18 MART ÇANAKKALE ZAFERİ


Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakmak için İtilaf Devletleri İstanbul’u işgal etmek için kolları sıvadılar. Bunun için de Çanakkale’den deniz yoluyla geçip İstanbul’a varmaktı amaçları. Bu amaca ulaşmak için İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale önüne geldi.

Osmanlı Genelkurmay’ı İtlaf Devletlerinin Çanakkale’yi geçmek için saldırı düzenleyeceğini öngördüğünden Boğaz’daki savunma hatları güçlendirildi. Tabyalar düzenlendi. Buralara toplar yerleştirilip askerlerimiz için sığınaklar yapıldı.

İtilaf donanması, Türk savunma hatlarına ilk saldırısını 19 Şubat 1915 Cuma günü yaptı. Sabah saat 06.30’da düşman gemileri, Boğaz’a yaklaştılar. Tabyalara 17 kilometre kala ateş düzeni alıp Amiral Gemisi Queen Elizabeth’in işaretiyle top saldırısı başladı. İlk ateşi, Cornwallis zırhlısı yaptı. Bu sırada saatler 09.50’yi göstermekteydi. Böylece Çanakkale Savaşı başlamış oldu. Ağır topları ateşi aralıksız saat 13.00’e dek sürdü. Bu sırada gözcülerin dışındaki Türk askerleri sığınaklara girdiler. Çünkü gemiler, Türk topçusunun menzili dışındaydı.

Türk topçusu, yaklaşık üç saat süren bombardımana karşılık vermeyince düşman gemileri daha yakına gelip ateş etmeye başladı. Saat: 14.00’tü. Türk topçusu, menziline giren gemilere tabyalardan karşılık vermeye başladı. Türk topçusunun savuma atışlarıyla düşman gemilerinin bazıları isabet aldı. Topçumuzn kullandığı mermiler zırh delici olmadığından bu gemiler ucuz kurtulmuştu. Düşman gemilerinden bazıları yara almıştı. Bu saldırılarda 4 şehit, 11 yaralı verdik. İki topumuzda kullanılmaz duruma gelmişti. Düşman gemileri havanın kararmasıyla saat 17.30’da geri çekildi.

Ateşin kesilmesiyle Türk askerleri sığınaklardan çıkıp topları temizlediler. Gerekli önlemler alındı. Şehitler, toprağa verildi. Yaralılar, Alçıtepe köyüne götürüldü.

Hava bozdu beş gün boyunca şiddetli lodos esmeye başladı. Bu nedenle düşman, saldırılarına ara vermek zorunda kaldı.

25 Şubat 1915 Perşembe sabahı, lodos kesilince düşman saldırısı kaldğ yerden sürdü. Saat 10.15’te Queen Elizabeth büyük toplarıyla Seddülbahir tabyasını bombaladı. Düşman gemilerinin diğerleri de tabyalarımızı vurmaya başladı. Topraklarımıza ateş kusan gemiler, kıyılarımıza 3 kilometreye dek yaklaştılar. Ertuğrul tabyasındaki Türk topçuları ölüme meydan okuyarak silah başı yaptılar. Türk topçusu, düşman gemilerini ateş altına aldı. Agamemnon zırhlısı on dakikada yedi isabet aldı. Üç düşman askeri öldü, beşi de yaralandı. Dublin kruvazörü, Türk topçusunun ateşi karşısında geri çekildi. Fransız Gaulois zırhlısı Türk toplarına hedef oldu, 9 Fransız askeri öldü. Gaulois kaçmak zorunda kaldı.

Seddülbahir ve Anadolu yakasındaki Yeniköy yanıyordu. Bazı tabyalarımızda ağır hasar vardı. Devre dışı kalan topların yerine dört top yerleştirildi. 13 şehidimiz toprağa verildi alacakaranlıkta. 19 yaralımız, Alçıtepe’ye götürüldü sağaltım için.

Düşman saldırıları, lodoslu günlerde durdu. Lodos dindiğinde saldırılar yeniden başladı. İngilizlere ait Ark Royal uçak gemisinden kalkan uçaklar alçaktan uçarak keşif uçuşları yaptı.

Nusret Mayın Gemisi, Boğaz’ın en dar yeri olan Kilitbahir ve Çanakkale kent merkezi arasındaki alana mayın döşedi. Topçu tabyaları da hazırdı.

Derken… 18 Mart Perşembe gününe gelindi. Gün doğmak üzereydi. Hava açıktı. Lodos az da olsa duyumsanıyordu. Önce düşman uçakları havalanıp bölgeyi gözetlediler. Her şeyi kendileri için uygun buldular.

Düşman zırhlıları üç bölüme ayrılmıştı. İlk bölümde İngiliz gemileri vardı: Queen Elizabeth, Agamemnon, Lord Nelson, Inflexible.

İkinci grupta ise Fransız gemileri bulunmaktaydı: Gaulois, Charlemagne, Suffren ve Bouvet. Bu iki grubun sağında ve solunda Prince George ve Triumph vardı.

Üçüncü grupta sekiz İngiliz zırhlısı bulunuyordu: Majestic, Ocean, Vengeance, Irresistible, Albion, Swiftsure, Cornwallis, Canopus.

Saatler 10.30’u gösterdiğinde başta mayın arama gemileri olmak üzere birçok küçük savaş gemisi Boğaz’a girdi. Ardından zırhlılar göründü uzaktan. Bunlar Çanakkale’ye 16 kilometre kala savaş düzeni aldı.

Saat 11.15’te Triump zırhlısı ilk ateşi açtı. İntepe’deki bataryamız anında karşılık verdi. Böylece dünya tarihinin önemli bir sayfası olacak olan Çanakkale Deniz Savaşı başladı. Boğaz, cehenneme döndü bir anda. Düşman, tüm hedefleri yok etmek için durmaksızın saldırdı. Türk topçusu, düşman gemileri menzile girinceye dek suskun kaldı. Bundan yüreklenen düşman zırhlıları, Boğaz’a iyice girince Türk askeri ölümü hiçe sayarak yüklendi toplara. Şimdi cehennemi yaşama sırası düşmandaydı.

Çanakkale ve Kilitbahir alevler içinde kaldı.

İlk ateşlerle Fransız zırhlısı Bouvet’te yangın çıktı. Suffren, Gaulois, Charlemagne önemli yaralar aldı. Tam da bu sırada Seyit Onbaşı ortaya çıktı yokluğa, yoksulluğa yetersizliklere meydan okuyarak. Yüklendiği top mermisi Bouvet’i Boğaz’a gömdü.

Düşman zırhlıları ilerledikçe mayınlara çarpmaya başladılar. Ağır kayıplar verip geri çekildiler. Bu sırada saatler 18.00’i göstermekteydi. (Yararlanılan kaynak: Turgut Özakman, Diriliş Çanakkale 1915)

İngiliz ve Fransızlar geri çekilirken beş yüze yakın ölü bıraktılar Boğaz’ın serin sularına. Biz ise 28’i Alman olmak üzere 58 şehit verdik bu zafer gününde.

Çanakkale Deniz Zaferi’nin mimarı, Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Çobanlı Paşa idi. Çanakkale’yi denizden geçemeyeceğini anlayan İtilaf devletleri bir ay sonra kara savaşlarını başlatmak zorunda kaldı. Burada da karşılarında Mustafa Kemal’i bulacaklardı. Bu büyük zafer ulusumuza kutlu olsun. Çanakkale’nin eşsiz komutanlarını, yürekli Mehmetçiklerimizi saygıyla anıyorum.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  18 Mart 2024

 

İZLEDİĞİM İLK TRABZONSPOR MAÇI (Pazar Yazıları)


Çocukluğumda futbol maçlarını radyodan dinlerdim. Ayrıca evimize birden çok gazete girdiğinden spor sayfalarından bilgilenirdim futbol takımlarıyla ilgili. Birinci Lig’de oynayan takımların bazılarının ilk on birlerini ezbere sayardım. Bununla kalmaz. Batı Almanya, İtalya, Hollanda, Brezilya gibi dünya futbol devlerinin kadrolarını da ezberlemiştim.

Foto Maç diye haftalık bir futbol dergisi çıkardı. Onun neredeyse her sayısını alıp okurdum. En ilgi duyduğum ise “George Best Futbol Öğretiyor” sayfasıydı. Kendimce oradan futbol öğrenirdim. Öğrendiklerimi de arkadaşlarıma öğretmeye çalışırdım kendimce.

Çocukluğum, yazın köyümüz Gülderen’de; okullar başladığında ise Hayrat’ta geçti. Doğru düzgün top oynayacak yer yoktu ne yazık ki. Çünkü arazi düz değil. Boş bulduğumuz her yerde top oynardık. Takımlardan biri yokuş yukarı, diğeri yokuş aşağı oynardı. Yokuş yukarıya doğru hücum etmek zorunda kalan takım, diğerine gör iki kat fazla yorulurdu. Saate karşı oynanmazdı maçlar. Devre ve maç bitimleri gol sayısına göre belirlenirdi. Örneğin, beşte haftayım, onda maç biterdi. Kimi zaman gol olmazdı uzun süre. Böyle bir durumda maç saatlerce sürerdi. Açlık duymazdık. Susuzluğumuzu ise mahalle çeşmelerinden ya da oynadığımız yere, dereye yakınsa çakıl taşlarını yalayıp geçen berrak sudan karşılardık. Su içerken elimizi, yüzümüzü, boynumuzu yıkamayı unutmazdık.

Genellikle okul kıyafetlerimizle oynardık futbolu. O dönemde kösele ayakkabı giyen azdı. Bunlar, topa vurdukça patlardı sağından solundan. Eve gidince anneler, babalar çıkışırdı bu duruma. Bu konuda kara lastik giyenler şanslıydı. Üstelik okul kıyafetleri de çamur içinde kalırdı. Zaten bir tane takım elbisemiz ya da önlüğümüz vardı. O da çamur içinde kalınca ertesi gün okula neyle gidecektik? Çamaşır makinesi yok, yıkama işi elle yapılmakta. Evlerde sobalı, ısıtaç (kalorifer) henüz yaşamımıza girmemiş. Diyelim ki yıkandı giysi, nasıl kuruyacak sabaha dek.

Her şeyde olduğu gibi çözümü annelerimiz bulurdu. Babalarımızın kızmasını önlemek için çabucak giysimizi yıkar, sobanın önündeki bir sandalyeye ya da soba borularına çamaşır kurutmak için takılan metal çubuklara asardı ıslak giysiyi. Sabaha dek kururdu giysimiz.

Ortaokulun birinci sınıfındaydım. Kurban Bayramı yaklaşmaktaydı. Kurbanımızı köyümüzde keserdik. Çünkü ninem (babaannem) ve amcamın ailesi köyde yaşardı. Ayrıca orada geçmişimiz vardı. Dedemin, amcalarımın, amca çoklarımın, küçük yaşta yitirdiğimiz kız kardeşim Sevil’in gömütlüğü bulunmaktaydı. 14 Şubat 1970 Cumartesi günü öğlende okullar dağıldı. 1973’e dek cumartesileri okullara gidilirdi. 1973’te çalışma günleri, cumartesinin dinlence olmasıyla beş güne indi. Annem, babam ve biz dört kardeş yola dizildik köye gitmek için. O günlerde araba zor bulunur bir şeydi. Yürüyerek giderdik neredeyse her yere. Hepimizin elinde, sırtında yükler vardı. Yüklerimiz; bayramlık giysilerimiz, yedek çamaşırlar ve köydekilere götürdüğümüz ufak tefek armağanlardan oluşmaktaydı. Dimdik yokuşu çıktık. Bir saat olmadan köyümüze geldik.

Babam, hemen kurbanlık ineğine yedinci ortak olarak girdiğimiz komşumuzu bulmak için Caminin Yanı’na gitti. Yanında ben de vardım. Hoşbeşten sonra kurban parasını ödedi. Köy kahvesindeki gençler arasında bir devinim vardı. Gençlerden biri, babama: “Hocam, sizde gelmek ister misiniz maça?” diye sorunca babam düşünmeden “Evet!” dedi. Ertesi gün Trabzonspor- Karşıyaka maçına gideceğiz. Yenersek Birinci Lig’e yükselme şansımız artacak. Çünkü bulunduğumuz kümenin lideri Karşıyaka.

15 Şubat Pazar sabahı erkenden kalktık. Sıkıca kahvaltımızı yaptık. Benim heyecanım dorukta, ilk kez maça gideceğim. Neredeyse herkes toplanmıştı. Dolmuşa bindik. Ben küçük olduğumdan babamın kucağına oturdum. Dolmuş on beş kişilik… Önceki gün kararsız olanlardan birkaçı da gelince sayımız çoğaldı. Dolmuş, on beş kişilik. Sıkış tıkış bindik. Önce ilçe merkezimiz Of’a uğradık. Böylece yolun on yedi kilometresi bitti. Geri kaldı elli iki kilometre. Zaman geçirmeden yola koyulduk. Yol boyunca konumuz Trabzonspor’du. Birinci Lig’e yükseleceğimize inananlar çoktu. İşimizin zor olduğunu söyleyenler de vardı içimizde. Dolmuşta en yaşlı kişi babamdı. Ayrıca okumuş biriydi. Anlaşmazlıklarda ona soruyorlardı. O da bildiği kadar yorum yapıyordu. Dolmuştaki bazıları bana, Trabzonspor’un hangi on birle sahaya çıkacağını soruyorlar. Ben de ezberimdeki takımı bir çırpıda sayıyorum. Eğlence olsun diye Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Eskişehirspor ve Göztepe’nin ilk on birlerini saydırıyorlar bana. Ben söylüyordum.

Söyleşerek, tartışarak stadyumun yakınına geldik. Dolmuştan inip biletlerimizi aldık. Bana bilet almadı babam. Yaşıma göre zayıf ve çelimsizim. Babamla birlikte girdim açık tribünlere. Köylülerimizle bir aradayız. Erkenci olduğumuz için tribünün ortasında bir yerdeyiz. Görüş açımız çok iyi. Maçın başlama saati: 14.00… O dönemde gece maçları yok henüz.

Hüseyin Avni Aker, benim için o anda kutsal bir yer. İlk kez takımımızı izleyeceğim. Zaman geçmek bilmiyor. Beklerken tribünlerin her yanı doldu. Neredeyse boş yer yok! Maç saati yaklaştıkça heyecan artmakta ve izleyicilerin sesleri gökyüzünü kaplamakta. Derken ısınmak için takımımız çıktı alana. Yer gök inledi birden. Ben, neredeyse sevinçten ağlayacağım. Adlarını ezberlediğim futbolcularımız, önümde ısınmaktalar sağa sola koşarak. Kimi zaman da birtakım hareketler yapmaktalar. İzleyicilerin sevinç gösterilerine kendilerince yanıt verdiler sık sık.

Karşıyaka takımı da çıktı sahaya. Onlara “Yuh!” çekildi. Doğrusunu söylemek gerekirse bu bağırışa ben katılmadım. Ne de olsa konuğumuz onlar. Köylülerimiz, Karşıyaka’nın on birini soruyorlar bana. Stadyumun sesbüyütücüsünden takım kadroları duyuruldu. İyi dinleyince birkaç as oyuncusunun olmadığını söyledim yanımdakilere. Derken saatler 14.00’ü gösterdiğinde maçın hakemi Nevzat Tansuk, düdüğünü öttürdü ve maç başladı. Yerimde duramıyorum. Takımımız ileriye gidince bende gidiyorum onlarla. Savunmadayken ben de savunmadayım. Derken maçın 13. dakikasında oyuncularımızdan Ahmet Ziya Genç ilk golümüzü attı. Oyuncularımız orta yuvarlakta, bizler tribünlerde sarmaş dolaşız. Takımımız çok iyi, kazanmak için sürekli gol arıyor. Oyun, Karşıyaka’nın yarı sahasında. 20. Dakikada Ahmet Tanrıkulu, ikinci golümüzü attı. Sevincimiz bin kat çoğaldı.

Devre arası oldu. Kemençe eşliğinde sevinçli yorumlar sürdü on beş dakika boyunca. Oyun başladı. Maçın 65. dakikasında Ahmet Tanrıkulu, üçüncü golümüzü filelere gönderdi. Çok sayıda gol kaçırdık. Ancak üzülmedik buna. Maç bitince arabamıza yürüdük. Herkes oturunca yerine, yola çıktık. Çok sevinçliyiz. Takımımıza duyduğumuz güven üst düzeyde. Birinci Lig’e yükseleceğimize inanç tam. Dönüşte ilçe merkezimize uğramadık. Dolmuşumuz Eskipazar’da, Baltacı Deresi kıyısındaki fırının önünde durdu. Herkes indi ekmek almak için. Babam çokça ekmek aldı bayram nedeniyle. Sıcak ekmeklerin bir bölümü dolmuşta yendi iştahla.

Akşamleyin eve vardık. 16 Şubat, bayramın öngünü. 17 Şubat 1970 Salı günü Kurban Bayramı. Çifte bayram yaptık o gün Trabzonspor sayesinde.

Ne yazık ki 1969-70 futbol sezonunda Trabzonspor Birinci Lig’e yükselemedi. Üç sıfır yendiğimiz Karşıyaka çıktı o yıl birinci lige. Düşlerimizi gerçekleştirmek için daha çok zamana ve sabra gereksinmemiz vardı. Sonunda 1973-74 sezonunda şampiyon olarak 1. Lig’e yükseldik. Bundan sonra Türk futbolunda yeni bir tarih yazılamaya başlandı. Bu tarih, futbolumuzdaki Anadolu devriminin tarihiydi.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         17 Mart 2024

 

CUMHURİYETİN AYAK SESLERİ


Ülkemizin cumhuriyetle yönetilmesi düşüncesi, Atatürk’ün kafasında gençlik yıllarından beri vardı. Bu düşüncesini, zaman zaman arkadaş çevresiyle paylaşmıştır. Bazı arkadaşları onun bu düşüncesini gerçeğe aykırı buldular. Ancak o, bu ülküsünden hiç geri adım atmadı. Tersine her geçen gün bu düşüncesi olgunlaştı kafasında.

Amasya Genelgesi’nde yer alan “Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” maddesi, aslında ulus egemenliğine giden yolun, yani cumhuriyet yönetimine geçileceğinin bir belirtisi sayılabilir.

Erzurum ve Sivas kongreleri, ulus egemenliğinin yapı taşlarıdır. Ardından Ankara’da toplanan TBMM, cumhuriyete geçileceğinin habercisi. Atatürk’ün 2 Şubat 1923’te, İzmir’de halka verdiği söylevde Türkiye’nin yönetim biçiminin ne olacağı konusunu aydınlatmakta.

“Arkadaşlar, yeni Türkiya devletini idare eden Türkiya Büyük Millet Meclisi hükümetini bence artık izaha hacet kalmamıştır. Ancak milletimizin belki ifade edemediği ve fakat böyle el ele temas ederekten tuttuğu ve sahip olduğu hükümetimizin mahiyetini henüz tanımayan düşmanlar vardır veyahut tanımamak isteyen düşmanlar vardır. Onun için biz de düşmanlarımızı dahil olduğumuz bu mesut ve çok şey vaat eden istikametteki isabete ikna edebilmek için çok söylemeyi, bundan çok bahsetmeyi, genel milli vazife olarak görmeliyiz. Şimdiye kadar mevcut kitapları okuyanlar bilirler ki ve okumayanlar dahi fiilen tanımakla bilirler ki, insanlar birtakım hükümetler teşkil etmişlerdir ve teşkil ederler. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 72)” Büyük Kurtarıcı, burada TBMM hükümetini tanımayan, anlamayan düşmanlardan söz etmekte. Peki, bu düşmanlar kimlerdir? Baştan beri Ankara’da kurulan hükümetlere, yurdun ve ulusun kurtarılması için gecesini gündüzüne katan Gazi Paşa ve arkadaşlarına düşmanlık yapan emperyalistlerle onların işbirlikçileridir. Ne yazık ki emperyalistler, bazı saf yurttaşlarımızı da kandırmaktaydı.

“Efendiler, hükümet teşkil etmekten maksat, bir toplumun mevcudiyetini muhafaza etmek ve o toplumu manen ve maddeten müreffeh ve mesut etmektir. Toplumda insanlar bu iki şey için hükümet teşkil etmek zarureti karşısındadırlar. Hükümet toplumsal bir ihtiyacın zaruretidir. Ve onun gerektirdiği bir şey vardır. Muhtelif şekil ve mahiyette birtakım hükümetler vardır. Bildiklerimizi beraber hatırlayalım: mutlakiyet hükümeti vardır, meşrutiyet hükümeti vardır, cumhuriyet hükümeti vardır. Bugün dünya üzerinde gördüğümüz şekillerdir. Fakat bütün bu isimleri iki sınıf ile ifade edebiliriz. Şahsi saltanat vardır veyahut meşruti saltanat vardır. Ben bu ifade tarzımla cumhuriyetle meşruti saltanat arasında çok ufak bir fark gördüm. Bence saltanat, cumhuriyet şeklinde belirli zaman için değişmez salahiyetlere sahip geçici bir sultan vardır. Diğerinde ise ömrü oldukça sultanlık eden ve öldükten sonra da evladına veyahut akraba ve yakınlarına miras olarak kalan sultanlık vardır. Ve ister meşruti saltanat olsun, ister cumhuriyet olsun, bunların dayandığı mahiyet, biliyoruz ki, parlamenter denilen bir şeydir. Yani kuvvetler dengesi esaslarına dayalı bir şekildir. Veyahut kuvvetler ayrılığıdır. Diğeri ise malumdur. Bir adamın, bütün bir millete hâkimlik etmesi, müstebitlik etmesi, bütün bir memleketi malikâne kabul etmesi ve milleti de kendi emrine kayıtsız şartsız tabi bir köle sürüsü olarak görmesidir.

Efendiler, Türkiya Büyük Millet Meclisi hükümeti bu saydığımızı hükümet şekillerinden hiçbirisine benzemez. Çünkü arz ettiğim gibi, onların dayandığı esas, kuvvetler ayrılığı, kuvvetler dengesidir. Halbuki bizim hükümetimiz kuvvetler birliği esasına göre kurulmuş bir hükümettir. Bu şekil ve mahiyette hükümet, denilebilir ki, bugün mevcut değildir. Ancak mevcut olmayan bir şey, hiç vücut bulmamış bir şey de yapmış değiliz. İnsanlık tarihi incelenirse görülür ki, aynı mahiyette kurulmuş ve faaliyette bulunmuş hükümet vardır. Ancak arada tamamen farksızdır denilemez. Kuvvetler birliği esasına göre kurulmuş olan hükümetimizin menfaatlarını ve faydalarını izah için, arzu ederseniz hep beraber, kuvvetler dengesi esasına göre yapılmış ve mevcut olan hükümetlerle ufak bir mukayese yapayım. Biliyorsunuz ki, bu kuvvetler dengesi teorisi esasen Monteskiyö tarafından ortaya konulmuş bir teoridir. Monteskiyö bu teorisini yaparken dünyada mevcut modellerden birisini aramıştır ve onu İngiltere’de bulmuştur. İngiltere’de ve her yerde krallar vardı. Krallar herkesçe malum olduğu üzere, aynı zamanda Allah tarafından dahi kuvvetlere sahip tasavvur olunurdu. Kralların, hükümdarların, imparatorların şahıslarında mevcut tasavvur edilen icra kuvvetinin geri alınmasına zihinler bile meyledemeyecek kadar kökleşmiş bir halde bulunuyordu. O zamanın bütün filozofları, bütün kanun koyucu insanları, bütün zekâları, insanlığın selamet ve saadeti için teoriler düşündükleri zaman, usul düşündükleri zaman, değişmez ve değiştirilemez gibi gördükleri noktalara taarruz etmekten korkuyorlardı. Dolayısıyla Monteskiyö değişmez, sabit bir karar kabul etmişti. Bu esas noktadan yürüyerek şimdi bu kralın idare ettiği, kendi hüküm ve istibdadı altında idare ettiği milleti hakiki saadete sevk edebilmek için ne yapmak imkânı vardı. Fakat bunu düşünürken Monteskiyö dahi biliyordu ki, bu ancak ve ancak milletin hakimiyetini millete vermekle mümkün olur. Fakat buna imkân tasavvur edemediğinden dolayı, bu milli hakimiyet -ki kralın elindedir- bunun hiç olmazsa bir parçasını millete verelim; kısımlara ayıralım, kral istediği gibi hareket edemesin. Az çok milletin arzu, emel ve hakimiyeti de kralın hareketleri üzerinde tesirli olsun ve bu surette zarar yarıya insin. İşte kuvvetler dengesi teorisinin esasını koyan Monteskiyö’nün zihniyeti bu idi arkadaşlar.

Bu teori ile bir icra heyeti -ki reisi hükümdardır- ve bir mebuslar meclisi -ki vazifesi kanun yapmaktır- sonra Fransız milleti, insanlığını, benliğini temin edebilmek için yaptığı genel mücadelesinde muvaffak olduğunu zannetti. Ve bu muvaffakiyetini muhafaza etmek ve devam ettirebilmek için Monteskiyö teorisine kendi millet ve memleketinde tatbik mahalli aradı. Yalnız orada kuvvetin ikiye ayrılması kâfi görülmedi. Bir bağımsız kuvvet daha icat olundu: Adli kuvvet… (Aynı yapıt, s. 72-73)”

Atatürk, yukarıdaki anlatımından anlaşılacağı üzere Fransız Devriminin bir kopyacısı değil. Türk Devrimi, bize özgü bir devrim. Fransız Devrimi, kuvvetler ayrımını savunup uygularken, Gazi Paşa kuvvetler birliğinden yanadır.

Atatürk, yukarıdaki konuşmasında kişisel saltanatla cumhuriyet arasındaki farkı çok açık anlatmıştır. Kişisel saltanat bir aileye, cumhuriyetteki saltanat (yanı yönetim) ise halka aittir. Bu nedenle cumhuriyet yönetimi, halka dayandığı için meşrudur.

Mustafa Kemal Paşa, düşünceleri ve uygulamalarıyla yalnızca bize değil; tüm dünya uluslarına yol göstermekte. Dünyanın kan gölüne döndüğü günümüzde onun düşünceleri daha da önem kazanmakta. Onun gösterdiği yolda ilerlemek Türk ulusunun vazgeçilmez görevi. Atatürk, dünyanın her yanındaki ezilenlerin güneşi. Yeter ki ezilen uluslar, güneşin ışığını kesmeye çalışan kara bulutları dağıtsın.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  15 Mart 2024

ATATÜRK VE TESETTÜR


Atatürk, özellikle batılıların Türk kadınını peçe takan, kafes arkasında oturan, doğru düzgün dışarı çıkmayan biri olarak göstermesinden çok rahatsızdı. Ne yazık ki bazı Türk aydınları da Türk kadını konusunda batılılarla aynı düşünmekteydi. Bu kişilerin düşüncelerinin oluşmasında batılı yazarların romanlarının neden olduğu düşüncesindedir Gazi Paşa. Oysa durum böyle değildi. Neredeyse yaşamın birçok alanında Türk kadını, yaşamın içindeydi.

Atatürk 2 Şubat 1923’te İzmir’de halkla söyleşirken şöyle demekte: “Belki kitaplarda ve romanlarda okumuştur; daha çok Batı romanlarında okumuştur, o da kafes romanı. Ben zannediyorum ki, bu millete ve memlekete -hepimize malum olduğu gibi- nereden geldiği, şuradan ve buradan geldiği muhakkaktır. Şuradan ve buradan intikal etmiş olan bu yanlış âdet -ki ne din, ne hayat ve tabiat bunu kabul eder ve ne de Allah emretmiştir- bu kötü halleri Batı’nın süslü romanlarına süslü bir tarzda geçirenler yine saraylardır. Çünkü saraylar hakikaten yukarıdan aşağı düpedüz bir kafesle ayrılmış birtakım mahluklarla doludur. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 71)” Burada da anlatıldığı gibi kadını kafesin, peçenin arkasına saklayarak yaşamdan koparmak İslam’ın bir buyruğu değil, bir saray geleneği.

“Kasabalarda ve şehirlerde yabancıların nazarı dikkatini çeken mühim manzara ve ifade olunan mühim hal, hepimizce malumdur ki, daha çok tesettür şekli üzerinde toplanıyor. Bu tesettür şekline bakanlar hükmediyorlar ki, kadın evinden başka bir yer görmez ve göremez. Çünkü sokağa çıktığı zaman bile gözü ve her tarafı kapalı olmaya mahkûmdur. Efendiler, bu tesettür şekli dahi din icabı değildir. Hatta o kadar değildir ki, gayri meşrudur. Din icabı olan tesettürü ifade etmek lazım gelirse, kısaca diyebiliriz ki, tesettür kadınlara külfet vermeyecek ve adaba muhalif olmayacak basit şekilde olmalıdır. Bu dediğim ifade ile hasıl olacak olan tesettür şeklinin belki Batı alemindeki tesettür şeklinden az çok farkı olabilir. Fakat meselenin mühim noktası her hususta benzememek de değildir ve böyle bir şey aramaya da mecburiyetimiz yoktur. Yeter ki tesettür şekli kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan tecrit edecek, gayri meşru aşırı mertebeye gelmiş olmasın. (Aynı yapıt, s. 71)” Atatürk’e göre tesettür, kadını yaşamdan, çalışmadan, insanlıktan çıkarmamalı. İslam’ın gereği olan tesettür, kadınların yaşamını zorlaştırmıyor. Ancak saray ve çevresinin geleneği olan kapanma ise kadınları yaşamdan kopartmakta.

“Kadınlarımızın, İslam kadınlarının ve Türk kadınlarının ilimde ve fazilette ve faaliyette çok ileri gitmiş olduklarını tarih bize söylemektedir. Benim bugün burada yaptığımı çok arzu ederim ki, hanım arkadaşlarımızdan birisi yapsın ve hanımlarımız bunu yapar. Hiçbir şer’i mâni ve tabii mâni yoktur ve olmamalıdır.

Efendim, yeri gelmişken söyledim, asıl silsileye devam edeceğim. Müsaade buyurursanız, bu noktaya ait son sözlerimi şu suretle ifade edeyim: Adam olmak istiyoruz. Bizi adam edebilecek analarımız olmak lazım gelirdi. Edebildikleri kadar etmişlerdir. Fakat bugünkü seviyemiz, bugünkü esas icaplara ve ihtiyaçlara, asırların geçmesiyle bizi maruz bıraktığı zayiatı telafiye kâfi değildir. Başka zihniyette, başka fikirde, başka olgunlukta insanlar lazımdır. Bunları bize yaratacak olanlar, bugünden sonra yetişecek validelerdir.

Memleket, millet, bağımsızlık, hakimiyet, şeref, her ne telaffuz ediyorsak, güzel şey yalnız ve ancak kadınlarımızın feyzi ve irfanı sayesinde hasıl olacaktır. Dolayısıyla hanımefendi, bundan sonra yeni Türkiya devletinin takip edeceği programın esas noktasını bu maruzatımın özü teşkil etmesi lazımdır ve inşallah teşkil edecektir. (Aynı yapıt, s. 71)”

Atatürk, 2 Şubat 1923’te İzmir’de yaptığı konuşmanın tamamı orada kendisini dinlemeye gelen halkın sorularına verdiği yanıtlardan oluşmakta. Yukarıda, kadınlar hakkında söyledikleri de dinleyiciler arasındaki bir kadının sorduğu soruya karşılıktır.

Atatürk, kadınlarda tesettüre karşı değil; kimilerinin kişisel ya da  sınıfsal çıkarları için uydurdukları giyim ve yaşam biçimine karşı. 

Kız ve erkek çocuklarının yurduna bağlı ve çalışkan olmalarındaki asıl etken anneleridir. Bir ülkenin kadınını peçe ve kafes arkasında tutsaklaştırıp yaşamdan, eğitimden, Türk töresinden, bilimden uzaklaştırdığınızda onların yetiştireceği çocuklar da bilgisiz olacaklar. Bu nedenle her alanda ileri bir toplum oluşturmak istiyorsak öncelikle kadını peçeden de kafesten de kurtarmak gerek. Kadınlar ve onların giyimleri üzerinden siyaset yapıp oy devşirmek bir ülkeye verilecek en büyük zarardır. Bu, böyle biline…

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  14 Mart 2024

ÇOCUKLAR, SANAL BAĞIMLILIKTAN NASIL KURTARILIR?


Sanal bağımlılık, çağımızın en büyük sorunu. Çevremizde ellerinde telefon ya da tablet, dünyayla ilişkisi kesmiş çocuklar görmekteyiz sıkça. Bu oyunlar, saatlerce sürmekte. Bu sırada çocuklar çevresiyle bağlarını tamamen koparmaktalar. Ne doğa ne arkadaşları ne de aileleri uslarına gelmekte.

Oyun bağımlılığı, çocukları yaşamın gerçeklerinden koparmakta. Somut gerçekçilik, yerini sanal bir dünyanın dipsiz kuyusuna bırakmakta. Çünkü bu bağımlılığın sonu, çok karanlık ve bilinmez. Yaşamla ilgisini kesmiş birinin yaşama dayalı düşler kurması çok zor. Sanal dünyada geçen her an, çocukları düşlerinden ve amaçlarından o denli uzaklaştırmakta.

Sanal bağımlılık çocukları, gelecekleriyle ilgili amaçlarının oluşmasından alıkoymakta. Amaç edinmek için insanın yaşamla ilişkisi olmalı. Bu, olmayınca amaç da olmuyor.

Sanal bağımlılığın önemli bir nedeni, aile içi iletişimsizlik. Aile üyelerinin geçimsizliği, bağırıp çağırması, ev içindeki mutsuzluk çoğu zaman çocukların sanal dünyanın boşluğuna sığınmalarına neden olmakta. Aslında sanal dünya onun için bir kaçış alanı, sığınma yeri. Niye mi? Çocuk mutlu olmak istiyor tüm insanlar gibi. Onu, gerçek yaşamda bulamayınca sanal dünyada aramak içindir bu çabası. Yani çocuk, yağmurdan kaçarken doluya tutulmakta.

Ekran bağımlığı olan çocukların nedensiz öfkelenmeleri sıkça görülen bir durum. Bunun nedeni, telefon ya da tablette oynadığı oyunlar. Oyunları vurdulu kırdılı, bağırtılı çağırtılıysa çocuk da vurmayı kırmayı, bağırıp çağırmayı öğrenmekte. Oyunlarda öfke, şiddet, küfür varsa çocuk bir süre sonra bunları iletişim biçimleri olarak kullanmakta. Bu nedenle çevresindekilerle öfkelenerek iletişim kurmayı, sorunlarını çözmeyi düşünmekte. Bu durum, giderek alışkanlığa dönüşmekte.

Çocuğu, ekran bağımlılığından kurtarmanın yolu, aile içi iletişimi kurmak. İletişimin olmasıyla çocuk, diğer aile üyeleriyle söyleşme fırsatını yakalayacak. Bu da onu, sanal bağımlılıktan uzaklaştıracak. Bir çocuğu gerçek dünyaya döndürecek en önemli yer, ailesi. Orada yaşamın gerçek yüzünü tanıyıp öğrenir.

Çocuğu gerçek yaşama döndürmenin bir diğer yolu, onu özellikle arkadaşlarıyla bir arada olacağı etkinliklere katmak. Örneğin; yüzme, voleybol, basketbol, futbol, hetbol gibi sporları yapmasını sağlamak. Takım ruhu, onu gerçek yaşamda birlikte iş yağabilmeye, dayanışma ve yardımlaşmaya yönlendirecek. Bu da ona yeni ufaklar açacak.

Ekran bağımlılığın sağlatımında kitap okumak önemli. Okunan kitaplar aile üyeleriyle paylaşılmalı. Kitaplar konusunda tartışmalar yapılmalı. Çocuğun görüşleri dinlenmeli. Ailecek yapılan kitap okuma etkinliği, çocuğun dünyasını renklendirecek, ona yeni kapılar açacak.

Çocukları bağımlılıktan kurtarmak için tiyatro, müzik ve resim kursları gibi uğraşlar çok önemli. Kitap okuma; spor, sanat ve kültür alanlarındaki etkinlikler onu gerçek yaşamda amaçlar oluşturmasını sağlar. Bu da onun sanal dünyadan uzaklaşmasını kolaylaştırır.

Çocuğun sanal mutluluk yerine gerçek mutluğu yaşaması bağımlılığın sonunu getirir. Bu nedenle ona, yaşamın gerçek mutluluğunu tattırıp vermeli.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         11 Mart 2024

 

 

 

 

ÖNYARGILARLA BAŞARISIZ KILINAN ÇOCUKLAR


Son yıllarda televizyon karşısına oturan, sosyal medyada az da olsa boy gösteren çoğu kişi, her konuda uzman. Bu kişilerin çoğu tinbilimci, toplumbilimci, sağaltımcı… Neredeyse her konuda kesin yargılarda bulmaktalar. Söylediklerini, kesin yargılarını tartışmazlar bile. Biraz sorgulamaya başlasanız onların kesin yargılarını, bilgisizlik ve anlamamazlıkla suçlanırsınız.

Televizyon ve sosyal medya karşısında oturarak uzmanlaşanların en önemli özelliklerinden birkaçı; söylediklerinden düşünsel derinliğin, kanıtın olmaması. Düşüncelerinin oluşmasında gözlem, deney, karşılaştırma yoktur. Televizyonda izlediklerinden, sosyal medyada okuduklarından yarım yamalak bilgiler edinirler. Bu üstünkörü bilgiler, onlara göre ansiklopedi gibidir ve ciltlere sığmaz.

Çocukların çoğu, yetiştikleri ortam gereği biraz çekingendir. Anne ve babaları, onlardan çoğu zaman başkalarının yanında becerilerini, yeteneklerini göstermeleri ister. Evlerine gelen konuklar, sosyal ortamlarda, çay bahçelerinde, yolda izde tanıştıkları kişiler de çocuklara sorular sorup görünüşte iletişim kurmaya çalışırlar. Doğaldır ki çocukların çoğu, genellikle sorgulayıcı, sıkıcı, anlayışsız, küçük bireylerin tinsel durumunu hesaplamadan kurulmaya çalışılan bu tür bir iletişim tek yanlı ve göstermeliktir. Çocuklar, bu iletişim biçiminin içtensizliğini kolayca anlar. Anladıkları için de bu tür konuşmalardan uzaklaşıp kurtulmaya çalışırlar. Böyle bir durumda anne ve baba ya da iletişim kurmaya çalışan üçüncü kişiler, hemen yargıya varırlar çocuklar için: “Bu çocuk utangaç ve çekingen…” diye. 

Çocuğun istemediği, hatta çoğu zaman zorlandığı olumsuz bir iletişim gösterisinde çocuğa anında utangaç ve çekingen damgası vurulmakta. Ne yazık ki yıllarca bu damga çocuğun belleğinde yer etmekte. Tinsel sağlığını, kişisel gelişimini etkilemekte. En kötüsü de sosyal iletişimine en büyük darbeyi indirmesi.

Çocuklar utangaç da çekingen de olabilir. Ancak bunun geçici bir durum olduğu bilinmeli. Birçok olumsuz davranış gibi utangaçlık da çekingenlik de zaman içinde sosyalleşerek aşılabilecek olumsuzluklar. Ancak çocuğun belleğine, bazı olumsuzlukları yerleştirdiğinizde bunların sağaltımı da giderek zorlaşmakta.

Çocuklara “Sen şusun, sen busun…” gibi kesin yargılar içeren tümceler kullanmamalı. Onların özgürce gelişmelerini, kendileri olmalarını engelleyecek davranışlardan, önyargılardan uzak durulmalı.

Büyüklerin sözleri, davranışları çocuklar için çoğu zaman onları çok etkilemekte. Bu da onların davranışlarına, bilinçlerine olumsuz olarak yansımakta. Bu nedenle çocukları sürekli olumsuzluklar üzerinden tanımlamak, onların tinlerinde onulmaz yaralar açmakta. Ne yazık ki bilinçsizlik ve sorumsuzluk yüzünden çocuklarımızı başarısız kılmaktayız. Bu nedenle çocuklara karşı kullanılacak dile özen göstermeli. Atalarımız: “Bir akıllıya kırk gün deli dersen deli olur.” sözünü boşuna söylemedi. Ataların sözlerinden ders almalı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  10 Mart 2024

 

 

ATATÜRK VE TÜRK KADINI


Atatürk, Türk insanını iyi tanıyordu. Çok farklı cephelerde, çok farklı yörelerimizden insanlarla karşılaştı. Türk yurttaşlarını savaş alanlarında tanıdı. Onların duygu, düşünce, gelenek, göreneklerini yakından anlama fırsatını yakaladı. Olanak buldukça askerleriyle söyleşti onları tanımak için. Cephede Mehmetçikleri tanırken kadınları tanımamak olmazdı. Bu nedenle gittiği her yerde Türk kadınıyla söyleşme fırsatı yakalamaya çalıştı. Kadınlarımızın tinsel, duygusal, düşünsel, geleneksel, sosyal dünyalarını öğrenip duyumsadı. Onları yaşamın içinde tanımaya özen gösterdi.

Atatürk fırsat buldukça köyleri dolaşırdı. Bu gezilerinde kimliğini saklar, normal bir yurttaş, tanrı misafiri gibi kapıları çalardı. Böyle anlarda genellikle kadınlar tarafından karşılanırdı evlerde. Bir gün Akşehir’de çok yağmur yağıyordu. Hava da çok soğuktu. Herkes, yani Büyük Taarruz’a hazırlanan Mehmetçikler ıslanıp üşümemek için bir yana sinmişti.

Akşehir’in soğuk yağmurlu gününde otomobiline biner. Çevrede bir köye gider. Köyün girişinde otomobilden iner.  Tek başına yürüyerek önüne çıkan bir evin kapısını çalar. Bir genç kız açar kapıyı.

Atatürk: “Hemşire!” der ve sözlerini şöyle sürdürür: “Çok soğuk ve yağmur var, beni kabul eder misiniz?

Genç Kız: “Buyurun!” der.

Önce Atatürk’ü bir odaya alırlar. Soğuk olan odayı ısıtmak için ateş yakmaya çalışırlar. Ancak soba yansa da odanın ısınması zaman alacak ve konukları üşüyecektir. Evdeki kadınlardan biri:

“Bizim kendi odamız vardır. Orada ateş yanıyor, oraya gelmez misiniz?”

Atatürk: “Pekâlâ…” der ve onlarla sıcak odaya girer.

Ocağı tüten sıcak odada oturduktan sonra bir komşu kadın daha gelir. Az sonra neredeyse ona yakın genç, yaşlı kadın doluşur odaya. En sonunda ardı ardına iki erkek gelip oturur odadaki yerlerine. Atatürk konuşmaya başlar oradakilerle. Kadınlarından biri Atatürk’e:

“Sana sütlü kahve yapayım.” der. Bu öneriyi Atatürk teşekkürle karşılar.

Kadın, Atatürk’e sütlü kahve yapıp getirir. Söyleşi başlar ve Gazi’ye en çok soru soran kadınlar olur. Askerin durumunu sorarlar. Askerlerden bazılarının çıplak olduğu dikkatlerini çekmiş. Düşmanın durumunu ve en önemli düşmanın hangisi olduğunu sorarlar. Kocaları askerde olanlar vardı. Onlardan aldıkları mektuplardan edindikleri bilgileri Atatürk’e anlatır kadınlar. Kadınlar hiç çekinmeden, mükemmelen ve insanca Atatürk’le konuşurlar.  Sonradan oraya Atatürk’ün birkaç arkadaşı daha gelir. Söyleşi tüm doğallığıyla sürer. Daha sonra konuklarının Mustafa Kemal Paşa olduğunu anlarlar. Anlayınca kendilerine bir zararın geleceğini düşünerek az da olsa heyecanlanıp telaşlanırlar. Çünkü bu kadınlar, o ana dek bir resmi kişiyle hiç karşılaşıp konuşmamışlardı. Bir resmi adamla açıkça konuşmayı bir suç olarak gördüler kendilerince. Bundan sonrasını Atatürk’ün sözleriyle anlatalım.

“Biraz sonra büyük bir ağırlık kafalarında baskı yaptı. İhtimal ki, o güzel hareketlerinden dolayı kendilerini hatalı göreceğimi zannettiler. Zira babaları, anaları, silsilesi ona onu öğretmiştir. O halde baştan nihayete kadar çoğunluk, kadınların çoğu toplumsal hayatta beraberdir, mesai hayatında beraberdir. İlim ve irfan hayatında beraberdir efendiler… Çünkü hangi köyde bütün erkekler okumuştur da kadınlar cahil kalmıştır. Hayır, eğer bir köyde bir tane ve iki tane okumuş erkek varsa mutlaka bir tane ve iki tane okumuş kadına tesadüf edersiniz.

Eğer cehalet varsa bu geneldir; yalnız kadınlarımıza ait değildir, erkeklerimizi de kapsamaktadır. Yalnız büyük şehirlerimizde ve kasabalarda bu izah ettiğim hayattan ayrılan, bununla çelişen bazı manzaralara tesadüf ediyoruz. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 70-71)”

Türk kadınının geleneğinde kaç göç yok! Kadın ve erkek, binlerce yıldır yaşamın güçlükleriyle birlikte savaştı. Kadınlar, sosyal yaşamda erkeklerle söyleşip konuşurlar eskiden beri. Üretime erkeğiyle katılan kadınlarımız özgüvenlidir. Zaten halk oyunlarımıza bakıldığında kadınla erkeğin el ele, omuz omuza oynadığını görürüz.

Son yıllarda bazı kimseler, kendi dar görüşlü siyasetlerinin gereğince kadını kafes arkasına kapatmaya çalışmakta. Erkekle kadını birbirinin karşıtıymış, düşmanıymış gibi algılatmaya çalışmaktalar. Oysa kadınla erkek birbirini tamamlayan iki farklı cins. Biri olmazsa diğeri de olmaz. Halkımızın deyişiyle bir elmanın iki yarısı. Elmayı ikiye bölün bakalım  çürütmeden saklamamız olanaklı mı?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  8 Mart 2024

 

ATATÜRK’TEN BİR MEDRESE ANISI


Atatürk, Akşehir’dedir. Nasrettin Hoca’nın bu güzel yerleşiminde okulları gezerken o yörenin en ünlü ve halk tarafından en iyi eğitimi verdiği söylenen medresesine gider. Gazi’nin medreseye yöneldiği görülünce çarşıda, pazarda, dükkânda, her yanda olan genç adamlar çabucak buraya dönerler.

         Mustafa Kemal Paşa, medreseye ivedilik göstererek gelenleri hemen tanır. Bu gençler, burada eğitim gören kişilerdir. Çünkü kıyafetleri ulema giysisiydi. Cübbeleri, sarıkları vardı üstlerinde. Atatürk, onlardan önce medreseye girdiğinden kapıyı kapatır. İçerisi bomboştu. Burada ders görmesi gereken gençler, çarşıda pazarda boş boş zaman geçirmekteydiler.

         İçeride birkaç kişi çok sefil ve perişan durumda oturmaktaydı. Bazıları fasulye pişiriyor, kimileri de uyuyordu.

         Atatürk, medresede rastladığı birine sorar: “Ne yapıyorsun burada?”

         O: “Maksud okuyorum.”

         Atatürk: “Ne demektir maksud?”

         O: “İsmi meful…” der.

         Atatürk: “Burada hoca yok mu? Bir müdür yok mu? Bir intizam yok mu?”

         Oradakiler: “Var…” dediler ve “Müftü buradadır, ders vermekle meşguldür.” diye sürdürdüler konuşmalarını.

         Atatürk: “Bunlar tembel olacaklar, dersten kaçmışlar.” diyerek sürdürür sözlerini.

         Gerçekten Müftü Efendi, bir odada öğrencisine ders vermekteydi. Oda küçücüktü. Müftü de öğrencisi de yerde oturmaktaydı. Kara tahtada Arapça bir şeyler yazıyordu.

         Atatürk: “Ne ile meşgulsünüz?” diye sorar.

         Müftü: “Arapça öğretiyorum.” yanıtını verir.

         Atatürk: “En az bildiğim bir şeye temas ettim. Zararı yok dinleyeceğim.”

         Atatürk, dersi dinlemeye başladığında eksik ve yanlış şeylerin öğretildiğini görür.

         Atatürk: “Bu efendi Arapça bilir mi?

         Müftü: “Hepsi bilir.”

         Atatürk: “Sen bilir misin Arapça?”

         Müftü: “Tabii…”

         Atatürk: “O halde ben size bir şey sorayım ki, siz tercüme ediniz.” der.

         Atatürk, Arapça bilmemektedir. Ancak bir süre Arabistan’da bulunduğu için Müftü Efendi’den daha iyi Arapça bildiğini anlar. Sorusuna yanıt alamaz Gazi.

         Atatürk: “Neden böyledir Müftü Efendi?” diye sorar.

         Müftü: “Bu efendi yeni gelmiştir. Şunları da askerden yeni getirebildik.” der.

         Atatürk: “Rica ederim, sen de bilmiyorsun.” deyince…

         Müftü: “Doğru…” diye yanıtladı.

         Atatürk, şöyle sürdürdü sözlerini: “Rica ederim. Talebe bilirse neyi bilecektir. Yani en nihayet Arapça lisanını öğrenecektir. Bu Arapça lisanını öğrenmek için Suriye’ye, Arabistan’a gönderelim, Arapça öğrensinler. Fakat bütün medreselerimizde anlamayan, anlatamayan kimselerin böyle faydasız şeylerle meşgul olmasına mahal yoktur. Yani bu milletin evlatları bu kadar çok zaman sarf etmeye salahiyettar değildir. Az zamanda çok şey öğrenmek çok şey yapmak mecburiyetindeyiz.”

         Müftü Efendi: “Tamamen sizinle hemfikirim.” diyerek sürdürdü konuşmasını: “Fakat öteden beri adet olmuş, böyle gidiyor.” dedi.

         Atatürk, karşılaştığı bu durumla ilgili şu sonuca varıyor: “Ve diğer birçok gördüğüm misallerle anladım ki bugün medreselerde muhtaç olduğumuz ilimler ve fenler vesaire verilmiyor. Yani yanlış program üzerinde çok meşgul olunuyor. Bence bir defa her Müslüman İslami hükümleri bilmeye mecburdur. O halde mekteplerimizde zaten İslami hükümleri öğreteceğiz. Lakin bunun haricinde ve üzerinde nasıl ki doktor, mühendis yetiştiriyor, yüksek meslekler erbabı yetiştiriyorsak, tabii dinimizin bütün hakikatlerini ve felsefesini hakkıyla bilen alim insanlara ihtiyacımız var. Fakat emin olalım ki, bu insanı medresenin odasından çıkaramayız ve yetiştiremeyiz.

         Daha evvel verilecek çok şeyler vardır. İlmin, fennin ve hayatın gerektirdiği çok şeyler vardır. Onların hepsini öğrendikten sonra asıl, dinin esaslı hükümlerine geçmek lazım gelir. Çünkü o zaman ancak insan da öğrenmek kabiliyetine sahip olabilir. Böyle yapılmak lazımdır. (Atatürk’ün Bütün Eserleri Cilt: 15, Kaynak Yayınları, s. 95-96)”

         Medreseler, dünya gerçeklerinden kopmuştu. Bilgisiz hocalar, bilgisiz öğrenciler yetiştirmekteydi. Buralarda asıl ders Arapça olduğu halde bu dil bile öğretilemiyordu. Ezbere dayalı eğitim sistemi, öğrenmeyi sağlamıyordu. Din adamı yetiştirme amacı taşıyan bu eğitim kurumları, buradaki öğrencilere bile İslam’ın esasını öğretemiyordu. Atatürk de bu durumu yerinde görüp belirlemiş, bu nedenle de medreseleri kapatmıştır. Bu da aydınlık Türkiye’nin oluşmasına büyük katkı yaptı.

         Günümüzde medreseleri yeniden canlandırmaya çalışanlar, ülkemizin geri kalmasına yol açmak için kolları sıvadılar. Ne yazık ki bu kişiler, dünün medreselerini bilmiyorlar. Bilmedikleri bir şeyi, güzel sanmaktalar. Çok yazık, çok…

                                                                                     Adil Hacıömeroğlu

                                                                                     6 Mart 2024

TÜRKLERİN ANADOLU’YA GELİŞİ


Türklerin Anadolu’ya ilk olarak ne zaman geldikleri tartışma konusu olsa da şu anda okullarda okutulan tarih ve sosyal bilgiler kitabında Malazgirt Utkusu’ndan sonra Anadolu kapılarının Türklere açıldığı yazmakta. Oysa Atatürk döneminde yazılan ve liselerde on yıl (1931-1941) boyunca okutulan kitaplar, bu tezi doğrulamıyor.

Türklerin Orta Asya’dan göçleri iki koldan yapılmış. Birinci kol, Karadeniz’in kuzeyinden gitmiş batıya doğru. Diğer kol ise Hazar Denizi’nin güneyinden ilerlemiş yeni yerleşecekleri topraklara.

“Güney yolunu takip edenler (Türkler-AH) Mezopotamya’ya, Anadolu’ya oradan adalara geçmişlerdir. Ön Asya’ya gelmiş olanlardan Suriye’ye sapanlar, Palestin (Filistin-AH) üzerinden Mısır’a gitmişlerdir. İberler’in de Hazar civarından bu yolla Afrika’nın kuzeyine ve oradan İspanya’ya geçtiklerini söyleyenler vardır. Kuzey yolunu takip edenlerden bir kısmı Karadeniz’in kuzeyindeki sahalarda, Tuna Havzası’nda ve Trakya’da yerleştiler. Sonraları bunlardan bazı kabileler Makedonya’ya, Teselya’ya ve en nihayet asıl Yunanistan denilen yarımadaya gelip yerleştiler. Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçerek Anadolu’ya batı yoluyla girmiş olanlar da bu Trakya ve Tuna bölgelerinde yerleşmiş Türk kabileleridir. (Tarih I Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri, Kaynak Yayınları, 7. Basım: Ekim 2016, s. 29)” Görüldüğü gibi Malazgirt Utkusu’nda çok önce Türkler, Anadolu topraklarına gelmişler. Ayrıca Batı Asya’nın birçok yerini yurt edinmişler.

Mezopotamya’daki Sümer ve Elam uygarlıklarının bu topraklara yerleşen Türkler tarafından kurulduğu belirtilmekte kitapta. “Türk’ün en az yedi bin yıldan beri gelip yerleşerek kendine kutsal yurt edindiği Anadolu’da yapılan araştırmalar, bugün milattan evvel 4.000 yıla çıkarılan Anadolu-Eti medeniyetinin kıdemini her an birkaç asır daha geçmişe götürmektedir.

Anadolu medeniyetinin, Mezopotamya veya Mısır medeniyeti kadar eski olmadığı iddiası geçerli değildir. Çünkü söylediğimiz gibi, Mezopotamya ile Anadolu’yu işgal eden insanlar aynı ırktan ve aynı kökendendirler. Bu itibarla geldikleri yerlerden aynı devirlerde aynı medeniyeti getirmiş olmaları doğaldır. Alişar Höyüğü kazılarında derin tabakalara doğru indikçe elde edilen eserler ve Karkamış harabesinin daha altında bulunan Birinci Karkamış eserleri bu gerçeği doğrulamaya hizmet edebilecek delillerdir. (Aynı yapıt, s. 30)” Bu yazılanlardan da anlıyoruz ki Türkler, insanlığın bilebildiği en eski zamanlardan beri Anadolu’da varlar.

Ülkemizin Atlantik sürecine girmesiyle Atatürk döneminde liselerde okutulan ders kitapları kaldırıldı. Onların yerine batıcı bir anlayışla yazılan kitaplar okutulmaya başlandı öğrencilere. Okullarımızda okutulan tarih ve sosyal bilgiler kitaplarında Türkler, sanki yaşadığımız topraklara çok sonradan gelmiş konuklar gibi gösterilmekte. Batılı emperyalistler de bu toprakları kendi uygarlıklarına ait görerek Türkleri, geldikleri yere göndermek için yüzyıllardır savaşmakta. En son emperyalistlerin bu düşlerini, Büyük Taarruz’da bozguna uğratsak da onların bu isteklerinden vazgeçmeleri söz konusu değil.

Atatürk, iki önemli kuruluşumuzun adını Etibank ve Sümerbank koyarak emperyalistlerin safsatalarına karşı durdu. Anadolu ve Mezopotamya’da kurulan ilk devletlerin, uygarlıkların adını yaşatmak istedi bu iki kurumla. Ancak Cumhuriyet’imizin bu iki anlamlı kurumu, emperyalistlerin isteği doğrultusunda özelleştirme adı altında perişan edildi. Bu yolla bu topraklardaki kökümüz kurutulmak istndi.

Günümüzün ivedi gereksinimi, 1931-41 yılları arasında liselerde okutulan tarih kitaplarının yeniden okullarımızda ders kitabı olması. Atatürk’ün tarih anlayışı, yeniden ülkemiz eğitimine egemen kılınmalı. Emperyalistlerin çıkarlarına uygun bir tarih anlayışının okullarımızda okutulması, ülkemize derin zararlar vermekte.  Bu doğrultuda Etibank ve Sümerbank kuruluş amaçlarına uygun olarak yeniden ayağa kaldırılmalı.

Unutulmasın ki kökü kuruyan ağaç yaşayamaz. Tarihsel kökleri bilinçli olarak yok edilen uluslar da yaşamsal birçok sorunla karşılaşır.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  5 Mart 2024

MEDRESELER NEDEN KAPATILDI?


3 Mart 1924’te çıkarılan devrim yasalarından biri de Öğretim Birliği Yasası (Tevhidi Tedrisat) dır. Bu yasayla türlü kurumlara bağlı olarak farklı eğitim yapan okulların hepsi, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Ayrıca bu okulların tümü, bakanlığın belirlediği izlencelere bağlı kalarak eğitimlerini sürdürdüler.

3 Mart 1924 öncesinde okullarda okutulan dersler birbirinden farklıydı. Üstelik emperyalist ülkelerin ülkemizde kurduğu yabancı kolejler ise misyoner okullarıydı. Bunların amaçları, ülkemizi içerden çökertmek ve ulusumuzu eğitim yoluyla bölüp parçalamaktı. Amerikan, İngiliz, Alman, Fransız, İtalyan, Avusturya kolejleri kendi ilkeleri doğrultusunda eğitimlerini sürdürmekteydiler. Bunların çoğunda rahip ve rahibeler ders vermekteydi. Ne yazık ki bu okulların kurulmasına izin veren de Müslümanların halifesiydi. Cumhuriyetin kurulmasından sonra yalnızca Anadolu’da iki yüze yakın Amerikan koleji kapatıldı.

Ülkemizde yaşayan azınlıkların hepsinin okulları vardı. Bu okulların izlenceleri azınlık dernek, vakıf ve ibadethanelerince oluşturulmaktaydı.

Medreseler, Osmanlı sınırları içinde yaşayan Müslümanların gittiği yerlerdi. Buralarda matematik ve fen bilimlerinden daha çok dinsel eğitim yapılırdı. Bunların yanı sıra çağdaş okullar da bulunmaktaydı.

İşte, Öğretim Birliği Yasası ile ülkemizdeki tüm okullar MEB’e bağlandı. Okulların hepsi MEB’in ilkelerine uygun eğitim izlencesine bağlı kaldı. Böylece eğitimimiz millileşti.

Peki, medreseler niye kapatıldı?

Osmanlı, 1843’te çıkardığı bir yasayla zorunu askerliği getirdi. Bu yasayla medrese hoca ve öğrencilerine askerlikten muafiyet ayrıcalığı tanındı. Askere gitmek istemeyen, vatan hizmetinden kaçmak isteyen birçok kişi medreseleri doldurdu. Bu da ordumuzun zayıflamasına neden oluyordu.

Başına sarık takıp medreseye giden herkes ulema sınıfından kabul edilmekteydi. Buralarda matematik ve fen bilimleri eğitimi yok denecek kadar azdı. Yıllarca medreseye gidip doğru düzgün bir tümce kurup yazamayanlar çoktu. Bu nedenle halk arasında ve medrese çevrelerinde buralarda eğitim görenlerin bazılarının bilgi düzeyini anlatmak için “Okuması var, yazması yok.” denirdi. Ne yazık ülke topraklarına dağılmış binlerce medrese buralara gidenleri okur yazar yapamamıştı.

Medreselerde düzenli, disiplinli bir eğitim yaşamı olmadığı için buraya devam eden kişiler tembellik, miskinlik içinde zaman geçirirlerdi. Bu kişiler, çalışmazlardı. Geçimlerini halkın yardımları ve vakıf gelirleriyle sağlarlardı. Ulema sınıfının Osmanlı döneminde yenileşmenin, gelişmenin önünde en büyük engel olduğu da bilinmekteydi.

Atatürk, 2 Mart 1923’te İzmir’de yaptığı uzun konuşmada medreselerin kapatılacağını açıkça söyledi. Bu uzun konuşma, ülkemizin tüm sorunları ve bunlara bulunacak çözümler açısından çok önemlidir. Herkesçe okunmalı.

“Bir de ‘medreseler ne olacak?’ dendi. Müsaade ederseniz bu noktayı da ifade edeyim. Öteden beri hepimizin işittiğimiz ve az çok mütehassıs olduğumuz bir şey vardır; o da bu gibi meselelere temastan kaçınmamızdır. Ve bu temas, dine tecavüz mahiyetinde anlaşılır. Derhal bir mukavemet ve karşı koymaya maruz kalırız. Ne için ve neden dolayı? Medreseler ne olacak, vakıflar ne olacak dersiniz, derhal bir mukavemete maruz kalırsınız. Ne için? Ve bu mukavemeti yapanların ne hak ve salahiyetle bunu yaptıklarını sormak lazımdır.

Arkadaşlar, bizim dinimiz İslam dini, en makul, en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmeldir. Tabii olabilmek için makul olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığa, ilme ve fenne, hapsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur. O halde bu kadar açık bir hakikati bir defa anladıktan sonra, tekrar anlatabilmek için, İslam toplumsal hayatında özel bir sınıf halinde mevcudiyete hiç kimsenin hakkı yoktur. Kendisinde böyle bir hak, bir sıfat görenler, muhakkak asıl şeriat hükümlerine muhalif olarak hareket etmiş olurlar. Çünkü biliyorsunuz ki, bizim dinimizde ruhbanlık yoktur. Bizim dinimizde ilmin ve faziletin istisnasız kazanılması vardır, tahsili vardır ve tatbiki vardır ve kimse bundan müstesna tutulmamıştır. Ve kimseye müstesna olarak bu ayrıca verilmiş değildir. Dolayısıyla hepimiz eşit olarak din ne ise, hükümleri ne ise bunların hepsini öğrenmeye mecburuz ve öğreniriz. Dolayısıyla bence söz konusu olacak şey, ayrı ayrı medrese ve aynı mektep değildir. Millete dinini, imanını, bütün insani ihtiyaçlarını vermek için bir yer vardır ki, ona mektep derler. İsterseniz medrese diyelim. Fakat ona başka, ötekine başka bir şey demeyelim. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 95)” Görüldüğü gibi Atatürk, medreseleri çok iyi gözlemlemiş ve gerçekleri açıkça dile getirmiştir. Üretime katılmayan, doğru düzgün din eğitimi bile yapamayan medreselerin açık olması halkımıza zarar verirdi. Zaten bunca verdiği zararla toplumuz geriliğin, yoksulluğun pençesinde kıvranmaktaydı.

Medreselerin kapatılmasındaki asıl amaç, İslam dinine aykırı bir biçimde ilmiye sınıfı adı altında ruhbanın oluşması. Allah’la kulun arasına giren ruhban, çoğu zaman kendi çıkarları için birtakım dinsel saptırmaların da içine girmekteydi.

Atatürk: “Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar, önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybederler.” diyerek Türk toplumuna yeni bir ufuk açtı. Artık medreselerin miskin havasından kurtulup bilimin aydınlığında gelişmenin zamanı gelmişti. Böyle de oldu. Eğer bugün ülkemiz, İslam ülkelerinin en gelişmişiyse bunun önemli bir nedeni de medreselerin uyuşturucu havasından kurtulmamızdır.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  4 Mart 2024

HALİFELİĞİN KALDIRILMASI


Halifelik, 3 Mart 1924’te TBMM’de kabul edilen devrim yasası ile kaldırıldı. Aslında ne Kuran’da ne de sünnette yer almayan bir unvan ve bu unvana bağlı yönetim anlayışı ortadan kalktı. Kuran ve sünnette bulunmayan bir unvanın İslam’ın olmazsa olmazı olarak gösterilip kabul edilmesi anlaşılmaz bir durum.

Müslümanlar, ilk başta azınlıktaydı. Bu nedenle azınlıkta olan Müslümanlara Hz. Muhammet imamlık etmekteydi. Müslümanların sayısı giderek arttı. Arabistan’ın birçok kentinde, kasabasında ve köyünde Müslümanlığı kabul edenler oldu. Doğaldır ki sayıları artan ve ülkenin birçok yerine yayılan Müslümanların hepsine Hz. Muhammet’in tek başına imamlık yapması olanaksızdı. Bu nedenle peygamber, baş imam oldu. Her bölgedeki Müslümanlara namaz kıldırmak için bazı kişilere imamlık yetkisi verdi peygamber. Bu baş imamlık, yönetme yetkisini de içermekteydi. Çünkü İslamiyet’i kabul eden kitlenin günlük ve toplumsal sorunları vardı. Bu kitlenin yönetilmesini de Hz. Muhammet üstlendi.

Peygamber öldükten sonra yerine seçimle Hz. Ebubekir geldi. Ona halife dendi. Ardından gelen diğer üç halife de seçilerek yönetme yetkisini aldılar. Seçimlerin bugünkü gibi olduğu düşünülmemeli. Bu seçimlerde de muhalif olanlar oldu. Bu nedenle dört halifeden üçü öldürüldü hem de Müslümanlarca. Daha sonra iktidar Emevî ailesince gasp edildi. Seçimle iş başına gelen halifelik sistemi, bir ailenin saltanatına dönüştü. Bu nedenle seçimle işbaşına gelen halifelik sistemi bir sülalenin eline geçtiği için bu kurum, ortadan kalkmış olarak düşünülebilir. Emevîler dönemi, aynı zamanda Müslümanlar arasında ayrılıkların, çatışmaların başladığı bir dönem. Emevî sulatanlarının halife unvanını almaları bile ayrılıkları önleyemedi ve İslam birliği bir türlü kurulamadı. Demek ki baştan beri halifelik kurumu, Müslümanların tümünü kucaklayamadı.

Emevîlerden sonra halifelik, Abbasilere geçti. Bu dönemde de İslam dünyasında tam birlik sağlanamadı. Moğol hükümdarı Hülagü, Irak’ı işgal ettiğinde son Abbasi Halifesi Mutasım’ı idam etti. Böylece halifelik sona erdi. Daha sonra aynı soydan olduklarını söyleyen bazıları halife olduklarını savladılar Abbasilerin yıkılışından sonra (1258). Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’ı alınca orada “Halife Mütevekkil Alâllah” unvanlı ve Mısır Hükümeti’nin sadakasıyla geçinen birinden halifelik unvanını aldı.

Halifeye “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” ya da “Kâinat nizamının düzenleyicisi” unvanları verildi. Bu sıfatların İslam’la bağdaşmadığı çok açık. Halifelik kurumu giderek bir din adamı sınıfını oluşturdu. Bu, bir nevi ruhban sınıfını yarattı. Oysa Allah, Kuran’da: “Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız. (Kaf-16, Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-ı Kerim Meali, Yeni Boyut Yayınları, 4. Baskı, İstanbul-2015, s. 476)” demekte. Eğer Allah, biz insanlara şah damarımızdan daha yakınsa aracıya, ruhbana ne gerek var? Çünkü şah damarımızla bizim aramıza herhangi birinin girmesi olanaksız.

Yavuz’la başlayan Osmanlı halifeliğini üç padişah kullandı. Birincisi, Genç Osman… Bu padişahın başına gelmeyen kalmadı. Müslüman kulları tarafından iğrenç bir biçimde öldürüldü.

Halifelik gücünü ikinci olarak kullanan padişah, II. Abdülhamit... O da bu gücü, ABD’ye karşı bağımsızlık savaşı veren Filipinli Müslümanları susturmak için kullandı (Bkz. ABD Müslüman mı Yoksa https://adiladalet.blogspot.com/2012/05/abd-musluman-mi-yoksa.html).

Halifelik unvanını ve gücünü üçüncü kullanan padişah ise Mehmet Reşat. I. Dünya Savaşı sırasında cihat ilan etti. Fransa’nın egemenliğindeki Senegalli Müslümanlar, cihada kulak asmadılar. Çanakkale’de efendilerinin yanında halife ordusuna karşı savaştılar.

Hintli Müslümanların bir bölümü ile Arapların bazıları halife ordularına karşı İngiltere’nin yanında silah kuşandılar. Haşimi soyundan gelen Şerif Hüseyin, cihat çağrısına isyanla karşılık verip Türk ve Müslüman kanı döktü Arap çöllerine. Demek ki sanıldığı gibi halifelik, İslam dünyasını birleştiren bir kurum değildi. (Ayrıntılı olarak bakınız. Tarih IV Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri [1931-1941], Kaynak Yayınları, 6. Basım, Ekim 2016, s. 156-162)

“Bunun gibi, mensup olmakla rahat ve mesut bulunduğumuz İslam dinini, asırlardan beri olageldiği üzere bir siyaset vasıtası mevkiinden tenzih etmek ve yüceltmek elzem olduğu hakikatini gözlemliyoruz. Mukaddes ve ilahi olan itikatlarımızı ve vicdaniyatımızı muğlak ve değişken olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara tecelli sahnesi olan siyasetten ve siyasetin bütün uzuvlarından bir an evvel ve katiyen kurtarmak, milletin dünyevi ve uhrevi saadetinin emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslam dininin yüce fikirleri tecelli eder. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt:6, Birinci Basım: Mayıs 2005, s. 230)” Atatürk’ün 1 Mart 1924’te TBMM’de yaptığı konuşmasında vurguladığı gibi halifeliğin kaldırılmasıyla İslam dini hem siyasete alet edilmekten hem de din üzerinden kişisel çıkar sağlamak isteyen asalakların elinden kurtarılmak istendi. Din, insanların vicdanından çıkarılıp siyaset düzenbazlarının ve çıkar çevrelerinin cüzdanına girdiğinde özünden şaşar.

Osmanlı hükümeti, dolayısıyla halifesi Sevr Anlaşmasında yer alan “Türkiye, herhangi bir devlet tabiiyetinde veya himayesinde bulunan Müslümanlar üzerinde her tür nüfuz, hakimiyet ve yargı haklarından resmi olarak feragat eder. (Tarih IV Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri [1931-1941], Kaynak Yayınları, 6. Basım, Ekim 2016, s.160)” fıkrasıyla zaten farklı ülkelerde yaşayan Müslümanlar üzerindeki egemenliğinden vazgeçmişti. Kısacası hilafet makamı, İngilizlerin kontrolüne girmişti.

“…Çünkü İstanbul hükümeti, padişah ve halife olan zat, bendegânından olan birtakım insanlara Sivas’ı basmak ve orada toplananları asmak için emir vermiştir. Biz bir taraftan Kongre müzakerelerini başarmaya çalışırken diğer taraftan da hakikaten şurada burada, kuzeyde ve güneyde toplanan olumsuz kuvvetlerin ve üzerimize gelmekte olan hücumların def ve reddi için tedbirler almak mecburiyetinde bırakıldık. Fakat millet gerçekte bizim tarafımızda mütehassis bulunuyordu. (ATABE, Cilt 15, s.64)” Atatürk ve yurtsever arkadaşları, Sivas Kongresi’nde yurdun kurtulması için çareler ararken padişah ve halife, İngilizlerin isteği doğrultusunda Kongre’ye katılanların yakalanıp idam edilmesi için büyük çaba göstermekteydi. Bu iş için de Elazığ Valisi Ali Galip Bey’i görevlendirmişti. 

Padişah ve halife, Anadolu’da işgallere karşı savaşan Atatürk ve arkadaşları için idam fermanı yayımladı. Kurtuluş Savaşını engellemek için her türlü yola başvurdu. Bu dönemde işgalcilere karşı bir tek eleştirisi, karşı çıkışı, fetvası, cihadı oldu mu halifenin? Üstelik Osmanlının son padişahı ve aynı zamanda halife Vahdettin, İngilizlerin Malaya zırhlısıyla kaçmayı yeğledi. Yurt toprağını korumak için ölümü göze alamayan halife, canını kurtarmak için düşmana sığınmayı seçti. Bu durumda ne yapılacaktı? Ülkesinin, halkının yanında olamayan birinin saltanatının sürmesi doğru olamazdı. Olmadı da…

Atatürk: “Arkadaşlar, sarayların içinde Türk olmayan unsurlara dayanarak, düşmanlarla ittifak ederek Anadolu’nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından kovulması, düşmanların denizlere dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir. Türk milletinin mübarek ecdat emaneti olan bu topraklarda tam manasıyla efendi olarak yaşaması, ancak o fuzuli ve manasız olduktan başka, mevcudiyetleri tam bir zarar ve felaket olan makamların bertaraf edilmesiyle mümkün olabilirdi. (Aynı yapıt, s. 287)” Yurdumuzun efendisi, egemeni Türk ulusu mu; yoksa düşmanla işbirliği yapmış bir aile mi olacaktı? Elbette Türk ulusu egemen olmalıydı ve öyle de oldu. Hiçbir kişi ve aile bir ulustan daha büyük, daha güçlü, daha hak sahibi ve ayrıcalıklı olamaz. Ayrıcalık, güç, hak savaş alanında kanıyla toprağını sulayan, alınterini yurdunun kurtulması için döken, gözyaşını yitirdiği canlar için akıtan ulus için olmalı.

İşlevi, etkisi, gücü ve yaptırımı olamayan halifeliğin var olmasının ne Türk ulusuna ne de İslam dünyasına bir yararı vardı. Yararından çok zararı olan bir kurumun ayakta kalması egemenliğimiz için tehlikeliydi. Bu nedenle halifeliğin kalkması zorunluydu. Büyük olan halktır, bir aile değil.

                                                                        Adil Hacıömeroğlu

                                                                       3 Mart 2014