İNSAN OLAN OKUL YAKAR MI?



        Diyarbakır Emniyet Müdürü: “Dağda ölen teröriste ağlamıyorsanız insan değilsiniz.” dedikten birkaç gün sonra Güneydoğu’nun bazı kentlerinde PKK militanları okulları yakma eylemi yaptılar. Tam da kamuoyu dağda ölenlere ağlayacaktı ki şehirdeki teröristlerin neler yapabileceklerini gördü.
            
       Diyarbakır’da bir, Şırnak’ta sekiz okul teröristlerin hedefindeydi. Her iki ildeki saldırıda iki öğretmenle üç öğrenci yaralandı. Diyarbakır Şehitlik Lisesi’ne yapılan saldırının görüntüleri yayımlandı. Yüzü maskeli kişiler, ellerinde bombalarla okula saldırıp okulun kütüphanesini yakıyorlar. Öğretmenler teröristlere direniyorlar. Öğrenciler telaş ve korkuyla kaçışmaktalar. Gözü dönmüş “kentli” teröristler ellerinde molotoflar, el yapımı bombalarla okul koridorlarında cirit atmaktalar. Yüreği insan sevgisi ile dolu öğretmenler; okullarını, öğrencilerini korumak için canlarını ortaya koyuyorlar. Teröristler kaçıyor. Olası büyük bir facia öğretmenlerin kahramanca direnişiyle önleniyor.
            
       PKK’lılar ilk kez mi okullara saldırdılar? Tabi ki hayır! Daha önce defalarca saldırılarını gördük okullara. İlköğretim okulu bahçelerinde bölücülerin molotoflarından çığlık çığlığa kaçan çocukların sesleri hala kulaklarımda çınlamakta. Kurşunlanan okullarda can pazarlarını izledik ekranlarda.
            
      Evleri, lojmanları basıp yolları kesilerek şehit edilen, dağa kaçırılan öğretmenlerimiz var çok sayıda. Öğretmenleri, Güneydoğu’da görev yapmaktan vazgeçirmek için elinden gelen her şeyi yapmakta terör örgütü. Bu amaçla eğitim emekçilerinin yüreğine korku salmak istemekteler.
            
     Dünyanın en korkunç savaşlarında bile okullara, sağlık merkezlerine, ibadethanelere, sivil hedeflere saldırılmaz. Siviller, özellikle çocuk ve kadınlar öldürülmez. Onlara yönelik hareketlerden kaçınılır. Dört yaşından on sekiz yaşına kadar öğrencilerin bulunduğu okullara saldırmaktaki amaç ne? Bu çocuklar, o bölgenin çocuğu değil mi? Öğrencilerin hemen hepsi Kürt kökenli yurttaşlarımızın çocukları. Kürtlerin çocuklarını öldürerek onları özgürleştirmek olanaklı mı? Dünyanın en korkunç ve acımasız saldırısıyla körpecik çocukları yakarak öldürmenin insanlıkla bağdaşan bir tarafı var mı?
            
       Okulları yakıyorsunuz neden, hangi akla hizmetle? Kürtlerin bilgiye, bilimi öğrenmeye hakları yok mu? Bir topluluğu bilgisiz bırakmak, onları karanlığa tutsak etmekteki amaç ne?
            
      Halka dayanmayan, emperyalist ülkelerin maşası olan, halk düşmanlığını türlü kılıflarla örtmeye çalışan terör örgütleri çoluk çocuk dinlemez. Savaşın kuralı nedir, bilmez.
            
     Efendileri ABD de Irak’ta okulları, camileri, düğün alaylarını bombalamadı mı? Eee, bölücü örgüt onlardan geri kalır mı?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           10 Ekim 2012
            Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

KILIÇDAROĞLU’NUN YANILGISI



            CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 8 Ekim akşamı CNNTÜRK televizyonunda Tarafsız Bölge izlencesinde Ahmet Hakan’ın sorularını yanıtladı. Sorulara verdiği yanıtların birçoğu CHP’nin programı ve ilkeleriyle çelişmekte.
            
          Kılıçdaroğlu: “Bana söyler misiniz Esat ile Erdoğan arasında ne fark var?” demekte. Çok fark var Sayın Genel Başkan. O kadar fark var ki Esat’la Erdoğan geceyle gündüz gibi birbirinden ayrılar. Esat, ülkesini saldırgan emperyalistlere, onların taşeronu RTE’nin ülkesine saldırttığı teröristlere karşı savunan bir yurtsever. Ülkesinin bölünmemesi için, Ortadoğu’nun emperyalist çıkarlar için paramparça edilmemesi için direnen bir ulusalcı. Her BAAS’çı gibi Atatürk’ü kılavuz edinen bir Arap modernleşmecisi. Türkiye’yi örnek alarak laikliği ülkesinde yerleştirmeye çalışan bir siyasetçi. Türlü inançtan ve etnik kökenden oluşan Suriye’yi kardeşçe bir arada tutmak için canını ortaya koyan bir adam Esat.

Erdoğan’a gelince… Her sözüne ülkemizdeki etnik ve inanç gruplarını tek tek sayarak başlayan bir siyasetçi. Bu yolla ayrımcılığı ülkemiz insanlarının bilinçaltına kazıyan biri. BOP’un uygulanması için Atlantik ittifakının bir dediğini iki etmeyen bir politikacı. Bağımsızlığıyla, çağdaşlığıyla, laik düzeniyle tüm İslam dünyasına örnek olan Türkiye’yi; emperyalist boyunduruğa sokarak Ortaçağ karanlığına doğru götüren bir Cumhuriyet karşıtı. BAAS’çıların örnek aldığı Atatürk’ü Türkiye’den silmek isteyen RTE ile Esat aynı olur mu Kemal Bey?            
 “
Suriye’de akan kanın birinci sorumlusu Esat, ikinci sorumlusu Başbakan Erdoğan’dır.” diyor söyleşide. Suriye’de akan kanın sorumlusu neden Esat olsun? Kendi ülkesini bölüp parçalamak için birçok ulustan terör gruplarının kanlı saldırılarına karşı koymak, ülkesinin birliğini ve yurttaşlarının can güvenliğini savunmak yanlış bir şey mi? Sayın Kılıçdaroğlu, siz Türkiye’nin başbakanı olsanız ve ülkeniz tıpkı Suriye’de olduğu gibi teröristlerin saldırısına uğrasaydı, siz de o teröristlere aman vermeseniz kan dökücü mü olursunuz? Suriye’de dökülen kanın sorumlusu ABD, Batılı diğer emperyalistler, Katar, Suudi Arabistan ve AKP’dir.

“Esat kan dökücü bir diktatördür.” Söylemi, Suriye’ye saldırmak isteyenlerin uydurdukları yalan bir propagandadır. Bu yolla dünya kamuoyunun desteğini almayı amaçlarlar. Bu söylem sizin söyleminiz olmamalı. Bu tür konuşmalarla RTE’nin çizgisine düşersiniz. “Esat kan döküyor.” deyince Suriye’ye saldıranlara haklılık bahşedersiniz. Böyle olunca da hem Suriye’ye hem de Türkiye’ye yazık edersiniz. “Esatçılık” suçlaması yapılmakta saldırganlarca. Esat’ı öcü yapma girişimi bu. Siz, “Esatçı!” suçlamasından neden korkuyorsunuz? Bir kişinin ülkesini savunmasının, yurtsever olmasının ayıp ve korkulacak bir tarafı olur mu?

         Bir muhalefet partisi lideri olarak size düşen görev Akçakale’ye, Hatay’a atılan bombaların kaynağını araştırıp doğruları hem kamuoyumuza hem de dünyaya anlatmaktır. Yine Suriye sınırlarında konuşlanmış terörist kamplarını açığa çıkarmak muhalefet partisinin görevi değil mi? AKP hükümetinin Suriye’yi kana bulayan teröristlere ne kadar parasal yardım yaptığını araştırdınız mı? Bu parasal yardımların bütçenin hangi kalemlerinden verildiğini merak ettiniz mi? TSK envanterinden Suriye’ye silah gönderildi mi? Afyon’daki patlamanın Suriye sorunuyla ilgisi var mı? Sınırlarımız içinde Suriye’ye yönelik silahlı kamplar bulunmakta mıdır? Bu ve bezer soruların yanıtlarını arayıp bulmak ana muhalefet partisinin görevi olsa gerek.

Batılı emperyalistlerin Tunus, Mısır ve Libya’da kolayca sahneye koydukları BOP, Suriye’de kayaya tosladı. Esat ve Suriye halkı, emperyalizme karşı direnerek köleliği reddettiler. Dünyada emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını vererek tüm ezilen uluslara yol gösterici olan bir ulusun, bu mücadelenin örgütleyicisi durumundaki CHP’nin ve onun Genel Başkanının Esat liderliğindeki Suriye halkına saygı göstermekten başka bir seçeneği var mı?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                          9 Ekim 2012
Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

DENİZ OTOBÜSÜ ÇİLESİ


                                                
            5 Ekim Cuma günü Bakırköy’den Bostancı’ya gitmek için deniz otobüsü iskelesine geldim. 19.30 seferine yetişmek için Ataköy’den taksiyle gelmiştim iskeleye. Geldiğimde saat 19.13’tü. Duyurular yapılmakta sürekli. “19.30’da kalkacak deniz otobüsümüz dolduğundan beklemekte olan yolcularımız 20.30’da kalkacak olan deniz otobüsümüze binebilirler.” diye.

Bekleme yeri hınca hınç dolu. Neredeyse ayak basacak yer yok. İkinci sefere bir saat on yedi dakika var. Bekleyenlerin kimi işten çıkmış, acelesi var evine yetişmek için. Kimilerini Kadıköy ve Bostancı’da bekleyenler var. Kiminin ise zamanında yetişmesi gereken işi var.

Kimi aç, kimi yorgun; oradaki görevlilere derdini anlatmak istiyor. Ne çare! Yetkisiz yetkiler var karşımızda. Hiçbir şeyden haberleri olmayan zavallılar… “Ek sefer koyun.” diyoruz. “Olmaz! Altı tane deniz otobüsümüz bozuk.” Diyorlar. Böylesi bir gerekçe insanların kanını beynine çıkarıyor. Sinirlerin gerildiği, bağırıp çağırmaların yükseldiği o anda ben: “Grip salgını var, deniz otobüslerinin biri hastalanınca diğerlerine bulaştı.” diyorum. İnsanlar gülüyorlar kısa bir süre. Öfke dinmiyor tabi ki.

Bazı yolcular kendilerince çözümler üretiyorlar bir an önce gitmek için. Dört kişi birleşip oradaki, taksilere biniyorlar. Kimi metrobüse yöneliyor, kimi ise Eminönü’ne.

İDO’da yetkili biriyle konuşup derdini anlatmak için telefonlara sarılıyor birçoğu. Ne mümkün! Karşımızda telesekreter. Bol bol bant yayını dinle işin yoksa. Bu da insanları delirtmeye yetiyor. İDO’dan insanları sakinleştirecek bir Allah’ın kuluna ulaşmak olanaksız? Çaresizce bekleyeceğiz bir saat sonrasını. Bekliyoruz. Saat 20.05, yeni bir duyuru. “Saat 20.30 seferimiz dolmuştur… yolcularımız 21.15 seferimizle gidecekler.” Biz 20.30’da gidecek yolcular olarak ayrı bölmedeyiz. Salon yine hınca hınç.  Camlar, kapılar yumruklanmakta. Bağırtılar yükselmekte… Bizim bindiğimiz deniz otobüsü dolduğundan yedi dakika erken kalkıyor. Yenikapı’da zaman geçiriyor. Bu mantık, dolmuşçu mantığı. Oysa işi saatinde yapmak çağdaşlığın göstergesi.   

Bunca zaman geçmesine karşın ek sefer koyamayan İDO’nun yönetim anlayışı sorgulanmalı. Bu durum, daha önce de birkaç kez yaşandı.

İDO yönetiminin işletmecilik anlayışını gözden geçirmesi gerek. Özelleştirme yapılmadan önce daha iyiydi İDO. Yoğunluk olduğunda iki deniz otobüsü gelir. Biri Kadıköy’e, biri de Bostancı’ya giderdi. Böylece Bostancı’ya gidenlerin yolculuğu da uzamazdı. İDO yönetiminin iskelelerdeki yeme içme yerlerine gösterdiği özenin, yeniliğin onda birini deniz otobüslerine göstermesini bekliyoruz. İlkel bir mantıkla yolcuların bekletilmesi, ek seferlerin konulmamasının gerekçeleri kabul edilemez. Bu anlayış, İDO’ya yolcu kaybettirmekte. Sen zamanında gideceksin, yolcunu bekletmeyeceksin ki yolcu sana güvensin. O da daha çok seyahat etsin ve İDO’yu tercih etsin.

İstanbul’un en büyük sorunu deniz ulaşımının yeterince gelişmemesidir. Daha hızlı, daha sık, daha çok semte deniz taşıtları işletilmeli. Yalnızca Asya ve Avrupa yakaları arasında düşünülmemeli seferler. Büyük Çekmece’den Sarıyer’e, Tuzla’dan Beykoz’a kadar olmalı deniz ulaşımı.

İDO’nun  en kısa sürede bu eksiklikleri düzelteceğini umuyoruz. Çağdaş işletmeciliğin kimseye zararı yok! Geleneksel işletme anlayışının egemen olduğu bir özel sektör mantığıyla doğru bir sonuca ulaşılamaz. Yılların İDO’suna yazık etmeyin beyler… Bu İDO’da İstanbulluların alınteri, emeği, parası var. Ne olur yazık etmeyin! Keyifli olması gereken kısa bir yolculuğu çileye dönüştürmeyin!
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           6 Ekim 2012
Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

II. ABDÜLHAMİT HİÇ TOPRAK KAYBETMEDİ Mİ?


      30 Eylül 2012 tarihli Yeniçağ Gazetesi’nde Altemur Kılıç’ın, “Ulu Hakan mı-Kızıl Sultan mı?” başlıklı bir yazısı var.  Sayın Kılıç yazısında: “Bir başka gerçek de otuz üç yıl süren saltanatı boyunca imparatorluk mülkünden bir karış toprak vermemişti.” diyor II. Abdülhamit için. Gerçekten doğru mu bu, II. Abdülhamit döneminde Osmanlı Devleti, hiç toprak kaybetmedi mi?
            
    II. Abdülhamit, 1876’da padişah oldu, 1909’da tahttan indirildi. Otuz üç yıl padişahlık yaptı. Bu yönüyle Osmanlı tahtında en çok oturan padişahlardan biridir. Uzun süren yönetiminde Osmanlı Devleti’nin hangi toprakları yitirdiğine bir göz atalım.
            
   1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’yla Bulgaristan Prensliği kuruldu. Bulgaristan’ın devlet olma yolundaki en önemli adım atıldı.
            
    Yine Berlin Antlaşması’yla Sırbistan, Romanya ve Karadağ bağımsızlıklarına kavuştu. Aynı antlaşmayla Bosna Hersek’in yönetimi geçici olarak Avusturya’ya bırakıldı. Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya; Tesalya Yunanistan’a verildi.
            
    Berlin Antlaşması’ndan sonra Kıbrıs, İngiltere’ye üs kurmak amacıyla bırakıldı. Böylece İngiltere hem Doğu Akdeniz’i hem de Süveyş Kanalı’nı kontrol altında tutacak bir olanağa kavuştu. Bundan sonra Kıbrıs bir daha geri gelmedi. 1974’teki “Barış Harekâtı” ile Türk varlığı yeniden söz konusu oldu Kıbrıs’ta.
            
     Tunus, 1881’de Fransa; Mısır, 1882’de İngiltere tarafından işgal edildi.
            
     1885’te Doğu Rumeli, Bulgar Prensliği ile birleşti.
            
    Osmanlı Devleti, 1897’de Yunanistan’la yaptığı Dömeke Savaşı’nı kazanmasına karşın, imzalanan İstanbul Antlaşması ile Girit’e özerklik verilerek, yönetim de bir Yunanlı prense bırakıldı. Böylece Girit de kaybedildi.
            
    II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Bulgaristan, bağımsızlığını ilan etti; Bosna Hersek Avusturya, Girit de Yunanistan tarafından işgal edildi.
            
    Unutmadan şunu da söyleyelim. 1881’de Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu ki bu, Osmanlı’nın iflasının resmen kabul edilmesidir.
            
     Şimdi önümüze bir harita açıp II. Abdülhamit döneminde Osmanlının elinden çıkan topraklara bakalım. Bu dönem, Osmanlı Devleti’nin en çok toprak yitirdiği dönemdir. Küçük bir araştırmayla bu gerçeğe ulaşmak varken şehir efsanelerini bilgiymiş gibi sunmanın gereği var mı? 1950’den sonra kasıtlı olarak Osmanlı’nın son dönemiyle ilgili yalan yanlış bilgiler üretildi. Olmayan şeyler, olmuş gibi gösterilmeye çalışıldı. Bilgi ve belgenin yerini, söylentiler aldı. Söylentilerle bir tarih yazılmak istendi.
            
     Yılların gazetecisi Sayın Kılıç’ın tarihsel gerçeklere dayanarak II. Abdülhamit’le ilgili yazması herkesi mutlu ederdi.
            
    Rahmetli Uğur Mumcu: “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmamalı.” demişti. Ne kadar doğru bir söz… Bilgi olmadan tarih doğru kavranmaz, anlaşılmaz, tarihten ders de çıkarılmaz. Demek ki önce bilgimiz olacak, sonra da o bilgiler üzerinde düşüncelerimiz oluşacak.
                                                                                              Adil Hacıömeroğlu
                                                                                              5 Ekim 2012
            Not: 8 Ekim 2012 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

           
                       
            
            
                       
            
                       
            

SAVAŞ ÇIĞIRTKANLARI


           3 Ekim akşama doğru Urfa’nın Akçakale İlçesine, Suriye tarafından ateş açıldı. İkisi kadın, üçü çocuk beş yurttaşımız yaşamını yitirdi. Ölenlere Tanrı’dan rahmet, yakınlarına sabır, ulusumuza da başsağlığı diliyorum.

Suçsuz, silahsız yurttaşlarımızın yaşamını yitirmesi bir kez daha savaşın kirli yüzünü gösterdi. Ortadoğu’daki petrol savaşının tamamen dışında bulunan, akşam yemeğini hazırlamakla meşgul olan bir anne, kızları ve komşusuyla haksız bir savaşın kurbanı oldular.

“Arap Zemherisi”nin başlamasıyla Kuzey Afrika’dan başlayan yangın, Ortadoğu’ya sıçrayarak kapımıza dayandı. Yangını çıkaranlar, petrol içerek yaşayan Batılı vampirler… Yangına benzin döken de AKP iktidarı ile Körfez’in çağdışı yönetimleri. Sınırımıza dayanan yangının, bizim topraklarımıza sıçramaması olanaksızdı. Sonunda olan oldu, Şanlıurfa ve Hatay illerimiz bu kirli petrol savaşından etkilendi. Aklı başında ne kadar insanımız, aydınımız varsa bu durumu önceden görerek hükümeti uyardı. Ama anlayan, kulak asan kim?

“1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011ile 2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız. (Habertürk, 21 Ocak 2012)” Bu sözler Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na ait. İnsan sormadan edemiyor: Bu sözleri çağdaş Türkiye’nin dışişleri bakanı mı söylüyor, yoksa fetih marşıyla kalelere saldıran ortaçağ devletinin her hangi bir veziri mi? Bu sözlerde komşu ülkelerin toprak bütünlüklerine, egemenliklerine tehdit yok mu? Yarın çıkar Davutoğlu der ki, “Sözlerim yanlış anlaşıldı ya da basın çarpıttı.” Sorumlu orunlarda bulunan kişilerin, konuşmalarında daha dikkatli olması gerekmez mi? ABD’den destekli “Yeni Osmanlı” düşleri görmek, günümüzün gerçekçi ve sağlıklı kafalarına yakışır mı? ABD, Türkiye’yi neden “Yeni Osmanlıcılık” tuzağına çekiyor? Bu sorunun yanıtını düşünmek, akılcı davranmanın yolu değil mi? ABD, açıkça ülkemizi Ortadoğu’da bataklığa çekerek silahlı güç olarak kullanmak istiyor. Ne yazık ki rüya âlemindeki hükümet bunu görmeyip tatlı rüyanın uykusundan uyanmak istemiyor.

Şimdi gelelim Akçakale’ye… Evet, Suriye tarafından ateş açıldı ve yurttaşlarımız yaşamını yitirdi. İlk kez mi ateş açıldı topraklarımıza Suriye topraklarından? Hayır! 20 Eylül’den beri on altı kez Akçakale’ye top mermisi düştü. Ateşin, Suriye tarafından geldiği doğru. Ama kimden olduğu belirsiz. Topraklarımıza düşen havan mermisiyse büyük bir olasılıkla Suriye’deki teröristlerce atılmıştır. Neden mi?

Esat yönetimi, karışıklıkları bastırdı. Yalnızca sınırımıza yakın bölgelerde çatışmalar var. Nedeni de teröristlerin üs olarak topraklarımızı kullanması ve Türkiye’nin lojistik desteği. Savaşta kaybeden teröristlerin tek umarı, Türkiye’nin müdahalesi. Bu nedenle Akçakale’ye ateş açıp Türkiye’yi oyuna getirmiş olabilirler. Bu konu iyi araştırılmalı, merminin kaynağı belirlenmeli.

Başı yeterince belada olan Esat yönetimi, Türkiye’yi neden kışkırtsın? Bu aşamada Türkiye’nin savaşa sokulması, ABD ve İsrail’in işine gelir. Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi, İran’ı da içine alan geniş çaplı bir savaşın çıkması demek. Bu kimin işine gelir? Tabi ki ABD ve İsrail’in.

Bugün hükümet, TBMM’den Suriye topraklarına gerektiğinde askeri müdahalede bulunmak için tezkere çıkaracak. RTE ve Davutoğlu gibi savaşın ne olduğunu bilmeyen, tarih bilgisi kıt, yalnızca 1699’a kadar Osmanlı’nın yaptığı savaşları yüzeysel olarak anlayan, fetih rüyalarıyla tatlı uykular uyuyan kişilere böyle bir yetki verilemez. Devletlerarası ilişkileri sokak mantığıyla çözmeye çalışan bir anlayışa savaş yetkisi vermek, büyük cinayetlere ortak olmaktır, aman dikkat!

Savaş çığırtkanları, Türkiye’yi ABD adına savaşa sürüklüyor. Yine Mehmetler ölecek; ama vatan için değil, tıpkı Kore’deki gibi ABD çıkarları uğruna. Kandil’i vuramayanlar, Şam’ı vuracaklar. Niçin, kim adına?
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               4 Ekim 2012
Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

GÜL MÜ, ERDOĞAN MI?



    TBMM’nin 1 Ekim’deki açılışında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün konuşması yeni bir tartışma başlattı kamuoyunda. Tabi bu tartışma da yapay gündemin oluşmasına neden oldu. Kamuoyu yine gerçek gündemi tartışamıyor. Peş peşe gelen zamlar, Barzani’nin AKP kongresinde konuşması ve karşılanması, terör saldırıları, Suriye politikasındaki fiyasko… gibi konuların hepsi unutuldu; yapay bir biçimde Gül-Erdoğan çekişmesine odaklanmakta toplum.
            
    Gül TBMM’deki konuşmasında “Seçimlere yasal olarak katılmış, halkın oyunu almış, milletvekili sıfatını taşımaya hak kazanmış herkesin, haklarında kesin yargı kararları ortaya çıkana kadar yasama faaliyetine katılması gerektiğini düşünüyorum.” diyerek tartışmayı başlattı. Bu sözlere RTE’ nin yanıtı şöyle oldu: “Sayın Cumhurbaşkanımızla bir polemiğin içerisine girmek istemem. Bizim bu düşünceyi paylaşmadığımız ortada zaten. Çünkü bu insanlar arazide çalışarak milletvekilliğini kazanmış olan insanlar değiller. Onlar zaten o dönemde içerideydiler ve o dönem içerideyken tersten dönüp parlamentoya gelme gayreti içindeydiler.” Gerçeği tartışacak niyeti de cesareti de olmayan medyanın büyük bölümü, bu sözleri büyük bir tartışmaymış gibi el alması da ilginç.
            
    Gül’le Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçiminde karşı karşıya gelir mi? Bana göre gelmez. Neden mi? Bu iki isim, yılların dava arkadaşıdır. Yola birlikte çıktılar, şu ana kadar da birlikte yürüdüler. Laik Cumhuriyet kurumlarının ortadan kaldırılması için el ele verdiler. Ortadoğu’da ABD politikalarını uygulamada aralarında en küçük bir çelişki ya da fark ortaya çıkmadı.
            
    Gül, ABD ile iki sayfa, dokuz maddelik anlaşma yaptığında RTE karşı çıktı mı buna? Hayır! Başbakan olunca bu anlaşmayı yaşama geçirmek için var gücüyle çalıştı. Irak’a Haçlı orduları bomba yağdırırken aralarında farklılık oldu mu? Hayır! Yurtseverler, Silivri ve Hasdal zindanlarında rehin alındığında aralarında tutum farklılığı ortaya çıktı mı? Hayır!
            
     Peki, Gül’ü Çankaya’ya kim atadı? Tabi ki RTE hem de “Abdullah Gül kardeşim adayımızdır.” diyerek. Demek ki Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığına giden yol RTE’ den geçer. Yıllarca süren bir dava arkadaşlığı kardeşliğinde birbirine silah çekmek yoktur. Çıkarları uğruna her türlü boyaya giren, arkadaşını yarı yolda bırakmayı alışkanlık durumuna getiren, düşüncelerinden dönmeyi değişim olarak niteleyen omurgasız köşe yazıcılarının anlayacağı bir konu değildir dava arkadaşlığı. Yıllarca Cumhuriyete karşı bilenen bıçaklar kından çıkmış, amaca yönelmiş. Şimdi koltuk uğruna birbirine bıçak çeker mi bu iki isim? Yok, efendim eşleri anlaşamıyormuş! Ey, köşe yazıcıları biraz akıl ve mantık… Birazcık da olsa gerçekleri görün!
            
    Durup dururken Gül-Erdoğan çekişmesi varmış gibi göstermenin ikinci nedeni de cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP’linin alternatifi, yine AKP’li olur algısını toplumun bilinçaltına yerleştirmektir. RTE’ nin karşısına çıkacak olası adayların yolunu kesme çalışmasıdır bu. İlk kez halkın seçeceği cumhurbaşkanlığında AKP’nin işi göründüğü kadar kolay değil. Seçimi yitirme olasılığı yüksek. Yeter ki muhalefet partileri bu oyunu görsün, bu yapay tartışmaya katılıp ortalığı bulandırmasınlar.
            
     Cumhurbaşkanlığı seçimlerine iki yıl var. Şu anda ülkemizin halletmesi gereken önemli sorunları çözüm beklemekte. Terörü, çöpten ekmek toplayarak kanını doyuranları, bankaların soyduğu yurttaşları, Silivri tutsaklarını, yıkılan Cumhuriyet kurumlarını, Suriye’yi, mülteci durumuna düşen Hataylıları, Akçakalelileri ve yağmur gibi yağan zamları… tartışalım.
            
    Böylesi yapay tartışmalara girmeyerek AKP’nin oyunu bozulmalı. Ülkemizi, otokratik yönetimden kurtarmalıyız. Özellikle laik ve demokratların Gülcü ya da Erdoğancı olarak saf tutmaları gaflettir.
            
     Gül mü, Erdoğan mı? Tabi ki ikisi de değil. Yüreğinde Atatürk, usunda laiklik, hedefinde çağdaşlık, ülküsünde Cumhuriyet olan yurtsever biri olmalı Çankaya’da.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       2 Ekim 2012
            Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ


                                               
            30 Eylül Pazar günü yapılan AKP Kongresine Aydınlık, Birgün,  Cumhuriyet, Evrensel, Sözcü, Yeniçağ gazeteleri alınmadı. “Özgürlük, demokrasi!” diye diye bir diktatörlüğün nasıl kurulduğunu bir türlü anlamayıp fark etmeyenler AKP’nin bu tavrını da sessizlikle karşıladılar.
             
         Muhalif gazetelerin giremediği kongre salonunda basın özgürlüğünü engelleme adına ikinci bir olay daha oldu. Cumhuriyet Gazetesinin Ankara temsilcisi, Habertürk televizyonu tarafından aranıyor kongrede yorum yapmak için. O da koşturarak kongre salonuna gidiyor. Tam canlı yayına girilecekken AKP’nin basından sorumlu genel başkan yardımcısı, birini gönderip bu kişinin konuşmamasını istiyor. Demokrat(?) genel başkan yardımcısı, eğer Utku Çakırözer konuşursa kongre sonrasında konuk olacağı televizyonun izlencesine katılmayacağını söylüyor. Yani tehdit ediyor televizyonu. Sonuç mu? Gazeteci konuşturulmuyor. Habertürk yöneticileri, bir siyasal şantaja, tehdide boyun eğiyorlar. “Biz gazeteci arkadaşımızı konuşturacağız. Söz verdiğiniz izlenceye katılmamanız sizin sorununuz.” diyemiyor özgür(!) basının yöneticileri.
            
       “Basın özgürlüğü” sözü, dillerden düşmüyor. Demokrasinin vazgeçilmezinin “özgür basın” olduğunu herkes söyler. Özellikle de basın kuruluşları ve kendini fasulye gibi nimetten sayan yanardöner köşe yazıcıları. Muhalif basının “m”si yok AKP kongresinde. Kimsede “tıs!” yok.

Hani, demokrattınız? Hani, özgürlükten yanaydınız? Hani, özgür basını olmayan ülkede demokrasi olmazdı?

Demokrasi, muhalefetin özgürce düşüncelerini dile getirdiği tek yönetim biçimidir? Diktatörlüklerde muhalefet olmaz, iktidarı eleştirenlerin sesi kısılır. Diktatörle demokrat bir siyasetçiyi birbirinden farklı kılan en önemli ayrım şudur: Diktatör sürekli pohpohlanmaktan, övülmekten, hatta kendine tanrısal özellikler yüklenmesinden hoşlanır. Demokrat siyasetçi ise eleştirilerin kendini geliştireceğini düşünür, karşıtlarının düşüncelerine ve söz söyleme haklarına saygı gösterir.

AKP iktidarını eleştiren altı gazetenin haber alma hakkı engelleniyor. Anlı şanlı basın organları susuyor. Neden mi? Gırtlaklarından iktidara bağımlılar. Kiminin patronu enerji ihalesi peşinde, kimi ise vergi borçlarının affedilmesi için bin takla atmada. Bazıları içi boşaltılan bankasını devlete kakalamak için uğraş vermekte. Ne demiş atalarımız: “Gâvurun ekmeğini yiyen, gâvurun kılıcını sallar.” İktidarın ekmeğini yiyip semirenlerin, basın özgürlüğünü savunmaları olanaksız. Bu nedenledir ki işi yalnızca gazetecilik olan basın patronlarına gereksinim var. Tabi en iyisi halkın patron olduğu gazetelerin çoğalması.

AKP ülkemizin birliği, dirliği için mücadele eden altı gazeteyi salona almıyor; ama bölücü örgütün koruyucusu Barzani’yi kongre kürsüsünden konuşturuyor. İşte, AKP demokrasisi! İşte, AKP’nin özgürlük anlayışı! Yoruma gerek var mı?
                                                             Adil Hacıömeroğlu
                                                             1Ekim 2012
Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz

AKP KONGRESİ


      AKP’nin dördüncü olağan büyük kongresi, 30 Eylül Pazar günü Ankara’da toplanacak. Medya, günler öncesinden kamuoyunun ilgisini çekmek amacıyla gündemin başköşesine yerleştirdi kongreyi. Büyük beklentiler yaratıp halkı merak içinde bıraktı AKP sözcülerinin ve yandaş köşe yazıcılarının açıklamaları. Beklentilerin başında da yeni açılım paketleri gelmekte. Tabi ki açılımın kılıfı da demokratikleşme.
            
    AKP ülkemize demokrasiyi getiren parti, RTE de demokrasi kahramanı ya… Bir kişinin ya da kurumun demokrat olup olmadığını anlamak için yaptıklarına bakmak yeterli. Kongrede kimse, partinin hiçbir organına seçilmek için aday değil. Neden mi? Her şeyi genel başkan bilir. RTE, günlerdir liste üzerinde çalışıyormuş Demokrasiye bakın, tek kişinin kararıyla her şey oluyor. Yani tek kişilik demokrasi… Ne kadar güzel değil mi? Kongreye katılan tüm delegeler adına karar veren bir adam ve kimsenin sesini çıkarması olanaksız.
            
       Kongre yalnızca bir gün sürmekte. Bu demektir ki kimsenin hem parti hem de ülke sorunlarıyla ilgili tek tümce konuşması olanaksız. Çünkü zaman yok. Zaten kongre gündemine bakıldığında yasal formaliteleri yerine getirmenin yanı sıra RTE’ nin ağzından çıkacak sözler önemli.
            
     RTE’ nin, AKP kongresinde beklenen konuşmasında neler olacak? Öncelikle ülkemizdeki çeşitli siyasal grupların önemli isimlerinin partiye katılımı ilgi çekecek. Bununla kamuoyuna her kesimi kucaklayan parti görüntüsü verilecek. Bu yolla da bölücü anayasaya haklılık kazandırılacak. “İşte, partimizi, tüm siyasal kesimleri temsil edenler destekliyor. Bu demektir ki bizim politikalarımızı halkın çoğunluğu onaylıyor.” biçimdeki sözlerle halkın kafası karıştırılacak. Bazı kişilerde omurga olmadığından tüm söylediklerinin bugün tam tersini söyleyebiliyorlar. Yani tükürdükleri yanağı, dönüp kolayca öpebiliyorlar. Buna da uzlaşmak, özveri deniyor. Nasıl bir özveri ve uzlaşmaysa?
            
    Günlerdir kamuoyunda Oslo görüşmeleri tartışılmakta. RTE benzer görüşmelerin süreceğini söylemekte. AKP’nin sözcüleri, adeta birbirleriyle yarışırcasına yaptıkları açıklamalarda Apo’ nun affının da düşünülmesi gerektiğini açıklıyorlar. Tabi finali RTE yapıyor “Sürece İmralı dâhil edilmelidir.” diyerek. “Bölücü örgütün uzantılarıyla (BDP kastediliyor.) görüşmeyiz.” diyor başbakan. Peki, kimle görüşürsün? İmralı’yla…
            
    RTE’ nin kongrede yapacağı konuşmayı herkes merakla bekleyedursun. Biz ne söyleyeceğini şimdiden söyleyelim. Başkanlık sistemine geçilmesi gerektiğini söyleyecek başbakan. Aylardır bazı yandaş lafazanlar televizyonlarda başkanlık sisteminin nasıl demokrasi getirdiğinden söz etmiyorlar mı? RTE de bunu, hafta içinde katıldığı bir tv izlencesinde söyledi zaten. RTE ne cumhurbaşkanlığıyla ne de başbakanlıkla yetiniyor. Tüm yasama, yürütme, yargı yetkilerini kontrol etmek istiyor. Devleti tek adam olarak yönetmek amacı. Bu arada partisinden de elini çekmek istemiyor.
            
    Başkanlık sistemi özerklik ya da federal sistem olmadan uygulanmaz. Bu nedenle PKK’nın vazgeçilmezi olan özerkliğin de bu kongrede yolu açılacak. Yerel yönetimleri güçlendiriyoruz adı altında özerklik gündeme oturacak. Türkiye, özerk bölgelere ayrılacak. Böylece de Türkiye’yi bölme planı gerçekleştirilmek istenecek.
            
     Son günlerde artan terör olayları da özerkliği topluma dayatmak içindir. Halka “Bakın, her yolu denedik, terör bir türlü durmadı. Tek çözüm özerklik.” diyerek başka çıkar yolun olmadığı vurgulanacak. Böylece de bu iş oldubittiye getirilmek istenmekte.
            
     Türkiye’yi bölme planlarını, demokrasiymiş gibi halka sunmak bir aldatmacadır. Bu konuda yurttaşlarımız uyanık olmalı. Kendisi ve partisi demokrat olamayanların ülkeye demokrasi getirmeleri olanaksızdır. Bölücülük zehrini, demokrasi şekerine sararak halkımıza içirmek istiyorlar. Artık uyanma zamanı değil mi?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       29 Eylül 2012
            Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

ERDEMLİ BİR ADAM, NEŞET ERTAŞ


       Bu sabah “Bozkırın Tezenesi” Neşet Ertaş’ın ölüm haberiyle güne başladık. Büyük ozana Tanrı’dan rahmet, ailesine sabır, Türk Ulusuna da başsağlığı diliyorum.
            
       Bozlaklarla tanışmam, evimize radyonun gelmesiyle başlar. Çok küçüktüm, henüz okula başlamamıştım ve radyoda seslendirilen tüm türkülerin bağımlısıydım. Dinlediğim türküleri ezberleyip söylemem de bu yaşlardadır. O türküler yürek tellerimizi titretir, zaman gelir boğazımızı düğümler, bilmediğimiz uzak diyarlara götürür, türlü hayallere yolculuk ettirirdi. Türkiye’yi tanıma, öğrenme, gezme merakımın oluşmasında türküler önemli yer tutar. İşte, Neşet Ertaş’ı da yaşamımın ilk yıllarında tanıdım, tıpkı babası Muharrem Ertaş gibi.
            
       Ben beni bildim bileli yolculuk yaparım. Çocukluğumda şehirlerarası yolculuklar uzun sürerdi. Hem yollar kötüydü hem de araçlar teknolojik bakımdan geriydi. Konforsuz araçlarda yolculuk, çoğu zaman eziyete dönüşürdü. Akşamleyin bindiğimiz otobüs dağlar, ovalar, bozkırlar, köyler, kentler aşıp ertesi sabah Ankara’ya ulaşırdı. Ankara’ya giriş, çoğu zaman benim için tadına varılmaz bir andı. Otobüsün sürücüsü Ankara radyosunu gece boyu dinlerdi. Ben, yolculukta uyumayan biri olarak sabaha kadar radyodan türküleri dinler, ay ışığının alacakaranlığında Çorum, Kırıkkale ve Ankara bozkırlarını seyredip hayal âleminde yiterdim. Hele sabaha karşı Muharrem ve Neşet Ertaşlar, Çekiç Ali, Hacı Taşan söylediğinde hayal evrenim otobüsün içinden kanatlanıp uçar, bozkırda buğday kokusuna karışıp yok olurdu.
            
     Neşet Ertaş, erdemli insan olmanın iyi bir örneğidir. Yokluk içinde kıvranırken kendisine teklif edilen devlet sanatçılığını, “Ben halkın sanatçısıyım.” diye reddetmesi, erdemin en büyüğüdür. İçinde yaşadığı ekonomik darlığa umar olacak bir maaşı da kabul etmemiş oluyor büyük sanatçı böylece. İşte insanı erdemli ve büyük yapan da bu değil midir? Hele üç kuruş için üç bin takla atan sözde sanatçıları gördükçe Neşet Ertaş’ın nasıl bir erdem gösterdiği daha iyi anlaşılır.
            
      “Cahildim dünyanın rengine kandım/  Hayale aldandım boşuna yandım/ Seni ilelebet benimsin sandım/ Ölürüm sevdiğim zehirim sensin/ Evvelim sen oldun ahirim sensin” Ozan’ın bu dizelerinde terk edildiği bir aşkın sonunda özeleştiri var; ancak her şeye karşın âşık olduğu kişiye karşı duygularının değişmeyeceğini söylemekte. Gecelik kaçamaklarını aşk diye anlatıp “aşk” sözcüğünü ayağa düşürenlerin anlayamayacağı bir şey bu.
            
     “Bilirim sevdiğim kusurun yoğdu/ Sana karşı benim hayalim çoğdu/ Felek bulut oldu üstüme yağdı/ Yaşları gözüme dolan dünyada” Bu dörtlük, “Ah Yalan Dünya” dan. Sevdiğine toz kondurmayıp kusur bulmayan, her şeyi ters giden bir talihe bağlamakta Ozan. Şimdilerde böyle mi? Sevgilisinden ayrılan; ağzına geldiğini söylemekte, küfürler, beddualar havalarda uçuşmakta. İşte, gerçek aşkı; akan suyun duruluğunda, esen yelin ferahlığında, kır çiçeklerinin güzelliğinde görmekteyiz Neşet Ertaş’ta. Her ne olursa olsun sevgiyi, sevgiliyi koruma, ona saygı duyma.
            
     “Gönül dağı yağmur yağmur varan olunca/ Akar can üstüne sel gizli gizli/ Bir tenhada can cananı bulunca/ Sinemi yaralar yar oy yar oy yar oy yar” Burada ozan herkesin gönül dağındaki sevileri ayaklandırıp harekete geçirmekte. Gönül dağlarımızdaki fırtınaları, yağmurları, rüzgârları, dalgaları ancak biz biliriz. Gönlün solmaya başladığında, rengini, heyecanını, titreşimlerini yitirdiğinde insanlıktan söz edilebilir mi?
            
     Konserleri sırasında terleyip bunaldığı zaman ceketini çıkarmak istediğinde seyircilerinden izin alan gerçek bir sanatçıydı o. Seyircesine küfrederek milyon dolarlar kazanan kof sanatçı müsveddelerini gördükçe büyük ustanın değeri daha da çok anlaşılmakta. Olgunlaşan başağın boynu hep eğiktir, dimdik duran boş başakların tersine.
            
    Neşet Ertaş sayısız besteye imza attı. Herkesin dilinde söz, gönlünde yoldaş oldu. Halkın yüreğindeki duyguları, duru Türkçesinin tüm doğallığıyla dile getirdi. Yapıtlarıyla ölümsüzlüğe erişti; tıpkı Yunus, Karacaoğlan, Köroğlu, Pir Sultan, Veysel, Mahsuni… gibi. Yüzyıllar geçse de hep dilde ve yürekte olacak büyük ozan. Üç kuruş uğruna, küçük ve geçici bir koltuk için her türlü yola sapanları kim anımsayacak?
            
    Erdem; sevdanın arkasında durmak, dünya malına tamah etmemek, günlük çıkarları, zevkleri elinin tersiyle itmek, gönül adamı olmak değil midir? İşte, yüce gönüllüğün örneği bir insan, Neşet Ertaş. Belki bir an da olsa bazı taşlaşmış yüreklere “Acaba?” sorusunu sordurabilecek mi? Mekânın cennet olsun!
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  25 Eylül 2012
            Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

BABALIK VE KOCALIK HAKLARI



         Balyoz davası; sahte cd’leri, uydurma iddiaları ve sonuçları itibarıyla uzun süre konuşulacağa benziyor. 10.Ağır Ceza Mahkemesinin bir kararı var ki üzerinde durmadan geçmek ayıp olur.
         
     Üç yüz yirmi beş sanık “babalık ve kocalık haklarından men” edilmekte mahkemece. Ne yazık ki sanıkların üçü de kadın. Bir yıldan daha çok ceza alan kişilere uygulanan bir yaptırım bu. Yani 2003’te geçerli olan 765 sayılı TCK’nin 33. maddesi.

Mahkemenin bu kararı yasalara aykırı mıdır? Değil. Ancak bugüne kadar hiçbir mahkeme kararında bu madde açıkça yazılmadı. Balyoz’da ise açık açık yazılamakta. Neden mi? Sanıkları rencide etmek amaç, onlara itibar yitirtmek.

Daha önce ilgili ceza maddesinin yalnızca adının yazılmasının nedeni, aile kurumuna gösterilen saygı.

Dünyanın her yerinde aile korunup saygı görür. Ailelerin parçalanıp dağılmasını, aklı başında kimse istemez. Sağlam aile kurumu demek, sağlıklı toplumsal doku demek. Hele aileye dışarıdan müdahale, hiçbir ahlak kuralına uymaz, doğru da bulunmaz.

Mahkemenin bunu açıkça yazması aile kurumuna karşı olumsuz bir davranıştır. Bununla sanıkları babalık ve kocalık yapamayan adamlar pozisyonuna düşürmek istemekteler. Kamuoyunda yeni bir linç kampanyasıdır bu. Çok yazık! Bir kişiyi, aile gibi en duyarlı noktadan vurmak hangi toplumsal yasayla açıklanabilir? Hem ulusal geleneklerimize hem de İslam öğretilerine böyle bir davranış uyar mı? Bir kişi, babasıyla ilişkisini sana mı soracak? Bir kadın kocasıyla evliliğini sürdürmek için senin kararına mı gereksinim duyacak?

Kocası ceza aldı diye eşini boşayıp ailesini dağıtacak ahlaki zayıflıkta mı görmektesiniz Türk kadınını? Bir evladın, cezaevindeki babasından vazgeçerek  onu babalıktan reddedebileceğini nasıl düşünebilirsiniz?

Son on yılda toplumumuzu bir arada tutan değerler bilinçli ellerce aşındırılıp yok edilmekte. Şimdi sırada aile var. Zaten yıllardır aile şefkatine muhtaç çocuklar, tarikat yurtlarında devşirilmiyor mu? Devşirilen kişi, acımasız olur; toplumsal değerler yerine, devşirmeci dar kalıplara hapsolur.

Ulusal değerler de insanlık erdemleri de aile toprağının sevgiyle beslendiği, saygıyla kişiliğin oluşturulduğu kutsal toprağında boy atmaz mı?
                                               
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               24 Eylül 2012
Not: Yazılarımın tümüne http://adiladalet.blogspot.com dan ulaşabilirsiniz.

BALYOZ!


            Özel yetkili mahkeme, 20 Eylül Perşembe günü Balyoz Davasının kararı açıklanacak, dedi. Oysa daha önceden Cuma günü açıklanacağı söylenmişti. Bu haberi işittiğimde bir akraba evinde konuktuk. “Yok, bugün açıklanmaz!” dedim. Bana nedeni sorulduğunda Cuma günü Silivri’de olası bir mitingi engelleme amacına yönelik bir taktik olduğunu söyledim. Gecenin ilerleyen saatlerinde kararın ertesi güne kaldığını açıkladı mahkeme.
            
        Mahkeme, Cuma günü saat 14.00’te kararın açıklanacağını söyledi. Televizyonlar, gazeteler ve sosyal medya tetikteydi. Herkes sonuçla ilgili tahminlerde bulunmaktaydı. Özellikle televizyonlara çıkan yorumcular evlere şenlikti.
            
       Sosyal medya da hareketliydi. Herkes nefesini tutmuş, kararı beklemekteydi. Tam bu sırada sosyal medyada borsa kapanmadan karar açıklanmaz, dedim. Çünkü cezalar en üst seviyeden ağır olacaktı tahminime göre. Eğer hafif cezalar söz konusu olsaydı, mahkemenin beklemesine gerek yoktu. Ağır cezalar verdiler ki borsa bekleniyor. Ağır ceza demek, demokrasinin ve hukukun rafa kaldırılması demek. Bu da borsayı dalgalandıracak bir etmen. Borsanın ani düşüşü, pamuk ipliğine bağlı ekonomiyi krize sokar. Bu da AKP iktidarının sarsılması demek. Başından siyasi başlayan Balyoz yargılaması, kararın açıklanma biçimiyle daha da siyasallaşıyor, sonucu ile de politik bir linç operasyonu olduğu tescilleniyordu.
            
     Öyle bir bağımsız(!) mahkeme düşünün ki borsayı, ekonomik krizi, bunun sonucunda da siyasal gelişmeleri hesaplasın… Ülkemizde yargıya, siyasetin müdahale etmediğini söylemek ne kadar gülünç değil mi?
            
        Mahkeme kararı açıklandığında şaşırmadım. Çünkü ilk tutuklamalar başlandığında cezalar belliydi. Belli olan cezalar dün kamuoyuna bildirildi, tüm dünyadaki siyasal davalarda olduğu gibi.
            
        Mahkeme kararının duyulmasından sonra haber kanallarının yandaş gazetelerin köşe yazıcılarının önünde yorum almak için kuyruk olması acınacak bir durum. Bu da özgür medyamızın görünümü.
            
       Kahramanları zindanlarda rehin tutulan ülkemin dağları da teröristlere terk edildi. Dağdaki eşkıya, kahramanların yokluğunda kentleri abluka altına almakta.

Okyanus ötesinden alınan buyruklarla TSK’nin eli kolu bağlanmakta. Türk Ulusunun ordusu kendi topraklarında tutsak. Hem de tek kurşun atmadan… Ordusu tutsaklaşan bir ulus ne kadar yaşayabilir? Uydurma suçlamalara ve iftiraya sessiz kalan yurttaşlar bağımsızlıktan, özgürlükten nasıl söz edecekler? Diktatörlük, tutsaklık zehri demokrasi şekerine sarılarak toplumu uyutmak için kullanılmakta.

Balyoz bir diktatörün zalim eliyle halkın kafasına vuruluyor.

Mahkemede son söz olarak “Vatan sağ olsun!” diyen kahramanlara saygı duymaktan başka ne yapabiliriz?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           22 Eylül 2012
Not: Mahkeme karından önceki paylaşımlarımı görmek içim Twitter ve Facebook hesabıma bakılabilir.

EZBER BOZMAK MI?



           CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, 17 Eylül günü Menderes’in mezarını idamının yıldönümünde ziyaret etti. Hem ziyaret hem de ziyaret sırasındaki açıklama ilginç.
            
      “Eğer Türkiye’nin barışa ihtiyacı varsa, huzura ihtiyacı varsa ve bu bir ezber bozmakla gerçekleşecekse evet ben buraya bir ezberi bozmaya geldim. CHP Genel Başkanı olarak arkadaşlarımla beraber sade, elimizde birer çiçekle buraya geldik. Tarih bize ders verdi, dersimizi aldık ve öğrendik.” Bu sözler, Kılıçdaroğlu’na ait. Sanki toplumsal barışı CHP bozmuş da bozduğu barışı da bu ziyaretle düzeltmeye çalışıyor. Böyle bir anlayış tarihsel gerçeklerle çelişmez mi? Menderes’in idamını önlemek için başta İsmet Paşa olmak üzere CHP’li yöneticilerin gösterdikleri çabayı inkâr etmek yakışık alır mı? Böylesi bir ziyaretin, öteden beri CHP’yi darbeci gösteren bazı güç odaklarının yalanını onaylamak olmaz mı?

Yıllardır düzenbaz, halk yardakçısı sağ politikacıların halk arasında yaydığı “Menderes’i CHP astırdı.” yalanını gerçeğe dönüştürmek, CHP yöneticilerinin işi olmasa gerek. Cumhuriyet tarihini kötülemek amacıyla yalanlar üzerinden bir masumiyet politikası oluşturan sağ siyasetçiyi onaylayacak mıyız, yoksa saptırmaları, yalanları ortaya mı çıkaracağız.

YCHP yöneticilerinin suçluluk duygusuna kapılarak her türlü suçlamayı kabullenip özür dilemesi ya da mezar ziyaretine benzer tavırlar göstermesi anlaşılamaz. 1961’tan sonra CHP’nin hiçbir yöneticisinin ağzından ya da kaleminden Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarını onaylar nitelikte bir tek sözcüğün çıktığını gören, işiten, okuyan var mı? Böylesine haklı bir durumda yalana teslim olmaktaki amaç nedir?

YCHP yöneticileri, bu yolla merkez sağ seçmenden oy alacaklarını sanmaktalar; bu, büyük yanılgı. Menderes’in ardılı olan siyasal partilerin neden politika alanından silindiğini araştırsalar yanılgılarını düzeltmiş olurlar. Sağ seçmenden oy almanın yolu sağcılaşmak değil, solculaşmaktır. Neden mi? 1957, 1973, 1977 seçimlerinin sonuçlarına inceleyerek CHP’nin oy patlamalarına bakın. Ne İnönü ne de Ecevit sağa öykünerek değil, sol programlarla sağ seçmenden büyük oranda oy aldılar. YCHP yöneticilerinin yönettikleri partinin tarihine ivedilikle öğrenmeye gereksinmeleri var.

Oysa pazartesi sabahı kamuoyu on iki şehidi konuşmaktaydı. Bingöl’de polislerin şehit edilmesi ihmaller zincirinin bir sonucu. İsterdim ki ana muhalefet lideri, bu konunun üstüne gitsin; iktidarın teröre karşı duyarsızlığını, beceriksizliğini kamuoyuna anlatsın. Ama yok, üstüne vazife olmayan işlerin peşinde muhalefet.

Pazartesi sabahı Hatay halkının terör kamplarına onurlu direnişinin konuşulacağı zamandı. Ancak “Menderes Açılımı” bunu bastırıp sumen altı etti.

17 Eylül sabahı Türkiye’de 4+4+4 uygulanmaya başlandı. Yani Cumhuriyet Devriminin en büyük darbeyi yediği gündü. Eğitim dinselleştiriliyor, Ortaçağ anlayışına teslim ediliyor YCHP yöneticileri mezar ziyaretinde. İsterdim ki tüm CHP yöneticileri ve milletvekilleri farklı okullara giderek eğitimdeki kargaşaya, velilerin çaresizliğine dikkat çeksin. AKP’nin eğitimi soktuğu çıkmaz sokağı kamuoyuna göstersin.

Sayın Haluk Koç’un Oslo rezaletindeki mutabakat metnini açıklaması, AKP’yi köşeye sıkıştıracak bir gündem. Ama bunu sürekli olarak kamuoyunda sıcak tutacak siyasetçilere gereksinim var.

Kılıçdaroğlu ve arkadaşları bir kez daha gündemi saptırarak AKP’ye rahat nefes aldırdılar. Kamuoyu şehitler, Hatay, Oslo, gerici eğitim yerine Menderes’in mezarına çiçek koyan CHP’lileri konuştu. Evet, ezberler bozuluyor, ama kimlerin? Yalnızca sağcılaşmada umar arayan YCHP yöneticilerinin. Atatürkçü laik seçmeni, çantada keklik gören yöneticilerin ezberleri fena bozulacak gibi.
                                               
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               18 Eylül 2012