HASAN TAHSİN


Hasan Tahsin Hacıömeroğlu; amcaoğlum, ağabeyim, çocukluğumun örnek adamı, dedelerimizden kalma evde, aynı çatı altında büyüdüğüm arkadaşım… 19 Haziran 1955’te doğdu ikizi Hüseyin Cahit’le. Amcamın ilk erkek çocuklarıydı Hasan’la Hüseyin dört kızdan sonra. İkizlerin doğumuyla evimiz, mutluluk yelleriyle doldu. Aynı yıl, babam Denizli-Çal-İsabey İlkokuluna atandı. Köyümüzde doğan herkesin doğum tarihini belleğine yazardı babam. Yeğenlerinin doğduğu günü de silinmemek üzere kaydetti belleğine. O da çok mutlu olmuştu Hasan’la Hüseyin’in gelişinden. Ardında ikinci ikizleri doğdu amcamın İlyas ve Kenan. Ne yazık ki bu ikizler uzun yaşamadı.

Her köy çocuğu gibi savaşımcı, azimliydi. Yaşama tutundu dişiyle tırnağıyla. İkizi Hüseyin Cahit, üç yaşında yenildi yaşama. Dünyaya doyamadan vardı uçmağa. Hasan’ın annesi, Kelerli yenge de (Asıl adı Fatma’ydı. Yöremizde kadınlar, genellikle doğup büyüdükleri yerin, babalarının adları ya da kızlık soyadlarıyla çağrılırdı. Fatma yenge de Of’un Keler köyünden olduğu için böyle çağrılıyordu.) yakalandığı bronşit sayrılığıyla savaşmaya başladı. Çok geçmeden yataklara düştü. Hasan’a ninem ve annem kol kanat gerdi.

Köyümüzde okudu ilkokulu. Dersleri iyiydi. Özellikle matematik başarısı ilgi çekiyordu. O, sınıfları geçip çıkarken yaşamın basamaklarından, annesinin sayrılığı daha da ilerliyordu. Neredeyse yataktan kalkamaz oldu. Hasan, ilkokulu bitirdi.

Tam da onun ilkokulu bitirdiği yıl, bize çok uzak olmayan bucak merkezimizde (Hayrat’ta) ortaokul açıldı. Ortaokul, bizim eğitimimizi sürdürdüğümüz ilkokulun alt katındaydı. Buraya kaydoldu. Velisi babamdı. Köyümüzden Hayrat’a yürüyerek gitmek yarım saat sürerdi. Dönüşte yokuş yukarı gidildiğinde zaman biraz uzardı. Doğaldır ki günün yorgunluğu da binerdi bu yokuşu tırmanmanın üstüne.

Köy çocukları çok küçük yaşlarda yaşamın zorluklarıyla savaşmayı öğrenirler. Karşılarına çıkan engelleri aşmayı, onları zorlayan sorunların üstesinden gelmeyi kendi çabalarıyla başarırlardı. Çünkü yaşamda kalmanın biricik yolu, zorluklarla savaşmayı gerektirirdi. 1966-67 Öğretim Yılında ortaokula başladığında çok mutluydu. İlk kez takım elbise giymiş, okulun sarı şeritli lacivert şapkasını başına koymuştu. Bu kıyafetiyle zamanın koşullarına göre bolca fotoğraf çektirdi.

Fotoğraflarına bakardık zaman zaman. Küçük yaşta yurt ve ulus ülküleriyle donatmıştı kendini. Ondan dört yaş küçüktüm. Bana, bu ülkülerini anlatırdı bildiğince.

Ortaokula başlamanın sevinciyle başı göklerdeydi. Ne yazık ki tüm mutluluk ve sevinçler gibi onunkiler de bıçak gibi kesilip derin bir üzüntü ve acıya dönüştü yaşamı. Tam da Atatürk’ü anma törenine hazırlanırken yaşamının en büyük acısını yaşadı 10 Kasım 1966 Perşembe günü. Annesinin melek olup göklere uçtuğunu öğrendi. İşte, bu haber onun en büyük yıkımıydı. Öksüz kalmıştı ablası Ayşen’le. Ne annesine doydu ne de çocukluğuna. Yengem uçmağa vardığında otuz üç yaşındaydı.

Hasan, on bir yaşındayken kolu kanadı kırık bir güvercindi artık saçak altlarında. Okula gitmediği zamanlar köy evimizin üst katında bulunan odasına çekilirdi. Orada iç dünyasına kapanıp düşünürdü. O odaya ben girerdim rahatça ve sıkça. Kimi zaman onu gözyaşları içinde bulurdum. Yanına gittiğimde kendine çeki düzen verirdi, durumunu belli etmezdi. Hemen konu değişir başka şeyler konuşurduk. Çoğu zaman geleceğe yönelik düşlerimizi anlatırdık birbirimize. O, ortaokul birinci sınıftaydı; ben de ilkokul üçe gidiyordum Kelerli yengemin acısının kor ateş gibi evimize düştüğü zaman.

Hasan, annesiyle ilgili fazla konuşmazdı. Anlardım onun bu durumunu. Çünkü içi yanıp kavrulan biri, nasıl konuşsun? Onun yanında tutardım kendimi. Odasından çıktığımda gözyaşlarıma engel olamazdım. Gözpınarlarımdan akan billur damlaları kimse görmesin diye tarlaya koşardım gizlice. Gözyaşlarımı tarlamıza akıtırdım sessizce. Kendime geldiğimde dönerdim eve.

Hasan’la bitmez tükenmez düşlerimizi birbirimize anlattığımız gibi oyun da oynardık. Oyunlarda yenilmeyi pek sevmezdi. Sinirlenip kızardı yenildiğinde. Ancak bana hiçbir zaman el kaldırmadı. Tam tersine beni, el kaldıranlardan korudu. Beni kendi yaşıtıymışım gibi görürdü. Kendi yaşına uygun olan konuları bile benimle konuşurdu.

Öksüzlerin dayıları Hacıfazlıoğlu Mehmet ve İbrahim amcalar, ziyarete gelirlerdi onları fırsat bulduklarında. O günlerde köyler arasında taşıtların gideceği yollar henüz yapılmamıştı. Olsa da kimsenin altında arabası yoktu. Gelirdi dayıları genellikle cuma günleri, kilometrelerce yolu yürüyerek. Önce yeğenlerine sarılırlardı derin üzüntüyle. Yüzleri gülerdi, ancak içlerinin kan ağladığını anlardım gözlerine baktığımda. Konuşurken sesleri titrerdi. Ninem, onları nereye oturtacağını, ne ikram edeceğini bilemezdi Bastonuna dayanarak yeni gelin gibi dolanırdı ortalıkta. Öğlen ezanı okunmadan köyün merkezine giderlerdi. Doğruca amcamın dükkânına yönelirlerdi. Yanlarında Hasan’la ben de olurdum. Amcam, onları gördüğünde sevinirdi. Onlarla konuşurken ela gözlerine bir bulut kütlesi otururdu. Onların gözlerinde yengemi görüp yaşardı. Ezan okunmadan kalkarlardı yerlerinde üçü birden abdestlerini almak için. Dükkânı bize emanet ederdi amcam. Namazdan sonra dükkâna uğrarlardı biraz kalabalıkça. Bizim demlediğimiz çaydan birer bardak içtikten sonra eve yollanırlardı üçü birden. Kimi zaman yanlarında Nazım (Hacıömeroğlu) amca da olurdu. Çünkü yemek zamanı gelmişti. Yemeği yedikten sonra yine dükkâna dönerlerdi. Onlar dönünce dükkânın önünde söyleşirlerdi çay eşliğinde uzun süre. Gelen müşterilerle Hasan’la ben ilgilenirdim. İkindi olduğunda Mehmet ve İbrahim amcalar vedalaşıp ayrılırlardı köylerine gitmek için. Onlar yola çıktığında Hasan’ın da amcamın da gözleri buğulanırdı. Uzun süre arkalarından bakakalırlardı.

Amcam, köydeki dükkânını kapattı, İstanbul Kadıköy’de tam da Altıyol’da bir dükkân açtı. Hasan, orta ikiden üçe geçtiği yaz dinlencesinde İstanbul’a gitti. Yaz boyu orda kalıp babasına yardım etti. Okullar başlamadan kısa bir süre önce döndü köye, dolu yükçesiyle. Yükçesini birlikte açtık. İçinden tam altmış tane kitap çıktı. Hepsi varlık yayınlarından dünya klasikleri… Kitapları kokladık onunla. İçlerinden bazılarını okumuştu bile. Odasında raf olmadığı için kitapları, duvarın dibine dizdik. “Kitapları sen de okuyacaksın Adalet!” dedi bana. “Bunları ikimiz için aldım.” diyerek sürdürdü sözlerini. İçlerinde birkaçını seçip bana verdi. “Sen bunlardan okumaya başlarsın.” dedi tüm ciddiyetiyle. Bundan d anlaşılıyor ki paylaşımcılığı üst düzeydeydi.

Hasan, annesini sonsuzluğa uğurladıktan sonra içe kapandı biraz. Annesinin acısını, içine gömdü sandı herkes. Ancak onun acısı yüreğini alev alev yakan sönmesi olanaksız bir ateşti. O ateşi söndürecek ne şırıl şırıl akan bir su ne de anne duygusunun önüne geçecek bir insan sevgisi oldu yaşamında. Ona annelik duygusunu vermeye çalışan annemle ninemdi. Ninem, onun için dünyaları yakıp yıkardı. “Benim uşağum.” derdi de başka bir şey demezdi. Bir dağ kartalı gibi onu kanatlarının altına alırdı. Onu üzen ya da zarar verenlere karşı gözünü karartırdı.

Kelerli Yengem zamansız göçüp gitti ocağımızdan yerinde büyük ve dolmaz bir boşluk bırakarak. Çocuktum, oyuna doyamadığım zamanlardı. Koşup oynardık delicesine. O, evimizin giriş katındaki doğuya bakan odasında yatardı sürekli. Sayrılığı gittikçe artmıştı. Gezip dolaşamıyordu pek. Ben saklambaç oyunlarında saklanmak için özellikle onun odasına girerdim. Onun gözleri parlardı beni görünce. Kolumdan tutar kendine çekip öpüp koklardı beni. Saklanırdım yorganının altında yenge kokusu anne kokusuna dönüşürdü. Çocuk delisiydi. Çocuklara bağırıp çağırmaz, onlara sevgiyle bakardı. Ne yazık ki yengemi hep sayrı yatağında yattığı biçimiyle anımsıyorum. Bir de kahverengi gözleri ve insan yüreği hiç usumdan çıkmaz.

İki kardeş, birbirine sarıldılar yaşamları boyunca. Aralarındaki sevgiyi kimse doğru düzgün anlamadı. Onların birbirleri için kendilerini feda etmelerine kimse akıl erdiremedi. Aralarındaki özveri, herkesçe anlaşılır ve anlanır bir şey değildi. Birbirine adanan yaşamları vardı.

İçime anlaşılmaz bir sıkıntı çökmüştü akşamdan. Bu nedenle gece geç uyumuştum. 26 Haziran 2025 günü sabahı 05.33’te telefonum çaldı. Zaten tilki uykusundaydım. İlk çalışta, içimde bir sızı duydum. Hemen yanımdaki telefona uzandım. Ekranda Ayşen ablamın adını görünce “Eyvah!” dedim içimden ve açtım telefonu. “Adalet, Hasan’ı kaybettik kardeşim.” dedi. Sözünü bitiremeyip kapattı telefonu.

Telefonu kapatıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Beynimden vurulmuşa döndüm. Yüreğim duracak sandım. Yüreğim, göğüs kafesimden fırlayıp çıkacaktı neredeyse. Gözyaşlarım sel olup yatağımı ıslattı. Boğazım düğümlendi. Üzüntüm çok derinden yakmakta içimi. Anılarımız geçti gözümün önünden bir bir. Biraz toparlandıktan sonra Ayşen ablamı aradım. Ayrıntıları öğrendim ve ne yapacağımıza karar verdik.

Hasan, liseyi bitirip Ankara’ya taşındı. Orada bir memuriyete girmişti. Bir yandan da Gazi Eğitim Enstitüsü Matematik bölümünde eğitimini sürdürüyordu. Çok geçmeden ablası Ayşen’i de aldı yanına. Ayşen, azimli biriydi. Zamanın koşulları gereği ilkokuldan sonra eğitimini sürdürememişti. Ankara’da ortaokul, lise ve üniversiteyi bitirdi. Liseyi bitirince o da memur oldu. İki kardeş, yaşamın yükünü birlikte omuzladılar.

12 Eylül Amerikancı darbesi, yurtsever gençlerimizi sararmış buğdayları biçen bir kör tırpan gibi biçti. Hasan, darbe sırasında işinden ayrılmak zorunda kaldı. Uzun süre saklandı tutuklanmamak için. Bu süreç, onu çok örseledi. Gittikçe içe kapandı. Yaşamının son sekiz yılını Batum’da geçirdi. Orada çok mutluydu. Son soluğunu da orada verdi.

Ablası Ayşen, yeğenleri Abdülkadir Kapıcıoğlu, Umut Hacıömeroğlu ve Abdülkadir’in kaynı Fatih Gürdal yola çıktılar Batum’a gitmek için. Zorlu bir yolculuktan sonra vardılar oraya. Oradaki Türk konsolosluğunun yardımıyla işlemleri tamamlayıp getirdiler Hasan’ı Ankara’ya. 29 Haziran günü ikindi namazından sonra o, çok sevdiği Ankara’nın toprağına kavuştu.

Cenazesine onu yürekten çok sevenler geldi. Cenaze namazı sırasında kameralar olmadığından ön saflarda itişme kakışma olmadı. Vicdan ve yürek sahibi bir toplulukla uğurlandı son yolculuğuna. O, üst düzey iyi bir matematikçiydi. Ne yazık ki bu özelliği, çok anlaşılmadı.

Onu uğurlamaya acımızı paylaşmak için gelen ve ilk kez yüz yüze tanıştığım ve sosyal medyadan tanıdığım Mehmet Aksu Bey’e minnettarım. Ayrıca onu gönülden seven adlarını sayamayacağım dost ve akrabalarımız oradaydı. Hasan’a şaşmaz bağlılığıyla çırpınan ve orada tanıştığım Azerbaycan yurttaşı Şahin Ahmetoğlu’nun yürekli vefası övgüye değer. Komşuları, tanıdıkları koşturdular her dakika.

Hasan, babamın dedesinin adıydı. Ailemizde dört Hasan vardı. Önce büyük halamın oğlu Hasan’ı yitirdik çok genç yaşta. Korona salgınında, küçük halamın oğlu Hasan vardı uçmağa. Şimdi de Hasan Tahsin buluştu ikizi Hüseyin Cahit’le. Onu, toprağa verirken gözyaşlarımı tutamadım. Kim bilir gömütünün üstünde hangi kır çiçekleri boy atacak? Çevresindeki ardıç ağaçlarındaki ardıç kuşları onun yoldaşı olacak sonsuza dek. Onu sonsuzluğa uğurlayıp iki gün sonra İstanbul’a dönerken yüreğimden taşan anılarımı yaşadım tren yolculuğu boyunca. Belki de çok sevdiği matematik soruları yazmayı orada sürdürür. Düşleri mi? Düşleri onunla kuş olup uçup gitti gökyüzüne. Belki bir gün yağmur bulutlarına karışıp yağar o düşler toprağa can verir. Kim bilir…

Not: Yazıyı destekler nitelikte olan FINDIK SERGİSİNDE GECE BEKÇİLİĞİ https://adiladalet.blogspot.com/2021/08/findik-sergisinde-gece-bekciligi.html yazım okunabilir.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  3 Temmuz 2025

 

 

NEFRET ETMEK, KİMİN İŞİ?


Son günlerde kadını, erkeği, çocuğuyla herkesin dilinde “Nefrrrrret ediyorum.” sözü var. Kişiler, bu sözü söylerken “nefret” sözcüğünün üstüne basarak ve uzatarak söylüyorlar ki sözcükteki anlam çoğalsın diye. Bu kişiler; ayrım yapmadan tanıdık, tanımadık insanlardan nefret ediyorlar. Kentlerden, yaşadıkları yerlerden, çalıştıkları işyerlerinden, kurttan kuştan, börtü böcekten, doğadan, hatta ülkelerinden nefret ettiklerini yüksek sesle dile getirirler. İçlerini dolduran nefret duygusu, eğinlerine sığmayıp taşıyor. Taştıkça da toplumdan uzaklaşmaktalar.

İçleri nefretle dolu kişiler, aslında kendilerinden nefret ediyorlar. Kendi dışındaki tüm varlıklardan nefret ederek aslında kendilerinden nefret ettiklerini açıkça söylemekte bu kişiler, doğaldır ki anlayana. Bu durum, çok derin özgüvensizlik sorunu. Ayrıca kendini sevmemenin getirdiği büyük bir açmaz. Bu insanların kendileriyle barışık olmadıklarını da söyleyebilirim.

Peki, bir insan kendini niye sevmez?

Kendini sevmeyen kişilerin bu sayrılığının nedenini yetiştiği ortama ve ailesiyle ilişkilerine bağlamak yanlış olmaz. Bu kişilerin ve içinde büyüdükleri evlere egemen olan olumsuz düşünme biçimidir. Bu kişilerin bakış açılarında, olumlu bakıp düşünme neredeyse hiç yok. Her düşünceye, olaya, kişiye olumsuz bakış açısı; özgüvensizliğin yanı sıra sevgisizliği de getirir. Sürekli kaygılıdır bu kişiler her şeye karşı. Kaygıları, olumsuz bakış açıları, onları kendisini sevmemeye yönlendirir. Bu kişiler, giderek kendilerini yaşamda yararsız olarak görürler. Bu de istenmeyen olaylarla sonuçlanır.

Bu kişiler “ya hep ya hiç” düşüncesiyle davranır. Bir şey ya dört dörtlük olmalı ya da hiç olmamalı. Olumluyla olumsuzun arası yoktur onlara göre. Düşünceleri hep uçlardadır. Onlar için düşünsel yolculukta ara duraklar olamaz. Mükemmeliyetçilik, en belirgin özellikleri. Bir düşüncenin, olayın, kişisel gelişimin, öğrenmenin bir süreç işi olduğunu, aşamalardan geçtiğini kabullenmezler. Her şeyin bir anda en mükemmel bir biçimde olup bitmesini isterler. Oysa bu bakış açısı doğal sürece, gelişime uygun değil. Bunu düşünmezler bile. Kişi, böylece beklentilerinin istediği gibi karşılanmadığını görünce kendinin toplumsal dışlanmışlığa uğradığını sanır. Bu, kişinin kendini sevmemesine yol açar.

Özgüveni olmayan, aşağılık kompleksi içindeki kişi kendini sevmez doğal olarak. Bu da onun çocuk yaşta yaşadıklarıyla ilgili. Evinde sürekli baskılanan, başarısız ve beceriksiz görülen, hatta şaka da olsa onun çirkin olduğu söylenen biri özgüvensiz olur. Bu kişiler, kendilerini sevmez. Bu da onların içinde nefret duygusunu köpürterek büyütür.

İnsanlar, doğru yaptıkları gibi yanlış da yapar. Ne yazık ki bazı kişiler, küçük de olsa yaptıkları yanlışları kabullenmez. Küçük de olsa yapılan yanlışları, kendileri için yıkım olarak görürler. Bu da yaşamın mantığını algılamamaktan kaynaklanır. Bu, onların gerçekçi bir bakış açılarına sahip olmadıklarının göstergesi. Oysa kişi, eleştirel bir bakış açısına sahip olmalı. Yeri geldiğinde hem eleştiri hem de özeleştiri yapmalı. Bu da onun kişisel gelişiminin doğru olmasını sağlar. Bu kişiler, böyle olumlu bir tutumu edinmek yerine, kendilerini haksız ve ölçüsüz bir biçimde aşağılarlar. Bu da kendilerinden nefret etmelerine yol açar.

Özgüvenli, başarılı, kendisiyle ve toplumla barışık, çevresindekilerle uyumlu, eleştirel bakış açısı olan, yaşamın gerçeklerini kabullenen birinden nefret söylemleri işitmek olanaksız. Yaşamla bir türlü barışamayan, onun gerçeklerini içselleştiremeyen, toplumsal işlerliği algılamayan kişiler; her şeyden nefret ederler. Bunu da her fırsatta dile getirirler.

Nefret edenler, sürekli birileriyle yarış içindeler. Bu yarışı, hep yitirdiklerini düşünürüler. Yitiren kişi, kendi yetersizliklerini hep karşısındakine yükler. İğneyi kendine batırmaz. Bu kişiler, gizli ya da açık olarak karşısındakini kıskanır. Kıskançlık duygusu, kişiyi sevgisizliğe ve nefret bataklığına sürekler. Kıskançlığından kendi olumlu yanlarını, yaptığı güzel şeyleri görmez.

Aklı başında, amaçları ve ülküleri olan biri başkalarından nefret etmez. Çünkü o yaşamın kendisine sunduğu olumluluklara bakar. Küçük olumsuzluklara takılıp yaşamı hem kendine hem de çevresindekilere zehir etmez. Yaşam inişli çıkışlı, engelli bir yol… Küçük taşlara takılıp tökezlememeli. Küçük taşlar, uzun bir yaşam yolculuğunu, koşusunun engeli olmamalı.

Nefret, kişiyi içten içe kemiren bir kurt. Onun içimizi yiyip yaşamımızı tüketmesine izin vermeyelim.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         27 Haziran 2025

 

 

KÜFÜRBAZ ÇOCUKLAR VE GENÇLER


Uzun süredir okullardan ayrıyım. Emekli olsa da öğretmen, öğretmendir. Okul önlerinden geçerken bir başka olurum. Yüreğimin çarpıntısının hızlandığını duyumsarım. Eğitim yuvalarının önlerinden geçerken adımlarım yavaşlar, ayak sürürüm. Okul bahçesinden gelen çocuk ya da gençlerin sesi bana kuş cıvıltısı gibi gelir. İnsanlığın geleceğini oluşturan çocukların gelişiminin doğal bir tansık olarak görürüm. Onların davranışlarını gözlemlemekten, sözlerini işitmekten çok mutlanırım.

Toplu taşım araçlarında, aşevlerinde, dinlençlerde (parklarda) çocuk sesinden rahatsız olmam. Çünkü onların seslerini, gürültü olarak algılamam. Ne yazık ki kimileri, onların oynarken ya da birileriyle konuşurken ivedilik ve heyecan dolu konuşmalarını gürültü olarak gördüklerinden rahatsız olur. Çoğu zaman da onların susması için sert, tehditkâr uyarılarda bulunur. Bu davranış, hoşuma gitmez.

Evimin karşısında bir ortaokul var. Az ilerimizde, deniz kıyısına giderken de bir lise... Evde işim bitip alışverişe ya da kıyıda yürümeye gitmek için dışarı çıktığımda ortaokulun dağılma anına denk gelirim. Çocukların arasına karışırım isteyerek. Konuşmalarını dinler, nelerle ilgilendiklerini, sosyal eğilimlerini, beğenilerini, önem verdikleri konularını anlamaya çalışırım. Ne yazık ki kız olsun erkek olsun ortaokul çocuklarının çoğu küfürlü konuşmakta. Neredeyse üç tümceden birinin küfürlü olduğunu işitince üzülürüm. Kimi zaman uyarmaya çalışsam da pek işe yaramadığını anlarım. Bu yaş ağaçların niye eğilmediklerini düşünmeye çalışırım.

Güneşli, hafif poyrazın serinlettiği, deli ve coşkun baharın insanın içine ferahlık, yaşama coşkusu verdiği bir gün evimden çıktım deniz kıyısında yürümek için. Yakınımızdaki lise dağılmış. Yanımdan beş kız öğrenci yürümekte. Dillerinde yakası açılmadık küfürler var hem de en sinkaflısından. Biri, diğerinin yaptığı sövgünün daha şiddetlisi yapmakta. Yanlış anlaşılmasın aralarında kavga etmiyorlar. Birbirlerine bir şey anlatıyorlar kendilerince olağan bir biçimde. Demek ki arkadaşlar arası günlük konuşmaları böyle… Bunu da en işlek caddeden yürüyerek yapıyorlar. Her iki yanlarından yüzlerce kişinin geçtiği bir anda sövdüklerine göre bunu ayıp olarak görmüyorlar. Onlar için günlük, olağan bir dil bu…

Kızların konuşmalarını işitince üzülüp rahatsız oldum. Onlara dönüp: “Merhaba Çocuklar… (Gençler yerine özellikle çocuklar dedim. Onların daha küçük olduklarını, öğrenmeye çok gereksinim duyduklarını vurgulamak için.)” dedim. Onlar da: “Merhaba Amca!” diye karşılık verdiler bana. Sözümü eğip bükmeden doğrudan söze girdim terslenmem olasılığına göze alarak. “Az önce ister istemez konuşmalarınıza kulak misafiri oldum. Sözlerinizi, sövgülerinizi pek beğenmedim. Beğenmedim dediysem sizin gibi güzel ve zeki çocuklara yakıştıramadım bu sövgüleri.” Hepsi kızarıp bozardı. Bir şeyler söylemeye çalıştılar, ancak söyleyemediler. “Bu sövgülerin kadınları, dolayısıyla sizleri aşağıladığını biliyor musunuz?” diye sürdürdüm sözlerimi. Onlar, şaşkınlar, ancak uzaklaşmıyorlar benden.

Yürüdük biraz. Önümüze iki tane oturak çıktı. Oturma önerisinde bulundum. Küfrün ne denli aşağılık bir şey olduğunu, insan onurunu nasıl zedelediğini, insan ağzının güzel şeyler söylemesi gerekirken bu tür sözlerin güzel olması gereken ağızları, çöp kutusundan beter bir duruma getirdiğini anlattım. “Bakın…” deyip sürdürdüm sözlerimi. “Size çok kızmadım, bunu çocukluğunuza verdim. Bu anlattıklarımdan sonra bu sövgüleri sizden işitirsem o zaman çok kızarım ve sizi ayıplarım.” Kızlar susuyor, sustukça ve ben anlattıkça yüzleri pembeleşiyor, gözleri utangaç bir biçimde, biraz da suçluluk duygusuyla yerde. Cinselliğin sövgüye dönüşmesinin ne denli kötü ve aşağılayıcı olduğunu anlattım. “Cinsellik sövgü olsaydı, sizin gibi güzel kızlar, dünyaya gelir miydi?” dedim. Gülümsediler hınzırca.

Liselilere, kitap okuyup okumadıklarını sordum. Ne yazık ki kitaplarla araları iyi değil. Düşküleri, ülküleri, geleceğe yönelik bir amaçları yok! Aileleriyle sağlıklı ilişki oluşmamış. Okul, onları yönlendirme, bilinçlendirme okuma alışkanlığı verme, araştırıcı olma konusunda iyi çalışmamış. Ne yazık ki bilgiye susamışlıklarının olmadığını söyleyebilirim. Kültürel olarak beslendikleri alan, sokak ve sosyal medya… Ne yazık ki bu da onların ilgisini çekip kolaycılığa sürüklemekte. Bu, onların bilinçlerini, dillerini tekdüzeliğe tutsak etmekte. Üretkenliklerinin, yaratıcılıklarının, gençlik coşkularının tükendiğini üzülerek gördüm. Sözcük dağarcıklarının darlığı bir başka olumsuzluk…

Çocuklar ve gençler, toplumumuzun geleceği, umudu, büyük varlığı, en değerli hazinesi… Nedense gençlerimizi, sövgünün çürümüşlüğüne, kokuşmuşluğuna terk ediyoruz. Sövmeyi; bıçkınlık, delikanlılık, üstün olmak ve büyümek olarak algılamaktalar nedense. Kitap okumanın uzun yıllar yasaklandığı, son dönemlerde ise gereksiz görüldüğü bir zamandan geçmekteyiz. Yetkin, çağcıl, ideolojik saplantıları olmayan yazarlar yerine; yazınsal değeri olmayan yazıcıların kitapları öneriliyor siyasal amaçlar nedeniyle. Bu, çocukları ve gençleri okumaktan soğutuyor. Okullar, öncelikle kitap okuma alışkanlığını vermeli çocuklara. Bunu yapamayan bir eğitim sistemi, ülkemize doğru bir biçimde hizmet edemez. Bilim ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla geliştiği çağımızda kitap okuma alışkanlığı olmayan toplumların ileri gidip ayakları üstünde durması olanaksız. Toplumlar küfürle değil; bilim, kültür, sanatla kalkınıp ileri gider. Bu nedenle çocuklara sahip çıkmak başta ülkemiz yöneticileri olmak üzere yurttaşlarımızın tümünün görevi. Bu yurt görevinden kaçılır mı hiç?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  23 Haziran 2025

ANNE KUMRUNUN BÜYÜK SAVAŞI (Pazar Yazıları)


Sabahleyin erkenciyim. Yatağımdan kakar kalkmaz balkondaki çiçek, salatalık, biber ve domatesleri suladım. Sıra çay demlemede. Güneş, gülen yüzünü gösterdi. Sabah serinliği kırıldı böylece. Temiz, sessiz bir hava var. Kırlangıçlar, çoktan uyanıp ekmek savaşımına girişmişler çığlık çığlığa.

Mutfağa girdim çay demlemek için. Her sabah, mutfak camında beni karşılayan Kumru Ayşe hızlı adımlarla dolaşmakta pencerenin denizliğinde ivediliği varmış gibi. Dolaşırken bir yandan da içeriye, bana bakmakta “guluk, guluk, guluk” diyerek.  Belli ki sabrı tükenmiş. Çay için su koydum ocağa. Ben, ayak sürüdükçe onun sabrı azalıyor. Adımları gittikçe hızlandı. Yükselen sesinde biraz da öfke var sanırım. Gecikmeyeyim fazla, Kumru Ayşe sinirlenmesin.

Buğday dolu kabı alıp açık pencereye yöneldim. Guluklaması ton değiştirdi, seviniyor sanki. Denizliğin uzak köşesine çekildi. Birkaç avuç buğday bıraktım cam önüne. Hemen koştu buğdaya. Birkaç adım geri çıktım, onun yemesini izlemek için. Az sonra iki güvercin geldi. Kumrumu kaçırdılar. Ben kaynayan suyla çay demlemek için ocağa doğru gidince güvercinler korkup kaçtı. Onlar gidince benim aç kuşum döndü sofrasına, başladı yemeye.

Az sonra güvercinler yeniden geldi. Kumru Ayşe’yi yine gagalayıp kaçırdılar. Kumru, uzaklaştıktan sonra ansızın geldi cam önüne ve güvercinlere saldırdı var gücüyle. Güvercinler karşı koyamadı bile. Belli ki çok öfkelendi. Güvercinlerden küçük olmasına karşın can havliyle saldırdı defalarca. Bir yandan buğdayları yerken diğer yandan gelen güvercinleri kovmakta hırsla. Belli ki acelesi var. Sanırım yavruları ondan yemek bekliyor. Çünkü bu öfke bir anne öfkesi. Yavrularını aç bırakmama isteğinin, güdüsünün yürekliliği. Yavrular, yuvada aç beklerken hazır yiyeceği, güvercinlere kaptırmak olmaz. Üstelik uzun süre camda beklemiş. Buğdayları dili ve davranışlarıyla istemiş benden. Kaptırır mı şimdi önündeki yiyeceği?

Kumrular, çok sevilen kuşlar… Kumrular, tek eşliler… Ölünceye dek eşlerine bağlı kalırlar. Bu nedenle Türkçemizde birbirini çok seven eşler, sevgililer için “çifte kumrular” sözü kullanılır.

Eşleri öldüğünde, sağ kalan eş başka bir kumruyla çiftleşmez. Bu nedenle kumruları avlamak, türlü nedenlerle onların ölümüne neden olmak bu güzel kuşların soylarını tehlikeye düşürür. Zaten kentlerde yeni yapılaşma biçimiyle hayvanların yuva yapmaları zorlaşmakta. Çünkü onlar sık yapraklı ağaçlar ve çatı altlarındaki oyuklarda, oluklu kiremit altlarında yuvalanır. Yeni yapılarda oluklu kiremit kullanılmamakta. Ayrıca çatı altlarındaki oyuk ve aralıklar da bulunmamakta. Kentlerde sık yapraklı ağaçların giderek azalması bu hayvanların yuvalanmasına olanak vermiyor.

Kumrular için bir başka tehlike de yırtıcı büyük kuşlar. Kentlerde özellikle martı ve kargalar, kumruları avlayıp yemekte. Ayrıca kentlerde sayıları hızla artan kediler ise bir başka tehlike kumrular için.

Kumrular, ilkbaharın gelişiyle yuvalarını yapar. Yuvayı yaparken eşler arasında elbirliği zorunluluk... Yuvanın yapılmasından sonra çiftleşir bu güzel kuşlar.  Çifteleşmeyi izleyen on dört gün içinde iki yumurta yapar dişi. Yumurtlama işi bitince dişi, kuluçkaya yatar. Kuluçka süresi on iki gün sürer. Bu süre içinde dişi kuş, yuvadan hiç ayrılmaz. Yumurtaların üstünde yatarak onların sıcaklığını korur. On ikinci günün sonunda iki yavru yumurtadan çıkar. Yavrular doğduklarında tüysüzdür. Giderek tüylenirler. Yavru kumrular, annelerinin gagalarından çıkardıkları “güvercin sütü” denen salgıyla beslenir. Bu, onların hızlı gelişmesini sağlar. Biraz büyüdüklerinde anne ve babasının getirdiği yemlerle karınlarını doyururlar. Bir aylık olduklarında tamamen tüylenen yavrular, yuvadan uçar.

Kumru çifti, yavruları yuvadan ayrıldıktan sonra ikinci kez çiftleşir. Bir yılda ikinci kez yavru büyütür sevginin simgesi bu kuşlar.

Kumrular; buğday, mısır, kenevir tohumu ve böcekler gibi yiyeceklerle beslenir. Onlara ekmek yerine bu yiyecekler vermek en doğrusu. Gerçi ekmek de yerler. Ancak mayalı yiyecekler, onlara zarar verir. Bu nedenle olanak buldukça cam önlerine doğal yemler bırakmak en güzeli.

Kumrular, güvercinlerin bir alt türü. Yani akrabalar… Kumru Ayşe’nin güvercinleri kovması, annelik güdüsünden. Çünkü onun yuvasında yiyecek bekleyen yavruları var. Yeryüzünde annelik güdüsünün üzerinde daha güçlü bir duygu yok! Bir anne, yavrusu için her türlü tehlikeyi göze alır. Kumru Ayşe’nin yürekliliği de bundan. Dünyada annelik gibisi var mı?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  22 Haziran 2025

 

ÇOCUĞUNUZ KÜFRETMEYE Mİ BAŞLADI?


Çocuklar, ister istemez çevresinden etkileniyor. Bu çevrenin çekirdeğini, özünü aile oluşturmakta. Bu etkilenme, olumlu ya da olumsuz yönde olabilir. Bu, tamamen onun bulunduğu, yaşadığı çevreye bağlı. Çocukların çok hızlı öğrendiğini belirtelim. Bu öğrenme, genellikle büyüklerinin düşünceleri, sözleri ve davranışlarıyla olur. Büyüklerinin davranışlarını kopyalamada onun üstünde kimse yoktur.

Çocuğun yaşadığı evde, küfürlü bir dil kullanılıyorsa onun bu dili öğrenmesi çok çabuk olur. Çünkü o, işittiklerini yineler. Büyüğü, bir söz kullanıyorsa bir bildiği var demektir. Evde kullanılan sözler, onun için olağan bir konuşma… Onun en büyük örneği, büyükleri… Bu nedenle evde küfür etmemeli ve çocuklara kötü örnek olmamalı.

Anne ve babanın evde kullanacağı dil, çok önemli. Çünkü bu dil; çocuğun bilincini, sözcük dağarcığını, konuşmasını, insan ilişkilerini ve kişilerle iletişimini belirler. Böylesine önemli bir konuya, evde yaşayan herkesin özen göstermesi gerek. Dil olmasa düşünce olmaz. Bu nedenle düşünceyi belirleyen çocuğun işittiği sözcükler… O sözcüklerle kendine özgü bir dil oluşturur. Küçük yaşta oluşan dilin, çocuğun bütün yaşamı boyunca onun düşüncelerini anlatmasına olanak sağlayacağı gibi, insanlarla ilişkilerini de belirleyecek.

Çocuklar, küfretmeyi, yalnızca evde öğrenmez. Gittiği okuldan, yaşadığı çevreden, sanal dünyadan da öğrenebilir bu kötü sözleri. Bu konuda aileler dikkatli olmalı. Çünkü küçük yaştaki çocuklar, küfrü öğrendiklerinde hemen bu sözleri olduk olmadık yerde yinelerler. Bu sözleri söylemenin bir beceri ya da en kötüsü de yeni bir bilgi olduğunu sanırlar.

Çocuğun en başta küfürlü bir dil kullanmasındaki nedenlerden biri, çevresinin ilgisini çekmektir. Küfür içeren sözcükleri kullandığında çevresindekilerin söylediklerini daha iyi dinleyeceklerini düşünür. Bu yanlış düşünce çocuğa ikna edici, sakin bir dille anlatılmalı. Çocuğundan ilk küfrü işiten anne ve baba, çok sert tepki vermekten, hele onu cezalandırmaktan kaçınmalı. Çocukları bu kötü sözcükleri kullanmasını önlemenin yolu, ona bu sözlerin yanlışlığını sabırla anlatmak.

Kimi çocuklar, duygu ve düşüncelerini anlatmakta zorluk çeker. Bunun en önemli nedenlerinden biri, büyüklerinin ona karşı uyguladıkları baskı. Bu nedenle çocukların içindekini dışa vuran sözlerini baskılamamalı. Onların bize, saçma sapan gelebilecek sözlerini sabırla dinlemeli. Böylece çocuğa, iyi konuşmanın ve özgür bir ortamda saygıyla tartışmanın gücünü benimsetmeli. Böylece onların iç dünyasını, düşüncelerini öğrenme fırsatı yakalar büyükler.

Çocuk küfrederek evdeki ya da bulunduğu değişik çevrelerde kendi sınırlarını belirlemek ister. Ona karşı gösterilecek anlayış ve hoşgörüyü test eder adeta. Bu diliyle yer aldığı toplulukta kabul görüp görmediğine bakar. İlk küfrettiğinde duymazdan gelinirse o, fırsat bulunduğunda yineler bu kötü sözleri. Bu, aynı zamanda çevredekileri bir sabır sınavından geçirmektir.

Çocuklar çoğu zaman yaşadıkları düş kırıklıklarını, çaresizliği, anlaşılmamayı ya da öfkeyi anlatmak için küfre başvururlar. Bu durum bilinerek ona yaklaşılmalı. Onun içinde bulunduğu olumsuz duyguları anlarsak çocuğa yardımcı olabiliriz. Aslında o, kötü sözler kullanarak biz büyüklerin, onun yaşadığı duyguları anlamamızı ister. Bir başka deyişle içinden çıkamadığı tinsel durumunu kötü sözlerle gözümüze sokar görüp anlayalım diye. Bu dışavurumu, büyüklerin kolayca fark etmesi gerek. Bir sorun anlaşılmadan çözülmez. Bunun için çocuğu anlamalı. Küfre odaklanmak yerine, onun ne duyumsadığına bakmalı, tüm ilgimizi dilinden kötü sözlerle dökülen tinsel durumunu görmek.

Çocukları her ne olursa olsun sabırla, hoşgörüyle dinlemeli. Eğriyi doğruyu konuşarak anlamalı ve anlatmalı. “Küfrettiğine göre biraz öfkelisin sanırım. Seni, bu denli öfkelendirenin ne olduğunu bana anlatır mısın?” biçiminde tümcelerle onun içini allak bullak eden duygusal fırtınayı dindirmeli.

Çocuğu kötü söz kullanmaktan alıkoymanın yolu, onunla iyi bir dille konuşmaktır. Ona kullandığı kötü sözler nedeniyle çevresinden tepkiler gelebileceği anlatılmalı. Bu sözler nedeniyle çok sevdiği kişilerin kendisinden uzaklaşabileceği söylenmeli. En başta ise evdeki kişiler arasındaki iletişim dilinin düzeltilmesi gerekir. Bir çocuğu en çok etkileyen yer, evi. Bu nedenle kötü sözler, evin kapısından girmemeli.

Çocukların bulunduğu ortamları, edindiği arkadaşları tanımalı. Onların nasıl bir kültürden geldiğini, toplumsal değerlere, kişisel inceliğe ne denli önem verdikleri bilinmeli. Arkadaşları küfürlü bir dil kullanıyorsa nasıl davranması gerektiği anlatılmalı ona. Ona, bir şeyi anlatırken nedenleri ve sonuçları açıkça belirtmeli.

Çocukları cezalandırmak yerine, onlara kılavuzluk yapmak çok değerli ve küçük eğinlerin tinsel sağlığı için çok çok önemli. Kötü sözü yasaklayarak onu cezalandırmak, sorunu çözmez. Hele onlarla inatlaşmak, sorunu büyütür. Zamanla küfrün yerini güzel sözler almaya başladığında onu karınca kadarınca ödüllendirmeli. Kendisindeki değişimi fark ettiğimizi ona bu yolla anlatmalı.

Çocukların hangi dili, nasıl kullanacağı büyüklere bağlı. Bu nedenle anne, baba, öğretmen ve diğer büyükleri çocukların yanında olumlu bir dil kullanmalı, doğru davranışlarda bulunmalı. Onların büyüklere öykündüklerini, giderek büyüklerinin bir kopyasına dönüştüklerini unutmamalı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  21 Haziran 2025

 

ZALİMİN DEĞİL, MAZLUMUN YANINDAYIZ


Atatürk, 18 Ekim 1921 günü Ankara’da Azerbaycan Elçisi Abilof’un söylevine verdiği yanıtta şunları söylüyor: “(…) Anadolu bu vaziyetiyle bütün zulümlere, hücumlara, taarruzlara maruz bulunuyor. Anadolu yıkılmak, çiğnenmek, parçalanmak isteniliyor; fakat efendiler, bu hücumlara Anadolu’yla kısıtlı ve sınırlı değildir. Bu hücumların genel hedefi bütün Doğu’dur.

Anadolu her türlü tasallutlara, taarruzlara karşı bütün mevcudiyetiyle nefsi müdafaa etmektedir ve bundan muvaffak olacağından emindir. Anadolu bu müdafaasıyla yalnız kendi hayatına ait vazifeyi yapmıyor, belki bütün Doğu’ya yönelik hücumlara bir set çekiyor. Efendiler, bu hücumlar elbette kırılacaktır. Bütün bu tasallutlar mutlaka nihayet bulacaktır. İşte ancak o zaman Batı’da, bütün cihanda hakiki sükûn, hakiki refah ve insaniyet hüküm sürebilecektir. (Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, 1. Basım, Nisan 2018, s. 166)” Görüldüğü gibi Atatürk, büyük bir öngörüyle Anadolu’da emperyalizme başkaldırının bütün Doğu’yu (Asya’yı) kurtuluşa götürecek bir savaşım olduğunu vurgulamakta. Onun için baş düşman, kapitalizm ve onun bağrından çıkan emperyalizmdir ona göre.

Atatürk, mazlum milletlerin emperyalizme, yani zalimlere karşı yaptıkları savaşların insanlığın kurtuluşu olduğunu söylüyor. Bu mazlum milletlerin dünya görüşlerine, toplumsal düzenlerine, dinsel inançlarına, etnik kökenlerine bakmıyor Büyük Önder. Onu ilgilendiren yalnızca o milletin mazlum oluşu ve zalimlerce ezilmesi.

İsrail, İran’a saldırıyor ABD emperyalizmi adına. Atatürkçü geçinen kimileri: “İran’ın başında mollalar var.” diyerek içten içe ABD-İsrail’in zulmüne alkış tutmaktalar ne yazık ki. Yani mazluma karşı zalimin (emperyalizmin) safında yer alıyorlar. Bu, emperyalizme işbirlikçilik değil de nedir?

Atatürk, 18 Nisan 1920’de Hâkimiyeti Milliye gazetesindeki başyazısında şunları yazıyor: “Emperyalizm aleyhine mücahede ilan etmek, vicdanı olan bütün insanlara bir vazifedir. Herkes kendi mesleğinde çalışmakla beraber, milletlerarası bir işbirliği ile bu maksadı temin eylemelidir. Lakin dünyayı istila etmek isteyen genişleme ve istila taraftarlarının azgın tehdidinden dünyayı kurtarmak ancak kapitalizmin kaldırılmasıyla mümkün olur. (Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi/Hâkimiyeti Milliye Yazıları, Kaynak Yayınları, s.136)” Bu sözleriyle Atatürk, günümüzde zalimin zulmü karşısında ne yapmamız gerektiğini açıkça anlatarak bizlere yol gösteriyor.

Emperyalizme karşı ırk, dil, din, mezhep, siyasal görüş, yaşam biçimi ayrımı yapmadan herkesin yanında olmak gerektiğini vurgulamakta Atatürk yukarıdaki sözleriyle. Asıl düşmanın da kapitalizm olduğunu vurgulamakta. Yani asıl savaşın kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla olacağını anlatıyor yoruma gerek kalmadan.

Atatürk, yukarıdaki iki ayrı açıklamasıyla kapitalizm ve emperyalizme karşı durmanın bir vicdan, insanlık savaşı olduğunu belirtiyor. Yüreğindeki insanlık duygusunu yitirmemiş, vicdanı kararmamış herkesin emperyalizmin ve onun piyonu olan İsrail’in saldırısı altında olan İran halkının yanında olması, insanlık ve vicdan savaşıdır.

Türlü gerekçelerle emperyalist saldırıları haklı göstermek; saldırgana, sömürücüye ve insanlık düşmanlarına hizmettir. Böyle bir durumda “Armudun sapı, üzümün çöpü var.” demek emperyalizme hizmetin örtülmesi değil de nedir?

Emperyalizm ve kapitalizmin insanlığı tutsaklaştırıp yok etmek için ördüğü duvardan bir tuğla düşürenlere selam olsun. Her tuğla düştüğünde mazlum milletler daha çok soluklanıp özgürleşecek. Bundan kimler rahatsız olur ki?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         17 Haziran 2025

İÇİMİZDE NE DE ÇOK İSRAİL’E TAPINAN VARMIŞ?


İsrail, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin desteğinde gemi azıya aldı. İnsan öldürmekte ve ülkeleri yakıp yıkmakta sınır tanımıyor. Filistinliler, tüm dünyanın gözü önünde dünyanın bugüne dek görmediği en acımasız soykırıma uğratılıyor Siyonistlerce. Uygar denen Batı, yalnızca izliyor. İzlemekle de kalmıyor, İsrail’e yeryüzünün en öldürücü silahlarını veriyorlar. Uygarlık, çoluk çocuk günahsız insanları öldürmekse ben uygar değilim.

İsrail, 13 Haziran 2025 Cuma günü sabaha karşı İran’a çok sayıda uçakla saldırdı. Birçok yeri yakıp yıktı. Onlarca kişiyi öldürdü. Öncelikle şunu söylemeliyim ki ABD’nin desteği olmadan İsrail, bu saldırıları ve Filistinlere soykırımı yapamaz. Çünkü İsrail, Batı Asya’da ABD çıkarlarını korumak için var olan bir devlet. Bu kirli savaşta kullandığı silah, teçhizat ve mühimmatlar başta ABD olmak üzere diğer batılı emperyalistlerce sağlanmakta.

İsrail saldırısında, başta genelkurmay başkanı olmak üzere İranlı bazı üst düzey devlet yöneticileri öldürüldü. Ülkemizdeki ABD kuyrukçusu bazıları ile İsrail severler koro halinde Tel Aviv yönetimine övgüler düzmeye başladılar. İçlerinde İran’a karşı kin, İsrail’e sevgi var nedense. Bu kişiler, İran’ın ne denli geri bir ülke olduğunu, İsrail’in ise ne denli usçu davrandığını söylediler televizyonlarda ve sosyal medyada. Peki, neden?

Ülkemiz, 1945’ten başlayarak Atlantik sisteminin etkisine girdi. Ne yazık ki sağcısıyla solcusuyla birçok kişi, emperyalist aldatmacalara kapılarak ABD ve Avrupa’ya hayran oldu. ABD, bu süreçte ülkemizde kendi çıkarlarını savunacak siyasal partilere ve terör örgütlerine destek verdi. Yıllardır içimizde ABD çıkarları için Atatürk ve Cumhuriyet üzerinden ulus devletimizle kavga edenler var. ABD’ye göbeğinden bağlı FETÖ ve PKK, her fırsatta batı övgücülüğü, mazlum ulus sövgücülüğünü güçlendirmek için bazı siyasal parti tabalarını oymaktalar. Ne yazık ki medyanın önemli bir bölümüne egemen olanlar, Atlantik sürecinde ABD’nin sesi olarak görev yaptılar. Nedense bugün de içlerindeki ABD sevgisi, mazlum sövgüsü zaman zaman ortaya çıkmakta.

“Ahirette, Cennet’e giden yol İran’ın içinden geçse ben sorarım kenarından bir yol var mı, derim.” Bu sözler, Fetullah Gülen’e ait. Şaşırdık mı bu sözlere? Asla! ABD’nin devşirerek besleyip büyüttüğü birinin bu sözleri söylemesi çok olağan. Çünkü sahibinin sesi… ABD’ye tapınanın, ondan beslenenin İran’a düşman olması kadar doğal ne var?

“İran’da güneş doğsa şemsiyenin altına saklanın, radyasyonludur.” diyor bazı siyasetçilerin üstat(!) dediği ve sıkıştığında İngiltere’ye sığınan Kadir Mısıroğlu. Emperyalizmin değirmenine su taşımanın en kestirme yolu, mezhepçilik üzerinden komşuya düşmanlık yapmak. Ayrıca dünyada, emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Atatürk’e de savaş açar bu meczuplar, efendileri adına.

Ekranlarda AKP’yi savunan Selman Öğüt, sosyal medya hesabında: “İran’dan İsrail’e şöyle bir misilleme yapıldı: Kahrol düşman al sana bir bomba!” diyerek kendince İran’la dalga geçip İsrail’i övmekte.

Ekran ekran dolaşıp AKP propagandası yapan ve her fırsatta İran’ı eleştiren Gazeteci Taha Hüseyin Karagöz, sosyal medya hesabından İran’ı küçümseyerek İsrail’e güç atfetmekte, neden? Gerçi İran’ın İsrail’e yaptığı saldırılar karşısında sözünden dönse de hızla ve dairesel döndüğünden yeniden aynı yere, yani İran karşıtı ve İsrail yandaşı konumuna geldi.   

“Yine İsrail ve İran danışıklı dövüş yapıyor. Fotoğraflardan çok açık bir şekilde belli oluyor bombalar nokta atışı belirli hedeflere atılıyor. İran muhalifleri Siyonistlere temizletiyor sanırım. Siyon ACEM OYUNU… Allah samimi Müslümanları korusun. (Yazım ve noktalama yanlışlarını düzelttim.)” Paylaşıma bakın, nasıl da İran düşmanlığı içeriyor. İran’a düşmanlık, emperyalizme dostluk değil de nedir? Bu paylaşım, Mehmet Ardıç adlı sosyal medya kullanıcısından. Esin kaynağı, İngiliz dostu ve Atatürk düşmanı Kadir Mısıroğlu. Yani kılavuzu karga…

Sosyal medyada Sağcı Gazete diye bir hesap: “İran, İsrail’e animasyonlar ile karşılık vermeye başladı.” diyerek kendince İran’la dalga geçiyor. Dalga geçerken de İsrail’in gücüne tapınarak Siyonizm yandaşı olduğunu açık ediyor. Sağcı Gazete’nin de kılavuzu, İngiliz sever Mısıroğlu.

“İsrail’den Azerbaycan’a dost ateşi!

İsrail, İran’ın kuzeybatısında yer alan Tebriz kentinde, dost ülke olarak tanıdığı Azerbaycan vatandaşlarının yaşadığı Doğu Azerbaycan Eyaleti’nde 10 farklı noktayı hedef aldı.” Bu tümce de Sağcı Gazete’den. Tebriz’de yaşayanlar Azerbaycan yurttaşı mı, yoksa Azeri kökenli İranlılar mı? Ne yazık ki ABD ve İsrail’in İran’ı bölme amacına hizmet etmekte sözde AKP yandaşı bu sosyal medya hesabı. İsrail’in 13 Haziran’da başlayan saldırısından sonra Netanyahu’nun ilk açıklaması, İran’ın bölünmesi yolundaki açıklaması değil miydi?

“İsrail’in İran’a ve Güney Azerbaycan’a yönelik saldırılarına herhangi karşı hareket göstermeyen İran, yeni bir animasyon videosu yayımladı.” Bu paylaşım da kendince Türkçü bir görüşü savunduğunu sanan TÜRK’ÜN SESİ adlı sosyal medya kullanıcısından. Güney Azerbaycan bir devlet mi? ABD’nin İran’ı bölme kervanının gönüllü NATOTürkçüsü.

“İran İslam ve Animasyon Cumhuriyeti yeni bir animasyon filmi yayınlayarak (yayımlayarak olmalı) dosta korku, düşmana huzur ve güven verdi.” Bu da kendini milliyetçi olan gören Volkan Giritli adlı İran düşmanı, ABD-İsrail dostu bir sosyal medya kullanıcısından. Bu doğrultuda onlarca ileti paylaşmış.

“İran’ın İsrail’e ciddi bir yanıt verme imkânı bulunmuyor.

Gelen görüntü ve bilgilerden anladığımız İsrail’in İran’da neredeyse vurmadığı askeri stratejik nokta kalmamış. İsrail’in hedef aldığı bütün noktalar İran’ı avucunun içi gibi öğrendiğini gösteriyor. (…)” Nevşin Mengü’nün bu paylaşımına hiç şaşırmadım. Çünkü o, emperyalist çizgide yayın yapmasa şaşırırdım.

Neyse uzatmayalım. 13 Haziran günü İsrail’i yüceltip ona tapınan, İran’a söven binlerce sosyal medya paylaşımı var. Üstüne üstlük bir de yandaş ve candaş televizyon kanallarında boy gösteren İsrail sevicileri gördük. Sağdan soldan bu kişileri birleştiren ortak payda İran düşmanlığı, İsrail dostluğu.

Kimi Yeşil Kuşak İslamcılarını, sözde milliyetçileri, bölücüleri, batıcılığı Atatürkçülük sanan aymazları birleştiriyor İran düşmanlığı. Aklını etnik köken milliyetçiliğiyle, mezhepçilikle, laikçilikle bozmuş cümle ABD muhipleri, batı emperyalizminin gönüllü askerleri; ABD ve İsrail’in yanında saf tutuyorlar İran’a karşı. Rastlantı mı bu? Hayır, dünde Atatürk’e karşı İngilizlerin yanında kol kolaydılar. Anlaşılacağı üzere durum da onların mevzileri de pek değişmedi.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Haziran 2025

 

 

 

 

 

 

 

NAZIM HİKMET’LE İLGİLİ BİR ANI (Pazar Yazıları)


Devrimci düşünceyle çok küçük yaşta tanıştım. Babam köy enstitülü bir öğretmen olarak okuma alışkanlığı olan biriydi. Her gün evimize birden çok gazete girerdi. Ayrıca aylık dergilerden bazılarının da sürdürümcüsüydük. Bunların yanı sıra kısıtlı bütçemizin bir kısmı da kitap alımı için ayrılırdı. Bundan da anlaşılacağı üzere kitap, dergi ve gazetelerin olduğu bir evde doğup büyüdüm. Böyle olunca da ülkemizin ve dünyanın birçok yazarıyla erkenden tanışma fırsatı buldum.

Ortaokulda devrimci düşüncelerle az da olsa bir tanışıklığım oldu. 1973-74 Öğretim Yılında Of Şehit Ahmet Türkkan (Kore savaşında şehit olan komşu köyümüzden bir subay) Lisesi’ne kaydoldum. Liseye başladığımda bu tanışıklığım, serpilip gelişti. Dünya görüşüm biçimlenmeye başladı bu yıllarda. Zaten 1968’de başlayan devrimci rüzgâr, büyüyerek sürüyordu. Özellikle de gençliği etkiliyordu. Dünyada da devrimci eğilim, o dönemde güçlüydü. Dünya, emperyalizme karşı savaşımın yükseldiği ve ezilen ulusların sömürüden, baskıdan kurtulma yoluna girmişti. Devrimci yükselişler, kültür, sanat alanında da etkili olur. Bu etkiyle toplumcu-gerçekçi bir sanatın, kültürün gelişmesi de olağan.

Liseye başladığımda okuduğum kitapların içerikleri değişmeye başladı. Ayrıca Anadolu gerçeklerini anlatan öykü ve romanlar da başköşedeydi. Yanı sıra bilimsel, düşünsel içerikli kitapları da okuyorduk. Bu yıllarda dünya edebiyatıyla da tanıştık. Okuduğumuz kitapları, arkadaşlarımızla tartışırdık. Okuduklarımızı, arkadaşlarımıza verirdik onlar okusun diye. Halkevinde seminerler düzenlerdik. Bu seminerler, düşünsel eğitim kazandırdığı gibi demokratik olgunluk da oluşturuyordu bizlerde. Ayrıca bu toplantılar, aktöresel bir gelişimi de sağlıyordu.

Nazım Hikmet’in şiirleri elimizden de dilimizden de düşmezdi lise yıllarımızda. Onun şiirleri, yaşadığımız Doğu Karadeniz Bölgesi’nin dereleri gibiydi. Dört mevsim suyu kesilmez gürül gürül akardı belleğimizde. Derelerimizin temiz sularının kayalara çarparak gelen çağlayanları gibi çağlardı yüreğimizde. Onun “Kuvayı Milliye” ve “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitapları elimizden düşmezdi. Hem kendimiz okur hem de arkadaşlarımıza okurduk. Anlaşılacağı üzere Okur, okur, okurduk.

Lise birinci sınıfta Hilmi Saral’la aynı sınıftaydık. Nerdeyse okulun ilk gününde arkadaş olduk. Okul içinde dışında neredeyse her gün buluşur söyleşirdik saatlerce onunla. Başka arkadaşlarımız da zaman zaman katılırdı bize. Lise 2’ye geçmiştik. Biraz daha bilinçlenmiştik. İkimiz de ulusal bayramlarda şiir okurduk. Şiirlerimizi, okulumuzun edebiyat öğretmeni seçerdi. Lise birinci sınıfın yarısında okul müdürümüz değişti. Yeni müdürümüz Metin Doğu, milliyetçi-muhafazakâr bir çizgideydi. Doğaldır ki Soğuk Savaş döneminin biçimlendirdiği düşünsel ortamda o zamanın milliyetçileri, Nazım Hikmet’e şiddetle karşıydılar. 29 Ekim 1974 günü kutlanacak Cumhuriyet Bayramı hazırlıkları başlamıştı okulumuzda. Müdürümüz, edebiyat öğretmenimizin seçtiği şiirleri denetliyordu kendince. İstemediklerinin okunmasına izin vermiyordu. Hilmi, elinde bir gazete ya da dergi kesiğinde yer alan bir şiir getirdi. Bunu okumak istediğini söyledi. Müdürümüz ve Edebiyat Öğretmenimiz Raif Özben’in karşısında şiiri okudu. Müdürümüz, çok beğendi şiiri. Şiiri nereden bulduğunu, kime ait olduğunu sordu. Hilmi: “Yazarını bilmiyorum, yırtık bir gazetede gördüm, hoşuma gitti.” dedi. Hilmi, şiiri çok güzel okumuştu. Onun bu şiiri okuması için izin çıktı.

Hilmi’nin okuduğu şiir: “Ayın altında kağnılar gidiyordu” dizesiyle başlıyordu. Okuyacağı şiirden önceden haberim vardı. Okumaya başladığında Raif Bey’in cam şişenin dibine benzeyen kalın camlı gözlüklerinin arkasından gözleri parladı ve müdürümüze baktı yan gözle. Metin Bey, kendini şiiri kaptırmıştı. Dinledikçe hoşlandığı belliydi. “Sarışın bir kurda benziyordu” dizesi okunduğunda müdürümüzün yüzündeki mutluluk arttı. Ne de olsa düşüncelerinin simgesi kurt vardı şiirde.

Şiirin Nazım’a ait olduğunu bilen birkaç kişiyiz. İçten içe seviniyoruz. “Dörtnala gelip uzak Asya’dan/ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ Bu memleket bizim” dizeleriyle sona doğru yaklaşırken şiir, müdürümüz iyice keyiflenmişti. Atalarımızın kopup geldiği toprakları vurgulayan dizeler onu milliyetçi, tarihsel düşlere daldırmıştı. Şiirin okunması bitti. Müdür Bey, onayını verdi.

29 Ekim günü geldi kaşla göz arasında. Of Meydanı’nda bayram kutlaması başladı. Konuşmalar yapıldı, Sıra şiirlere geldi. Sırayla okuyoruz şiirlerimizi. Derken sıra Hilmi’ye geldi. Başladı okumaya. Okulumuzun ve diğer okulların öğretmenleriyle adli, idari ve mülkü erkân can kulağıyla dinliyor onu. Şiir okundukça gülümsemeler başladı içten içe. Yüzlerde memleketimizin bin bir renkli kır çiçekleri açmaya başladı. Az sonra kulaktan kulağa fısıldaşmalar... Şiir bitti. Bayramımızı dünyaca ünlü ozanımız Nazım Hikmet’le kutladık böylece.

Törenden sonra Metin Bey de öğrendi şiirin ozanını. Ancak iş işten geçmişti. Çünkü şiirin okunmasına onay veren kendisiydi. Suç varsa o da kendisinindi. Eğer soruşturma açsaydı kendi bilgisizliği ortaya çıkacaktı. Bir şiirini bile okumadığı dünyaca ünlü bir ozanı, yaftalayarak ona düşman olmanın bilgisizliği.

Ne yazık ki toplumuzda yıllarca benzer durum ve olayları yaşadık. Soğuk Savaş dönemi milliyetçileri ve İslamcıları, ABD’nin yönlendirmesiyle yurt içinde dost ve düşmanlarını seçiyorlardı. Bir kez ABD, Nazım’a “komünist” demişti. Ülkemizi yönetenler de NATO’ya bağlılıkları nedeniyle ABD’nin verdiği yargıya uyarak çocuk ve gençlerimizi, hatta büyüklerimizi Nazım Hikmet’ten korumak için seferber olmuşlardı. İçlerinden biri de çıkıp: “Bu Nazım ne yazmış?” diye merak etmemişti. Bu nedenle okumadıkları şiirlere, tanımadıkları Nazım’a düşman olmuşlardı ne adına, kimler adına?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  15 Haziran 2025

 

ÇOCUKLARLA SAĞLIKLI İLETİŞİM NASIL OLMALI?


Anne, baba, diğer aile büyükleri ve öğretmenlerin çocuklarla sağlıklı, doğru iletişim kumaları çok önemli. Büyüklerin küçüklerle kurduğu doğru iletişim, onların tüm yaşamını etkiler. Sağlıklı, uyumlu, üretken kuşakların yetişmesi için farklı kuşakların bebeklik döneminde başlayan sağlıklı iletişimi, çocukların yaşamını belirleyen en büyük etken.

Anne, baba, nine, dede ve diğer aile büyüklerinin çocuklarla iletişimde yaptıkları en önemli yanlış onları tehdit etmeleri. “Yemeğini yemezsen seni oynamak için dışarı çıkarmam.”, “Ders çalışıp ödevini bitirmezsen arkadaşlarınla buluşmana izin vermem.” ya da “Şunu yapmazsan ben de bu önlemi alıp sana kısıtlamalar uygularım.” biçimindeki sözler, sıkça işitilir evlerde. Bu sözler, yüksek sesle çocukları tehdit etmekten başka bir şey değil. Zamanla bu sözler, çok yinelendiği için sıradanlaşıp tehdit özelliğini yitirir. Zaten böyle olunca çocuk da bu tehditlere kulak asmaz. Böylece velinin tehdidi işe yaramaz ve çocuk kendi başına buyruk olarak dilediğince davranır. Demek ki böyle bir dili kullanmak, çocuğa doğruyu yaptırmıyor; tersine onun yanlışını perçinleyip olağan bir davranışa dönüştürüyor. Bundan da anlaşılıyor ki çocuklarla iletişimde tehdidin yeri yok!

Kimi ebeveynler ve öğretmenler, çocuğu sürekli suçlar. Suçlayarak bir kişiye doğruyu yaptırmak neredeyse olanaksız. Suçlama, karşılıklı bir zıtlaşmayı da getirir. Zıtlaşma, kişiler arasındaki iletişimi zayıflatır, giderek iletişimi koparır. İletişimin olmadığı bir yerde anlaşma, öğrenme, birlikte bir şeyler yapma, üretken olma düşünülemez. Bazı anneler: “Bak, beni çok yoruyorsun. Neredeyse tüm zamanımı sana ayırıyorum. Kendime ayırdığım beş dakikam bile yok!”, bazı babalar da “Saçma sapan sorularınla boşuna zamanımı alıyor, beni bunaltıyorsun.” ya da “Her işini ben mi yapacağım, biraz da sen emek harca. Yan gelip yatarak iş yapılmaz. Hazırcısın, çok hazırcı…” sözlerine, çoğu kişi yabancı değildir.

Sürekli çocuğu suçlamak, onunla büyüklerinin arasında olması gereken iletişim köprülerini yakıp yıkar. Aslında bu durum, çocuğun kolunu kanadını kırar. Onun gideceği yolları tıkar. Bu, onun için büyük bir düş kırıklığı yaratır. Ne yazık ki bazı öğretmenler de çocuğu suçlayarak onu eğiteceğini sanır. Oysa her suçlama, çocuğun tinsel sağlığını bozduğu gibi, onun benliğinde derin yaralar açar. Bu nedenle suçlama ve tehdidin, çocuk eğitiminde yeri olamaz.

Bazı anne ve babalar, çocuklarını sürekli eleştirir. Çocuklar; ne yapsa, ne söylese beğenmezler. Bu da çocuğun çalışma azmini, üretme yeteneğini köreltir. Sürekli eleştiri, aynı zamanda çocukta özgüven yitimine yol açar. Bu da onu, başarısızlığa götüren, en büyük neden. Ne yazık ki buna yol açan da ona zarar vermekten uzak durması gereken ebeveynleri, kimi zaman da bazı öğretmenleri. Bu durum, çocukla büyükleri arasındaki iletişimi yok eder. İletişimin olmadığı bir yerde öğrenme, olumlu işler yapma da olanaksızlaşır.

Kimi anne, baba, nine, dede ve öğretmenler çocukları sürekli başkalarıyla kıyaslar. Bu kıyaslamalar, çocuğu yapamama, başaramama duygusunun içine sokar. Doğaldır ki bu da çocukta özgüven yitimini getirir. Özgüveni örselenip yok olan bir çocuğun başarılı, mutlu ve tinsel açıdan sağlıklı olması olanaksız. Çocuğu, başkalarıyla kıyaslayıp yarıştırmamalı. Yani dünüyle bugünü arasındaki olumlu yöndeki gelişme anlatılarak yüreklendirilmeli çocuk. Böylece onu, kendi gelişim düzeyi içinde değerlendirmeli. Çocuğu başkalarıyla kıyaslamak, onun çalışma azmini, emeğini, başarma isteğini yok eder. Bu davranıştan kaçınmak hem çocuğun hem de ailenin geleceği için olumludur.

Bazı anne, baba ve öğretmenler sürekli öğüt verir. Bu öğütler, çoğu zaman çocuk için bıktırıcıdır. Çocuk öğütle değil, büyüklerinin davranışlarıyla öğrenir. Onu en çok olumlu yönde etkileyecek olan büyüklerinin doğru davranışları. Büyükler, çocuğa örnek olmak için bol bol öğüt vermek yerine, doğru davranışta bulunsalar geleceğimizin güvencesi olan yavrularına daha yararlı olurlar.

Kimi anne ve baba, sürekli buyruklarda bulunur. Kesinlik içeren buyuru tümceleriyle çocuklara, söz hakkı ve seçenek oluşturma hakkı tanımazlar. Buyuru tümceleriyle onları hem duygu hem de düşünce olarak bir cenderenin kıskacına sıkıştırırlar onları. Bu da çocuğu yaratıcı düşünmekten, üretken olmaktan, duygularını açıkça dile getirip göstermekten alıkoyar. Bu, çocuğa yapılabilecek en büyük kötülük değil de nedir?

Gözlerini dünyaya büyük umutlarla açan çocukları umutsuz, zevksiz, sağlıksız, başarısız bir yaşama tutsak eden büyüklerinden başkası değil. Bilerek ya da bilmeyerek yaptıkları yanlış davranışlar yüzünden en değerli varlıklarını mutsuzluk, özgüvensizlik, başarısızlık bataklığında debelendiren ne yazık en yakınları. Çocukların uzun, umutlu yollarını açmak ve onları mutluluğa götürmek aslında çok kolay. İşin kolayı varken yanlış olan zoru yapmak niye?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         13 Haziran 2025

 

 


BAZI ÇOCUKLAR NİYE İNATÇI


Bazı anne ve babalar ile öğretmenler, çocuklarının çok inatçı olduklarından yakınırlar. Bu çocukların inatçılıkları yüzünden öğrenmelerinin en düşük düzeyde olduğunu, kendi başına iş yapabilme yeteneklerinin giderek köreldiğini söylemekteler. Öğretmenlik gözlemlerime dayanarak bu yakınmaların haklı olduğunu söyleyebilirim. Ancak birçok kişinin “inatçı” ve “azimli” sözcüklerinin karıştırdığını söylemeliyim. Bu sözcükler, aynı anlamda değil.

Çocuklar, doğduklarında tertemiz bir kişilikle dünyaya gelir. Birçok olumsuz davranışı, yaşadıkça büyüklerinden öğrenir. Ya da bu olumsuzlukları onların duygu ve düşüncelerine yerleştiren ise büyüklerinin çocuklara karşı yaptıkları yanlış davranışlar. Çocukları en çok etkileyen şey, gördükleri uygulamalar. Demek ki çocukların inatçı olmalarına yol açan da onu yetiştiren kişiler. Büyükler, çocuklara karşı konuşmalarına ve davranışlarına özen göstermeli, onları bazı şeyleri yapmaya zorlarken çok düşünmeli, sorumlu davranmalı.

Peki, bir çocuk nasıl inatçı birine dönüşür?

Kimi anne ve babalar, çok otoriterdir. “Dediğim dedik, çaldığım düdük” sözüne uygun olarak söyledikleri olumlu ya da olumsuz olsun her şeyin çocuklarca eksiksiz yapılmasını isterler. Söylediklerinin yararlı ya da yararsız olduğunu düşünmeden uygulanmasını isteyen anne ve babalar, çocuklarının ister istemez inatçı olmalarına neden olurlar. Çünkü çocuklar yapmaları istenen şeyleri, kendilerine biçilen davranışların bazılarını mantıksız bulurlar. Bu da onların hakları… Büyük olsun küçük olsun bir insan mantıksız, kendisine zararı olacağını bildiği bir sözü niye dinlesin ya da zorla yaptırılmaya çalışılan us dışı bir davranışı neden yapsın?

Öncelikle anne ve babalardan biri ya da ikisi de inatçıysa çocukları da inatçı olur büyük olasılıkla. Çünkü onun aile içinde öğrendiği başat davranış, inatçı olmak. Çocukların büyüklerin davranışlarını kopyalamakta usta olduklarını belirtmeliyim. O, büyüklerinin yolundan gitmeyi yeğler. Çünkü ebeveynleri, onun en iyi örneği.

Bazı evlerde anne ve babalar, çocuklarına neredeyse birbirine karşıt sayılabilecek tutumlar içine girer. Karşıt tutumlar, söylemde ve uygulamada çelişkiler yaratır. Bu da çocuğun kafasını karıştırır, onu ikircikli olmaya yönlendirir. O, çoğu zaman iki arada bir derede kalır. Çoğu zaman ne yapacağını şaşırır. Giderek bu ikirciklilik, kendince bir çizgi, anlayış oluşturur. Bu çizgi ve anlayışın ya da yaşam biçimi çoğu zaman yaşamın gerçeklerine, çocuğun doğasına uymaz. Anne ve babanın uyumsuz davranışlarına karşı inatçılığı geliştirir kendince. Bu inatçılık, giderek onun için yaşam biçimine dönüşür.

Evde, tutumları çelişkili anne ve babaların en önemli özellikleri kuralsız olmaları. Kuralların kesin çizgilerle belirlenmediği evlerde mutluluk, işbirliği, erinç, karşılıklı iletişim olmaz. Kurallar, kişilerin durumuna ve zamana göre değişir. Anlık değişmeler söz konusu olduğundan kuralsızlık, kural durumuna gelir. Kuralsızlık, çocuğu bocalatır. Neyi, neye göre, nasıl yapacağını bilemez. Hangi davranışa karşı nasıl davranacağına karar veremez. Çocuk, kararsızlık içinde kalır. Bu karasızlık, onunla ebeveynleri arasında çatışmaları ortaya çıkarır. Bu çatışmalar, giderek olağanlaşır ev içinde. Bu da karşılıklı inatlaşmayı ortaya çıkarır.

Bazı anne ve babalar gereksiz yere çok ısrarcıdır. Ağızlarından bir şey çıktı mı, hemen uygulanmasını isterler. Bu da çocukları zor durumda bırakır. Neden mi? Çocuk da bir insan... Onun de kendine göre beğenileri, akıl süzgeci, yaşam anlayışı, kararları var. Her söyleneni yapması, doğanın kurallarına ve mantığına aykırı. Bu nedenle çocukların duygu ve düşüncelerine büyüklerin saygı göstermesi, temel kural olmalı. Onun kişilik sınırlarını aşırı derecede zorlamak doğru değil. Bu durum, çocuğu inatçı yapar. Bu inat, istenen şeyleri, yapmama inadıdır.

Çocuklar, doğaları gereği büyüklerin ilgisine gereksinim duyar. İlgi, onların duygusal zekâsı üzerinde etkilidir. Onların duygu ve düşünce dünyasının gelişmesine yardımcıdır büyüklerin ilgisi. Çoğu zaman bu ilgiden yoksun kalır sevgiyle büyümesi gereken çocuklar. Ona gösterilecek ilgi, kişiliğinin oluşmasını, doğru yolda biçimlenmesini sağlar. İlgi gösterilmeyen çocuk, anne ve babanın ilgisini çekmek için zaman zaman inatçı davranışlar gösterir. Bununla aslında “İlginizi istiyorum!” diye bağırır. Doğaldır ki anlayana... Bu bağırış, amaca ulaşmayınca çocukta inatçılık huy durumuna gelir.

Bazı veliler, ne yazık ki çocuklarının her isteğine olumsuz yanıt verir. Onların dediğini yapmanın kendi otoritelerini sarsacağını, evdeki disiplini yok edeceğini düşünürler. Bu, çok yanlış... Çocuğun mantıklı isteklerini yapmak, karşımızdakini hem mutlu eder hem de ona değer verildiğini anlar. Bu da onun sağlam bir kişilik kazanmasına olanak sağlar.

Çocuklara değer verip saygı göstermek, onların kişilik kazanmasında en büyük etken. Çocuk sevgiyle büyürken saygıyla da kişilik kazanır. Bu yalın gerçek kavranmadığında ve çocuk yetiştirmede öncelikli tutulmadığında inatçı çocukların yetişmesine yol açar aile. Çocuklar inatçı değil; azimli olduklarında başarıya, mutluluğa, bedensel ve tinsel sağlığa kavuşurlar. Bu nedenle çocuklara yapacağımız yürekten usçu dokunuşlarla onları inatçılık çukuruna düşmekten kurtarırız. O zaman ne bu inat ey anne ve babalar?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  12 Haziran 2025

 

 

ANNEMİN MEŞE AĞACI


Kurban Bayramında Ankara’daydım. Bayramları bir engelim yoksa genellikle başkentte, annemin yanında geçiririm. Evde oturup annemle söyleşmeyi yeğlerim. Bu yaşıma geldim, hâlâ annemden öğrenirim. Her söyleşimizde notlar alırım. Söylediklerinden bazılarını da belleğime silinmemek üzere kaydederim. Bu nedenle evin çevresinden ayrılmam. Akşam kararmadan yürüyüşe çıkarım düzenli olarak. Bu bayramda da öyle yaptım.

Bayramın ikinci günü iki kız kardeşim, benimle yürüyüşe gelmek istediler. Bu istek, beni mutlu etti. Üçümüzün yürüyüşü güzel oldu. Yol boyunca söyleştik. Yürüyüşün nasıl bittiğini anlamadık bile. Tam da bir parkın karşısındaki kaldırıma geçip yürürken kız kardeşlerimden Muazzez durdu ve bana seslendi. Yaklaştım ona. O, iki metre boyunda, gövdesi bileğim kalınlığında bir meşe ağacının yanında gülerek ve mutlu bir yüzle duruyordu. “Abi, bu pelit ağacını annem dikti.” dedi. Ben: “Nerede buldu fidanı?” diye sordum. O: “Palamutlar toplamıştı, onları farklı yerlere dikmişti birisi bu.”

Ağaç, diğerlerine göre daha canlı durmakta. Yaprakları sık ve çok koyu renkte. Bu durum, ilgimi çekti. Bu arada Doğu Karadeniz’in birçok yerinde meşe ağacına, pelit denir. Pelit, aslında meşe palamuduna verilen ad. Benim de doğup büyüdüğüm yörede meşeye, onun tohumu olan pelit denmesi çok ilginç.

Annemin diktiği meşe, Çayyolu’nda bulunan Muharrem Dalkılıç Koşu Yolu’nun (parkın) karşısındaki tepenin eteğinde. Tam da bu yürüyüş yolundan caddenin karşısına geçtiğinizde tel örgülerle çevrili alanın yola en yakın yerinde bulunuyor. Ağacı görünce heyecanlandım, sevindim. Tel örgüye karşın gövdesini, yapraklarını okşadım.

Eve dönünce anneme sordum meşe ağacını. On yıl önce dikmiş palamudu toprağa. İlk filizlendiğinden beri her yürüyüşe gittiğinde içme suyunu, onun dibine dökmüş. Böylece hızlı büyümüş pelit. Aynı günlerde yaşadığı evin çevresindeki yol kıyılarına onlarca meşe palamudunu toprakla buluşturmuş. Neredeyse hepsi çimlenip yeşermiş. Ancak belediyenin yol çalışmaları sırasında bu fidanların üstüne taş, toprak, asfalt artıkları atılmış. Güzelim fidanlar yok olmuş. Sonrasında molozlar kaldırılsa da meşe fidanları kurtulamamış ne yazık ki. Bu, annemi çok üzmüşe benziyor. Anlatırken sesi titriyor. Ben de onun üzüntüsünü hafifletmek için: “Olsun, bir meşen dimdik ayakta. Bir de herkesin görebileceği bir yerde. Ankara’da dikili bir ağacın var.” dedim. Gülümsedi.

Annemin bir diğer üzüntüsü de bazı parklara ve yaşadığı sitenin bahçesine toprakla buluşturduğu palamutların yeşerdikten sonra çim biçme makineleriyle yok edilmesi.

Palamut, aslında meşenin meyvesi. Başta sincaplar, köstebekler olmak üzere birçok canlı bununla beslenir. Bu meyve, aynı zamanda tohum. Yaklaşık iki yılda olgunlaşır.

Meşe, süs ağacı ve sağlam olduğundan kıyılarda rüzgâr siperi olarak yetiştirilir. Uzun ömürlüdür. Dayanıklı sert bir gövdeye sahiptir. Farklı iklim koşullarında yetişir. Geniş kök sistemiyle toprağı iyi kavrayıp tutar. Bu özelliğiyle erozyonu önler.

Kerestesi sağlam ve dayanıklı olduğundan mobilya yapımında kullanılır. Bunun yanı sıra birçok alanda vazgeçilmez bir hammaddedir. Bu nedenle ekonomik değeri yüksek. Birçok hayvanın barınağı ve besin kaynağı. Çok fazla oksijen ürettiğinden doğa dostu ve iklim değişikliğine karşı savaşımda önemli bir ağaç. Buraya sığmayacak kadar yararları var meşenin. Özellikle sağlık alanındaki yararları eski çağlardan beri bilinir.

Bir süre meşe ağacının yararları üzerine söyleştik annemle. O, ağacın yararlarını bildiği için yetişkin meşe ağaçlarının altından palamutları toplayıp bulduğu boş yerlerde toprakla buluşturmuş. Şimdilerde çok fazla yürüyemediği için artık bu alışkanlığını zorunlu olarak bırakmış.

Bir gün sonra yürüyüşe çıktım tek başıma. Eve yakın olan bir marketten iki şişe 1,5 litrelik su alıp sırt çantama koydum. Birini yol boyunca içtim. Diğerini ise eve yaklaştığım sırada annemin meşe ağacının dibine döktüm. Bir gün sonra aynı şeyi yineledim. Atatürk’ün bozkırı yeşertmede öncü olduğunu söyleyeyim burada. Bunun en iyi örneği de Atatürk Orman Çiftliği. İşte, annem de Atatürk’ün izinden giderek bozkırda oksijen üreten yeşilliğiyle canlılık veren bir meşe ağacının annesi oldu. Artık Ankara’ya gittikçe sulayacağım, gövdesini ve yapraklarını okşayacağım bir ağacım var. Ne mutlu bana!

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  11 Haziran 2025