da altı askerimizin şehit edilmesiyle gemi baskınının art arda olması manidardır. Terörün boyut değiştirmesi ve eşzamanlı gelişen siyasal olaylar, yalnızca “rastlantı” denilerek geçiştirilemez. Türkiye ile ilgili büyük bir oyun sahneleniyor. Bu oyunda kimin aktör, kimin figüran olduğunu ise zaman gösterecek.

Mavi Marmara ve diğer gemiler, Gazze ablukasını kırmak için yola çıktığında birçok kişi, bu sonucu üç aşağı beş yukarı tahmin etmekteydi. Gazze seferine, her ne kadar uluslararası bir girişim görünümü kazandırılmaya çalışılsa bile kurgusu ve uygulanması bakımından Türkiye’ye ait bir eylem planıydı. Hükümet, bu girişimi başından beri desteklemiştir. Hem de sonucun böyle olacağını bile bile. Böylesine anlamlı ve yaratacağı siyasal sonuçlar bakımından önemli bir girişim için güvenlikle ilgili diplomatik önlemleri almayan AKP hükümeti, bu sonuçtan sorumludur. Göz göre göre gemilerdeki kişiler ölümün kucağına itilmişlerdir.

İsrail’in açık denizde yaptığı bu korsanlığın, yasadışılığın insanca bir izahı yoktur ve olamaz da. İsrail devleti, yıllardır sivillere karşı acımasız bir katliam uyguluyor. İnsan hakları hak getire. İsrail’in en önemli politikası, bölgede yeni düşmanlar yaratarak şiddete dayalı askeri anlayışını sürekli diri tutmak. Bölgede kalıcı bir barışın uygulanması, hem İsrail’in hem de anti demokratik yönetimlere sahip Arap devletlerinin işine gelmez. Filistin’de Yaser Arafat’ın ve El Fetih’in bertaraf edilmesinin nedeni de budur. Çünkü hem bağımsızlıkçı hem de modernleşmeden yana bir Filistinli yönetim sadece İsrail’e değil, çağdışı Arap rejimlerine de zarar verirdi. İşte, Hamas böyle bir sürecin sonucudur.

AKP’nin ve yandaş kuruluşlarının Hamas sevdasının (Filistin sevdası değil bu.) nedeni nedir öyleyse? Türkiye’deki devrimciler/solcular yıllardır Filistin davası için çırpınırken sizler neredeydiniz? Bazı medya mensupları ve öğretim üyeleri önemli tespitler yapıyormuşçasına tarihsel bilgi körlüklerini de sergiliyorlar. Sanki Filistin davasına Türk kamuoyunun ilgisi yeniymiş gibi. “İlk defa sivil Türk vatandaşları sınırlarımız dışında İsrail kurşunlarına hedef oldular.” Bunu bir milatmış gibi gösterme gayreti ise büyük bir bilgisizlik. “Bora Gözen, Kerim Öztürk, Cafer Topçu, Ali Kiraz, Gürol İlban, Şükrü Öktü, Ahmet Özdemir ve Yücel Özbek” bu adları anımsayanınız var mı? 25 Şubat 1973’te Trablus yakınlarındaki Nahr el Bared (Soğuk Nehir)’de Filistin davası uğruna İsrail’in kurşunlarıyla can veren ilk Türk vatandaşlarıdır bu kişiler. Yirmili yaşlarında şehit olan bu cesur yüreklerin adları niçin sokaklara, caddelere verilip yaşatılmaz? Eğer hükümet yetkilileri Filistin konusunda samimiyseler bu şehitlere sahip çıkarlar. Ancak dünyadaki ve ülkemizdeki siyasal olaylara Soğuk Savaş döneminin bilinçaltıyla bakan, BOP eş başkanlığıyla yön vermeye çalışan bir anlayışın Filistin olayını anlaması olanaksızdır.

Irak’ta yüz binlerce kişinin öldürülmesine sessiz kalanların Gazze sevdası ilginçtir. Amaç Filistin değil, İslamcı örgütlerdir. Mavi Marmara gemisine yapılan İsrail baskını insanlık dışıdır. Sivil vatandaşlara yönelik silahlı saldırı zalimcedir. Gazze’de tecrit edilen Filistinlilere yardım etmek büyük bir insanlık görevidir. Ancak Filistinlilere yardıma gidenleri, ölümün kucağına atmak da doğru değildir, kabul edilemez. Hele bu konuyu iç politika malzemesi olarak kullanmak da ayıptır. Gecenin yarısında Ankara ve İstanbul’un havaalanlarında nöbetçi bakanlar bulundurarak siyasal şov yapmak art niyetliliktir. İsrail’e siyasal ve ekonomik yaptırıma yanaşmayacaksın, sonra da kalkıp kürsülerden atıp tutacaksın. Tehditler savuracaksın. Halka şirin görünmek için büyük büyük laflar edeceksin. AKP hükümeti, öncelikle bu insanları savunmasızca göz göre göre ölümün kucağına nasıl gönderdiğinin hesabını vermelidir. Eğer RTE, İsrail’in bu zalimliğini gerçekten dünyaya anlatmak istiyorsa Amerikalı Yahudilerin göğsüne taktığı “Üstün Cesaret Ödülü”nü çıkarmalıdır. Ofer’e ihaleler vererek, mayınlı arazileri İsrail’e kiralayarak, İsrail’le Davos sonrası birçok askeri tatbikat ve askeri ihalelere imza koyarak İsrail karşıtlığı olmaz.

Kamuoyu yoklamalarında hızla oy yitiren AKP, böyle bir fırsata dört elle sarılmıştır. Yine gündem değişti. Ekonomik sıkıntılar unutuldu. Kılıçdaroğlu rüzgârının önü kesilmeye çalışılıyor. Terör saldırılarında şehit olan askerlerimiz unutturuluyor. Şehit cenazelerine tepkisiz kalan kesimler, Gazze için yırtınıyorlar. İskenderun’da hain saldırı sonucu yitirdiğimiz Mehmetçiklerimiz için de havaalanlarında nöbetçi bakanları görmek isterdik. Ayrıca İskenderun saldırısının yurtdışı boyutu da araştırılmalıdır. Bu konuda herkesten duyarlılık beklemek Türk Ulusu’nun hakkıdır. Bu toz duman içinde Ergenekon kapsamında yeni gözaltıların olması da dikkat çekicidir.

İsrail, Türkiye’ye karşı çirkin bir davranışta bulunmuştur ve bu, karşılıksız kalmamalıdır. Türkiye, bu gibi fiili saldırılara ses çıkarmazsa, karşılık vermezse bu coğrafyada yaşayamaz. Büyük devletler, oldubittilere izin vermezler. Eğer İsrail’in yapığı bu davranış yanına kar kalırsa devamı da gelir. Önümüzdeki günlerde İsrail’le bölücü örgütün ilişkileri iyi gözlenmelidir. Bölücü terörde biçim ve hedef değişiklikleri beklenmelidir.

Türkiye; aklıselimi, büyük devlet refleksiyle bu sorunun üstesinden gelirse Ortadoğu’da yeni bir dönemin başlayacağı muhakkaktır. İsrail’in haydutluğunu durduran Türkiye, bölgenin lideri ve dünyanın da önemli bir gücü olur.

Adil Hacıömeroğlu
3 Haziran 2010
Not: 7 Haziran 2010 tarihli Ulus ve Kent Yaşam gazetelerinde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

DEĞİŞİM, AMA NEREYE?

    Deniz Baykal’ın bir komplo sonucunda CHP Genel Başkanlığı’ndan ayrılması ve yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesiyle siyasal yaşamımızda yeni bir dönem başladı. Bu yeni dönem, halkımız için de CHP için de önemli bir siyasal kırılma yaratacak. CHP, kuruluşundan beri siyasal kırılmalar yaşadı. Bu kırılmalar, ülkemizin siyasal yapısını çok etkiledi.

    Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığı’na seçilmesi, kamuoyunda büyük heyecan, güven ve beklenti yarattı. Yıllardır yolsuzluklarla sarsılan ve yoksullaşan geniş halk kitleleri, dürüst kimliğiyle ortaya çıkan Kılıçdaroğlu’nu bir umut ışığı olarak görmekte. Yozlaşan, ülke sorunlarından uzak, sorun çözemeyen aksine sorun yaratan, halkı dışlayan, yolsuzluklara batmış siyasal anlayışın düzelmesinin bir umudu oldu Kılıçdaroğlu. Bu, çok büyük bir yüktür ve olağanüstü sorumluluk. Ancak kamuoyunun beklentilerinin geçici olacağını düşünenlerdenim. Yeni genel başkanla CHP, kuruluş anlayışından ve Atatürk ilkelerinden biraz daha uzaklaşacağı kanısındayım.

    Kılıçdaroğlu ile ilgili olarak kamuoyunda oluşturulan algısal umudun kısa zamanda umutsuzluğa dönüşeceğini düşünmekteyim. Bu algısal umudu oluşturanlar, dış merkezler ve onların güdümündeki basın yayın organları. Deniz Baykal’a yapılan kaset komplosunun arkasındaki güç Fetullahçılar. Dolayısıyla bu işte ABD parmağının olmadığını düşünmek saflık olur.Emperyalizmin ülkemiz için hayırlı düş görmeyeceğini söyleyeyim.

    12 Eylül’den sonra Türk siyasetine damgasını vuran Özalizm, yaygın bir yolsuzluk ve soygun düzeninin ülkemizde yerleşmesine yol açtı. Yolsuzluğa batmayan siyasetçi neredeyse mumla aranır oldu. Ne yazık ki siyasetin solu da bu Özalist dalgadan belli ölçülerde etkilendi.

    Kemalist olmak, solcu olmak ülkemizde ahlaklı olmanın bir ölçütü kabul edilirdi eskiden. “Solcular rüşvet yemez, haksızlık yapmaz, kamu malına dokunmaz.” Anlayışı, 12 Eylül’den sonra zarar gördü. Sol ahlakın nasıl olduğunu anlamak için yıllar önce okuduğum Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından merhum Mustafa Ekmekçi’nin bir yazısından aklımda kalanları sizlerle paylaşayım: 12 Eylül öncesinde iletişim, bankacılık ve ulaşımda teknolojinin çok gelişmediği dönemde geçiyor olay. Yer, Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali... Bir yurttaşımız, Bursa’ya hareket etmekte olan bir otobüste tanımadığı bir yolcuya, üzerinde adres yazılı ve içinde para olan bir zarf verir. Bu zarfı, adresi yazılı ve Bursa’da üniversite öğrencisi olan oğluna iletmesini rica eder yurttaşımız. Yolcu, tanışmadıklarını bu nedenle de kendisine niçin güvendiğini sorar yurttaşımıza. Öğrencinin babası: “Otobüsteki yolcuları inceledim ve sizin Cumhuriyet Gazetesi okuduğunuzu gördüm. Bundan da anlaşılıyor ki siz Atatürkçü, cumhuriyetçi birisiniz; siz bir öğrenciye gidecek olan harçlığı cebinize atmazsınız. Parayı oğluma, sevinçle ulaştıracağınızdan eminim.” der. Tabi yolcu parayı alıp öğrenciye ulaştırır. Ardından da olayı merhum Ekmekçi’ye bildirir. İşte, halkın sola, solculara bakışını özetleyen çarpıcı bir anı.

    İSKİ yolsuzluğu patladığında Turgut Özal’ın gülerek “Solcular bile rüşvet yiyor.” demesi, aslında sol ahlak konusunda önemli bir itiraftı. Özal’ı bu kadar sevindiren şey, solcuların da yeni liberallerden etkilendiği düşüncesiydi. 12 Eylül darbesi toplumsal dokumuza çok zarar vermiştir. Bunlardan belki de en önemlisi, ahlak ölçülerindeki değişimdi. Yıllardır süren yolsuzluk düzeninde, ne yazık ki yolsuzluk yapıp da mahkûm olan kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Ülke kaynakları soyulurken her şey kitabını uyduruldu. Ancak yolsuzluk yapanlar, halkın gönlündeki vicdan mahkemesinde hep mahkûm oldular. 

    CHP’nin topluma dayatılan liberalizmden kendini kurtarması gerek. 12 Eylül’ün Özalcı algılarından etkilenmemeli. CHP, giderek ideolojisini yitirmekte. Atatürk’ten uzaklaştıkça ANAP’a benzemekte. Atatürk’ten kopan CHP örgütleri ve üyeleri büyük çoğunluğu, kişisel çıkarlar peşinde koşmakta ne yazık ki. Yönetimlerinde olan birçok belediye, iş üretmek yerine bol bol söz üretmekte. Süslü sözlerle halkın gözünü boyamaktalar. CHP’nin asıl sorunu liderlik değil, ideolojisizlik. Parti yöneticileri Atatürk’ü örnek almak yerine, serbest piyasacı ve bireysel kurtuluşun peşinde koşan siyasetçilere özenilmekte.

    Bir başka önemli sorun da işi gücü olmayan “profesyonel” parti yöneticileri. Ne iş yaptığı belli olmayan ve kazancının kaynağını açıklayamayan birilerinin emeğe saygı gösterdiğini savlayan bir partide yönetici olması uygun mu?

    CHP, kendi tarihsel köklerini yok etmeye yönelik dış müdahalelere karşı direnç oluşturmalı. Liderler, dış ülkelerde değil; önce halk tarafından, sonra da partinin kendi tabanında belirlenmeli tıpkı Bülent Ecevit gibi.

    Cumhuriyet’in kurucu partisinde bir değişim söz konusu genel başkan değişikliğiyle. Ama bu değişim nereye doğru olacak? Asıl merak edilen bu sorunun yanıtı değil mi?

                                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                                  23 Mayıs 2010

        

 

                   

İNSANCA YAŞAMAK

17 Mayıs 2010 Pazartesi günü saat 13.28’de Zonguldak'ta Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Karadon Müessese Müdürlüğü’ne bağlı kömür ocağında göçük meydana geldi. Otuz maden işçisi göçük altında kaldı. Yetkililerin bildik, hamasi konuşmaları (her zaman olduğu gibi) işçilerin göçük altından kurtulmaları için yeterli olmadı. Ne yazık ki üç gün sonra işçilerin cansız bedenlerine ulaşılabildi.

İşçiler, göçük altında kurtarılmayı beklerken yakınları da yukarıda tedirgin bekleyişlerini sürdürdüler. İşçilerin annelerinin, eşlerinin ve diğer yakınlarının feryatları kulaklarımdan hiç gitmiyor. Ağıtlar yakılırken şu çarpıcı söz dillerinden bir isyanın haykırışı olarak yürekleri burkuyor: “Yoksul olmasaydık madende çalışır mıydı?” Bir dilim ekmek uğruna yerin metrelerce altında, asgari ücretle çalışmak… Göçüğe ulaşmak geciktikçe ağlayanların sesleri kısılıyor, hıçkırıklıklar boğuklaşıyor, öfke çoğalıyor, umut tükeniyor. Fırsat buldukça televizyonlarda haberleri izleyerek bir olumlu haber, bir muştu almak istiyorum, nafile. Yetkililer, göçüğe nasıl inilebileceğini tartışıp duruyorlar. Yerin altında tartışacak zaman yok, can pazarı var. Annelerin, eşlerin feryatlarına dayanamayıp kapatıyorum televizyonu. Yetkisiz yetkililer tartışıyor, nutuk atıyor, dualarını eksik etmediklerini söylüyorlar. Yüreğim bin parçaya bölünüyor. Nedense ülkemizdeki iş kazalarında acı son hep aynı. Zonguldak’a bakanlar gelip gidiyor. Nihayet başbakan da kaza yerinde.

Başbakanın 19 Mayıs’ta Zonguldak’a gidişine yurttaşlar isyan ediyor. Yurttaşlardan: “Buraya şimdi mi geldiniz?" sesleri yükseliyor. Koruma ordusu seslerdeki isyanı susturuyor, ancak yüreklerdeki öfkeyi ve isyanı susturmak olanaksız.

“Bu tür olaylarda dedikodu çok olur. Burada gerek bakan arkadaşlarımın gerek genel müdürümün yani bu işi yönetenlerin bilgileri geçerli bilgi olmalıdır. Bilgi kirliliği ile olayları değerlendirmeye kalkarsak yanlış yönlendirme olur bu da üzüntümüzü arttırır. Üzüntümüz milletçe büyük. Ama bu yörenin insanları aslında bu tür olaylara alışık. Zonguldak bölgesinde bu tür olayları yıllardır yaşadık. Ben de daha önce bu ocaklara indim. 2000 metrede çalışan kardeşlerimin nasıl çalıştığını gördüm. Bu mesleğin kaderinde maalesef bu var. Bu mesleğe giren kardeşlerim bunu bilerek giriyorlar. Kemalpaşa'da, Dursunbey'de bu tür olayları yakın zamanda gördük. Devlet olarak tüm gayretle çalışmamızı yürütüyoruz. Kim derse bu iş bir günde bitecek buna inanmayın. İlk hedefimiz içerideki 30 kardeşimize ulaşabilmek. Ondan sonraki hedefimiz de bu kanın nedenini araştırıp onu bulmaktır. Lütfen tahriklere gelmeyin. Bakın az önce biri kalktı hakaretler yaptı. Edepsizce küfürler etti. Araştırdık ki buradan biri değil. Bu tür olaylara halkımızın gelmeyeceğine inanıyorum.” Bu sözler, RTE’ye ait. Ona göre madende ölmek kader. Yani karşı konulamaz, önlenemez bir son. Madenci kentlerinin bu tür kazalar/ölümlere alışık olduğu sözü ise anlaşılır gibi değil. Çağdaş bir ülkenin başbakanı, bilim ve teknolojiyi bu kadar dışlayan, görmezden gelen bir mantığa sahip olabilir mi? İnsanları kazalara/ölümlere değil, sağlık içinde insancayaşamaya alıştırmak gerekmez mi? Önceki kazalardan gerekli dersler çıkarılarak buna göre de önlemler alınsaydı bu kazalara/ölümlere alışmak zorunda kalır mıydı madenci kentleri? Devleti yönetenlerin görevi kötü yazgıya boyun eğmek değil, onu değiştirmektir.

Başbakanın sözlerinden sonra bir de bakanının açıklamasına bakalım: “Daha önce ulaşılamaz olan patlamanın etkisi ile dağılan asansör platformu tamir edildi ve bir kısım riskler alınarak oraya ulaşıldı. Havuzlar mevkiinde ilk olarak on dokuz işçi arkadaşın cesedine ulaştılar. İkinci ayak kısmında ise diğer dokuz işçinin cesetlerine ulaşıldı. Cesetler tahminen iki saat sonra hastaneye ulaştırılmış olacak.” Bu sözler de Enerji Bakanı’na ait. Asansörün onarılması neden ivedi olarak yapılıp risk daha önceden alınmadı? Risk önceden alınsaydı, göçük bölgesinden uzaklaşarak havuzlar bölgesine kaçan on dokuz işçinin kurtarılması mümkün olurdu. Cesetlerin iki saat sonra hastaneye ulaşacağı söylüyor Sayın Yıldız. Keşke göçükten sağ olarak kurtarılan işçilerin hastaneye götürüleceği muştusunu alabilseydik Sayın Bakan’dan.

Kazaların çoğalmasında özelleştirme ve taşeron kullanmanın etkili olduğu bilinmektedir. Daha ucuz işçi çalıştırmak amacıyla çevre köylerde toplanılan ve madencilik eğitimi olmayan kişilerin ocaklara sokulması kazalara davetiye çıkarıyor. Bu patlamada yitirdiğimiz işçilerin gaz maskelerinin olmaması ise işin en vahim boyutudur. Sendikasız çalıştırılan işçinin hakkını arayıp soran yok. Ülkemizde denetimlerin göstermelik, yasak savma amacıyla yapıldığı bir gerçektir. Denetimsiz işyerleri ölüm yuvalarına dönüşüyor giderek. Devlet kurumlarındaki kadrolaşma ve kuşatma sonucunda işin ehline verilmemesi topluma kan kaybettiriyor. Devletteki cemaat yapılanması, kurumsal geleneği ve işlerliği yok ediyor. Meslek odalarının önerileri işitilmiyor. Böylece üretim aşamasında ve çalışma yaşamında bilgi, birikim, deneyim göz ardı ediliyor. Bilgiyi reddeden anlayış kara yazgıya teslim oluyor.

İş kazalarında Avrupa’da birinci, dünyada üçüncüyüz. Madencilik sektöründeki kazalar ise ilk sırada. Bunun yazgı olduğunu söylemek büyük bir bilinç körlüğüdür. Bize yazgı olan maden kazaları, dünyanın birçok ülkesinin insanına neden yazgı değil?

En sonunda asıl bombayı Çalışma Bakanı patlatıyor. Bakanlığın madencilikle ilgili çıkardığı yönetmenliği iptal eden Danıştay’ı, bu işin suçlusu ilan ediyor. Şaka gibi değil mi? İktidar partisi yöneticilerinin bir tek amacı var: devleti dönüştürmek. Anayasa değişikliğinin oylanmasından önce böylesi acıklı, yürek yakan bir olaydan bile siyasal kazanç sağlama mantığı ne kadar sağlıklı olabilir? Asansörün dibine kadar gelen işçileri kurtaramayan hükümet, suçluluktan kurtulmak için yine yargıya saldırıyor.

Özelleştirmenin, kadrolaşmanın ülkemizi getirdiği nokta ne yazık ki içler acısı. İnsanın en temel hakkı olan yaşam hakkı güvencede değil. Yoksulluk ve yolsuzluk bataklığı insanımızı vahşice yutuyor. Bu bataklık kurutulmadan insanca yaşamak mümkün mü?

Adil Hacıömeroğlu
21 Mayıs 2010

ADA VAPURU

    İstanbul’da vazgeçilmezlerim arasında Adalar’a yaptığımız geziler önemli bir yer tutar. Adalar, kent kalabalığından kaçışın kuytu limanlarıdır adeta. Erincin, mutluluğun, coşkunun, erkenin, aşkın ve sağlığın pınarıdır mavi içindeki bu yeşil cennet. Boşuna prens adaları denmemiş buralara. Tabi, prenses yoksa prenslik bir işe yaramaz. Bu nedenle de Ada gezileri tek başına yapılacak geziler olmamalı.

     Adalar’a gidişin en güzel yanı “Ada vapuru”. Gerçi Boğaziçi’nde işleyen şehir hatları vapurlarının hepsinde ayrı bir keyif vardır, ancak bunlar başka bir yazı konusu. Ada vapuruna binmek düşüncesi, öteden beri heyecanlandırır beni. Sabahın köründe kalkar, sırt çantamı özenle hazırlarım. Vapurda eski kaşar, sokaktaki simitçiden aldığımız simitler ve ince belli bardaklarla içeceğimiz çaydan oluşan kahvaltı muhteşem ötesi bir şey. Çay, başka türlü ısıtır insanın içini. Simit, eski kaşarla birleştiğinde bulunmaz bir lezzetin adresi olur damaklarda. Kahvaltıda sohbet genellikle deniz ve İstanbul’la ilgilidir. Ada vapuru, kıyıya el sallayıp uzaklaşmaya başladığında Galata Kulesi göz kırpar bizlere. Kız Kulesi, tüm yalnızlığıyla birazcık üzüntü katar yüreğimize. Ayasofya, Sultanahmet camileriyle Topkapı Sarayı’nın muhteşem görüntüsünün heyecanlandıramayacağı bir yürek var mıdır yeryüzünde?

     Ada yolcuları nedense hep neşe dolu ve cıvıl cıvıldır herkes. Son yıllarda yolcuların önemli bir bölümünü de gezginler oluşturuyor. Onların da bu yolculuktan keyif aldıkları her hallerinden belli. Yavaş yavaş bize benziyor yabancı gezginler de.

     Baharın gelmesiyle son üç haftadır, hafta sonu bir günümüzü Adalar’a gitmeye ayırıyoruz. Yetişebildiğimiz en erken vapura atıyoruz kendimizi. Vapurlar tıklım tıklım. Değil oturacak, ayakta duracak yer bile yok. Yolcular balık istifi. İnsanlar yine de neşelenmeye çalışıp günlerini zehretmek istemiyorlar. Kahvaltıdan sonra çantadaki ekmeklerimizi çıkarıp martılara atarak onları da yolculuğumuza ortak ediyoruz. Martıların ekmekleri havada kapması olağanüstü bir gösteri. Hatta bazı martılar elimizde tuttuğumuz ekmekleri kapıp kaçıyorlar. Etçil olan, balıklarla beslenmesi gereken Marmara martılarını; otçul hayvanlara dönüştürmek de bir Türk tansığı(!) olsa gerek. Onlarca balık türünün yaşadığı Marmara’yı çöp denizi durumuna getirmenin sonucu bu.

     Son zamanlarda “Ada vapuru”nda ince belli çay bardakları da yok artık. Onların yerini karton bardaklar aldı. Kahvaltı keyfimizin saç ayağının biri koptu.  Dönüşlerde vapurlar daha da kalabalık. Bunca insanın bindiği ve yabancı gezginlerin de yoğun ilgi gösterdiği hafta sonlarındaki Ada gezilerinde vapur seferleri çoğaltılamaz mı? İnsanlara bu işkence niye?

     Adalar’da en büyük keyif, yürümek ve bisiklete binmek. Bir nevi spor alanı buralar. Motorlu taşıtların olmadığı böylesine bir ortamda spor daha bir anlamlı ve sağlıklı olmakta. Faytonların nostaljik taşıtlar olduğu kesin. Çocukken can atardık faytona binmeye. Atların nal sesleri, kişnemeleri bize coşku verir, heyecanımızı doruğa çıkarırdı. En çok gezilen Büyükada’da faytonların durmaksızın, atları çatlatırcasına yolcu taşımaları; yürüyenlere de bisiklete binenlere de korku salmakta. Yaşlanan, başıboş bırakılan atların durumu ise içler acısı. Faytonlar denetime tabi tutulmalı ve atların da bir can taşıdığı unutulmamalı. Faytonlara alternatif, doğaya zarar vermeyecek bir taşıma modeli de geliştirilebilir. Örneğin, az sayıda da olsa akülü toplu taşım araçları kullanılabilir. Yaya ve bisikletlilere öncelik veren bir ulaşım modeli Adalar için en doğrusu. Buralar tarih, doğa, kültür merkezi olduğu kadar; sağlık ve spor merkezi olarak da düşünülmeli.

     Adalar’da ve “Ada vapur”larında tanıtıcı çalışmaların olmaması büyük bir eksiklik. İnsanlar bir şeyi tanıdıklarında, onu severler. Tanımadığımız şeyleri sevip korumamız olanaksız. Bu nedenle Kabataş İskelesi’nden başlayarak vapurlarda sesli ve görüntülü tarihsel, doğal ve kültürel tanıtımlar yapılmalı. İnanın bu tanıtımlar, belediye çalışmalarının tekrar tekrar gösterildiği sıkıcı, estetikten yoksun, özensiz kapalı devre yayınlardan daha etkili olacaktır. Bu konuda Büyükşehir ve Adalar belediyelerine çok iş düşmekte.

     Adalar’ın her mevsimi başka güzel. Kışın ada sessizliğinde dalgalara, ciğere işleyen poyraza ya da karayelin serpiştirdiği yağmura meydan okuyarak güvertede yapılacak bir yolculuğun benzeri yok. Poyraz ayazında sevgilinin sarılışı, özel bir sıcaklık anıdır. Dünyanın hiçbir erke kaynağı, sevgi dolu bir insanı böylesine ısıtamaz. Ada’ya varıp da bir de dalgaların olağanüstü melodisi eşliğinde balık yediğinizde bu yolculuk daha da anlamlanır.

     Büyükada’da Aya Yorgi’ye yürüyerek gidip dönmek iyi bir spor. Orada hiç olmazsa bir kadeh kırmızı şarap içerken manzarayı izlemenin doyumsuzluğunu anlatmaya gerek var mı? Yalnız manzarayı seyrederken bakışlarınızı Anadolu yakasından kaçırmanızda yarar var, çünkü İstanbul’daki doğa katliamına ve yapılaşmadaki çarpıklığa yüreğinizin dayanacağını sanmam.

     Her bahar Adalar’daki mimozalar farklı açar. Böğürtleni dalından koparıp yiyebilirsiniz mevsiminde. Dolaşırken Sait Faik’i, Reşat Nuri’yi yanı başınızda duyumsarsınız. Birçok şarkı dilinizde dolanıp durur. İç sesiniz mırıltıya, mırıltı sese, ses coşkuya dönüştüğünde ayaklarınız yerden kesiliverir. Sevda anlam kazanır, yaşam renklenir, umut tazelenir Adalar’da.

                                                                 Adil Hacıömeroğlu

                                                                 12 Mayıs 2010

        Not: 17 Mayıs 2010 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

        Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

BAYKAL’IN İSTİFASI



CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’la ilgili internete düşen görüntüler gündemi allak bullak etti. Kasetin yayımlanmasıyla halkımız ve CHP büyük bir şok yaşadı. Üç gün sonra da Deniz Baykal görevinden istifa etti.

“Bölgemizde ABD’nin halletmesi gereken birçok sorun var. Bunlardan birincil olanı İran’dır. İran’a, olası bir Amerika müdahalesi olmadan Türkiye’de seçimlerin olması önemli bir beklentidir. Çünkü yapılacak seçimden birinci çıkacak bir AKP’nin, İran konusunda daha rahat karar vermesi düşünülmelidir. Bu süreçte toplumsal muhalefeti sindirmek, devlet kurumlarını kendi anlayışına göre yapılandırmak da hükümet kanadının en önemli hedefidir. Bu nedenle önümüzdeki günlerde gözaltılar, tutuklamalar boyut değiştirerek daha da hızlanacaktır. Demokratik kitle örgütleri, meslek odaları sindirildi. TSK, yargı ve üniversiteleri baskı altına almak için inanılmaz süreçler yaşadık. Şimdi sıra siyasal muhalefette. Yarın parlamentodaki muhalif sesleri kısmak için bir yargı süreci başlarsa kimse şaşırmasın. Almanya’da Hitler’in sivil darbesinin aşamalarını anımsarsak sıranın kimlere geldiğini de anlarız. (22 Şubat 2010, Ulus Gazetesi)”

Ulus’ta yayımlanan “TUZ KOKTU” başlıklı yazımda muhalefetin baskı altına alınma sürecinin başlayacağını öngörmüştüm. Deniz Baykal’la ilgili kaset olayının ortaya çıkmasıyla bu sürecin başladığı görülmektedir. Bu konuyu yalnızca Baykal’la ilgili görmek ve yeterli olduğunu sanmak yanlış olur. Bunun devamı gelecektir. BOP’a muhalefet eden siyasal odaklara karşı etkisizleştirme operasyonu sürecektir.

Baykal’la ilgili kaset olayı alelade bir olay değildir, aksine sistemli bir saldırının sahneye konmasıdır. Ergenekon tertibinin, önemli bir komployla zirveye taşınmasıdır. Bu komployla siyasal yaşamımız ve CHP buhranlı bir döneme sürüklenmiştir. Peki, böylesi önemli bir dönemeçte CHP’nin kriz yönetimi nasıl olmuştur?

Sayın Baykal, üç günlük suskunluğunun ardından istifasını açıkladığı konuşması ilginç ve önemlidir. “Yıllardır bekletilen bir kaset yoktur. Bir kaset ele geçirilmiş değildir. Bir komplo imal edilmiştir. Taze, iki haftalık bir komplo vardır. Bu komplonun hedefi bir kişi değil, onun çok ötesinde CHP'nin neredeyse tek başına yürüttüğü cumhuriyete, demokrasiye, hukukun üstünlüğüne sahip çıkan, sivil darbe, sivil dikta rejimlerine karşı vermekte olduğu mücadelesidir. Bu komplo, CHP'nin Anayasa ve rejim kavgası vermekte olduğu son iki hafta içinde düzenlenmiş ve piyasaya sürülmüştür. Komplo tezgâhı, malzemeleriyle, çekimleriyle günceldir, tazedir. Meskene tecavüz ve ileri teknoloji yoluyla tezgâhlanan bu komplonun iktidar gücü ve olanakları seferber edilmeden bir muhalefet partisi genel başkanına karşı bu kadar fütursuzca icra edilebilmesi mümkün değildir.” Bu sözleriyle Baykal, komplonun iktidar tarafından tertip edildiğini söylüyor. Bir bakıma doğrudur bu. Ancak bu komplonun amacı sadece Baykal ve CHP midir? Bizce değil. Bu komplo RTE’yi de hedef alan bir yanı vardır. AKP içinde görünmeyen iktidar mücadelesinin de dışa vurumudur bu. Yaklaşan seçimler öncesi hem iktidar hem de ana muhalefet partileri dizayn edilmeye çalışılıyor. Böylece ABD’nin İran operasyonu öncesi küresel emperyalizm, kayıtsız koşulsuz destek alabileceği iktidar ve muhalefeti oluşturmanın peşinde. Bu komplo, AKP içinde İsrail ve ABD politikalarını harfiyen uygulayabilecek bir ekibin işi. Görünürde Sayın Baykal’ı hedefleyen bu ahlaksız komplo, açığa çıkarılmadığında RTE’ye de aynı oranda zarar verecektir. Deniz Baykal’ın açıklaması, bazı bölümlere katılmasak da, önemlidir. Değindiği birçok konu uzun süre tartışılacağa benzer. Açıklama, komplo kasetlerinin içeriğini tartışmayı engelleyerek kamuoyunun ilgisi siyasal alana çekilmiştir. Deniz Bey’in genel anlamda kriz yönetimi şimdilik başarılıdır. Bundan sonra yapacağı hamleler çok önemlidir.

Genel merkez yöneticilerinin zaman zaman birbiriyle çelişen açıklamaları ve kendilerini olayların akışına göre, daha çok da medyanın belirlediği düzlemde hareket etmeleri kamuoyuna güven vermiyor. Komplonun ertesi günü Baykal’a suikast iddiasının ortaya atılması ise tam da şaşkınlığın göstergesiydi. CHP’de şu ana kadar bir lider adayının çıkmaması ise demokratik Cumhuriyet’imiz açısından kaygı vericidir. Her şeyin Baykal’ın tekrar geri dönme olasılığına göre düşünüldüğünden partide örgütsel dinamizm lider konusunda atak davranamamaktadır. Parti örgütünde önemli görevlerde bulunan birçok kişinin siyasal geleceği Deniz Baykal’a bağlıdır. Peki, Deniz Bey geri döner mi?

“Bu kara kampanyaya teslim olmayacağım. Bu hukuksuz ve ahlaksız komplo nedeniyle kimsenin beni sorgulamasına izin vermeyeceğim. Eğer bunun bir bedeli varsa ve bu bedel, CHP Genel Başkanlığı'ndan ayrılmaksa, o bedeli de ödemeye hazırım. Benim CHP Genel Başkanlığı'ndan istifa etmem, hiçbir şekilde bu komploya teslim olmak ya da kaçmak anlamına gelmez. Tam tersine bu bir meydan okumadır. Bu anlayışla bugün CHP Genel Başkanlığı'ndan istifa ediyorum. Bu komplonun hedefi sadece ben değilim. Aynı zamanda CHP'dir. CHP de bu kirli tezgâhlar karşısında yolunu seçmek zorundadır. Benim istifa kararım, hem Türkiye siyasetini ve CHP'yi yeniden tanzim etmek isteyenlere bir imkân tanıyacak, hem de CHP'ye bu komployla hesaplaşma fırsatı verecektir. Yalansız, dürüst, cesur bir duruş sergilemek sadece benim işim olmamalıdır.” Deniz Baykal’ın sözleri çok açıktır ve tartışılacak yanı da yoktur. Komplonun kendi nezdinde CHP’yi hedeflediğini söyleyerek partililere iki seçenek sunmaktadır burada. Birinci seçenek; CHP’yi yeniden tanzim edenlerle, yani liberallerle hareket edilmesidir. Yani CHP’nin Atatürkçü köklerinden kopmasıdır.

İkincisi ise; komployla hesaplaşmak fırsatı. Her halde komployla hesaplaşmak tek başına olmayacak. Tüm parti örgütünün kendisiyle birlikte davranmasını önermekte. Eğer kurultayda genel başkan adayları çıkarsa, bu kişiler birinci seçenek çerçevesinde algılanacaklar. Tahminimize göre aday çıkmayacak ve il başkanlarının ortak önerisiyle Deniz Bey, tekrar genel başkalığa seçilecek. Sayın Baykal, salonda bulunmayacağı için de duygusal yoğunluğu yüksek bir Kurultay bekliyor CHP’yi.

Sayın Baykal’ın açıklamasında ABD’de ikamet eden cemaat liderine özellikle atıfta bulunması ilginçtir. Bu, cemaate meşruiyet kazandırmak anlamındadır. Laikliği getiren CHP, bir cemaat liderini muhatap alamaz.

Asıl önemli olan komployu yapan odaktır. Bunun ortaya çıkarılması Türkiye’nin önünün açılmasında önemli rol oynayacaktır. Bu nedenle komplocuların ortaya çıkarılması (zayıf bir olasılık olsa da) önemlidir.

Bu komplodan Baykal ve CHP ciddi bir yara almıştır. Bu yara sarılmadan laik Cumhuriyet’in savunulması mücadelesi kararlılıkla sürdürülemez. Bu nedenle CHP’liler tarihsel bir sorumlulukla karşı karşıyadır.

CHP tarihsel misyonunun kendisine yüklediği sorumluluk bilinciyle davranırsa bu bunalımlı ortamdan kurtulacaktır. CHP bu krizi fırsata dönüştürmek zorundadır. Ülkemizin zor dönemeçlerden geçtiği, Cumhuriyet’imizin çökertilmek istendiği, ulusumuzun parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bu zor koşullarda halkımızın Sivas Kongresi’nden çıkan CHP’ye o kadar çok gereksinimimiz var ki….

Adil Hacıömeroğlu
13 Mayıs 2010
Not: 117 Mayıs 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

YAĞMALANAN KENT

İstanbul, yıllardır “taşı, toprağı altın” denerek yağmalandı. Değerli olan ne varsa pazarlanmaya çalışıldı. Bunun için de türlü nedenler, kılıflar, bahaneler üretildi. Her yağmada yağmalayan, kendince “haklı bir isteğin” arkasına sığındı. Ancak olan İstanbul’a oldu. İstanbullu kaybetti. İstanbul’un olağanüstü tarihi, doğası, kültürü kaybetti, kaybetmeyi de sürdürüyor.

16 Nisan’da Ali Sami Yen Stadyumu arsasının ihalesi yapılarak satıldı. İşin mali boyutu ayrı bir konu; ancak bizi ilgilendiren kentte bakış açısındaki çarpıklık. Neymiş efendim TOKİ, bu ihaleden bir milyar lirayı aşkın kâr elde edecekmiş. Bu önemli bir paraymış. O zaman Taksim ve Sultanahmet meydanlarını, sarayları satın, daha çok para eder buralar. Kentli olmanın ruhunu kavrayamamış, her şeyi para ve kazanç olarak gören anlayışın kente bakışı bu. Boş arsa gördüğünde oraya nasıl eder de bir bina kondururumun hesabını yapar kent yağmacısı.

İstanbul meydansız bir kent. Çağdaş anlamda meydan diyebileceğimiz yerlerin sayısı üçü geçmez. Ne yazık ki bu alanlar da düzensizliğe, karmaşaya teslim olmuş. Meydanlarımızda suyu, heykeli, ağacı, çiçeği, tiyatroyu, sinemayı, sergi salonlarını, dinlenme ve sanatsal etkinlik için yerleri bir arada görmek olası değil. On iki milyonu aşkın insanın yaşadığı ve her gün on binlerce kişinin yurtiçi ve yurtdışından gelip gittiği bir kentin çağdaş meydanlara sahip olması gerekir. İnsanlara soluklanabileceği yerler bırakmazsak, onları mutsuz ederiz.

Kent meydanları, yurttaşa özgürlük sunar. Bir nevi demokratikleşmenin sesidir meydanlar. Kentin her kesiminden gelen kişiler; buralarda uzlaşmanın, birlikte bir şeyleri paylaşmanın keyfini yaşar. Sanatsal, kültürel yaratıcılığın sergilendiği yerlerdir meydanlar.

Bağırmanın ve susmanın anlamlandığı, sevilerin taçlandığı, anıların tazelendiği, sevda esintilerinin kasırgalara dönüştüğü yerlerdir kent meydanları. Buralarda güvercinler farklı kanat çırpar, her kuşun kanadından ayrı bir haber gelir bekleyenlere. Seyre dalıp da yudumlayacağınız çay ve kahve ayrı bir tattadır; içimi ayrı bir keyiftir. Meydanda yediğiniz yemeğin, pastanın, simidin lezzeti damakta kalıcıdır. Hele kendinizi kalabalığın büyüsüne kaptırıp da atacağınız bir iki tekin zevkine doyum olmaz.

Yaşamımızda çok önemli olan meydanların kentlerde yeterince bulunmaması acı bir durum. Ekonomik, sosyal alanlarda onulmaz sıkıntılar yaşayan insanımızın, hiç olmazsa kent yaşamındaki yalnızlığını gidermeye katkı yapmalı yönetenlerimiz. Onu daracık, iki yanı beton kalelerle çevrilmiş izbe sokaklara mahkûm etmemeli. Getto yaşamından kurtulmanın, farklı kültürden, yörelerden kişilerle kaynaşmanın yeridir meydanlar.

Gelelim konumuza, Ali Sami Yen arsasının satılmasına. Burayı Tekel’in Likör Fabrikası arsasıyla birlikte düşünüp hesapladığımızda altmış bin metrekare bir yer. Tabi ki parasal değeri çok yüksek. Sultanahmet Meydanı’nın iki, Taksim Meydanı’nın üç katı olan bu yerin kentsel açıdan değerini ise ölçmek, hesaplamak olanaksız. Kentin ortasında böylesi güzel ve geniş alanı imar için satmak, İstanbullulara yapılmış en büyük kötülüktür. Ayrıca bu satışın ülkemiz ekonomisine katkı yaptığını söyleyerek savunmak hatadır. Yıllarca kentleri binalarla doldurmanın kalkınma olduğu yutturmacasıyla halkımız uyutuldu. Ormanlarımız, tarihi eserlerimiz bu anlayışla yağmalandı. Ormanlarımızı gece baltayla biçen, tarihi evleri bir kibritle kül eden anlayış, hep bu gerekçeye sığındı. “Kalkınıyoruz, inşaat sektörü gelişiyor.”

Kent için böylesine önemli bir yerin satışı iptal edilmeli ve burası kente, kentlilere, İstanbul’a kazandırılmalıdır. Burayı, 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’a; kimliğine ve tarihsel özelliklerine uygun bir meydan yapalım. Kültürel zenginliğimize, önemli bir katkı sunalım.

Yaşamda her şeyin para olmadığını, paradan da değerli varlıklarımızın olduğunu, yıllar sonra da olsa, anımsayarak çocuklarımıza önemli bir miras bırakabiliriz.

Devlet eliyle zengin yaratma anlayışını terk ettiğimizde göreceğiz ki ülkemiz daha yaşanabilir olacak. Binlerce yılın ve çok farklı uygarlıkların izini taşıyan İstanbul’dan, Türkiye’den daha değerli ne var ki? TOKİ’nin ve müteahhidin kasasına girecek milyonlarca lira, İstanbulluların mutluluğundan daha mı önemli?

Adil Hacıömeroğlu
23 Nisan 2010
Not: 10 Mayıs 2010 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

MÜTHİŞ OYUN


Anayasa değişikliği paketi, TBMM gündemine alındığı günden itibaren siyasal gelişmeler AKP’nin istediği biçimde sürüyor. Değişiklikler, mecliste görüşülmeye başlamadan AKP’nin amacını, “KESKİN DÖNEMEÇ” başlıklı yazımda şöyle açıklamıştım: “AKP’nin tek isteği anayasa konusunda halk oylamasıdır. TBMM’de anayasa değişikliğinin kabul edilmesi RTE ve arkadaşlarını tatmin etmez. Referandumla halkı biraz daha ayrıştırmak, cepheleştirmek asıl amaçlarıdır. Bizim halkımız seçimi sever. Bugüne kadar halka, “demokrasi, eşittir sandık” fikri aşılandı. Demokrasi, halkı adam yerine koymaktır. Sandığı halkın önüne koyan kazançlı çıkar. Bu, unutulmamalıdır. Referandum AKP’nin oylarındaki düşüşünü ters döndürebilir. Anayasa değişikliği paketi toptan oylanacağından bu, iktidar partisine avantaj sağlar. Bir maddeyi beğenen, diğerlerini incelemeden oyunu verir. Zaten gereğinden çok popülizm yapılarak ve belden aşağı vurularak kamuoyu referanduma hazırlanmıştır.”

3 Mayıs’ta TBMM genel kurulunda görüşülen anayasa değişiklik paketinin “parti kapatmayla” ilgili 8.maddesi gerekli oyu alamayarak reddedildi. Muhalif basın yayın organları, bunu bir bayram havasıyla ele alarak aynı şeyin diğer maddelerde de tekrarlanabileceğini yazdılar. Bundan sonra paketteki geri kalan maddelerden her hangi birinin reddedilebileceğini sanmıyorum. Çünkü 8.maddenin reddini, AKP içindeki muhaliflerin bir direnişi/tavrı olarak görmüyorum. Aksine bunun bir AKP organizasyonu olduğunu düşünmekteyim. Reddedilen madde, referandumda AKP’yi en çok zorlayacak konuydu. Parti kapatmalarıyla ilgili, referandum öncesi yapılacak tartışmalar daha çok bölücü partilere odaklanabileceğinden anayasa değişikliklerinin halk oylamasında kabulü zora girebilecekti. İşte, bu nedenle iktidar partisi bir yükten kurtulmuştur.

Basın organlarının büyük çoğunluğunda ret oyu veren milletvekillerinin kimler olduğu konusunda çeşitli tahminlerde bulunuldu. Bu tahminlerde genellikle de liberal milletvekillerinden bazıları öne çıkarıldı. Hatta RTE’nin gözüne girmek isteyen bir AKP’li vekil, ret oyu verebileceklerinden şüphelendiği arkadaşlarının listesini ile tuttu. Ret oyu veren vekillerin kimler olduğunun AKP yönetimince bilindiği düşüncesindeyim. Çünkü bu madde, siyasal bir ayak bağıydı, bundan da kurtulmak gerekliydi.

Yine RTE, bir taşla birkaç kuş vurma fırsatı yakaladı. 4 Mayıs Salı günkü parti grup toplantısında “mağdur, masum, şefkatli, demokrat” bir lider rolünü iyi oynadı. “Bize halkımızdan başka talimat verebilecek bir güç yeryüzünde yok.
Farkımız bu... Onun için 'millete gidelim' diyoruz. Anayasa değişikliğiyle
amacımız Türkiye'yi her açıdan büyütmektir. Biz Türkiye'nin ayağındaki prangaları çözmek için yola çıktık.” Bu sözlerle popülizmi doruğa çıkararak kendisine acındırdı.

“Ben, bugün özellikle sizlere beylik sözlerin ötesinde, kalıplaşmış
ifadelerin, etkisini yitirmiş vecizelerin, siyasete malzeme olarak kirlenmiş
kelimelerin ötesinde, sizlere gönlümle, kalbimle konuşmak istiyorum. Gönlümden kopan sözcüklerle, samimi hissiyatımla hitap ediyorum.” sözleriyle de güya ret oyu vermiş vekillere şefkat gösterisi yapıyor. İnsanların düşüncelerine değil de duygularına seslenmesi de çok ilginçtir.

“Parti kapatmayla” ilgili maddenin reddi, BDP’ye de önemli bir AKP golüdür. Çünkü BDP’liler de meclisteki oylamaya katılmadılar. Bir noktada AKP, bu partiye de sınamış oldu. Bundan sonra bölücü çizgideki partilerin, parti kapatmayla ilgili yakınmalarının da yolu kapanmıştır. BDP, bu konuyu seçmenlerine zor anlatır.

“Anayasa” tartışmaları, birden yerini “faşizm” ve “İnönü” tartışmalarına bırakmıştır. Bu da önemli bir gündem değişikliğidir. “Müflis bezirgân yine eski defterlerini karıştırıyor.”

Şimdi önümüzde tek seçenek kalmıştır. O da “anayasa değişikliği paketi”nin Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilmesidir. Böyle bir durum, Türk yargısını kurtarır. Yargının kurtulması da Cumhuriyet rejimine yapılan saldırıların önünü kesebilir. Mevcut durum (olağanüstü bir değişiklik olmadığı sürece), “anayasa değişikliği paketi”nin halk oylamasında rahatça göstermektedir.

AKP yeni bir oyunla kamuoyunun belleğini yine alt üst etti. Gündem toz duman. Aktörler, rollerini çok iyi oynuyor. Müthiş bir oyun sahneleniyor. Oyuncular kazanıyor, Cumhuriyet ve Türkiye kaybediyor.

Adil Hacıömeroğlu
4 Mayıs 2010
Not: 10 Mayıs 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

BİZE NE OLDU?


Son günlerde peş peşe ortaya çıkan çocuklarla ilgili tecavüz olayları gündeme bomba gibi düştü. Geleneklerimiz, ahlaki değerlerimiz, çağdaş hukuk kuralları, insanlık ölçüleri hiçe sayılarak gerçekleşen tecavüz olayları toplumumuzdaki çürümenin ne düzeyde olduğunun da bir göstergesi.

Bir ilimizde ilköğretim çağındaki dört kıza, yaşları on dörtle yetmiş arasında değişen yüzü aşkın erkeğin tecavüzü ilginçtir. Ayrıca bir ilçemizdeki iki ve üç yaşlarındaki çocuklara ilköğretim çağındaki çocuklarca tecavüz edilerek birinin öldürülmesi ise ayrı bir vahşettir. Yine son günlerde yurdumuzun diğer illerinde de tecavüz suçlarının işlenmesi üzücü, üzücü olduğu kadar da düşündürücüdür.

Peki, tecavüz olaylarının bu denli çoğalmasındaki neden ne? Bu olayların feodal düzenin etkili olduğu yörelerde daha çok olması, toplum olarak birtakım sorgulamaları yapmamızı gerektiriyor. Feodal ilişkiler, bu tür olayları tetikliyor. Gerçi modern toplumlarda da tecavüz olaylarına rastlanmaktadır. Ancak son günlerdeki olaylarda toplumun olayı saklama isteği, suçu gizli de olsa onaylama anlamı içermektedir. Oysa modern toplumlarda bu tür suçları işleyenler dışlanır, suçlu olarak görülür. Toplumun suçu gizleyip saklaması söz konusu bile olmaz.

Feodal yapı içinde ağır baskılar altında ezilerek yetişen ve özgür birey olmanın güzelliklerini yaşayamayan kişilerin, suça eğilimleri çoğalır. Yaşamı boyunca doğru dürüst saygı görmeyen birinin, başkalarının yaşamına ve tercihlerine saygı göstermesi beklenemez. Ayrıca küçük yerlerdeki feodal derebeylerin, bulundukları yerde her şeye muktedir olma istekleri ve yasa, kural tanımazlıkları suçun bir başka nedenini oluşturmaktadır. Siyaset yaşamımızdaki popülizm de bu feodal ağalara cesaret vermekte. İdari personelin siyasal tercihlere göre atanması da bu işteki bir başka yanlış. Ne yazık ki yörede çağdaş ölçülerde aile planlaması yok. Yoksulluk içinde boğuşan ailelerin çok çocuk yapması ayrı bir felaket. Böyle bir durumda çocuklar ne eğitilebiliyor ne de aileler tarafından denetlenebiliyor. En önemlisi ise çocuklara en büyük gereksinimleri olan sevgi verilemiyor. Sevgi görmeden büyüyen birisi başkasını sevebilir mi? Saygıyı çocukken öğrenemeyen bir birey, başkalarının bedenine ve ruhuna saygı göstermenin erdemini bilebilir mi? Feodal toplumlarda saygı deyince güçlünün karşısında el pençe divan durmak anlaşılır. Yani güçlünün yanında sus pus, güçsüzün karşısında ise zalim bir despot.

Feodal toplumda her birey ezilir. Özellikle kadının adı yoktur toplumsal yaşamda. Kadını sadece çocuk doğuran bir aygıt olarak görmek, toplumsal yaşamı felç eder. Sevgi ve saygı meleğinin bir ayağı topal kalır.

Kadın eziliyor da erkek ezilmiyor mu feodal toplumda? Hem de nasıl… En az kadınlar kadar eziliyor. Her gün ağaya, feodal erk sahibine boyun eğmek, hizmet etmek, onun yanında kendini ikinci sınıf görmek; tam bir felakettir bir erkek için. Felaketin gayya kuyusudur. Hele bir de buna yoksulluk, başkalarına ekonomik anlamda muhtaç olmak eklenmişse…

Gittikçe muhafazakârlaşan toplumumuzda suç oranındaki artış ve bazı olayların vahşet boyutuna ulaşması ise dikkat çekicidir. Bu konuda da kendimizi sorgulamanın zamanı geldi sanırım. Dindar olmayı yalnızca örtünmeye indirgeyen bir sığ anlayışla karşı karşıyayız. Yıllardır türban kavgası yapılan ülkemizde, dininin ahlaki öğütleri nerdeyse unutuldu/unutturuldu. Örneğin, hırsızlığın ne denli bir ahlaksızlık ve günah olduğu bilinse, ülkemizde bu kadar yolsuzluk yapılabilir miydi? Yolsuzluk yapanların toplumda kabul görmesi (tepki gösterilmediğine göre) nasıl izah edilebilir?

İlköğretim okulu öğrencilerinin bu olaylarda mağdur olması ve mağduriyetlerin saklanması ise işin bir başka düşündürücü yanı. Son yıllarda eğitimle o kadar uğraşıldı ki anlatmaya sayfalar yetmez. Okullardaki tarikat-cemaat etkisi inkâr edilemez. Ne yazık ki öğretmenlerimizin bir bölümü toplumumuza çağdaş değerlerin benimsetilmesi konusunda yol gösterici, eğitici ve örnek olacakları yerde; popüler kültürün hizmetine giriyorlar. Şirin görünmek adına ortaçağ değerleriyle uzlaşıyorlar.

Son yıllarda toplumsal değerlerimize ve kurumlarımıza çok acımasızca ve planlı olarak saldırıldı. Bizi bir arada tutan ne varsa “demokratikleşiyoruz, özgürleşiyoruz” adı altında kurda kuşa yem edildi. Yargı kurumları politik çıkarlar uğruna hedef alındı; toplumda hukuka duyulan güven sarsıldı. Eğitim, cemaatlerin ideolojik karargâhları olarak düşünülüp çağdaş birikimler bir çırpıda harcandı. Ordu düşmanca saldırılarla zayıflatılmaya çalışılıyor. Çalışkanlık, dürüstlük, yardımlaşma, üretken ve yaratıcı olma küçümsendi. Köşe dönücülük, halkı soyma, bağırıp çağırma, hakaret etme, küfretme, özel yaşama müdahale, paraya tapınma, yalan söyleme, iftira atma, hile yapma güzel şeylermiş gibi topluma sunuldu. Son günlerde meclisteki tartışmalar ve sarf edilen küfürler, tavırlar nerelere gittiğimizin göstergesi değil mi?

İşin en acı yanı ise bizzat yöneticilerimizin, feodal güç sahiplerine oy uğruna prim vermesidir. Aşiret sistemine meşruiyet kazandırmak hiçbir çağdaş yöneticiye yakışmaz. Saygı gösterip koruyacağımız tek şey var: O da Cumhuriyet ve onun bize kazandırdığı toplumsal-kişisel erdemlerdir.

Adil Hacıömeoğlu
29 Nisan 2010
Not: 3 Mayıs 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.