DOSTLUĞUN GÜCÜ


Dün (29 Ocak 2025) Değerli Dostum Ali Kemal Aydın’ın çağrılısı olarak Pendik’teydim. Bir gün önce arayıp Pendik’te konuğu olmamı istemişti. Ortak dostumuz ve büyüğümüz Turgut Hacıefendioğlu’nun da geleceğini söylemişti telefonda. Böyle güzel ve ince bir çağrıyı reddetmem olanaksız. Bu nedenle sevinçle belirtilen gün ve saatte Pendik’te olacağımı söyledim.

Ali Kemal ve Turgut Beyleri iki yıl önce tanımıştım. Tanımak deyince yüz yüze bir tanışmak olduğu sanılmasın. Bir sosyal medya alanında, Trabzonlu yerdeşlerimizin yer aldığı bir gruptaydık üçümüz. Orada zaman zaman tartışmalar olurdu farklı görüşten kişiler arasında. Ben, parti yandaşlarının yaptığı kısır tartışmalara pek katılmazdım. Ancak kimi zaman kendini bilmez bazıları, Atatürk’e ve Cumhuriyet’imizin kurucu değerlerine karşı dayanaksız, belgesiz, bilgisiz, daha çok İngiliz emperyalizminin yalanlarına dayalı suçlamalar yapardı. Bu suçlamalara karşı belgelere dayalı ses kayıtlarıyla yanıt verirdim. Bu yanıtlarım bu sosyal medya grubunda ilgi uyandırırdı.

Atatürk’le ilgili bir ses kaydı bırakmıştım yerdeşlerimin olduğu sosyal medya grubuna. Aradan yarım saat geçmeden telefonum çaldı. Açtım telefonu. Karşımda sesi saygı, sevgi, incelik ve efendilik dolu biri vardı. Önce kendini tanıttı. “Ben, Turgut Hacıefendioğlu” dedi. Sonrasında bana teşekkür etti grupta yaptığım bilgilendirme için. Söyleşmeye başladık kırk yıllık dost gibi. Turgut Bey Sürmeneliydi. Şu anda 87 yaşında... Emekli banka müdürü… Bir türlü yüz yüze tanışamamıştık. Ona gönderdiğim köşe yazılarımı okur, kimi zaman telefonla arayarak yazılarımla ilgili düşüncelerini söylerdi.

Ali Kemal Aydın’a gelince… O da Çaykaralı yerdeşim… Onu da Turgut Bey’i tanıdığım sosyal medya grubunda buldum. Burada hiç durmadan Atatürk posterleri, Büyük Kurtarıcı ile ilgili yazılar paylaşırdı. Bu durumu, ilgimi çekti. Bir gün aradı beni söyleştik. Giderek telefonlarımız sıklaştı karşılıklı olarak. Ali Kemal Bey, bugüne dek dört yüz bini aşkın üç boyutlu Atatürk posteri armağan etmiş dostlarına, tanıdıklarına ve tanımadıklarına. Bunu görev edinmiş kendine.

Turgut ve Ali Kemal Beyleri yüz yüze tanıyacağım için çok mutluydum. Bostancı’dan Marmaray’a bindim Pendik’e gitmek için. Kitap okumaya başladım. Heyecandan olacak kitap okumayı bırakıp camdan çevreyi izledim uzun süre. Buluşuma geç kalmaktan korkuyorum bir yandan. Marmaray’dan indim Pendik İstasyonunda. Yürüdüm sahile doğru. Buluşumun olacağı yer, Sahil Camisinin yanı. Hızlı adımlarla vardım gideceğim yere. Ünlü bir dondurma markasının adını taşıyan yeiçe girdim. Bahçede dört kişi oturmakta. Görür görmez tanıdım onları iç sesimi dinleyerek. Masaya yaklaştığımda büyüğüm, dostum, zaman zaman söyleştiğimiz ve bilgilerinden yararlandığım, Emekli Avukat Ergin Kulaçoğlu’nu görünce mutluluğum daha da arttı. O da Sürmeneli… Turgut Bey’le eski arkadaşlar… ve Ali Kemal Beylerle dostça tokalaştık. Onların mutluluğu yüzlerinden okunuyordu. Turgut Bey’e benim geleceğimi söylememiş Kemal Bey. Bu nedenle Turgut Ağabey’in sevincini ikiye katladı bu şaşırtı.

Masada genç biri vardı. Onunla da tanıştık. Adı, Ahmet Geçer… Lisede okumakta. Meraklı, efendi, saygılı bir genç… Anlatılanları can kulağıyla dinliyor. Kimi zaman saygıyla söz isteyip soruyor kafasına takılanı. Ahmet, Ali Kemal Bey’in teyzesinin torunu…

Oturduğumuz yeiçin sahibi Ali Kemal Bey’in akrabası Sinan Aydın. Onunla da tanıştık. Sıcak ve içten biri… Sinan Aydın ve Ahmet Geçer’le tanışmamız, Türk toplumunun omurgasını oluşturan geniş ailenin birlikteliği ve dayanışmasıyla ilgili güzel bir örnek. Ali Kemal Bey’in ailenin sağlamlığı konusundaki duyarlılığı övgüye değer.

Masaya oturduktan sonra hâl hatır sorduk doğal olarak. Bu arada Ali Kemal Bey, elimize birer armağan torbası tutuşturdu. Bu buluşuma geldiğimiz için teşekkür etti. Naylon torbanın içinde Doğan Cüceloğlu’nun “Kendini Keşfetmeye Zorluklarla Başa Çıkmaya Var mısın?” kitabı var. Yanında ise bir güzel tükenmez kalem. Bir yanda okumayı simgeleyen kitap, diğer yanda yazmanın en önemli aracı kalem… Uygarlığın en önemli etkeni, itici gücü okumak ve yazmak değil mi? Bu armağanlar, bizim için güzel, olağanüstü bir anı. Armağanlar ve Kemal Bey’in inceliği, duyarlılığı bizi hem sevindirdi hem de heyecanlandırdı. Çünkü yıllardır armağan alıp armağan verme geleneğimizi unuttuk sanki. Bu güzel, uygar geleneği bize anımsattığı için Ali Kemal Aydın’a binlerce teşekkür…

Derin söyleşiye daldık. Turgut Bey’in belleği yaşıtlarına göre çok sağlam ve on sekizlik delikanlı gibi… Sürekli okuyan, düşünen, yorumlayıp sorgulayan biri... Ergin Bey, her zamanki beyefendiliğiyle arda sırada söze karışıyor. Neredeyse akşam olacak. İzin isteyip kalmak istedik. O da ne? Ali Kemal Bey birden gözden yitti. Az sonra elinde armağan torbalarıyla döndü. Türk geleneklerinde “diş kirası” denen armağanları getirip elimize tutuşturdu. Evde ağzımız tatlansın diye kestane şekeri kutusuydu bu armağan. Ne diyeceğimizi bilemedik. Üstüne üstlük, bizim Marmaray’la dönüşümüze gönlü razı gelmedi. Arabasıyla bizi evlerimize bırakmaya karar verdi. Reddetsek de dinletemedik. Söyleşimiz arabada da sürdü. Ayrılışımız, buruk bir mutluluğa dönüştü. Geride dostluğun gücü ve izleri kaldı. Gönlümüz varsıllaşarak koyulduk yola. Dünyada insandan, dostluktan daha değerli ne var ki…

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  30 Ocak 2025

 

CUMHUR İTTİFAKI, İMAMOĞLU’NU İSTİYOR


Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2028’de… Doğaldır ki seçimler erkene de alınabilir. Bana göre erken seçime karar verilirse 2027’de olma olasılığı çok yüksek. Ancak Türkiye içinden çıkılmaz onca sorun yaşarken sorunlara çözüm getirme yerine, seçimin tartışılması büyük yanlış. Türk siyasetçisi, sorunlara çözüm üretme yerine seçim üretme yarışı içinde.

2023’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, Kemal Kılıçdaroğlu aday olursa R. Tayyip Erdoğan’ın kazanacağını yazdık. Erdoğan’ın kesin yitireceği bir seçim, Kılıçdaroğlu’nun aday olmasıyla kazanıldı AKP’ce. Ekonomik bunalımlarla bunalmış seçmen kitlesi, Erdoğan’dan uzaklaşmaktayken ve Erdoğan kazanmaktan umudunu kesmişken Kılıçdaroğlu, ona can verdi. Önümüzdeki seçimlerde de aynı yanlışı yapmak üzere CHP yönetimi.

         Devlet Bahçeli, 5 Aralık 2022 günü TBMM’de CHP’nin kimi aday göstermesi konusunda gazetecilerin sorduğu soruya: “Tercihim sınıf arkadaşım olur.” yanıtını verdi. Sınıf arkadaşı kim? Kemal Kılıçdaroğlu... Cumhur İttifakının ortağı olarak kazanma stratejisini ortaya koydu Bahçeli. Dediği gibi de oldu.

Bahçeli; 27 Ocak 2025 Pazartesi günü, bir gün sonraki grup toplantısını beklemeden yaptığı yazılı basın açıklamasında, Ekrem İmamoğlu’na cumhurbaşkanı adaylığını açıklamasını istedi. Bu yolla CHP yönetimini ikinci kez tuzağa çekiyor Devlet Bey.

Bahçeli, basın açıklamasında: “Trabzon’un bir evladı olarak da milletimize ve ülkemize hizmet etme imkânını elde edebilmek için resmen harekete geçebilecektir.” sözleri yer aldı. Aslında bu tümce hem CHP yönetimi hem de İmamoğlu için uyarıcı. “Trabzon” vurgusu çok önemli… Çünkü Trabzon’un içinde bulunduğu Kuzey Anadolu’da birinci çıkamayan parti ya da aday, ülkemizde seçim kazanamıyor. Yıllardır var olan bir gerçek bu. Bahçeli, İmamoğlu aday olursa doğup büyüdüğü Trabzon’da seçimi kazanamayacağının farkında. Zaten 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde İmamoğlu, bir önceki seçime göre oy yitirdi. Bir önceki seçimde ona oy veren Karadenizli seçmen desteğini çekti ondan.

Bahçeli’nin açıklamasından bir gün sonra Özgür Özel grup toplantısında konuştu. Cumhurbaşkanı adayının parti üyelerince belirleneceğini açıkladı. Bunu da büyük bir demokrasi gösterisi olarak sundu. Parti tabanının sevdiği biri mi, yoksa halkın ve CHP’li olamayan seçmenin istediği biri mi kazanır seçimi? Özel, konuşmasında: “Kent savunması ittifakından” söz etti. Bu ittifakın da “sosyal demokratlar, muhafazakâr demokratlar, milliyetçi demokratlar ve Kürt demokratlardan” oluştuğunu söyleyerek Atatürk’ün ulus tanımını tepetaklak etti. CHP’nin cumhurbaşkanı adayını belirleme kararı, İmamoğlu için alınan bir karar. Bunu anlamamak büyük saflık olur.

Seçimler, programla kazanılır. DEM’le ittifakın CHP’ye oy yitirttiği son yerel seçimlerde İstanbul’da açıkça görüldü. DEM’den uzak duran adayların oy rekorlarına imza attıkları da yadsınamaz bir gerçek. İmamoğlu, yürümekte olduğu yolu değiştirip Atatürk’ün yoluna dönmeli. Bunun zor olduğunun farkındayım.

CHP adayının cumhurbaşkanlığını kazanması için öncelikle yüzde elliden fazla oy alan Cumhur İttifakı’ndan oy alması gerek. Bunun yolu da DEM’le ilişkiyi, dostluğu bitirmek. Ayrıca tıpkı Atatürk gibi antiemperyalist siyasal bakış, söylem gerekli. Ülkemizin kördüğüm olmuş sorunlarına usçu çözümler üretmeli. Bunun için de yönünü, batı emperyalistlerinden Anadolu’ya, CHP’nin kuruluş dönemine çevirmeli. CHP’nin kurtuluşu, kazanması kuruluş ayarlarında.

Ekrem Bey’in cumhurbaşkanlığı seçimini kazanma stratejisi, tamamen ceza alıp mağduriyet kazanması üzerine kurulu. Bu strateji, RTE’nin siyasetteki yolunu açan hapis cezası alması örnek alınarak oluşturulmuş. Bundan da anlaşılacağı üzere İmamoğlu, kazanmak için benimsediği yol; Tayyip Bey’in yolu. Özgün bir strateji oluşturamıyor nedense. Bu stratejiyi gerçekleştirmek için adeta çabalamakta. Ceza almak için özel bir çabası var sanki. AKP'yi taklit ederek Erdoğan yenilmez. Bir şeyi kopyalamak, aslını güçlendirir. Çözüm bekleyen bunca sorun varken bu kısır döngünün içinde dönüp durmak niye?

Ne yazık ki CHP yöneticileri, seçim yenilgilerimden ders çıkarmıyor. Seçimlerin kişilerle değil, doğru programlarla kazanılacağını bir türlü anlamıyorlar. Yanlışlardan ders almadan gidilecek yolda, doğrular yapılamaz. Bu nedenle yenilgiler, açıkça tartışılmalı ve dersler çıkarılmalı. Nedense CHP yönetimi, iktidarı yitirmekte olan Erdoğan ve AKP’yi yine ayağa kaldıracak gibi görünüyor. Her defasında uygulanan yöntemler, hep AKP’ye yaradı. Demek ki siyaset, yol ve yöntem değişikliğine gereksinim var ivedilikle.

Not: Bu yazıda anlatılanları desteklemek, tamamlamak için aşağıdaki yazıları okumakta yarar var.

KILIÇDAROĞLU’NUN ADAYLIK ISRARI https://adiladalet.blogspot.com/2023/01/kilicdaroglunun-adaylik-israri.html

31 Mart 2024’te CHP https://adiladalet.blogspot.com/2024/04/31-mart-2024te-chp.html

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  29 Ocak 2025

 


UMARSIZ DERT

 

Derdimi anlattım ayla yıldıza

Dermanım olacak umar sizde mi?

Karanlık gecede dilsiz andıza

İçimde yangına umar sizde mi?

 

Güvendim insana işin doğrusu

Bilmezdim içinde yürek uğrusu

Kuytu köşelerde hain pususu

Tuzaklar bozacak umar sizde mi?

 

Sırtıma sapladı paslı bıçağı

Taşlaşmış yüreği gönül kaçağı

Ruhumu öldüren tüfek balçağı

İkiyüzlü kötüye umar sizde mi?

 

Adil’im kimseyi dışa itmedim

Kötülük yolundan asla gitmedim

Öfkeme kapılıp özden yitmedim

Söyleyin dostlarım umar sizde mi?

                            Adil Hacıömeroğlu

25 Ocak 2025

 

 

ÖLEN, ÖLDÜĞÜYLE Mİ KALACAK?


2 Nisan 2024’te Beşiktaş Gayrettepe’de 16 katlı bir yapının bodrum katlarında bulunan bir gece kulübünde onarım sırasında yangın çıktı. Bu yangında, yirmi dokuz yurttaşımız yaşamını yitirdi. Uzun tartışmalar yapıldı kamuoyunda. Olmaması gereken yerde gece kulübünü olduranlar, pişkin pişkin savundular kendilerini. Ölen öldüğüyle kaldı. Sorumlu sorumsuzlar, bodrum katta gece kulübünün açılmasına göz yumanlar işlerini sürdürdüler yeni işyerlerine ruhsat vermek için.

11 Kasım 2024’te, İzmir Selçuk’ta bir barakada beş çocuk çıkan yangında yaşamını yitirdi. Aslında bu olay, göz göre göre oldu. Yoksulluk içinde yaşama tutunmaya çalışan anne, hurda toplayarak çocuklarına bakıyordu.

İzmir Aile ve Sosyal Hizmetler Müdürlüğünden görevliler defalarca bu barakaya geldiler. Selçuk Belediyesi’nden de görevliler gelip gitti beş küçük çocuğun anneleriyle yaşam savaşı verdiği uyduruk barakaya. Her iki kurumdan da geldiler, baktılar, gittiler. Belki anne ve çocukların durumlarına birazcık acıyıp üzüldüler. Bu birazcık acıyıp üzülme, ailenin sorunlarını çözmedi.

Beklenen son… Anne, hurda parasını almaya gitti. Elektrik sobasını açık bıraktı çocukları üşümesin diye. Çocuk bu… Bilir mi elektrik sobası devrilince yangın çıkacağını? Soba devrildi, baraka yandı, beş çocuk can verdi. Televizyonlarda uzmanlar tartıştı. Yetkili yetkisizler konuştu. Kimse sorumluluğu üstüne almadı. Çünkü yapılan denetimler, götürülen yardımlar göstermelikti her işte olduğu gibi. Ölen öldüğüyle kaldı, sorumlu sorumsuzlar ise hiçbir şey olmamış gibi işlerini sürdürdüler.

Bolu Kartalkaya’daki otel yangını ülkemizin başına gelmiş büyük felaketlerden biri. Bu sabah ölü sayısı yetmiş sekize yükseldi. Dileğimiz, bugünden sonra can yitiklerinin olmaması.

Otelin yapımında başlıyor sorunlar aslında. Uçurumun kıyısına yapılmış, görenler manzara güzel görünsün diye düşünmekteler bu durumu. Oysa bir imar hilesi var burada. Önden bakılınca 8, uçurum yanından ise 12 kat… Arsanın kot farkından yararlanarak 4 kat daha fazla yapmış otel sahibi. Böylece devasa bir yapı ortaya çıktı.

İzmir’de olduğu gibi Kartalkaya’da da yangının sorumlusu yok! Kimse sorumluluğu üstüne almıyor. Denetim yapmayanlar, suçu başkasının üstüne atmaktalar pişkinlikle. Her kurum, kendi işini tam olarak yaptığını söylemekte. Yahu be adamlar, hepiniz görevlerinizi yaptıysanız bu otel niye yandı? Bunca can niye toprağa düştü?

İşin en kötü yanı da Beşiktaş’ta ve İzmir Selçuk’taki yangında olduğu gibi Bolu’da da olay siyasete alet edilmekte. AKP’nin elindeki Kültür ve Turizm Bakanlığı ile CHP’nin yönettiği Bolu Belediyesi arasında bir sorumluluk kavgası var. Oysa yasalar çok açık… Ancak yasaları uygulayacak sorumlular gerek. İş bilir, işini namusu olarak içselleştiren yöneticiler olmalı. Dirileri anladık da ölüler niye siyasete alet edilir ki?

Her konuda düşüncesini açıklayan, her şeye maydanoz olan bakanlar, bakmayanlar, bakanlık yöneticileri, belediye başkanları, belediye yöneticileri asıl yapmaları gereken, hatta hesap vermeleri gereken konularda suspus.

Yangının olduğu akşam, televizyonlarda Trump’ın göreve başlaması, Ümit Özdağ’ın tutuklanması, CHP’nin cumhurbaşkanı adayının kim olacağı tartışıldı. “Ağlarsa nam ağlar, gerisi yalan ağlar.” sözünü boşuna mı söylemiş atalarımız? Ölen öldüğüyle kaldı, ateş düştüğü yeri yaktı.

Üç yangın için de bazı kişiler gözaltına alındı. Ülkemizde ne yazık ki yargılama süreci uzun sürer. Böylece olay unut(tur)ulur. Hesap, öbür dünyaya kalır.

İstanbul-Beşiktaş, İzmir-Selçuk, Bolu-Kartalkaya yangınları nedeniyle görevinden ayrılan sorumlu bir siyasetçi, yönetici var mı? Yok… Yöneticiler, yaptıkları işlerin nimetlerinden yararlanırken külfetlerine de katlanmalı. Hesap vermeli sorumlular. Hesap sorulmayan siyasetçi ya da yönetici, çağımız Türkiye’sine yakışmıyor. Yalnızca günümüz Türkiye’sine mi, insanlığa yakışmıyor.  

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  23 Ocak 2025

 

HEP ÖLÜYORUZ İLKELLİKTEN, İHMALDEN

 

Depremlerde çürük yapıların altında kalarak, maden göçüklerinde son nefesimizi vererek, sellerde boğularak, heyelanlarda toprağın altına gömülerek, otel ve fabrika yangınlarda yanarak, çığ düşmesiyle soluğumuz kesilerek, yollarda kurallara uymayan sürücülerin yanlışlarıyla, sokak kavgalarında bıçakla delik deşik edilerek, sahte rakıdan birdenbire yaşama veda ederek, hileli gıdadan yavaş yavaş sağlığımız bozularak, işyerlerinde nedeni belirlenmemiş patlamalarda, terör saldırılarında, caddede gezinti yaparken elektriğe çarpılarak, kumpir yiyerek, sokakta başımıza cam düşerek, karda donarak, durup dururken un ufak olan evimizin yıkıntılarında hep ölüyoruz. Ardımızdan “mekanımızın cennet olması” dileyen yöneticiler var sorumluluklarını unutarak. Ayrıca bu yöneticiler ailelerimize sabır, ölenlere Allah’tan rahmet dilemeyi de unutmuyorlar.

Yahu arkadaş, görevini gereği gibi yapmadığın için ölmesine neden olduğun insanın arkasından bir de rahmet mi diliyorsun? Adil olan Allah, senin dileğini kabul eder mi? Ölene zaten rahmet edecektir Yüce Yaradan, ama senin sözüne bakarak değil.

Geçen hafta sahte rakıdan otuz yedi yurttaşımız can verdi. Niye mi? Ülkemizdeki denetçilerin, sorumluların, yetkililerin görevlerini yapmaması nedeniyle. Suçlu kim? Sahte rakıyı içen…

Her depremde binlerce insanımız toprağa düşmekte. Niye mi? Yetkili bakanlıkların, belediyelerin ve yapsatçıların işlerini gereği gibi yapmadığı için. Suç kimde mi? Suç, doğada ve üstünde yaşadığımız toprakta. Deprem olmasaydı yapılar yıkılmayacaktı zaten.

Sellerde can veriyoruz. Neden mi? Yerleşim yerlerini kurarken suya akış alana bırakmadığımızdan. Ne yazık ki ülkemizin hangi bölgesine, iline, ilçesine, köyüne yağmur yağdığında sel olmakta. Yetkililer, kendi sorumluluklarını unutup suçu yağmura yüklemekteler. Ne güzel değil mi?

Bolu Kartalkaya’da, 21 Ocak günü gecenin en karanlık anında otelde yangın çıktı. Bu yangında yetmiş altı yurttaşımız alevler arasında yanarak ya da duman zehirlenip boğularak can verdi. Yarıyıl dinlencesinde kayak yapmak, karın tadını çıkarmak için Kartalkaya’ya koşan aileler tabutlarla döndüler yaşadıkları yerlere. Yangın haberi duyulunca bakanlar bakmayanlar akın etti olay yerine, bir şey yapacaklarmış gibi. Sanki yangının içinde kalanları kurtaracak hazretler. Yaptıkları tek iş, ölü ve yaralıları saymak. Onu da doğru sayabilirlerse… Sen yapman gerekeni, zamanında niye yapmadın? Neden göz yumdun yasadışılığa? İnanın, kâğıt üzerinde her şey tamamdır. Ancak kâğıtta yazılanların hiçbir otelde yoktu yangın önlemi olarak.

Basın ve yayın organları olmasa olayın can yakıcı yönünü anlayamayacak kamuoyu. Turizme Bakanı, basın toplantısında “Otelde yangın merdiveni var.” diyerek halkı yanıltmakta. Televizyonlar gösteriyor yanan yapıyı, kameramanlar çekim yapıp canlı yayında yayılanıyor görüntüler. Otelin dışında yangın merdiveni yok ne yazık ki. Yangın merdiveni olamayınca insanlar camdan atlıyor kurtulmak için. Kimileri çarşafları birbirine bağlayarak kurtulmaya çalışmış. Tam bir ilkellik var. İnsanlarımız cayır cayır yanarken küçük de olsa bir kurtuluş çaresi yok! Neden mi? Otel, doğru düzgün denetlenmemiş. Yetkililer, görevlerini yapmadan aylıklarını almışlar. Sofralarındaki ekmeğin insan etinden, onu doğradıkları çorbalarının insan kanından olduğunu anımsatmak isterim bu kişilere.

Otelin yapıldığı yer sorunlu... Bir yanı uçurum... İtfaiye uçurumun olduğu yana yanaşamıyor yangını söndürmek için. Aslında otelin yapılışından bugüne dek denetimsizlik, işi savsaklama diz boyu. Ne yazık ki turizm tesislerinde itfaiye raporu alma zorunluluğu kalkmış duygusal(!) nedenlerle.

Yaşamım boyunca unutmayacağım bir anımı paylaşmak isterim. Yıllarca Bakırköy’de yaşadım ve orada çalıştım. Zeytinlik Mahallesi, Yakut Sokak’ta bir yapının altı dükkândı. Üst katlarda ise özel bir eğitim kurumu vardı. Doğaldır ki eğitim kurumlarında yangın merdiveni zorunlu çalışma ruhsatı almak için. Özel eğitim kurumunun sahibi, yangın merdiveni yaptı yapıya. Yaptı yapmasına da nasıl? Merdiven en üst kattan başlayıp birinci katta sona eriyor. Yani dükkân katına uzanmıyor merdiven. Peki, yangın olursa öğrenciler ne yapacak? Birinci kattan sokağa atlayacak her zaman kilitli kapıdan. Atlamayanlar da yazgıya boyun eğecek.

Yakut Sokak, çok işlek bir yer. Belediye başkanlarının, başkan yardımcılarının, belediye müdürlerinin, bu merdiveni onaylayan itfaiyecilerin, milli eğitim yöneticilerinin, ilgili ilgisiz binlerce kişinin geçtiği bir yer. Rezalet mi desem gülünçlük mü desem herkesin gözünün önünde yıllarca orada öyle durdu. Belediye başkanları, milli eğitim ilçe yöneticileri değişti; o ucube merdiven değişmedi. Allah’tan bir şey olmadı, kimsenin canı yanmadı.

Acı gerçeği söylemek zorundayım. Devlet yönetiminde liyakatsizlik hat safhada. İşi savsaklamak, çok yaygın. Bu tür işleri yaparken iş sahibiyle oturup birkaç lokma yiyerek işi kitabına uyduranlar saymakla bitmez. Kayırmacılık, iş bilmezlik, bilgisizlik, sorumsuzluk çok yaygın devletin yönetim kademelerinde. Ne yazık ki işini layıkıyla yapmayandan hesap sorulmuyor. Hiçbir şey yokmuş gibi insan kanından çorbalar, insan etinden ekmek doğranıp yeniyor utanıp sıkılmadan, vicdanlar sızlamadan.

Ülkemize de insanımıza da yazık edilmekte. Bilimsiz teknoloji, bilgisizlerin elinde ölüm makinesine dönüşmekte. Açgözlülüğün, gösterişin yaygınlaştığı toplumuzda çalışmadan varsıllaşmak geçer akçe... Ölen öldüğüyle kalıyor. Suçlu kim mi? Onu kitabına uyduruyor keskin zekalı devletlilerimiz. Ölenlerin cenaze törenlerine kara gözlükleri takarak giderler üzülmüş gibi yaparak.

Özel okul sahibinden Milli Eğitim Bakanı, özel hastane sahibinden Sağlık Bakanı ve turizmciden de Turizm Bakanı yapma becerisi gösteren bir ülkede yaşamaktayız. Bu durum karşısında diyecek söz kaldı mı?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         22 Ocak 2025

 

 

 

 

ÇOCUKLARDA DUYGUSAL KIRILMA


Ekran bağımlılığı, ülkemizin önemli bir sorunu. Özellikle çocuk ve gençler, ekran bağımlılığının tuzağında. Bu tuzağa yakalanan çocuk ve gençler, dış dünyayla ilgisini giderek kesmekte. Çevresinde olan bitenle pek ilgilenmiyorlar. Doğada, toplumda, yürüdükleri sokakta, yaşadıkları evde neler olduğunun farkında bile değiller. Büyük bir duyarsızlık yaşamaktalar olan bitenlerle ilgili.

Bağımlı çocuklar, çatlaktan sızan su gibiler. Aile içi sorunlar varsa bunlardan iyi yararlanırlar. Bu sorunların bir yanında yer alan ebeveynlerden birinin yanında konuşlanıp diğer ebeveyne karşı ittifak oluştururlar. Böylece ekranda oynadığı oyun için aile içi destek sağlarlar. Bu durum çocuk ya da gençte duygusal kırılmaya neden olur. Bu duygusal kırılma, bağımlı kişinin ebeveynlerin birinden kopmasına neden olur.

Duygusal kırılma, zamanla bağımlının anne ya da babasından duygusal kopuşuna yol açar. Ondan kaçar. Onunla yüzleşmek istemez. Çoğu zaman duygusal kopuşun yaşandığı ebeveynle köprüler atılır zamanla. Tüm iletişim kopar. Aslında çocuk, bunu yaparken kendi gerçeğiyle yüzleşmek istemez. Kaçıp gittiği, sırtını döndüğü kendi gerçeği.

Bağımlı kişi için anneden de babadan da varsa kardeşten de önemli ya da değerli olan elindeki ekrandır. Özellikle ayrılmış anne ve babalar söz konusu olunca duygusal kırılma büyük bir duygusal uçuruma dönüşür. Ne yazık ki bazı bilgisiz, bencil, öngörüsüz, karşı tarafa intikam hırsıyla dolu ebeveynler; ayrıldığı eşini cezalandırmak için bağımlı durumdaki çocuğuyla bu konuda uzlaşır. Onun bağımlılığına göz yumar, ona ödün üstüne ödün verir kendi tarafında yer alsın diye. Çocuğunu, kendi eliyle öfkesinin tutsağı yaparak uçuruma götürür.

Atalarımız: “Öfkeyle kalkan, zararla oturur.” sözünü, boşuna söylememiş. Öfke, insanı içten içe yiyip bitiren bir kurt. Çoğu zaman öfke, insanı insanlıktan çıkarır, benliğinden uzaklaştırıp uçurumdan düşmekte olan kendi çocuğunu bile bu tehlikeden çekip çıkaramaz. Hele öfke, karşı tarafa düşmanlığa dönüşmüşse doğruyu, olması gerekeni, kendi çıkarlarını, çocuğunu, evini, dolayısıyla kendini savunmayı bile anlaması olanaksız duruma gelir. Bu durum, kişiye benliğini yitirtir, tanınmaz olur, kendine yabancılaşır.

Ekran bağımlısı çocuk ya da genci, bu tuzaktan kurtarmanın yolu, öncelikle aile içi sorunları gidermekten geçiyor. Sorunları büyüten değil, çözen bir anlayış ekrana yapışık çocuk ya da genci, bağımlılık tuzağından kurtarmanın ilk önemli adımı. Ev içindeki sevgisizlik, saygı yoksunluğu çocuk ya da genci ekran bağımlılığının kucağına iter.

Sevgi ve saygı, öncelikle anne ve babadan öğrenilir. Çocuklar; büyüklerinin davranışlarını, tavırlarını, sözlerini, insanlarla ilişkilerini, olaylar karşısında gösterdikleri tavırlarını kopyalar genellikle. Ev içindeki olumsuzlukları ölçüsüz bir biçimde abartmak, olumlulukları görmezden gelmek çocukları sürekli olumsuz düşünmeye iter. Bu da zamanla çocukta özgüven yitimine, duygusal kırılmaya neden olur. Onun yaşamdan zevk almamasının yolunu açar. Ev ortamının karışıklığı, onu yalnızlaştırır. Böylece yaşamdan uzaklaşır. Yalnızlığını gidermek, yaşamdan kopasının yerine bir şey koyma gereksinmesini karşılamak için tek sığınağı, ekran olur. Oysa çocuğun sığınacağı yer, ekran değil; evi olmalı.

Su, çatlağı bulduğu yerden sızar. Sızıntı arttıkça karşısındaki duvar, bent, toprak yapı dayanamayıp yıkılır. Bu nedenle çocuğun çatlaktan sızan su örneğinde olduğu gibi ev içi sorunlardan yararlanıp bağımlılığa yönelmesi önlenmeli. Evdeki duygusal çatlaklar kapatılmalı. Çocuk, anne ve baba için en değerli varlık. Büyüklerin yaptıkları sorumsuz davranışlar, öfkeyle dolu intikamcı tavırlar, anlamsız inat, eve egemen olan karşılıklı saygısızlık sızıntının kaynağı.

Unutmayalım ki çocuk sevgiyle büyür, saygıyla kişilik kazanır. Kendisine saygı duymayan kişi, karşısındakine de saygı duymaz. Saygı, toplumsal yaşamın temel direği. Bu direğin yıkılmasına izin verilmemeli. Duygusal kırılmalar, saygının olmadığı yerde boy atar.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  21 Ocak 2025

BACAKLARI KESİK SARIKAMIŞ GAZİLERİ


Doğup büyüdüğüm bölge Doğu Karadeniz… Öğrenim yaşamım Hayrat, Of ve Trabzon’da geçti. Çocukluğumda seferberlik, muhacirlik, Sarıkamış savaşı anılarını dinlerdim sık sık. Tarihimizde önemli kırılmalar oluşturan bu olayların tanıkları, yaşıyorlardı ve yaşamımızın her alanındaydılar. Bu kişileri dinlediğimde içim burkulur, acı ve üzüntüye gömülürdüm.

Seferberlik, muhacirlik ve Sarıkamış; bölgemizde yeni bir yaşamın başladığı dönüm noktasıydı. Üçü de birbirine bağlı olaylardı. Dönemin tanıklarını dinlediğimde onlarla duygudaşlık yapmaya çalışırdım. Onlar anlattıkça olayları ben de yaşar gibi olurdum.

Düşman yalnızca savaş alanlarında değil, her yerdeydi. Açlık, yoksulluk, yoksunluk en büyük düşmanlardan biriydi. Salgın sayrılıklar diğer düşmandı. Sağlık sisteminin gelişmemesi binlerce kişinin salgınlar yüzünden toprağa düşmesine neden olmuştu. Alışık olunan doğa olayları bile düşmana dönüşmüştü.

Çocukluğumun geçtiği Hayrat’ta pazar, pazartesi günleri kurulurdu. O yıllarda köyler insanla dolu, toprak bereketli, ürün boldu. İnsanlar dişleri tırnaklarıyla el kadar bahçe ve tarlalarda olağanüstü bir emekle tarımsal üretim yapardı. Ahırda üç beş inek, kümeste çok sayıda tavuk bulunurdu. Çiftçilerimiz, ürettiklerini pazara getirip satardı. O yıllarda kapitalizmin acımasız eli, henüz köylümüze pazar yerlerini kapatmamıştı. O yıllarda aracılar değil, üretici ve tüketici kazanırdı.

Liseye başladığımda Of’a taşındık. Buranın pazarı ise perşembeleri kurulurdu. İlçenin tüm köylerinden ürünlerini pazarda satan köylülere rastlanırdı. Olanak buldukça pazar yerinde, sokaklarda dolaşırdım arkadaşlarımla. Parke taşlarına çarpan sert bir cismin sesini işitirdik: “tak, tak, tak” diye. Bu sesi işittiğimde irkilirdim. Çünkü gelen kişinin bacağının kesik olduğunu anlardım. O yıllarda yitirilen organların yerine yapılan takma organ üretimi gelişmemişti. Bu nedenle bacağı kesik kişilere tahtadan bacak ya da ayak yapılırdı. Koltuk değneğinden destek alarak yürürdü bu takma bacaklı kişi. Olağandır ki bu yürüyüş sırasında sertçe kaldırıma vurulan takma bacak, uyarıcı bir ses çıkarırdı.

Tahtadan takma bacaklı kişilere, gençliğimde gezip dolaştığım tüm Doğu Karadeniz il, ilce bucak merkezlerinde rastladım.

Kimilerinin bacakları, ayak bileğinden kesilmişti, kimilerinin ise dizden. Bazılarının bacaklarının kalçadan aşağısı yoktu. Bu kişilerin çoğunun Sarıkamış gazisi olduğunu bilirdim. Ancak ilk zamanlar bu bacakların kesilmesinin nedenini bilmezdim. Gittikçe bu konuyu öğrenme merakım arttı. Kesik bacaklı kişilerle yakınlaşmaya başladım. Onların söyleşilerine ya katıldım ya da kulak misafiri oldum. Sonunda öğrendim bu bacakların yokluğunu.

Bacaklarını yitirenlerin çok azı, silahla yaralanma sonunda organ yitimine uğradılar. Çoğunun ise bacaklarının ayaklarına giydikleri çarık yüzünden yok olduğunu öğrenince bin kez üzüldüm.

Sarıkamış cephesine Ruslarla savaşmaya giden bölgemiz insanlarının çoğunun ayağında çarık vardı. Çarıklar, gündüz buzlar çözülüp eridiğinde gevşiyordu ayakta. Çoğu zaman ayaklar, buz gibi su içinde kalıyordu. Bu da yürümeyi zorlaştırıyordu. Akşam olunca hava iyice soğuyordu, her yan buz kesiyordu. Donan çarıklar, iyice daralıyordu. Soğuk arttıkça çarık iyice daralıp ayakları sıkıyordu. Çoğu zaman ayaklar da çarıkla birlikte donuyordu. İyice daralıp ayağı sıkan çarık, kan dolaşımını engellemekteydi. Ayrıca iyice donan ayaklarda kan dolaşımı söz konusu değildi. Bu yüzden birçok askerimizin ayakları kangren oldu. Ne yazık ki kangren ayaklar, sağaltımcılarca kesilmek zorunda kaldı. Kimi zaman kangren bacağın önemli bir kısmını kaplardı.

Ayak sağlığını koruyacak ayakkabı olmayınca çarık giymek zorundaydı halkımız. Askerimizin de halktan farkı yoktu. Gelişmemişlik, kalkınmamışlık, geri kalmışlık, bilimin toplum yaşamına damgasını vuramaması ve ilkellik düşmandan beterdi. Biz, savaşta yalnızca düşmanla savaşmadık, ilkellik, yokluk ve yoksunlukla da savaştık. Tüm olanaksızlıklara karşın savaşlarda büyük tansıklar yarattık. Bu tansıkları yaratan ise Mehmetçiğimizin inanca dönüştürdüğü yurdu kurtarmak için savaşı kazanma isteğiydi. Yurt ve ulus sevgisi, birçok düşmanı alt etmemizi sağladı.

Zaman zaman tahta bacaklı gaziler düşer usuma. Keşke onları daha çok dinleseydim, derim kendi kendime. Koskoca bir tarihi temsil eden bu kişiler, tek tek uçmağa vardı. Anıları ise buğulu bir camın ardından görülen varlıklar gibi hayal meyal. Onlar, bize yaşanacak bir yurt toprağı bıraktı, onlara ne denli minnet duysak azdır.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  20 Ocak 2025

 

TRABZON EVİ’NDE KALANDAR


Trabzon Dernekler Federasyonu (TDF) Gençlik Kolları, federasyonun Cerrahpaşa’daki Trabzonevi’nde, 18 Ocak 2025 günü kalandar (yılbaşı) kutlaması düzenledi. Kalandar, 13 Ocak’ı 14 Ocak’a bağlayan gece kutlanır. 13 Ocak gecesi, hafta içine rastladığından kutlama, cumartesi yapıldı. Ben de bu kutlamaya katıldım. Çocukluğumda yaptığımız yeni yıl kutlamalarını yeniden yaşadım. Heyecanlanmadım desem yalan olur.

Önce gençlik kolları başkanı Emirhan Gökmen, kısa bir konuşma yaptı. Ardından federasyon başkanı İsmail Şatıroğlu konuştu. Önümüzdeki günlerde yapacakları işlerden söz etti. İstanbul’da bir kız yurdu yapacaklar öğrenciler için. Kızlara sahip çıkmak çok önemli. Bu nedenle böyle bir girişim, diğer yerdeş derneklerine de örnek olur. Trabzon’da yaşlılar için bakımevi yapma düşünceleri güzel. Toplumumuz gittikçe değişmekte. Bu nedenle aile ilişkileri de erozyona uğramakta. Bu nedenle yaşlılara sahip çıkmak toplumsal bir görev.

Şatıroğlu, Katar ve Azerbaycan’da Trabzon günleri yaparak kentimizin tanıtılacağını belirtti. Kuşkusuz bu tanıtım günleri, Trabzon’un turizmine büyük katkı yapar. Bu tür tanıtımlar, zamanla daha çok ülkede yapılmalı.

Trabzon’un 24 Şubat’taki kurtuluş gününün İstanbul’un Anadolu yakasında olacağını muştuladı İsmail Bey. Ayrıca İstanbul’da sokakta kalandar kutlanacağını söylemesi çok önemli. Bu, Trabzon kültürünü, geleneklerini, değerlerini tüm ulusa mal etme konusunda atılacak güzel bir adım. TDF, “Bize her yer Trabzon” düşüncesini yaşama geçirmekte. Kendilerine başarılar dilerim, yolları açık olsun.

Trabzonlu gençler, yaptıkları işi ciddiye aldıkları belli. Önceden hazırlanmışlar geceye. Kalandar gecesi gençler, komşularının kapılarına giderler kılık değiştirerek. Ellerinde tas bir şeyler isterler. İstedikleri genellikle fındık, ceviz, kuru meyvelerdir. Burada amaç komşularla paylaşmaktır. Bu nedenle çocuklar ve gençler terslenip geri çevrilmez. Kapılara giden gençler, maniler (Kalandar gecesi/ Devlet bacası/ Doldurun tası/ Olmayın asi) söylerle günün önemine dair. Bu manilerim çoğu doğaçlamadır. Aslında yapılan geleneksel Türk tiyatrosunun bir parçası.

Gençlik kollarının yaptığı kalandar canlandırmasında yüzleri isle boyalı üç erkek pamuktan yaptıkları sakalları, kavuklarıyla eski yılı temsil ettiler. Aralarında yöresel giysiler içinde bir genç kız vardı. Bu kız, yeni yılı simgelemekte güzelliği ve gençliğiyle. Delikanlılardan ikisi, kızın iki yanında; üçüncüsü de arkasında durarak onu koruma altına almışlar. Birinin omuzunda tüfeği… Trabzonlunun olmazsa olmazı Sürmene bıçağı da diğerinde… Kötücül kişiler, kızı kaçırmak için saldırırlar. Ancak saldırdıklarına bin pişman olurlar. Çünkü üç delikanlı kale duvarı gibi savunurlar genç kızı (yeni yılı), kız yapışır tüfekli delikanlının koluna. Böylece kendi güvenliğini sağlar. Bir an olsun bırakmaz o kolu. Bırakmadığı o kol geçmişi, ataları, toprağıdır. Saldırganlar, amaçlarına ulaşamayacaklarını anlayınca güce boyun eğerler. Birden kemençe sesi işitilir ve horon başlar; el ele, omuz omuza. Yine de horona kapılıp kızın, yani yeni yılın güvenliği elden bırakılmaz. Kız, horonun sonuna dek koruyucusunun kolundadır. Diğer yanında da diğer koruyucusu gözüne dört açmakta. Böylece horon büyür. Gençlik, güzellik, umut, gelecek kötülüğe, kötülere, uğursuzluğa kurban edilmez. Bu koruma onun içindir. Geleneksel oyunun verdiği bir diğer ders de zorbalık ve kaba güçle bir amaca ulaşılamayacağı gerçeği. Zorbalık, halkın birliği ve dayanışmasıyla defediliyor.

Horonun büyümesi demek, ulusun çoğalıp kök salması bulunduğu toprağa. Kol kanat germek yaşadığın yere. Horonda akıtılan ter toprağı sular. O terdir toprağa bereketi getiren. Heyecanla yere vurulan her tepik toprağın canlanması için.

Horan oynamak erkeklere çok yakışıyor, kadınlara ise daha çok. En güzeli, en yakışanı ise kadınla erkeğin birlikte oynaması.

Horonun kaçgöç olmadan kadın erkek el ele oynanması, Türk toplumunda cinsiyet eşitliğinin önemli bir göstergesi. Ayrıca horon kadın ve erkek dayanışmasının güzel bir örneği. Kadın olmadan erkek, erkek olmadan kadın olamaz. İkisi bir elmanın iki yarısı. Elmayı ikiye bölsek, her parçayı bir yana atsak ikisi de çok geçmeden çürür. Çürüyen varlık da bir işe yaramaz. Bu nedenle kadın ve erkek yan yana olmalı kendi sağlıkları ve toplumun geleceği için. İşte, horon bu toplumsal gerçeği yüzümüze çarpar her oynandığında.

Gençlerin canlandırdığı kalandar gösterisi, aslında hem Trabzon’umuzda hem de ülkemizde sağlam ve sürekliliği olan aile bağlarının simgesel anlatımı. Eski yılı simgeleyen yaşlı erkekler aile büyükleri, yeni yıl ise gençlik ve gelecek… O da en çok genç ve güzel bir kıza yakışır. Her zaman toplumuzda deneyimli, güngörmüş yaşlılar; gençleri ve çocukları korur. Onlara tehlikeler karşısında kol kanat gerer. Bu durum, kuşaklar boyunca sürüp gider. Böylece ailenin ve toplumun sürekliliği, ulusun varlığı, yurdun bütünlüğü güvence altına alınır. Ayrıca simgesel oyunlarla ve sevgiye, saygıya, güvene dayanan büyüklerle küçüklerin ilişkisi deneyimlerin kuşaklar boyunca aktarılmasını sağlar. Burada anlatılmakta olan genç kızın korunması özelde Trabzon, genelde tüm ülkemizin erkeklerinin namusları saydıkları kızlarını ölüm pahasına korumasıdır.

Kalandar gecesi canlandırması bittikten sonra yöremizin tanınmış kemençe sanatçısı Yusuf Cemal Keskin, sahneye çıktı. Türküleriyle coşturdu salonu. Ardında genç türkücüler çıktı sahneye.

Kalandar gecesi yedi evden un ve tuz toplanır. Yedi çitten mertek (tahtadan yapılan çit) sökülür. Yedi çeşmeden su alınır. Un, tuz ve sudan hamur yoğrulur. Merteklerle ateş yakılır. Yapılan tuzlu hamur pişirilir bu ateşte. Böylece tuzlu kalandar çöreği yapılır. Bu çörekler; büyük küçük, genç yaşlı, uzak yakın demeden tüm komşularla paylaşılır. Çöreğin bereketi, yaşamı simgeler. Çöreğin ununu, tuzunu, suyunu, odununu toplayıp getirmek ortak emek gerektirir. Ortak emekse paylaşma ve dayanışma duygusunun toplumda yerleşmesini sağlar. Bir toplumu ayakta tutan, onu ulus yapan, geleceğe güvenle bakmasını sağlayan paylaşma ve dayanışman geleneği değil mi? Bu nedenle paylaşma ve dayanışmayı kişisel çıkarlara, bencilliğe kurban etmeyelim. Dayanışma ve yardımlaşmanın yitip gittiği uluslar, zamanla çözülür. Bu da ulusun felaketi olur.

Yeni yıl kutlamaları, Türklerin yaşadığı her coğrafyada yapılır. Bölgesel ve iklimsel koşullara göre birtakım değişiklikler görürüz bu kutlamalarda. Tarihin derinliklerinden gelen bu güzel geleneğimizi, ideolojiye dönüşmüş yozluğa, yurtsuzluğa kurban etmeyelim. Toplumu ayakta tutan kültürüdür.

Kalandar gecesinde birçok yerdeşimiz, dostumuz ve komşumuzla bir arada aynı duygu ve düşünceyi yaşadık. Söyleştik. Bir arada olmanın sevinç ve mutluluğu içinde söyleştik.

Kalandar gecesinde bizleri çocukluğumuza götüren izlencenin hazırlanmasında emeği geçen başta TDF Genel Başkanı İsmail Şatıroğlu olmak üzere, federasyon yönetim kurulunu, kadın ve gençlik kollarına binlerce teşekkür… Yeni kalandar gecelerinde yerdeşlerimizle buluşmak en büyük dileğimiz.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

19 Ocak 2025

 

YARIYIL DİNLENCESİ


İlk ve orta dereceli okullar, 17 Ocak 2025 Cuma günü birinci dönemi sonlandırdı. Öğrenciler karnelerini aldı.  Böylece öğrenciler, yarıyıl dinlencesine girdi. Bu dinlencenin amacı, öğrencilerin dinlenmesini sağlamak az da olsa.

Peki, öğrenciler dinlenebilecek mi? Bazıları için dinlenmek çok zor… Çünkü öğrencilerin büyük çoğunluğuna ödevler yüklenmiş soluk alamayacakları kadar. Kimileri dersaneye gidecekler dinlence boyunca. Bundan da anlaşılacağı üzere çocuklara rahat yok!

Cuma günü karneler verilecek ya, günler önce televizyonlarda kayak yapılan yerlerden, tesislerden görüntüler yayımlanmaya başlandı. Kayak tesislerinin dinlenceye girecek öğrencileri beklediği anlatılmakta ballandıra ballandıra. Karnesini lamadan kayak yapmaya giden ailelerin, çocukların görüntüleri yayımlanıyor. Onları çok mutlu gösteren söyleşiler, evlerinde ekran başındaki çocukların gözlerine sokulmakta adeta.

Televizyonların derdi, dinlenceye giren çocukların mutlu, yararlı bir zaman geçirmesi değil; dağlardaki otellerin dolması. Sanki dinlenceye giren çocukların hepsi kayak yapmaya gidecekmiş gibi bir yayın var televizyonlarda. Aileler kayak bölgelerine gitsinler diye çocuklar resmen kışkırtılmakta.

Ülkemiz büyük bir ekonomik bunalımdan geçmekte. Ailelerin çoğu, çocuklarının önüne temel besin kaynaklarını getirememekte. Beslenme yetersizlikleri üst düzeyde. Eve ekmek alamama kaygısıyla sabahleyin uyanan anne ve babalar, televizyonlardan kayak yerlerine gitme haberleri onların yüreklerini erim erim erimekte üzüntüden. Çocuklar, anne ve babalarına herkesin kayak yapmaya gittiğini, kendilerinin niye evde oturmak zorunda olduklarını ağlayıp sızlayarak sormakta. “Çocuk yoktan anlamaz.” atasözümüzü uslarına bile getirmiyor yayıncılar. Çocukları tinsel sağlığı umurlarında bile değil.

Ekmek bulamakta zorlanan öğrenciye dağlardan kayak görüntüleri göstererek içlerini yakan televizyonlara ne demeli?

Belki de öğrencilerin yüzde birinin kayak yapma olanağı bulabildiği bir ülkede, böyle bir yayıncılık anlayışı hangi vicdana sığar? Toplumun çok azı varsıl mutlu azınlıktan oluşmakta.  Halkımızın çoğu yoksulluğun pençesinde debelenmekte.

Ülkemiz gerçekleri göz önüne alınarak yayıncılık ilkeleri belirlenmeli. Gerçeklerden uzak bir yayınla olanaksızlıklar içinde yaşama tutunmaya çalışan çocukları, mutsuz etmek niye?

Beklerdik ki televizyonlar, ülkemiz koşullarını düşünerek öğrencilere dinlenceyi yararlı ve verimli geçirmeleri için usçu öneriler sunup yarıyıl dinlencesini zehretmesinler. Onlara bu kısa dinlencede kitap okuma alışkanlığı, doğayı tanıma fırsatı, var olan olanaklarıyla spor yapma alışkanlığını kazandırma, bilimi sevme, arkadaşlarıyla hoş zaman geçirme, ailesiyle paylaşmanın mutluluğunu yaşamaları için önerilerde bulunmak en doğru yol değil mi?

Çocukları düşlerinde bile göremeyecekleri bir kayak dinlencesine özendirmekteki amaç ne? Bunun o çocuklar üzerinde yaratacağı tinsel sorunları, özgüven yitimlerini düşünmemek yakışık alır mı? Bir yayını yaparken bunun topluma yapacağı olumsuz etkileri düşünmemek nasıl bir sorumsuzluk?

Çocuklar, ekranlardaki kayak görüntülerine baktıkça içleri eriyip gidiyor. Çok üzülüyorlar. Onların bu durumunu gören anne ve babaları ise çocuklarının üzülmeleri karşısında mahvoluyorlar. Dinlence, dinlence olmaktan çıkıyor; ailecek derin üzünçlerin yaşandığı bir cehenneme dönüyor.

Öğrenciler bizim, ülkemizin çocukları… Onların eğinsel, tinsel sağlıklarını korumak hepimizin görevi… Televizyonlar da kendilerini bu görevin dışında tutamaz. Çünkü Türkiye’nin olanaklarıyla var oldular. Çocuklar, geleceğimiz… Geleceğimize zarar vermek, bir yayıncılık izlencesi olamaz.

Öğrencilerimizin tümüne mutlu, yararlı, verimli, sağlıklı dinlenceler dilerim.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  18 Ocak 2025

 

DÜŞTEN GERÇEĞE


Uyanmaktır her sabah

Yarı ölüm olan uykudan

Yeniden doğmaktır sabah

Karanlıklar içinden

Güne, yaşama, savaşıma

 

Uyanmaktır her sabah

Seviye, dostluğa, umuda

Güneşe, günbatımına

Yele, yağmura, doluya, çiseye

Yarı ölüm olan uykudan

Kalkmaktır dimdik ayağa

 

Uyanmaktır her sabah

Dimdik ayaklanmak yataktan

Yaşamın içine dalmak bodoslama

Poyrazla, karayelle, lodosla

Kucaklaşmaktır delicesine

Aşmaktır inişle yokuşu el ele

 

Uyanmaktır her sabah

Ardı sıra gelen düşlerden

İçten gelmeyen sahte gülüşlerden

Amaçsız gidiş gelişlerden

Uyanmak gün ışığıyla

Gece ıssızlığından

Yıldızlı sessizlikten

Güneşli koşturmaya

                           Adil Hacıömeroğlu

                           15 Ocak 2025

 

 


ZÜBEYDE HANIM’IN ARAMIZDAN AYRILIŞININ 102. YILI


Zübeyde Hanım, 1857’de şimdi Yunanistan sınırları içinde yer alan Langaza’da doğdu. Fatih Sultan Mehmet döneminde (1466) Karaman’dan göç ettirilmiş Yörük, yani Evlad-ı Fatihan bir ailenin kızı.  Aile, Konyarlar diye anılmakta. Ailede çok sayıda din adamı bulunduğundan Sofuzadeler diye de adlandırılmaktalar. Zübeyde Hanım, hem dini bilgisinin yüksekliği hem de okuryazar olması nedeniyle “Molla” sıfatı ile anılmış. Annesi de Ayşe Molla diye çağrılırdı.

Ali Rıza Efendi ile evlendirildiğinde on dört ya da on beş yaşındaydı. Bu evlilikten altı çocukları (Fatma [1872-1875], Ahmet [1874-1883], Ömer [1875-1883], Mustafa [1881-1938], Makbule [1885-1956] ve Naciye [1889-1901]) doğar. Zübeyde Hanım, yaşamının önemli bir bölümünü cepheden cepheye koşan oğlu Mustafa Kemal’den ayrı geçirdi. Bu ayrılık, derin bir özleme dönüştü. Son yıllarda sağlığı iyice bozuldu. 14 Ocak 1923’te İzmir-Karşıyaka’da Latife Hanımların konağında yaşama gözlerini yumdu.

Atatürk, annesinin ölüm haberini, yurt gezisine çıktığı Eskişehir’de aldı. Haberi veren yaveri Salih Bozok’tu. Atatürk, Salih Bozok’a aşağıdaki telgrafla yanıt verir:

“Verdiğiniz elim haber, beni çok üzdü. Merhumenin münasip bir tarzda defin merasimini yaptırınız. Cenabı Hak, millete hayat ve selamet versin. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 14, Kaynak Yayınları, İkinci Basım: Mayıs 2007, s. 259)” Atatürk, annesinin sonsuzluğa göç edişi karşısında bile milletinin hayat ve selametini düşünmekte. Yurt gezisini sürdürdü. Çünkü orduları denetleyecekti. Asker, arazide onu bekliyordu. Gideceği illerin yöneticileri, ona göre hazırlıklar yapmıştı. Onları yüzüstü bırakmak olmazdı.

“Gazi, bu kara haber üzerine bir müddet düşündü. Cenaze merasiminde bulunmak için hemen İzmir’e mi hareket etmeli?.. O halde tespit olunan seyahat programını değiştirmek, İzmir ve İstanbul civarında talim ve terbiye ile meşgul olan ordunun teftişlerini geri bırakmak, kısaca verilen emir ve kararlardan vazgeçmek lazım geliyordu. Başkumandan Paşa, bu yönü gerekli görmedi. ‘Vatan vazifesi yanında hiçbir hissin, hiçbir fikrin hükmü yoktur’ dedi. (Aynı yapıt, s. 259)”

Atatürk, gezisini sürdürürken bir istasyonda trenden iner. Çevrisini komutanlar, subaylar ve halk sarmıştır. Arkalarda bir gürültü ve itiş kakış vardır. Başı kara yazmalı bir kadın, Gazi’ye doğru ilerlemek istemekte. Ancak inzibatlar onun yaklaşmasına izin vermemekte. Kadın, bu duruma öfkelenip acı acı söylenmekte. Atatürk, kadını görünce: “Niçin bırakmıyorsunuz? Bırakınız gelsin. Belki bir derdi, bir diyeceği var!” diye uyarıyor inzibatları. Yol açılıp kadın, Gazi’ye doğru gelir. Müşfik gözlerini Büyük Kurtarıcı’nın gözlerine dikip bir eliyle de omuzunu okşayarak kısık ve üzüntülü bir sesle Paşa’ya: “İşittim ki, anan ölmüş… Başın sağ ola!”  Gazi, onu: “Evet, anam öldü. Fakat vatan anam sağ olsun!” diye yanıtlıyor. Evet, bizi millet yapan vatan anamız sonsuza dek sağ olsun ki bizler var olalım.

Atatürk, yurt gezisini bitirip 27 Ocak 1923 Salı günü İzmir’e varır. Doğruca annesinin mezarının bulunduğu Karşıyaka Ferik Osman Camii’ne gider. Bu sırada bir müezzin sala okunmaktadır. Sonu kadar dalgın bir biçimde dinler salayı. Ardından Fatiha okur annesine. Çevresindekilerle kısa konuşmalar yaptıktan sonra aşağıdaki konuşmayı yapar:

“Zavallı validem bütün millet için mefkure olan İzmir’in mukaddes topraklarına vücudunu vermiş bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm yaratılışın en tabii bir kanunudur. Fakat böyle olmakla beraber bazen ne hazin tecelliler arz eder. Burada yatan validem, zulmün, cebrin bütün milleti felaket uçurumuna götüren keyfi bir idarenin kurbanı olmuştur. Bunu izah etmek için müsaade buyurursanız ıstıraplı hayatının bariz birkaç noktasını arz edeyim. Abdülhamit devrinde idi. 320 [1905] tarihinde mektepten henüz erkânı harp yüzbaşısı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat bu adım hayata değil, zindana tesadüf etti. Hakikaten bir gün beni aldılar ve müstebit idarenin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Validem bundan ancak hapisten çıktıktan sonra haberdar olabildi. Ve derhal beni görmeye koştu. İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç beş gün görüşmek nasip oldu. Çünkü tekrar müstebit idarenin hafiyeleri, casusları, cellatları ikametgâhımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Validem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Beni sürgün yerime götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmekten men edilmiş olan validem gözyaşlarıyla Sirkeci rıhtımından elemler ve kederler içinde terk edilmiş bulunuyordu. Sürgün yerinde geçirdiğim mücadeleler hayatını ıstıraplar ve gözyaşları içinde geçirtmiştir. Başka bir nokta daha: Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğim vakit, validemi mustarip bir halde İstanbul’da terke mecbur olmuştum. Yanımda kendisinin refakatime verdiği bir adamım vardı. Bunu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman validem bu adamın yalnız olarak geldiğinden haberdar olduğu dakikada, benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının infaz edildiğini zanneylemiş ve bu zan kendisini felce uğratmıştı. Ondan sonra bütün mücadele seneleri onun hayatını elem, ıstırap içinde geçirtmişti. Padişah ve hükümetinin ve bütün düşmanların daima baskı ve işkencesi altında kalmıştı. İkametgâhı bin türlü sebep ve vesilelerle basılır ve aranır, kendisi rahatsız edilirdi. Validem üç buçuk senelik bütün gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi. Nihayet pek yakın zamanda onu İstanbul’dan kurtarabildim. Ona kavuşabildim ki, o artık maddeten ölmüştü, yalnız manen yaşıyordu.

Validemin kaybından şüphesiz çok üzgünüm. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni teselli eden bir husus vardır ki, o da anamız vatanı mahv ve haraplığa götüren idarenin artık bir daha dönmemek üzere yokluk mezarına götürülmüş olduğunu görmektir. Validem bu toprağın altında, fakat milli hakimiyet ilelebet payidar olsun. Beni teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, milli hakimiyet ilelebet devam edecektir.

Validemin ruhuna ve bütün ecdat ruhuna ahdetmiş olduğum vicdan yeminimi tekrar edeyim. Validemin kabri önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum, bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği ve sağlamlaştırdığı hakimiyetin muhafaza ve müdafaası için icap ederse validemin yanına gitmekten asla tereddüt etmeyeceğim. Milli hakimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun. (Aynı yapıt, 393-394)” Atatürk’ün bu konuşması derslerle dolu. Vatanın her şeyden önemli olduğunu belirtmekte o. Vatan yoksa yurttaş da aile de ulus da yok!

Atatürk, yaşamının hiçbir döneminden geleceğe, vatanına, milletine olan umudunu yitirmedi. O, yalnız milletine güvendi. Her şeyi de yurttaşlarıyla başardı. Bu topraklarda Atatürk; umdun, kurtuluşun addır. Bu adı yaşatmak da hepimizin görevi…

Atatürk’ü vatanımıza kazandıran Zübeyde Hanım’ı aramızdan ayrılışının 102. yılında saygı, özlem, minnet ve rahmetle anıyorum.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       14 Ocak 2025

 

 

 

 

YURTTAŞIN SOYULMASINA GÖZ YUMAMAZSIN ERDOĞAN


“Hayat pahalılığıyla mücadeleye vatandaşlarımızın da destek olması, katkı sunması sürecin başarılı olması açısından çok önemlidir. Bunun yolu da Bursa il kongremizde belirttiğim üzere fahiş fiyat uygulayanları boykot etmekten geçiyor. Bakınız, pahalı ürün satanları dize getirecek en etkili yöntemlerden birisi, muhalefet rahatsız olsa da hiç şüphesiz boykottur. Vatandaş olarak, fırsatçılık yapanlara karşı en büyük kozumuz satın almama özgürlüğümüzü kullanmaktır. Bilinçli tüketici vasfımızı geliştirerek kaliteyi normal fiyatına çekmeyi başarabiliriz. Dünyaya baktığımızda geniş bir yelpazede bunun çok sayıda örneğiyle karşılaşıyoruz. Bu konuda devlet millet el ele vererek çok daha etkin sonuçlar alabiliriz.” Bu satırları okuyanlar, bu konuşmayı dinleyenler, bu sözleri bir muhalifin söylediğini sanır.

Tüketim mallarından haksız kazanç elde edenlere, yurttaşı soyanlara ve tekelleşmeye karşı yasalarla savaşması gereken bir iktidarın cumhurbaşkanı; kendi eliyle yarattığı canavar karşısında çaresizliğidir yukarıdaki sözler. Yıllardır tüketiciyi de üreticiyi de soyup soğana çeviren zincir marketler, sizin yirmi iki yıldır uyguladığınız serbest piyasa ekonomisinin ve iktidarınızın bir türlü yaşama geçiremediği yasal değişiklikler değil mi ey Erdoğan?

Pahalı ürün satanlarını dize getirecek olanın yurttaşın boykotu olacağını söylüyor RTE. Haksız kazanç elde edenleri devletin yaptırımları, yasaların gücü dize getirir. Devleti de yöneten sensin. Yoksa bunun farkında değil misin?

RTE, yukarıdaki sözleri, 2025’in ilk kabine toplantısından sonra yaptığı açıklamada söylüyor. Yıllardır iktidarda olan birinin böyle yakınması olağan mı? Niye yapman gerekeni yamayıp çözümü yurttaştan bekliyorsun? Zincir marketler yasasını 2008’de çıkaran sen değil misin ey Erdoğan? Bu yasanın tekelleşmeyi getireceğini nasıl öngöremezsin? İktidarınız döneminde sizin desteğinizle tüm piyasayı ele geçiren canavar marketlere yasal olanakları siz sağlamadınız mı?

Yıllardır aracıları koruyup varsıllaştıran haller yasasını hem üreticinin hem de tüketicinin lehine niye değiştirmediniz? Üreticinin pazarda tüketiciyle buluşmasını neden engelliyorsunuz bu yasayı değiştirmeyerek?

Üretici birlikleri, iktidarlarınız döneminde niye etkisizleştirildi? Üreticiyi, niye devlet korumasından çıkarıp gözü doymaz komisyoncu tüccarın insafına bıraktınız?

Evet, Sayın Cumhurbaşkanı…  24 Ocak 1980’de batılı emperyalistlerce ülkemize dayatılan ve 12 Eylül Amerikancı darbesiyle yaşama geçirilen serbest piyasa sistemini uygulamakta neden bu denli ısrarcısınız?

1 Ocak 2005’te akaryakıtta serbest fiyatlandırmaya niye geçildi? Bunu yaparken geleceği, üretici ve tüketiciyi düşündünüz mü ey Tayyip Bey? Ukrayna savaşının başlamasıyla Rusya’nın Türkiye’ye yaptığı yüzde otuz indirimli petrol satışı, halka indirim olarak yansıtıldı mı? Yoksa TÜPRAŞ ve SOCAR’ın kasasına mı gitmekte bu indirim? İş böyleyse Türk halkına yapılan indirimi siz, hangi hakla iki firmaya verirsiniz?

Erdoğan, yukarıdaki konuşmada “Vatandaş olarak, fırsatçılık yapanlara karşı en büyük kozumuz satın almama özgürlüğümüzü kullanmaktır.” diyerek yurttaşı üstü olarak suçlamakta. Bu sözlerle pahalılığın nedenlerinden biri olarak yurttaşı göstermekte. Yurttaş nasıl protesto etsin? Temel tüketim maddelerini almadan nasıl beslenip yaşamda kalsın? Bu güçlüğü bilmeyen saraylının yurttaşı anlaması olanaksız.

AKP Hükümetinin yapacağı iş, öncelikle serbest piyasadan vazgeçip üretim ekonomisine geçmektir. Üretim ve tüketim kooperatiflerinin hızla kurulması için yurttaşı yüreklendirmeli hükümet. Haller yasasının değiştirilmesi ivedilik göstermekte.

Ey Erdoğan, emperyalistlerin dayattığı serbest piyasadan vazgeçmenin zaman gelmedi mi daha?

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               8 Ocak 2025

 

EMEKLİNİN SEYİR DEFTERİ


Emekliyim ve emeklilerin çoğu gibi emeklemekteyim. Emeklemeyen, emekliler de var. Bu kişiler “kıyak emeklilik” adı altında ballı aylık alan vekiller… Dikkat ederseniz bu kişilere “milletvekili” demedim. Çünkü milletin vekilini, halk belirleyip seçer. Halka yukarıdan aşağıya dayatılmış, onunla yazgı birliği olmayan biri, milletin vekili olabilir mi?  

Emeklilik; bir kişinin yaşam boyunca emek harcayarak kazandığı bir hak. Bu hakkı kazanmak için sınırsız emek, özveri, çalışma, yararlılık ve topluma hizmet var. İşçinin, köylünün, beyin işçisinin emeğine değer vermeyen bir siyasal anlayışın emekliye değer vermesi düşünülebilir mi?

Günümüzde emeklilerin en büyük sorunu yaşam kaygısı. Emekli, her sabah uyandığında “Bugün, akşamı edebilecek miyim?” diye düşünmekte. Çünkü onu yaşamda tutacak, besleyecek besin maddeleri ateş pahası. Ayrıca emeklilerin çoğu düzenli olarak ilaç kullanır. Şeker, tansiyon, kolesterol gündelik sorunları. Bazı organlarında yetmezlikler söz konusu. Bu nedenle de düzenli sağaltım gerekli. Doktora gitmek, ilaç almak para… Katkı payları küçük görünse de toplumumuzda en düşük aylıkla geçinmek zorunda kalan emekliler için büyük bir harcama. Doğaldır ki türlü sayrılıkları bulunan emekli yaşuluların sağlıklı beslenmeleri vazgeçilmezdir.

Emekli, sabahleyin kalkar yatağından erkenden, işe gidecekmiş gibi. Çünkü erken kalkmak, onun çalışma yaşamı boyunca kazandığı bir alışkanlık. O, “Erken kalktım işime, şeker kattım aşıma.” atasözünü, yaşama geçirmeye çok genç yaşlarda başlamıştır. Ancak emekli olduktan sonra gittikçe geliri azalan, yoksulluk sınırının, hatta açlık düzeyinin altında bir yaşama tutsak edildiğinden eşinin, çocuklarının gözünden de düşmeye başlar. Bir emekliye en çok koyan da büyük bir seviyle evlendiği, yaşamını paylaştığı, yazgı birliği yaptığı eşinin, yaşam arkadaşının ondan gittikçe uzaklaşması. O, evde bir yük ve gereksiz biri olarak görülmeye başlanır. Bu nedenle tartışmalar, laf sokmalarla bitirilen tatsız tuzsuz bir sabah kahvaltısından sonra sokağa atar kendini. Mevsim, iklim koşullarının önemi yok! Çünkü emekli evde bir yük…Ne yazık ki günümüz insanlarının çoğu, para tanrısına tapınmakta. Bu da sevgiyi, saygıyı, vefayı yok etmekte.

Sokağa çıkar yılların deneyimlerini, bilgilerini biriktirmiş yaşulu. Önce gezinir çevrede biraz. Gezinirken düşünür geçmişteki varlıklı, onurlu, mutlu, sevgi ve saygıyla yoğrulmuş günlerini. Düşündükçe içi burkulur, yüreğinden bir şeyler kopar, gönül defterinden sayfalar uçuşur. Usundaki düşünceler birbirini kovalar. İşe yaramazlık duygusu sarar eğnini ve tinini. İçindeki sızı dayanılmazdır. Kafasındaki düşünceleri dağıtmak için en iyisi bir kıraathaneye gitmek, kendisi gibi emeklilerle söyleşmek... Gittikleri kahve çayı en ucuz satan yerdir. Bir de garsonun daha fazla çay içirtmek için çevrelerinde dolaşmadığı, gözleriyle taciz etmediği yerleri yeğlerler. Çünkü birçok kahveci çay içmeyenlere: “Burası ağaç gölgesi değil, bedavadan oturulmaz burada.” diyerek onları çay içmeye zorlar. Bazı kahvecilerse halden anlar.

Kuşluk vakti geldiğinde kahvede emekliler pineklemeye başlar. Kimi çay, kimi ıhlamur içer. Arada oyun oynayanlar da vardır. Bir bardak öğleden önce, bir bardak da öğleden sonra çay içer. Garsonlar ellerinde tepsiyle topluca çay getirdiğinde sorar masadakilere “Çay içer misiniz?” diye.  Güngörmüş yaşulular bu öneriyi yılların inceliğiyle geri çevirirler “Fazlası çarpıntı yapıyor. Çok içince gece uykum kaçıyor. Tansiyonuma iyi gelmiyor. Demir eksikliği yaratıyor bende.” diyerek.

İkindi vakti kahveden çıkar emekli, elinde alınacaklar listesiyle. Dört beş market gezer alacaklarının en ucuzunu bulmak için. Bu piyasa araştırmasını bir iyi düşüncesiyle açıklar. “Yürüyüş yapıyorum marketleri gezerek. Bu da sağlığıma iyi geliyor.”

Devir, sinekten yağ çıkarma zamanı… Sebze meyve bölümüne girer. Salatalıkların sapları oldukça uzun kesilmekte son yıllarda. Öncelikle seçtiği salatalık, biber ve domateslerin saplarını koparır on, on beş gram az para ödemek için. Kabakların saplarını cebindeki çakıyla keser. Bundan biraz daha çok kâr eder kendince. Kimi zaman ederleri çok yüksek bulur. Yerde kasalar içinde çürümeye başlamış sebze ve meyvelerin sağlamlarından seçer. Ne yazık ki marketler, çürümekte olan meyve ve sebzeleri de çöpe atmayıp satar. Bu günleri de gördük siyasal iktidarın yılladır uyguladığı yoksulluk ekonomisi sayesinde. Bunu yaparken başı öndedir. Çünkü biri görür de ona acımayla bakar diye. Alışveriş sırasında çalıştığı günlere dalar zaman zaman. Bu dalmalarda gözlerinden yaşlar boşanır. Gözyaşları acı yüklüdür, yanaklarından süzülürken yakar değdiği yeri.

Çoğu zaman bir ay boyunca et yememişlerdir. Neredeyse her gün marketlere gider et satılan bölüme bakar. Niye mi? Son tüketim tarihi yaklaşmış ürünlerdeki indirimi kaçırmamak için. Kıyma, kuşbaşı, köfte… Hangisini bulursa alır. Kimi zaman iki tane alır kuşbaşı ya da kıymaların dört yüz gramlık paketlerinden. Dört yüz gramı bölerler birkaç parçaya. Bir kısmını o gün yerler. Saklayacaklarını kavurur, tuzlayıp saklarlar sonrası için.

Akşama doğru eve döndüğünde yorgundur. Bıkkınlığı ise bir başka dert… Kapı üstünde başlar laf sokmalar. Bu, yeni bir kavganın ısınma hareketleri. Bin bir zahmetle alıp getirdiklerini, ağız tadıyla yiyecek zamanı bile bulamaz. Kendisi bir köşeye kıvrılıp oturur. Eşi de bir koltukta uyur uyanık televizyondaki bir diziye dalıp gitmiştir. Yaşamın yükü, çekilmezliği tüm acımasızlığıyla abanmıştır üstüne. Her geçen zaman bir azaba dönüşür.

Hizmet ettiği devleti, ona üç kuruşu çok görmüştür. Onun insanca bir emeklilik, yaşululuk geçirmesine olanak verilmedi. Emeği, yok kabul edildi nedense. Bir devletin gücü, adaleti, emekliye sağladığı olanaklarla belli olur.  Bir toplumun insanlığı ise emeklilere verdiği değerle ölçülür.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            6 Ocak 2025