ATATÜRK VE TESETTÜR


Atatürk, özellikle batılıların Türk kadınını peçe takan, kafes arkasında oturan, doğru düzgün dışarı çıkmayan biri olarak göstermesinden çok rahatsızdı. Ne yazık ki bazı Türk aydınları da Türk kadını konusunda batılılarla aynı düşünmekteydi. Bu kişilerin düşüncelerinin oluşmasında batılı yazarların romanlarının neden olduğu düşüncesindedir Gazi Paşa. Oysa durum böyle değildi. Neredeyse yaşamın birçok alanında Türk kadını, yaşamın içindeydi.

Atatürk 2 Şubat 1923’te İzmir’de halkla söyleşirken şöyle demekte: “Belki kitaplarda ve romanlarda okumuştur; daha çok Batı romanlarında okumuştur, o da kafes romanı. Ben zannediyorum ki, bu millete ve memlekete -hepimize malum olduğu gibi- nereden geldiği, şuradan ve buradan geldiği muhakkaktır. Şuradan ve buradan intikal etmiş olan bu yanlış âdet -ki ne din, ne hayat ve tabiat bunu kabul eder ve ne de Allah emretmiştir- bu kötü halleri Batı’nın süslü romanlarına süslü bir tarzda geçirenler yine saraylardır. Çünkü saraylar hakikaten yukarıdan aşağı düpedüz bir kafesle ayrılmış birtakım mahluklarla doludur. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 71)” Burada da anlatıldığı gibi kadını kafesin, peçenin arkasına saklayarak yaşamdan koparmak İslam’ın bir buyruğu değil, bir saray geleneği.

“Kasabalarda ve şehirlerde yabancıların nazarı dikkatini çeken mühim manzara ve ifade olunan mühim hal, hepimizce malumdur ki, daha çok tesettür şekli üzerinde toplanıyor. Bu tesettür şekline bakanlar hükmediyorlar ki, kadın evinden başka bir yer görmez ve göremez. Çünkü sokağa çıktığı zaman bile gözü ve her tarafı kapalı olmaya mahkûmdur. Efendiler, bu tesettür şekli dahi din icabı değildir. Hatta o kadar değildir ki, gayri meşrudur. Din icabı olan tesettürü ifade etmek lazım gelirse, kısaca diyebiliriz ki, tesettür kadınlara külfet vermeyecek ve adaba muhalif olmayacak basit şekilde olmalıdır. Bu dediğim ifade ile hasıl olacak olan tesettür şeklinin belki Batı alemindeki tesettür şeklinden az çok farkı olabilir. Fakat meselenin mühim noktası her hususta benzememek de değildir ve böyle bir şey aramaya da mecburiyetimiz yoktur. Yeter ki tesettür şekli kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan tecrit edecek, gayri meşru aşırı mertebeye gelmiş olmasın. (Aynı yapıt, s. 71)” Atatürk’e göre tesettür, kadını yaşamdan, çalışmadan, insanlıktan çıkarmamalı. İslam’ın gereği olan tesettür, kadınların yaşamını zorlaştırmıyor. Ancak saray ve çevresinin geleneği olan kapanma ise kadınları yaşamdan kopartmakta.

“Kadınlarımızın, İslam kadınlarının ve Türk kadınlarının ilimde ve fazilette ve faaliyette çok ileri gitmiş olduklarını tarih bize söylemektedir. Benim bugün burada yaptığımı çok arzu ederim ki, hanım arkadaşlarımızdan birisi yapsın ve hanımlarımız bunu yapar. Hiçbir şer’i mâni ve tabii mâni yoktur ve olmamalıdır.

Efendim, yeri gelmişken söyledim, asıl silsileye devam edeceğim. Müsaade buyurursanız, bu noktaya ait son sözlerimi şu suretle ifade edeyim: Adam olmak istiyoruz. Bizi adam edebilecek analarımız olmak lazım gelirdi. Edebildikleri kadar etmişlerdir. Fakat bugünkü seviyemiz, bugünkü esas icaplara ve ihtiyaçlara, asırların geçmesiyle bizi maruz bıraktığı zayiatı telafiye kâfi değildir. Başka zihniyette, başka fikirde, başka olgunlukta insanlar lazımdır. Bunları bize yaratacak olanlar, bugünden sonra yetişecek validelerdir.

Memleket, millet, bağımsızlık, hakimiyet, şeref, her ne telaffuz ediyorsak, güzel şey yalnız ve ancak kadınlarımızın feyzi ve irfanı sayesinde hasıl olacaktır. Dolayısıyla hanımefendi, bundan sonra yeni Türkiya devletinin takip edeceği programın esas noktasını bu maruzatımın özü teşkil etmesi lazımdır ve inşallah teşkil edecektir. (Aynı yapıt, s. 71)”

Atatürk, 2 Şubat 1923’te İzmir’de yaptığı konuşmanın tamamı orada kendisini dinlemeye gelen halkın sorularına verdiği yanıtlardan oluşmakta. Yukarıda, kadınlar hakkında söyledikleri de dinleyiciler arasındaki bir kadının sorduğu soruya karşılıktır.

Atatürk, kadınlarda tesettüre karşı değil; kimilerinin kişisel ya da  sınıfsal çıkarları için uydurdukları giyim ve yaşam biçimine karşı. 

Kız ve erkek çocuklarının yurduna bağlı ve çalışkan olmalarındaki asıl etken anneleridir. Bir ülkenin kadınını peçe ve kafes arkasında tutsaklaştırıp yaşamdan, eğitimden, Türk töresinden, bilimden uzaklaştırdığınızda onların yetiştireceği çocuklar da bilgisiz olacaklar. Bu nedenle her alanda ileri bir toplum oluşturmak istiyorsak öncelikle kadını peçeden de kafesten de kurtarmak gerek. Kadınlar ve onların giyimleri üzerinden siyaset yapıp oy devşirmek bir ülkeye verilecek en büyük zarardır. Bu, böyle biline…

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  14 Mart 2024

ÇOCUKLAR, SANAL BAĞIMLILIKTAN NASIL KURTARILIR?


Sanal bağımlılık, çağımızın en büyük sorunu. Çevremizde ellerinde telefon ya da tablet, dünyayla ilişkisi kesmiş çocuklar görmekteyiz sıkça. Bu oyunlar, saatlerce sürmekte. Bu sırada çocuklar çevresiyle bağlarını tamamen koparmaktalar. Ne doğa ne arkadaşları ne de aileleri uslarına gelmekte.

Oyun bağımlılığı, çocukları yaşamın gerçeklerinden koparmakta. Somut gerçekçilik, yerini sanal bir dünyanın dipsiz kuyusuna bırakmakta. Çünkü bu bağımlılığın sonu, çok karanlık ve bilinmez. Yaşamla ilgisini kesmiş birinin yaşama dayalı düşler kurması çok zor. Sanal dünyada geçen her an, çocukları düşlerinden ve amaçlarından o denli uzaklaştırmakta.

Sanal bağımlılık çocukları, gelecekleriyle ilgili amaçlarının oluşmasından alıkoymakta. Amaç edinmek için insanın yaşamla ilişkisi olmalı. Bu, olmayınca amaç da olmuyor.

Sanal bağımlılığın önemli bir nedeni, aile içi iletişimsizlik. Aile üyelerinin geçimsizliği, bağırıp çağırması, ev içindeki mutsuzluk çoğu zaman çocukların sanal dünyanın boşluğuna sığınmalarına neden olmakta. Aslında sanal dünya onun için bir kaçış alanı, sığınma yeri. Niye mi? Çocuk mutlu olmak istiyor tüm insanlar gibi. Onu, gerçek yaşamda bulamayınca sanal dünyada aramak içindir bu çabası. Yani çocuk, yağmurdan kaçarken doluya tutulmakta.

Ekran bağımlığı olan çocukların nedensiz öfkelenmeleri sıkça görülen bir durum. Bunun nedeni, telefon ya da tablette oynadığı oyunlar. Oyunları vurdulu kırdılı, bağırtılı çağırtılıysa çocuk da vurmayı kırmayı, bağırıp çağırmayı öğrenmekte. Oyunlarda öfke, şiddet, küfür varsa çocuk bir süre sonra bunları iletişim biçimleri olarak kullanmakta. Bu nedenle çevresindekilerle öfkelenerek iletişim kurmayı, sorunlarını çözmeyi düşünmekte. Bu durum, giderek alışkanlığa dönüşmekte.

Çocuğu, ekran bağımlılığından kurtarmanın yolu, aile içi iletişimi kurmak. İletişimin olmasıyla çocuk, diğer aile üyeleriyle söyleşme fırsatını yakalayacak. Bu da onu, sanal bağımlılıktan uzaklaştıracak. Bir çocuğu gerçek dünyaya döndürecek en önemli yer, ailesi. Orada yaşamın gerçek yüzünü tanıyıp öğrenir.

Çocuğu gerçek yaşama döndürmenin bir diğer yolu, onu özellikle arkadaşlarıyla bir arada olacağı etkinliklere katmak. Örneğin; yüzme, voleybol, basketbol, futbol, hetbol gibi sporları yapmasını sağlamak. Takım ruhu, onu gerçek yaşamda birlikte iş yağabilmeye, dayanışma ve yardımlaşmaya yönlendirecek. Bu da ona yeni ufaklar açacak.

Ekran bağımlılığın sağlatımında kitap okumak önemli. Okunan kitaplar aile üyeleriyle paylaşılmalı. Kitaplar konusunda tartışmalar yapılmalı. Çocuğun görüşleri dinlenmeli. Ailecek yapılan kitap okuma etkinliği, çocuğun dünyasını renklendirecek, ona yeni kapılar açacak.

Çocukları bağımlılıktan kurtarmak için tiyatro, müzik ve resim kursları gibi uğraşlar çok önemli. Kitap okuma; spor, sanat ve kültür alanlarındaki etkinlikler onu gerçek yaşamda amaçlar oluşturmasını sağlar. Bu da onun sanal dünyadan uzaklaşmasını kolaylaştırır.

Çocuğun sanal mutluluk yerine gerçek mutluğu yaşaması bağımlılığın sonunu getirir. Bu nedenle ona, yaşamın gerçek mutluluğunu tattırıp vermeli.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         11 Mart 2024

 

 

 

 

ÖNYARGILARLA BAŞARISIZ KILINAN ÇOCUKLAR


Son yıllarda televizyon karşısına oturan, sosyal medyada az da olsa boy gösteren çoğu kişi, her konuda uzman. Bu kişilerin çoğu tinbilimci, toplumbilimci, sağaltımcı… Neredeyse her konuda kesin yargılarda bulmaktalar. Söylediklerini, kesin yargılarını tartışmazlar bile. Biraz sorgulamaya başlasanız onların kesin yargılarını, bilgisizlik ve anlamamazlıkla suçlanırsınız.

Televizyon ve sosyal medya karşısında oturarak uzmanlaşanların en önemli özelliklerinden birkaçı; söylediklerinden düşünsel derinliğin, kanıtın olmaması. Düşüncelerinin oluşmasında gözlem, deney, karşılaştırma yoktur. Televizyonda izlediklerinden, sosyal medyada okuduklarından yarım yamalak bilgiler edinirler. Bu üstünkörü bilgiler, onlara göre ansiklopedi gibidir ve ciltlere sığmaz.

Çocukların çoğu, yetiştikleri ortam gereği biraz çekingendir. Anne ve babaları, onlardan çoğu zaman başkalarının yanında becerilerini, yeteneklerini göstermeleri ister. Evlerine gelen konuklar, sosyal ortamlarda, çay bahçelerinde, yolda izde tanıştıkları kişiler de çocuklara sorular sorup görünüşte iletişim kurmaya çalışırlar. Doğaldır ki çocukların çoğu, genellikle sorgulayıcı, sıkıcı, anlayışsız, küçük bireylerin tinsel durumunu hesaplamadan kurulmaya çalışılan bu tür bir iletişim tek yanlı ve göstermeliktir. Çocuklar, bu iletişim biçiminin içtensizliğini kolayca anlar. Anladıkları için de bu tür konuşmalardan uzaklaşıp kurtulmaya çalışırlar. Böyle bir durumda anne ve baba ya da iletişim kurmaya çalışan üçüncü kişiler, hemen yargıya varırlar çocuklar için: “Bu çocuk utangaç ve çekingen…” diye. 

Çocuğun istemediği, hatta çoğu zaman zorlandığı olumsuz bir iletişim gösterisinde çocuğa anında utangaç ve çekingen damgası vurulmakta. Ne yazık ki yıllarca bu damga çocuğun belleğinde yer etmekte. Tinsel sağlığını, kişisel gelişimini etkilemekte. En kötüsü de sosyal iletişimine en büyük darbeyi indirmesi.

Çocuklar utangaç da çekingen de olabilir. Ancak bunun geçici bir durum olduğu bilinmeli. Birçok olumsuz davranış gibi utangaçlık da çekingenlik de zaman içinde sosyalleşerek aşılabilecek olumsuzluklar. Ancak çocuğun belleğine, bazı olumsuzlukları yerleştirdiğinizde bunların sağaltımı da giderek zorlaşmakta.

Çocuklara “Sen şusun, sen busun…” gibi kesin yargılar içeren tümceler kullanmamalı. Onların özgürce gelişmelerini, kendileri olmalarını engelleyecek davranışlardan, önyargılardan uzak durulmalı.

Büyüklerin sözleri, davranışları çocuklar için çoğu zaman onları çok etkilemekte. Bu da onların davranışlarına, bilinçlerine olumsuz olarak yansımakta. Bu nedenle çocukları sürekli olumsuzluklar üzerinden tanımlamak, onların tinlerinde onulmaz yaralar açmakta. Ne yazık ki bilinçsizlik ve sorumsuzluk yüzünden çocuklarımızı başarısız kılmaktayız. Bu nedenle çocuklara karşı kullanılacak dile özen göstermeli. Atalarımız: “Bir akıllıya kırk gün deli dersen deli olur.” sözünü boşuna söylemedi. Ataların sözlerinden ders almalı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  10 Mart 2024

 

 

ATATÜRK VE TÜRK KADINI


Atatürk, Türk insanını iyi tanıyordu. Çok farklı cephelerde, çok farklı yörelerimizden insanlarla karşılaştı. Türk yurttaşlarını savaş alanlarında tanıdı. Onların duygu, düşünce, gelenek, göreneklerini yakından anlama fırsatını yakaladı. Olanak buldukça askerleriyle söyleşti onları tanımak için. Cephede Mehmetçikleri tanırken kadınları tanımamak olmazdı. Bu nedenle gittiği her yerde Türk kadınıyla söyleşme fırsatı yakalamaya çalıştı. Kadınlarımızın tinsel, duygusal, düşünsel, geleneksel, sosyal dünyalarını öğrenip duyumsadı. Onları yaşamın içinde tanımaya özen gösterdi.

Atatürk fırsat buldukça köyleri dolaşırdı. Bu gezilerinde kimliğini saklar, normal bir yurttaş, tanrı misafiri gibi kapıları çalardı. Böyle anlarda genellikle kadınlar tarafından karşılanırdı evlerde. Bir gün Akşehir’de çok yağmur yağıyordu. Hava da çok soğuktu. Herkes, yani Büyük Taarruz’a hazırlanan Mehmetçikler ıslanıp üşümemek için bir yana sinmişti.

Akşehir’in soğuk yağmurlu gününde otomobiline biner. Çevrede bir köye gider. Köyün girişinde otomobilden iner.  Tek başına yürüyerek önüne çıkan bir evin kapısını çalar. Bir genç kız açar kapıyı.

Atatürk: “Hemşire!” der ve sözlerini şöyle sürdürür: “Çok soğuk ve yağmur var, beni kabul eder misiniz?

Genç Kız: “Buyurun!” der.

Önce Atatürk’ü bir odaya alırlar. Soğuk olan odayı ısıtmak için ateş yakmaya çalışırlar. Ancak soba yansa da odanın ısınması zaman alacak ve konukları üşüyecektir. Evdeki kadınlardan biri:

“Bizim kendi odamız vardır. Orada ateş yanıyor, oraya gelmez misiniz?”

Atatürk: “Pekâlâ…” der ve onlarla sıcak odaya girer.

Ocağı tüten sıcak odada oturduktan sonra bir komşu kadın daha gelir. Az sonra neredeyse ona yakın genç, yaşlı kadın doluşur odaya. En sonunda ardı ardına iki erkek gelip oturur odadaki yerlerine. Atatürk konuşmaya başlar oradakilerle. Kadınlarından biri Atatürk’e:

“Sana sütlü kahve yapayım.” der. Bu öneriyi Atatürk teşekkürle karşılar.

Kadın, Atatürk’e sütlü kahve yapıp getirir. Söyleşi başlar ve Gazi’ye en çok soru soran kadınlar olur. Askerin durumunu sorarlar. Askerlerden bazılarının çıplak olduğu dikkatlerini çekmiş. Düşmanın durumunu ve en önemli düşmanın hangisi olduğunu sorarlar. Kocaları askerde olanlar vardı. Onlardan aldıkları mektuplardan edindikleri bilgileri Atatürk’e anlatır kadınlar. Kadınlar hiç çekinmeden, mükemmelen ve insanca Atatürk’le konuşurlar.  Sonradan oraya Atatürk’ün birkaç arkadaşı daha gelir. Söyleşi tüm doğallığıyla sürer. Daha sonra konuklarının Mustafa Kemal Paşa olduğunu anlarlar. Anlayınca kendilerine bir zararın geleceğini düşünerek az da olsa heyecanlanıp telaşlanırlar. Çünkü bu kadınlar, o ana dek bir resmi kişiyle hiç karşılaşıp konuşmamışlardı. Bir resmi adamla açıkça konuşmayı bir suç olarak gördüler kendilerince. Bundan sonrasını Atatürk’ün sözleriyle anlatalım.

“Biraz sonra büyük bir ağırlık kafalarında baskı yaptı. İhtimal ki, o güzel hareketlerinden dolayı kendilerini hatalı göreceğimi zannettiler. Zira babaları, anaları, silsilesi ona onu öğretmiştir. O halde baştan nihayete kadar çoğunluk, kadınların çoğu toplumsal hayatta beraberdir, mesai hayatında beraberdir. İlim ve irfan hayatında beraberdir efendiler… Çünkü hangi köyde bütün erkekler okumuştur da kadınlar cahil kalmıştır. Hayır, eğer bir köyde bir tane ve iki tane okumuş erkek varsa mutlaka bir tane ve iki tane okumuş kadına tesadüf edersiniz.

Eğer cehalet varsa bu geneldir; yalnız kadınlarımıza ait değildir, erkeklerimizi de kapsamaktadır. Yalnız büyük şehirlerimizde ve kasabalarda bu izah ettiğim hayattan ayrılan, bununla çelişen bazı manzaralara tesadüf ediyoruz. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 70-71)”

Türk kadınının geleneğinde kaç göç yok! Kadın ve erkek, binlerce yıldır yaşamın güçlükleriyle birlikte savaştı. Kadınlar, sosyal yaşamda erkeklerle söyleşip konuşurlar eskiden beri. Üretime erkeğiyle katılan kadınlarımız özgüvenlidir. Zaten halk oyunlarımıza bakıldığında kadınla erkeğin el ele, omuz omuza oynadığını görürüz.

Son yıllarda bazı kimseler, kendi dar görüşlü siyasetlerinin gereğince kadını kafes arkasına kapatmaya çalışmakta. Erkekle kadını birbirinin karşıtıymış, düşmanıymış gibi algılatmaya çalışmaktalar. Oysa kadınla erkek birbirini tamamlayan iki farklı cins. Biri olmazsa diğeri de olmaz. Halkımızın deyişiyle bir elmanın iki yarısı. Elmayı ikiye bölün bakalım  çürütmeden saklamamız olanaklı mı?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  8 Mart 2024

 

ATATÜRK’TEN BİR MEDRESE ANISI


Atatürk, Akşehir’dedir. Nasrettin Hoca’nın bu güzel yerleşiminde okulları gezerken o yörenin en ünlü ve halk tarafından en iyi eğitimi verdiği söylenen medresesine gider. Gazi’nin medreseye yöneldiği görülünce çarşıda, pazarda, dükkânda, her yanda olan genç adamlar çabucak buraya dönerler.

         Mustafa Kemal Paşa, medreseye ivedilik göstererek gelenleri hemen tanır. Bu gençler, burada eğitim gören kişilerdir. Çünkü kıyafetleri ulema giysisiydi. Cübbeleri, sarıkları vardı üstlerinde. Atatürk, onlardan önce medreseye girdiğinden kapıyı kapatır. İçerisi bomboştu. Burada ders görmesi gereken gençler, çarşıda pazarda boş boş zaman geçirmekteydiler.

         İçeride birkaç kişi çok sefil ve perişan durumda oturmaktaydı. Bazıları fasulye pişiriyor, kimileri de uyuyordu.

         Atatürk, medresede rastladığı birine sorar: “Ne yapıyorsun burada?”

         O: “Maksud okuyorum.”

         Atatürk: “Ne demektir maksud?”

         O: “İsmi meful…” der.

         Atatürk: “Burada hoca yok mu? Bir müdür yok mu? Bir intizam yok mu?”

         Oradakiler: “Var…” dediler ve “Müftü buradadır, ders vermekle meşguldür.” diye sürdürdüler konuşmalarını.

         Atatürk: “Bunlar tembel olacaklar, dersten kaçmışlar.” diyerek sürdürür sözlerini.

         Gerçekten Müftü Efendi, bir odada öğrencisine ders vermekteydi. Oda küçücüktü. Müftü de öğrencisi de yerde oturmaktaydı. Kara tahtada Arapça bir şeyler yazıyordu.

         Atatürk: “Ne ile meşgulsünüz?” diye sorar.

         Müftü: “Arapça öğretiyorum.” yanıtını verir.

         Atatürk: “En az bildiğim bir şeye temas ettim. Zararı yok dinleyeceğim.”

         Atatürk, dersi dinlemeye başladığında eksik ve yanlış şeylerin öğretildiğini görür.

         Atatürk: “Bu efendi Arapça bilir mi?

         Müftü: “Hepsi bilir.”

         Atatürk: “Sen bilir misin Arapça?”

         Müftü: “Tabii…”

         Atatürk: “O halde ben size bir şey sorayım ki, siz tercüme ediniz.” der.

         Atatürk, Arapça bilmemektedir. Ancak bir süre Arabistan’da bulunduğu için Müftü Efendi’den daha iyi Arapça bildiğini anlar. Sorusuna yanıt alamaz Gazi.

         Atatürk: “Neden böyledir Müftü Efendi?” diye sorar.

         Müftü: “Bu efendi yeni gelmiştir. Şunları da askerden yeni getirebildik.” der.

         Atatürk: “Rica ederim, sen de bilmiyorsun.” deyince…

         Müftü: “Doğru…” diye yanıtladı.

         Atatürk, şöyle sürdürdü sözlerini: “Rica ederim. Talebe bilirse neyi bilecektir. Yani en nihayet Arapça lisanını öğrenecektir. Bu Arapça lisanını öğrenmek için Suriye’ye, Arabistan’a gönderelim, Arapça öğrensinler. Fakat bütün medreselerimizde anlamayan, anlatamayan kimselerin böyle faydasız şeylerle meşgul olmasına mahal yoktur. Yani bu milletin evlatları bu kadar çok zaman sarf etmeye salahiyettar değildir. Az zamanda çok şey öğrenmek çok şey yapmak mecburiyetindeyiz.”

         Müftü Efendi: “Tamamen sizinle hemfikirim.” diyerek sürdürdü konuşmasını: “Fakat öteden beri adet olmuş, böyle gidiyor.” dedi.

         Atatürk, karşılaştığı bu durumla ilgili şu sonuca varıyor: “Ve diğer birçok gördüğüm misallerle anladım ki bugün medreselerde muhtaç olduğumuz ilimler ve fenler vesaire verilmiyor. Yani yanlış program üzerinde çok meşgul olunuyor. Bence bir defa her Müslüman İslami hükümleri bilmeye mecburdur. O halde mekteplerimizde zaten İslami hükümleri öğreteceğiz. Lakin bunun haricinde ve üzerinde nasıl ki doktor, mühendis yetiştiriyor, yüksek meslekler erbabı yetiştiriyorsak, tabii dinimizin bütün hakikatlerini ve felsefesini hakkıyla bilen alim insanlara ihtiyacımız var. Fakat emin olalım ki, bu insanı medresenin odasından çıkaramayız ve yetiştiremeyiz.

         Daha evvel verilecek çok şeyler vardır. İlmin, fennin ve hayatın gerektirdiği çok şeyler vardır. Onların hepsini öğrendikten sonra asıl, dinin esaslı hükümlerine geçmek lazım gelir. Çünkü o zaman ancak insan da öğrenmek kabiliyetine sahip olabilir. Böyle yapılmak lazımdır. (Atatürk’ün Bütün Eserleri Cilt: 15, Kaynak Yayınları, s. 95-96)”

         Medreseler, dünya gerçeklerinden kopmuştu. Bilgisiz hocalar, bilgisiz öğrenciler yetiştirmekteydi. Buralarda asıl ders Arapça olduğu halde bu dil bile öğretilemiyordu. Ezbere dayalı eğitim sistemi, öğrenmeyi sağlamıyordu. Din adamı yetiştirme amacı taşıyan bu eğitim kurumları, buradaki öğrencilere bile İslam’ın esasını öğretemiyordu. Atatürk de bu durumu yerinde görüp belirlemiş, bu nedenle de medreseleri kapatmıştır. Bu da aydınlık Türkiye’nin oluşmasına büyük katkı yaptı.

         Günümüzde medreseleri yeniden canlandırmaya çalışanlar, ülkemizin geri kalmasına yol açmak için kolları sıvadılar. Ne yazık ki bu kişiler, dünün medreselerini bilmiyorlar. Bilmedikleri bir şeyi, güzel sanmaktalar. Çok yazık, çok…

                                                                                     Adil Hacıömeroğlu

                                                                                     6 Mart 2024

TÜRKLERİN ANADOLU’YA GELİŞİ


Türklerin Anadolu’ya ilk olarak ne zaman geldikleri tartışma konusu olsa da şu anda okullarda okutulan tarih ve sosyal bilgiler kitabında Malazgirt Utkusu’ndan sonra Anadolu kapılarının Türklere açıldığı yazmakta. Oysa Atatürk döneminde yazılan ve liselerde on yıl (1931-1941) boyunca okutulan kitaplar, bu tezi doğrulamıyor.

Türklerin Orta Asya’dan göçleri iki koldan yapılmış. Birinci kol, Karadeniz’in kuzeyinden gitmiş batıya doğru. Diğer kol ise Hazar Denizi’nin güneyinden ilerlemiş yeni yerleşecekleri topraklara.

“Güney yolunu takip edenler (Türkler-AH) Mezopotamya’ya, Anadolu’ya oradan adalara geçmişlerdir. Ön Asya’ya gelmiş olanlardan Suriye’ye sapanlar, Palestin (Filistin-AH) üzerinden Mısır’a gitmişlerdir. İberler’in de Hazar civarından bu yolla Afrika’nın kuzeyine ve oradan İspanya’ya geçtiklerini söyleyenler vardır. Kuzey yolunu takip edenlerden bir kısmı Karadeniz’in kuzeyindeki sahalarda, Tuna Havzası’nda ve Trakya’da yerleştiler. Sonraları bunlardan bazı kabileler Makedonya’ya, Teselya’ya ve en nihayet asıl Yunanistan denilen yarımadaya gelip yerleştiler. Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçerek Anadolu’ya batı yoluyla girmiş olanlar da bu Trakya ve Tuna bölgelerinde yerleşmiş Türk kabileleridir. (Tarih I Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri, Kaynak Yayınları, 7. Basım: Ekim 2016, s. 29)” Görüldüğü gibi Malazgirt Utkusu’nda çok önce Türkler, Anadolu topraklarına gelmişler. Ayrıca Batı Asya’nın birçok yerini yurt edinmişler.

Mezopotamya’daki Sümer ve Elam uygarlıklarının bu topraklara yerleşen Türkler tarafından kurulduğu belirtilmekte kitapta. “Türk’ün en az yedi bin yıldan beri gelip yerleşerek kendine kutsal yurt edindiği Anadolu’da yapılan araştırmalar, bugün milattan evvel 4.000 yıla çıkarılan Anadolu-Eti medeniyetinin kıdemini her an birkaç asır daha geçmişe götürmektedir.

Anadolu medeniyetinin, Mezopotamya veya Mısır medeniyeti kadar eski olmadığı iddiası geçerli değildir. Çünkü söylediğimiz gibi, Mezopotamya ile Anadolu’yu işgal eden insanlar aynı ırktan ve aynı kökendendirler. Bu itibarla geldikleri yerlerden aynı devirlerde aynı medeniyeti getirmiş olmaları doğaldır. Alişar Höyüğü kazılarında derin tabakalara doğru indikçe elde edilen eserler ve Karkamış harabesinin daha altında bulunan Birinci Karkamış eserleri bu gerçeği doğrulamaya hizmet edebilecek delillerdir. (Aynı yapıt, s. 30)” Bu yazılanlardan da anlıyoruz ki Türkler, insanlığın bilebildiği en eski zamanlardan beri Anadolu’da varlar.

Ülkemizin Atlantik sürecine girmesiyle Atatürk döneminde liselerde okutulan ders kitapları kaldırıldı. Onların yerine batıcı bir anlayışla yazılan kitaplar okutulmaya başlandı öğrencilere. Okullarımızda okutulan tarih ve sosyal bilgiler kitaplarında Türkler, sanki yaşadığımız topraklara çok sonradan gelmiş konuklar gibi gösterilmekte. Batılı emperyalistler de bu toprakları kendi uygarlıklarına ait görerek Türkleri, geldikleri yere göndermek için yüzyıllardır savaşmakta. En son emperyalistlerin bu düşlerini, Büyük Taarruz’da bozguna uğratsak da onların bu isteklerinden vazgeçmeleri söz konusu değil.

Atatürk, iki önemli kuruluşumuzun adını Etibank ve Sümerbank koyarak emperyalistlerin safsatalarına karşı durdu. Anadolu ve Mezopotamya’da kurulan ilk devletlerin, uygarlıkların adını yaşatmak istedi bu iki kurumla. Ancak Cumhuriyet’imizin bu iki anlamlı kurumu, emperyalistlerin isteği doğrultusunda özelleştirme adı altında perişan edildi. Bu yolla bu topraklardaki kökümüz kurutulmak istndi.

Günümüzün ivedi gereksinimi, 1931-41 yılları arasında liselerde okutulan tarih kitaplarının yeniden okullarımızda ders kitabı olması. Atatürk’ün tarih anlayışı, yeniden ülkemiz eğitimine egemen kılınmalı. Emperyalistlerin çıkarlarına uygun bir tarih anlayışının okullarımızda okutulması, ülkemize derin zararlar vermekte.  Bu doğrultuda Etibank ve Sümerbank kuruluş amaçlarına uygun olarak yeniden ayağa kaldırılmalı.

Unutulmasın ki kökü kuruyan ağaç yaşayamaz. Tarihsel kökleri bilinçli olarak yok edilen uluslar da yaşamsal birçok sorunla karşılaşır.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  5 Mart 2024

MEDRESELER NEDEN KAPATILDI?


3 Mart 1924’te çıkarılan devrim yasalarından biri de Öğretim Birliği Yasası (Tevhidi Tedrisat) dır. Bu yasayla türlü kurumlara bağlı olarak farklı eğitim yapan okulların hepsi, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Ayrıca bu okulların tümü, bakanlığın belirlediği izlencelere bağlı kalarak eğitimlerini sürdürdüler.

3 Mart 1924 öncesinde okullarda okutulan dersler birbirinden farklıydı. Üstelik emperyalist ülkelerin ülkemizde kurduğu yabancı kolejler ise misyoner okullarıydı. Bunların amaçları, ülkemizi içerden çökertmek ve ulusumuzu eğitim yoluyla bölüp parçalamaktı. Amerikan, İngiliz, Alman, Fransız, İtalyan, Avusturya kolejleri kendi ilkeleri doğrultusunda eğitimlerini sürdürmekteydiler. Bunların çoğunda rahip ve rahibeler ders vermekteydi. Ne yazık ki bu okulların kurulmasına izin veren de Müslümanların halifesiydi. Cumhuriyetin kurulmasından sonra yalnızca Anadolu’da iki yüze yakın Amerikan koleji kapatıldı.

Ülkemizde yaşayan azınlıkların hepsinin okulları vardı. Bu okulların izlenceleri azınlık dernek, vakıf ve ibadethanelerince oluşturulmaktaydı.

Medreseler, Osmanlı sınırları içinde yaşayan Müslümanların gittiği yerlerdi. Buralarda matematik ve fen bilimlerinden daha çok dinsel eğitim yapılırdı. Bunların yanı sıra çağdaş okullar da bulunmaktaydı.

İşte, Öğretim Birliği Yasası ile ülkemizdeki tüm okullar MEB’e bağlandı. Okulların hepsi MEB’in ilkelerine uygun eğitim izlencesine bağlı kaldı. Böylece eğitimimiz millileşti.

Peki, medreseler niye kapatıldı?

Osmanlı, 1843’te çıkardığı bir yasayla zorunu askerliği getirdi. Bu yasayla medrese hoca ve öğrencilerine askerlikten muafiyet ayrıcalığı tanındı. Askere gitmek istemeyen, vatan hizmetinden kaçmak isteyen birçok kişi medreseleri doldurdu. Bu da ordumuzun zayıflamasına neden oluyordu.

Başına sarık takıp medreseye giden herkes ulema sınıfından kabul edilmekteydi. Buralarda matematik ve fen bilimleri eğitimi yok denecek kadar azdı. Yıllarca medreseye gidip doğru düzgün bir tümce kurup yazamayanlar çoktu. Bu nedenle halk arasında ve medrese çevrelerinde buralarda eğitim görenlerin bazılarının bilgi düzeyini anlatmak için “Okuması var, yazması yok.” denirdi. Ne yazık ülke topraklarına dağılmış binlerce medrese buralara gidenleri okur yazar yapamamıştı.

Medreselerde düzenli, disiplinli bir eğitim yaşamı olmadığı için buraya devam eden kişiler tembellik, miskinlik içinde zaman geçirirlerdi. Bu kişiler, çalışmazlardı. Geçimlerini halkın yardımları ve vakıf gelirleriyle sağlarlardı. Ulema sınıfının Osmanlı döneminde yenileşmenin, gelişmenin önünde en büyük engel olduğu da bilinmekteydi.

Atatürk, 2 Mart 1923’te İzmir’de yaptığı uzun konuşmada medreselerin kapatılacağını açıkça söyledi. Bu uzun konuşma, ülkemizin tüm sorunları ve bunlara bulunacak çözümler açısından çok önemlidir. Herkesçe okunmalı.

“Bir de ‘medreseler ne olacak?’ dendi. Müsaade ederseniz bu noktayı da ifade edeyim. Öteden beri hepimizin işittiğimiz ve az çok mütehassıs olduğumuz bir şey vardır; o da bu gibi meselelere temastan kaçınmamızdır. Ve bu temas, dine tecavüz mahiyetinde anlaşılır. Derhal bir mukavemet ve karşı koymaya maruz kalırız. Ne için ve neden dolayı? Medreseler ne olacak, vakıflar ne olacak dersiniz, derhal bir mukavemete maruz kalırsınız. Ne için? Ve bu mukavemeti yapanların ne hak ve salahiyetle bunu yaptıklarını sormak lazımdır.

Arkadaşlar, bizim dinimiz İslam dini, en makul, en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmeldir. Tabii olabilmek için makul olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığa, ilme ve fenne, hapsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur. O halde bu kadar açık bir hakikati bir defa anladıktan sonra, tekrar anlatabilmek için, İslam toplumsal hayatında özel bir sınıf halinde mevcudiyete hiç kimsenin hakkı yoktur. Kendisinde böyle bir hak, bir sıfat görenler, muhakkak asıl şeriat hükümlerine muhalif olarak hareket etmiş olurlar. Çünkü biliyorsunuz ki, bizim dinimizde ruhbanlık yoktur. Bizim dinimizde ilmin ve faziletin istisnasız kazanılması vardır, tahsili vardır ve tatbiki vardır ve kimse bundan müstesna tutulmamıştır. Ve kimseye müstesna olarak bu ayrıca verilmiş değildir. Dolayısıyla hepimiz eşit olarak din ne ise, hükümleri ne ise bunların hepsini öğrenmeye mecburuz ve öğreniriz. Dolayısıyla bence söz konusu olacak şey, ayrı ayrı medrese ve aynı mektep değildir. Millete dinini, imanını, bütün insani ihtiyaçlarını vermek için bir yer vardır ki, ona mektep derler. İsterseniz medrese diyelim. Fakat ona başka, ötekine başka bir şey demeyelim. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 95)” Görüldüğü gibi Atatürk, medreseleri çok iyi gözlemlemiş ve gerçekleri açıkça dile getirmiştir. Üretime katılmayan, doğru düzgün din eğitimi bile yapamayan medreselerin açık olması halkımıza zarar verirdi. Zaten bunca verdiği zararla toplumuz geriliğin, yoksulluğun pençesinde kıvranmaktaydı.

Medreselerin kapatılmasındaki asıl amaç, İslam dinine aykırı bir biçimde ilmiye sınıfı adı altında ruhbanın oluşması. Allah’la kulun arasına giren ruhban, çoğu zaman kendi çıkarları için birtakım dinsel saptırmaların da içine girmekteydi.

Atatürk: “Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar, önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybederler.” diyerek Türk toplumuna yeni bir ufuk açtı. Artık medreselerin miskin havasından kurtulup bilimin aydınlığında gelişmenin zamanı gelmişti. Böyle de oldu. Eğer bugün ülkemiz, İslam ülkelerinin en gelişmişiyse bunun önemli bir nedeni de medreselerin uyuşturucu havasından kurtulmamızdır.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  4 Mart 2024

HALİFELİĞİN KALDIRILMASI


Halifelik, 3 Mart 1924’te TBMM’de kabul edilen devrim yasası ile kaldırıldı. Aslında ne Kuran’da ne de sünnette yer almayan bir unvan ve bu unvana bağlı yönetim anlayışı ortadan kalktı. Kuran ve sünnette bulunmayan bir unvanın İslam’ın olmazsa olmazı olarak gösterilip kabul edilmesi anlaşılmaz bir durum.

Müslümanlar, ilk başta azınlıktaydı. Bu nedenle azınlıkta olan Müslümanlara Hz. Muhammet imamlık etmekteydi. Müslümanların sayısı giderek arttı. Arabistan’ın birçok kentinde, kasabasında ve köyünde Müslümanlığı kabul edenler oldu. Doğaldır ki sayıları artan ve ülkenin birçok yerine yayılan Müslümanların hepsine Hz. Muhammet’in tek başına imamlık yapması olanaksızdı. Bu nedenle peygamber, baş imam oldu. Her bölgedeki Müslümanlara namaz kıldırmak için bazı kişilere imamlık yetkisi verdi peygamber. Bu baş imamlık, yönetme yetkisini de içermekteydi. Çünkü İslamiyet’i kabul eden kitlenin günlük ve toplumsal sorunları vardı. Bu kitlenin yönetilmesini de Hz. Muhammet üstlendi.

Peygamber öldükten sonra yerine seçimle Hz. Ebubekir geldi. Ona halife dendi. Ardından gelen diğer üç halife de seçilerek yönetme yetkisini aldılar. Seçimlerin bugünkü gibi olduğu düşünülmemeli. Bu seçimlerde de muhalif olanlar oldu. Bu nedenle dört halifeden üçü öldürüldü hem de Müslümanlarca. Daha sonra iktidar Emevî ailesince gasp edildi. Seçimle iş başına gelen halifelik sistemi, bir ailenin saltanatına dönüştü. Bu nedenle seçimle işbaşına gelen halifelik sistemi bir sülalenin eline geçtiği için bu kurum, ortadan kalkmış olarak düşünülebilir. Emevîler dönemi, aynı zamanda Müslümanlar arasında ayrılıkların, çatışmaların başladığı bir dönem. Emevî sulatanlarının halife unvanını almaları bile ayrılıkları önleyemedi ve İslam birliği bir türlü kurulamadı. Demek ki baştan beri halifelik kurumu, Müslümanların tümünü kucaklayamadı.

Emevîlerden sonra halifelik, Abbasilere geçti. Bu dönemde de İslam dünyasında tam birlik sağlanamadı. Moğol hükümdarı Hülagü, Irak’ı işgal ettiğinde son Abbasi Halifesi Mutasım’ı idam etti. Böylece halifelik sona erdi. Daha sonra aynı soydan olduklarını söyleyen bazıları halife olduklarını savladılar Abbasilerin yıkılışından sonra (1258). Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’ı alınca orada “Halife Mütevekkil Alâllah” unvanlı ve Mısır Hükümeti’nin sadakasıyla geçinen birinden halifelik unvanını aldı.

Halifeye “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” ya da “Kâinat nizamının düzenleyicisi” unvanları verildi. Bu sıfatların İslam’la bağdaşmadığı çok açık. Halifelik kurumu giderek bir din adamı sınıfını oluşturdu. Bu, bir nevi ruhban sınıfını yarattı. Oysa Allah, Kuran’da: “Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız. (Kaf-16, Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-ı Kerim Meali, Yeni Boyut Yayınları, 4. Baskı, İstanbul-2015, s. 476)” demekte. Eğer Allah, biz insanlara şah damarımızdan daha yakınsa aracıya, ruhbana ne gerek var? Çünkü şah damarımızla bizim aramıza herhangi birinin girmesi olanaksız.

Yavuz’la başlayan Osmanlı halifeliğini üç padişah kullandı. Birincisi, Genç Osman… Bu padişahın başına gelmeyen kalmadı. Müslüman kulları tarafından iğrenç bir biçimde öldürüldü.

Halifelik gücünü ikinci olarak kullanan padişah, II. Abdülhamit... O da bu gücü, ABD’ye karşı bağımsızlık savaşı veren Filipinli Müslümanları susturmak için kullandı (Bkz. ABD Müslüman mı Yoksa https://adiladalet.blogspot.com/2012/05/abd-musluman-mi-yoksa.html).

Halifelik unvanını ve gücünü üçüncü kullanan padişah ise Mehmet Reşat. I. Dünya Savaşı sırasında cihat ilan etti. Fransa’nın egemenliğindeki Senegalli Müslümanlar, cihada kulak asmadılar. Çanakkale’de efendilerinin yanında halife ordusuna karşı savaştılar.

Hintli Müslümanların bir bölümü ile Arapların bazıları halife ordularına karşı İngiltere’nin yanında silah kuşandılar. Haşimi soyundan gelen Şerif Hüseyin, cihat çağrısına isyanla karşılık verip Türk ve Müslüman kanı döktü Arap çöllerine. Demek ki sanıldığı gibi halifelik, İslam dünyasını birleştiren bir kurum değildi. (Ayrıntılı olarak bakınız. Tarih IV Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri [1931-1941], Kaynak Yayınları, 6. Basım, Ekim 2016, s. 156-162)

“Bunun gibi, mensup olmakla rahat ve mesut bulunduğumuz İslam dinini, asırlardan beri olageldiği üzere bir siyaset vasıtası mevkiinden tenzih etmek ve yüceltmek elzem olduğu hakikatini gözlemliyoruz. Mukaddes ve ilahi olan itikatlarımızı ve vicdaniyatımızı muğlak ve değişken olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara tecelli sahnesi olan siyasetten ve siyasetin bütün uzuvlarından bir an evvel ve katiyen kurtarmak, milletin dünyevi ve uhrevi saadetinin emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslam dininin yüce fikirleri tecelli eder. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt:6, Birinci Basım: Mayıs 2005, s. 230)” Atatürk’ün 1 Mart 1924’te TBMM’de yaptığı konuşmasında vurguladığı gibi halifeliğin kaldırılmasıyla İslam dini hem siyasete alet edilmekten hem de din üzerinden kişisel çıkar sağlamak isteyen asalakların elinden kurtarılmak istendi. Din, insanların vicdanından çıkarılıp siyaset düzenbazlarının ve çıkar çevrelerinin cüzdanına girdiğinde özünden şaşar.

Osmanlı hükümeti, dolayısıyla halifesi Sevr Anlaşmasında yer alan “Türkiye, herhangi bir devlet tabiiyetinde veya himayesinde bulunan Müslümanlar üzerinde her tür nüfuz, hakimiyet ve yargı haklarından resmi olarak feragat eder. (Tarih IV Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri [1931-1941], Kaynak Yayınları, 6. Basım, Ekim 2016, s.160)” fıkrasıyla zaten farklı ülkelerde yaşayan Müslümanlar üzerindeki egemenliğinden vazgeçmişti. Kısacası hilafet makamı, İngilizlerin kontrolüne girmişti.

“…Çünkü İstanbul hükümeti, padişah ve halife olan zat, bendegânından olan birtakım insanlara Sivas’ı basmak ve orada toplananları asmak için emir vermiştir. Biz bir taraftan Kongre müzakerelerini başarmaya çalışırken diğer taraftan da hakikaten şurada burada, kuzeyde ve güneyde toplanan olumsuz kuvvetlerin ve üzerimize gelmekte olan hücumların def ve reddi için tedbirler almak mecburiyetinde bırakıldık. Fakat millet gerçekte bizim tarafımızda mütehassis bulunuyordu. (ATABE, Cilt 15, s.64)” Atatürk ve yurtsever arkadaşları, Sivas Kongresi’nde yurdun kurtulması için çareler ararken padişah ve halife, İngilizlerin isteği doğrultusunda Kongre’ye katılanların yakalanıp idam edilmesi için büyük çaba göstermekteydi. Bu iş için de Elazığ Valisi Ali Galip Bey’i görevlendirmişti. 

Padişah ve halife, Anadolu’da işgallere karşı savaşan Atatürk ve arkadaşları için idam fermanı yayımladı. Kurtuluş Savaşını engellemek için her türlü yola başvurdu. Bu dönemde işgalcilere karşı bir tek eleştirisi, karşı çıkışı, fetvası, cihadı oldu mu halifenin? Üstelik Osmanlının son padişahı ve aynı zamanda halife Vahdettin, İngilizlerin Malaya zırhlısıyla kaçmayı yeğledi. Yurt toprağını korumak için ölümü göze alamayan halife, canını kurtarmak için düşmana sığınmayı seçti. Bu durumda ne yapılacaktı? Ülkesinin, halkının yanında olamayan birinin saltanatının sürmesi doğru olamazdı. Olmadı da…

Atatürk: “Arkadaşlar, sarayların içinde Türk olmayan unsurlara dayanarak, düşmanlarla ittifak ederek Anadolu’nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından kovulması, düşmanların denizlere dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir. Türk milletinin mübarek ecdat emaneti olan bu topraklarda tam manasıyla efendi olarak yaşaması, ancak o fuzuli ve manasız olduktan başka, mevcudiyetleri tam bir zarar ve felaket olan makamların bertaraf edilmesiyle mümkün olabilirdi. (Aynı yapıt, s. 287)” Yurdumuzun efendisi, egemeni Türk ulusu mu; yoksa düşmanla işbirliği yapmış bir aile mi olacaktı? Elbette Türk ulusu egemen olmalıydı ve öyle de oldu. Hiçbir kişi ve aile bir ulustan daha büyük, daha güçlü, daha hak sahibi ve ayrıcalıklı olamaz. Ayrıcalık, güç, hak savaş alanında kanıyla toprağını sulayan, alınterini yurdunun kurtulması için döken, gözyaşını yitirdiği canlar için akıtan ulus için olmalı.

İşlevi, etkisi, gücü ve yaptırımı olamayan halifeliğin var olmasının ne Türk ulusuna ne de İslam dünyasına bir yararı vardı. Yararından çok zararı olan bir kurumun ayakta kalması egemenliğimiz için tehlikeliydi. Bu nedenle halifeliğin kalkması zorunluydu. Büyük olan halktır, bir aile değil.

                                                                        Adil Hacıömeroğlu

                                                                       3 Mart 2014              

OF DİRENİŞİ VE KURTULUŞ


Birinci Dünya Savaşı birçok cephede tüm şiddetiyle sürerken 1916 başında Ruslar, Doğu Karadeniz Bölgesini işgale başladılar. Rusları bu işgal sırasında en çok zorlayan yer, Trabzon’un Of ilçesi oldu. İşgalciler, Of topraklarına saldırmaya başladıklarında halk tarafından büyük bir direniş başladı. Bu direnişin ana gövdesini yetersiz sayıda olan askeri birlikler oluşturmaktaydı.

Of halkının yetersiz olanaklarla ellerine ne geçirdilerse topraklarını savunmaya koşması övgüye değer. Aslında Kurtuluş Savaşı’mızın ilk halk direnişidir bu.

         Doğu Karadeniz Bölgesini savunmakla görevli cephe komutanı Fevzi Çakmak’tı. Of ve çevresindeki birlikleri de Avni Paşa yönetmekteydi.

         “Of’un doğusunda bir savunma hattı oluşturularak, Rus ilerleyişinin durdurulması ile büyük bir bölümü ailelerini göç ettirmek telaşı içinde köylere dağılmış bulunan gönüllüler tekrar cephede toplanmaya başlamıştı. Gönüllülerin bazıları kendi derme çatma tüfekleri ile gelmişti fakat çoğu silahsızdı. Avni Paşa silahsız olan gönüllüleri: Çanakkale’den birlikler yola çıkmış geliyor. Onlar yetişene kadar Rusları burada durdurun. O zaman size silah ve cephane dağıtacağım. Bu silahları isterseniz köylerinize bile götüreceksiniz, diyerek cephede tutmaya çalışıyordu. (Mehmet Bilgin, Rus İşgalinde Trabzon Direnişi, Serander Yayınları, 2. Baskı, Ocak 2014, s. 36)” Oflular, öncelikle işgal olasılığına karşı kadın, çocuk ve yaşuluların batıya doğru göç etmelerini sağladılar. Bundan sonra cepheye koşup savunmaya geçtiler. Avni Paşa’nın sözleri ise bir çaresizliğin göstergesi.

         “Askeri bakımdan yetersiz olan Avni Paşa’nın durumu 3. Mıntıka Komutanı olarak cepheden sorumlu olan Fevzi Paşa’yı endişelendirmiş. Çoruh Cephesi Kumandanı Deli Halit Bey’i Sahil Cephesi’ni düzenlemek ve takviye gönderilen birlikler bölgeye varıncaya kadar cepheyi tutmak üzere bölgeye göndermişti.

         Baltacı Deresi boyunca çatışmalar, İyidere’nin denize döküldüğü yerin batısında, Kelali Tepelerindeki Türk ileri karakollarının, Ruslara taarruz ve oyalama çatışmaları şeklinde başlamıştı. Rus donanmasının bu bölgeyi denizden bombalaması üzerine buradaki kuvvetler, Baltacı Deresi boyunca uzanan ana savunma mevzilerine çekildi. Baltacı Deresi boyunca uzanan Türk savunmasının merkezini, Cos Dağı teşkil ediyordu. 26 Mart’tan itibaren 19. Türkistan Alayı’nın Cos Dağı’na 3 gün süren taarruzunda, alaya önemli ölçüde zayiat verdirilmişti. (Aynı yapıt, s. 37)” Of direnişi, bu saldırıyla kırıldı. Savunma hattı önce Solaklı Deresi’ne taşındı. Sonrasında Sürmene’de direniş sürdü. Rusların karargâhı köyümüzde (Gülderen) kurulmuştu. Dedelerimizden kalan tarihi ev, Ruslarca yakıldı.

         Dillere destan Of direnişinin ilçede bir anıtının olmaması en büyük üzüntüm. Bu eksikliğin giderilmesi gerek. Bu nedenle Of kaymakamlığı ve belediyesi kolları sıvamalı. Ofluların kahramanlığını anlatan “Direniş Anıtı” tez zamanda yapılmalı.

            Of Direnişi’nin simgelerinden olan Alay Komutanı Hopalı Binbaşı Mamovizade Ali Rıza Bey’in Hopa ve Of’ta bir adının bir caddeye, meydana, spor alanına, sağlık kuruluşuna ya da okula verilmemesi

büyük bir eksiklik. (Ali Rıza Bey, Büyük Taarruz sırasında Yunan Başkomutanı Trikopis’i esir alan askerlerimizin bağlı bulundukları birliğin de komutanıdır.)

         1917’de Bolşevik Devrimi’nin olmasıyla Rus işgali gevşedi. İşgalcilerin savaşma isteği azaldı. Ruslar, işgal ettikleri topraklardan çekilmeye başladı. 28 Şubat 1918’de Of, işgalden kurtuldu. Of’un düşman işgalinden kurtuluşunun 106. Yıldönümü kutlu olsun.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  28 Şubat 2024

 

ÇOCUKLARA ÖDEV ALIŞKANLIĞI NASIL KAZANDIRILIR?


Belki de çocuklara en zor kazandırılan alışkanlıklardan biri, ödev yapma sorumluluğu. Çocukların büyükleri örnek aldıklarını birçok kez belirttim. Anne ve babanın davranışı; çocuklar için yol gösterici, belirleyici olmakta çoğu zaman. Bu nedenle anne ve babalar; attıkları her adımı, söyledikleri her sözü, yaptıkları her davranışı bir sorumluluk içinde yapmalı. Sorumsuzca söylenen bir söz, atılan bir adım, yapılan bir davranışın çocukları yollarından nasıl saptırdıklarını bilmeliler.

Anne ve babalar, evdeki iş bölümünü yardımlaşma ve dayanışma içinde yaptığında çocuk için bir ders niteliğindedir bu. Kendi işlerini aksatmadan ve büyük bir sorumluluk içinde yapan ebeveynler, bu sorumluluk duygusunu çocuklarına da aşılar. Atalarımız: “Hayvan süre süre, insan göre göre öğrenir.” sözünü boşuna mı söylemiş? Çocuklar da davranışa dönüştürdükleri birçok şeyi görerek öğrenmez mi?

Çocuklara: “Ödevin var mı?” sorusu sorulmamalı. Anne ve baba, çocuğun tepesinde Demokles’in kılıcı gibi dolanmamalı. Bu soruyla çocuk, sürekli bir denetimin rahatsız edici baskısının altında ezilmemeli. Baskıyı duyumsayan çocuk; bıkkınlık, yorgunluk, boş vermişlik, şaşkınlık içinde kalır. Sürekli uyarılma ve sorgulanma duygusu, onu derslerden uzaklaştırıp ödevlerini zamanında yapamamasına neden olur. Ayrıca her saniyesi denetlenen bir çocuk bocalar. Böylece çocuğun kaygısı çoğalır. Kaygı, ister istemez başaramama, yapamama korkusunu da ortaya çıkarır.

Bir çocuk öğrenciyse ne yapması gerektiğini, sorumluluklarını bilmeli. Bu nedenle ona: “Ödevini yaptın mı?” sorusu sorulmamalı. Hangi yaşta, düzeyde insan olursa olsun ona sorumluluklarını anımsatmak kişiyi mutlu etmez. İster istemez böyle bir soruyu kişi; kendi benliğini, usunu, varlığını yok sayma olarak algılar. Çocuğa sürekli karışma durumu, onu rahatsız etmesi olağan. Bu nedenle çocuğun denetleyicisi değil, anne ve babası olmalı; ona sonuna dek güvenmeli. Aşırı denetleme isteği, çocuğun özgüvenini yok eder. Bu da başarısızlığın asıl nedenlerinden.

Çoğu anne ve baba, çocuğu ödev yaparken onun yanında oturur. Ya onun ödevini yapar ya da ona yardımcı olmaya çalışır. Böylece çocuğu denetler. Onların yaptığı bu davranış, çocuğun bir işi kendi başına yapmasına izin ve fırsat vermez. Böylece çocuğun tek başına iş yapabilme girişimi elinden alınır. Çocuk, velisine yanıtını bulamadığı bir soruyu sormadığı sürece ona yanıt vermemeli. Bazı ebeveynler, çocukları yardım istemeden gidip sorularını yanıtlar. Bu, çocukların hem araştırma yapıp öğrenmesini engeller hem de başarma umudunu kırar. Yardım istemeyen bir çocuğa yardım etmek, biraz da çocuğu yok saymak demek. Yok sayılan birinden başarı beklenebilir mi?

Çocuklar, bizden yardım istediğinde onlara yardım edelim. Bu yardımlar da onların sorumluluklarını tamamen üstlenme, işlerinin hepsini yapma biçiminde olmamalı. Onlara en büyük yardım, yol göstererek bilgiye nasıl ulaşacaklarını anlatmaktır. Çocuğunun ödevini yapan veliler, onları hazırcılığa alıştırır. Bu da onları yaşam boyu başarısızlığa tutsak eder.

Çocuklara ödev yaptırmak için velilerin başvurduğu en olumsuz davranışlardan biri ödüldür. Veliler, çocuklarına: “Ödevini, yaparsan sana şunu veririm, senin için şunları yaparım, sana istediğin şeyi alırım.” demekte. Bu son derece yanlış. Ödev yapmak, öğrencinin görevi. Kişi, görevini yaptı diye ödül kazanmaz. Görevini yapmak, kişinin sorumluluğunu yerine getirmesidir. Veliler annelik, babalık görevlerini yerine getirdiğinde onlara ödül mü veriliyor? Onlara verilen en büyük ödül; sevgi dolu bir ortamda yaşamak, erinç içinde yaşam sürmek, uyumlu bir ailede bulunmaktan başka bir şey değil. Çocuklar da ödevlerini yaptıklarında ailelerinin sevgi, uyum, erinç, mutluluklarına katkı yapmaktalar. Ayrıca kendi geleceklerini sağlam temeller üzerinde oturtuyorlar böylece. Ödev yapan öğrencinin özgüveni atar, bakış açısı gelişir.

Her ödevde çocuğa ödül verilirse bir süre sonra o, karşılıksız iş yapmamaya başlar. Her yaptığı işten bir karşılık, ödül bekler. Yarın bir göreve geldiğinde bu ödül alışkanlığı, armağan almaya giderek rüşvete dönüşür. Çocuğuna yardım etmek gibi iyi niyetli bir davranışın ona nasıl da zarar verdiğini, onu nasıl kötü bir geleceğe hazırladığını bilmeli her veli.

Ödevini yapmayan çocuğa ceza vermek de ödül gibi zararlı sonuçlara ulaşabilir. Bu nedenle ödev yapmayan çocuğu ikide bir cezalandırmak doğru değil. Ödüle de cezaya da alışan çocuk, giderek kendi başına iş yapama alışkanlığını yitirir. Bu durum, onu sorumsuz bir birey yapar. Veliler, kendi elleriyle çocuklarını olumsuz bir duruma sürükler farkında olarak ya da olmayarak.

Yaşamda herkesin bir sorumluluk anlayışı ve görev bilinci olmalı. Çocukları buna göre yetiştirmeli. Onların işlerini yaparak aslında onları kolsuz kanatsız bırakmakta çoğu veli. Bu, çocuğa yapılan en büyük kötülük değil de nedir?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         26 Şubat 2024

 

 

 

 

TRABZON’UN KURTULUŞU


Sarıkamış bozgunundan sonra Doğu cephesinde Rusların üstünlüğü söz konusuydu. Mehmetçik, Çanakkale’de İngiliz ve Fransız güçlerine karşı destansı bir savaş kazanmıştı. Ruslar, Alman cephesinde zor durumdaydı. Bu nedenle Kafkas cephesindeki bazı birliklerini oraya götürmüşlerdi. Bu nedenle Rusların Sarıkamış’tan sonraki ileri harekâtları bir yıl kadar gecikmişti. 1916 Yılı başında ileri harekât başlamış ve özellikle Karadeniz kıyısındaki Türk yerleşim yerlerinin işgaline girişmişlerdi.

“10 Ocak’ta sahil bölgesinde, Arhavi deresi boyunca, 11 tabur piyade, 3 bölük süvari ve 24 topu olan Rusların karşısında Türklerin 7 tabur piyade, 1 takım süvari ve 6 toptan oluşan Sahil Müfrezesi vardı. Ruslar, Erzurum üzerinden taarruza başlamadan bir hafta önce sahil bölgesinde taarruza geçmişlerdi.

5 Şubat’ta başlayan Rus taarruzunu, denizden Rostislav zırhlısı ile 7 muhrip, Türk mevzilerine bomba yağdırarak destekliyordu. 10 Şubat günü gemilerin ağır bombardımanı, kuvvetlerimizin önemli miktarda zayiat vermesine neden olmuş, ardından Rusların 19. Türkistan Alayı, cepheden yaptığı taarruzlarla sahil cephemizin kuzey kanadını Sümle-Fındıklı (Viçe) hattına çekilmeye mecbur etmişti. (Mehmet Bilgin, Rus İşgalinde Trabzon Direnişi, Serander Yayınları, Trabzon, 2. Baskı, Ocak 2014, s. 31)”

Ruslar; 6 Mart 1916’da Pazar ve Çayeli’ni, 8 Mart’ta da Rize’yi işgal ettiler. Trabzon’a doğru yürüyen Rus güçleri, işlerini kolaylaştırmak için 7 Nisan 1916’da denizden Rize’ye Avrupa cephesinden getirdikleri 35.000 kişilik bir askeri güç çıkarmışlardı.

İyidere’ye dayanan Rus işgalciler, burada Oflu milis güçleri ve askeri birliklerin birlikte yaptığı önemli bir direnişle karşılaştılar. 26 Mart’ta Of işgal edildi. Ardından 14 Nisan’da Sürmene’yi ele geçirdiler.

“15 Nisan 1916’da Trabzon’a 18 kilometre kadar yaklaşan Ruslar Türk kuvvetlerini arkadan vurmak amacıyla Akçaabat’a kuvvet çıkarmak üzereyken Trabzon’un boşaltıldığı haberini almışlardı. Şehir 15-16 Nisan gecesi tahliye edilmiş, Türk halkının büyük kısmı şehri terk etmişti. Trabzon Rumları da 18 Nisan’da Rus komutanına bir temsilci göndererek Türklerin şehri boşalttıklarını bildirmişler, dolayısıyla Trabzon’un topa tutulmamasını rica etmişlerdi. Ruslar böylece 18 Nisan akşamı herhangi bir direnişle karşılaşmadan Trabzon’a girmişlerdi. Rumlar ve Ermeniler başlarında metropolit ve papazları olduğu halde Rus Kafkas Ordusu Komutanı General Yudeniç’i sevinç çığlıkları atarak karşılamışlardı. Rum metropolitinin maiyetindeki 20 papazla birlikte gerçekleştirdiği dini törende imparatorun (çarın) sağlığına, Rus ordusunun kesin zaferine ve Hıristiyanların Türk boyunduruğundan kurtarılmasına dualar edilmişti. (Sabahattin Özel, Milli Mücadele’de Trabzon, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, 2012, s. 10-11)”

Trabzon işgal edildikten sonra Rus işgal güçleri batıya doğru ilerleyerek Harşit Çayı’na kadar olan bölgeyi ele geçirirler. Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey, işgal sonrası görevini Ordu’da sürdürür. Yaklaşık 80.000 mülteci Ordu, Giresun, Tirebolu’ya göç eder. Daha sonra Trabzon ve ilçelerinden göç eden Türk halkı daha batıda yer alan yerleşim yerlerine giderek muhacir oldular uzun süre.

“Bilindiği gibi Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’ndeki Türk zaferi Rusya’nın mevcut sıkıntılarını daha da artırmış, baş gösteren Ekim 1917 Bolşevik İhtilali bütün cephelerde Rus birliklerinin dağılmasına yol açmıştı. Kafkas Cephesi’nde aradaki mesafenin uzaklığı ve irtibatsızlık gibi nedenlerle ayakta kalabilen Rus kuvvetleri de Kasım 1917 sonlarında çözülmeye başlamışlardı. Rus siperlerinden zaman zaman ‘Çanakkale’yi istemiyoruz, Boğazlar’ı istemiyoruz’, ‘Harbe son verin’ pankartları yükselir. Türk askerine karşı dostluk gösterileri yapılırken, Trabzon’daki Rus kuvvetleri arasında da disiplinin zayıfladığı, emirlere uyulmadığı birbirine resmi selam yerine ‘yoldaş’ şeklinde hitap ettikleri görülmekteydi. (Aynı yapıt, s. 17)”

18 Aralık 1917’de Osmanlı devleti ile Rusya, Erzincan mütarekesini imzaladı. Bu anlaşmadan sonra Rusların işgal ettikleri Türk yerleşim yerlerinden çekilmeleri hızlandı. Bu çekiliş sırasında Ermeniler, milis güçleri oluşturarak Türk kıyımı yapmak için kolları sıvadılar. Trabzon’da büyük insan kıyımı olmamışsa buna engel olan işgal güçleri arasında bulunan Türk kökenli Rus askerleridir.

“Ermeni Taşnak Komitesi’nin ileri gelenlerinden Tigranyun 400 atlıyla Trabzon’a gelerek Rum gençleriyle anlaşmış, Türkleri katletmek için hazırlıklara girişmişti. Rusların, kendilerini silahlı Kürtlere karşı koruyabilmeleri bahanesiyle silahlandırdıkları Ermeniler Türk ve Müslümanlara karşı bir program dahilinde baskı ve zulüm yapmaya başlamışlardı. Ermenilerin Trabzon’un kenar mahallelerinde 38 Müslüman’ı katlettikleri söylenmekteydi. (Aynı yapıt, s. 19)”

Ermenilerin bir Türk kıyımına girişeceklerini anlayan Rus komutanlar, birliklerinde görevli Ermeni asıllı subay ve erleri önceden tahliye etmeye çalıştılar. Erzurum’dan gelen Ermeni Yüzbaşı Bedros, Ermenilerden oluşan 250 kişilik bir birliği vapura bindirmedi. Trabzon’a Türk birliklerinin girmesinden iki gün önce Bedros, türlü bahanelerle Kemeraltı Cami’sine topladığı 200 kişiyi yakmak istedi. Bunu öğrenen Türklerin camiye hücum etmesi ve Cemiyet-i Hayriye-i İslamiye derneğinin karşı çıkmasıyla bu kıyım önlendi.

“Bedros ve 260 kişilik çetesi aynı günün gecesi Türk mahallelerine baskın girişiminde bulunmuşsa da silahla karşı konulması üzerine Erzurum’daki komiteye katılmak üzere Trabzon’u terk etmişti. Maçka Rumlarının yardımıyla Zigana Dağı’nı aşmışsa da Torul halkının karşı koyması üzerine pek çok ölü ve yaralı vererek geri dönmek zorunda kalmıştı. Bunlardan Trabzon’a dönebilen 61 çeteci Ermeni, Rus ordusunun mensupları olarak vapura binebilmişti. (Aynı yapıt, s. 23)” Torul’da halkın bu kahramanlığını anlatan bir anıt var mı acaba?

“Türk kuvvetlerinin Trabzon’a gireceği gün Türk askerini karşılamak üzere bir Rus mürettep piyade alayı ile süvari birliği, bandoları eşliğinde Kavak Meydanı yönünde şehrin girişinde yerlerini almışlardı. Bu arada 37. Tümen’den önce Trabzon’a giren milis kuvvetleri mahalle içlerini, köprü başlarını ve kavşak noktalarını tutmuşlardı. O sırada Ortahisar’daki müftülük binasının önündeki bayrağın altında toplanan Trabzonlular, bşlarında müftüleri olmak üzere tekbirler getirerek kurtarıcılarını karşılamaya çıkmışlardı. Nihayet beklenen an gelmiş, 37. Tümen Trabzon’a girerken Türk donanması da kurtarma harekâtına denizden katılmıştı. Cemiyet-i Hayriye-i İslamiye başkanı ve üyeleri Soğuksu’da karargâh erkânıyla birlikte Rus gemilerini ve Değirmendere’deki cephaneliği gözlemekle meşgul bulunan tümen komutanına veda etmişler, karşılama görevini yapan son Rus kuvvetleri de vapura binmişlerdi. Bayram havası içindeki şehirde her taraf bayraklarla donatılmış, Türk birlikleri resmi binaları işgal ederek, iaşe ve malzeme depolarına el koymuşlardı. (Aynı yapıt, s. 23-24)”

Trabzon’a giren milis güçleri arasında üç kadın asker vardı. Bu üç kahraman kadın milis, işgal sırasında ahlaki düşkünlük gösteren otuz Türk kadınının peşine düştü. Bu kadınlardan onu ele geçirilmiş, on beşi intihar etmiş, beşi ise bulunamamıştı.

Türk ordusu, yaklaşık iki yıl süren bir işgalden sonra 24 Şubat 1918’de Trabzon’u teslim alıp kurtarmıştı. Bu güzel günün 106. yıldönümü Trabzon’umuza ve tüm ulusumuza kutlu olsun.                               

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  24 Şubat 2024