HALKI SUÇLAMAK MI, İKNA ETMEK Mİ?


            Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Beklendiği üzere RTE kazandı. Ne yazık ki siyasal partilerden hiçbiri, seçimde yenildiğini kabul etmiyor. Seçimden sonra CHP ve MHP genel başkanlarının seçim yenilgilerinin sorumluluğunu “boykotçulara” yüklemeleri ilginçtir.
           
         Siyaset; halkı ikna etme, kitleleri yönetme, insanları bir amaca yöneltme sanatıdır. Bir siyasal parti, politikalarını halka sabırla anlatmalı ve onu yanına çekmeli. Siyasetçi başarıya ulaşmak istiyorsa halka güvenmeli. Başarısız olduğunda halkı suçlamak, azarlamak bilgisizlik kokan tipik bir şark kurnazlığı ve sorumluluktan kaçmaktır.
            
       Dünyada hangi işi yaparsanız yapın başarısız olduğunuzda öncelikle başarısızlığınızın nedenlerini bulmalısınız. Başarısızlığını, türlü bahaneler yaratarak örtbas edenlerin yaşamları süresince başarıya ulaşmaları olanaksızdır. Bahane üretmeyeceksin, iş üreteceksin.
           
        “Efendim, tatilciler gelip oy kullanmamış.” Yaylacılar döndü mü? Tatilde olamayanlar sandığa gitti mi? Tatilcileri, yaylacıları, evinde oturup yanı başındaki sandığa gitmeyenleri oy kullanmaya ikna edecekler kimlerdir? Elbette siyasetçiler... Sen, halkı ikna edemiyorsan, onun güvenini kazanamıyorsan suç yurttaşın mı, yoksa senin midir?
           
          Ekmeleddin İhsanoğlu için bir miting düzenlemeyen CHP ve MHP yöneticilerinin halkı suçlamaları anlamsız, ve haksızdır. İhsanoğlu, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli bir mitingde el ele halkın karşısına çıktılar mı? CHP ve MHP yöneticileri, gösterdikleri adayın bile arkasında duramadılar. Onun kazanması için gerekli çabayı göstermediler.
         
         Sen, eğer halkın homurtusunu işitmezden gelirsen, bangır bangır bağıran aydınları hiçe sayarsan, yaşamı boyunca CHP’nin kapısından geçmemiş Atatürk düşmanlarının sözünü dinleyerek politikalar oluşturursan Tayyip’i Çankaya’ya “tıpış tıpış” çıkarırsın. Bu durumun ortaya çıkınca da halkın suçlama, sorumluluğunu seçmene yükleme!

CHP ve MHP başarılı olmayı istediler mi acaba? Bence istemediler. Eğer başarılı olmayı, kazanmayı isteselerdi, kazanırlardı. Çünkü koşullar, AKP ve RTE’nin kaybetmesi için uygundu. AKP tabanında da bile Erdoğan itibar yitirmekteydi. Halk nezdinde güvenilirliği hızla azalan Erdoğan’a Çankaya yolunu açmak, ancak muhalefetin acemice davranmasıyla olurdu ve böyle de oldu.

Adaylık süreci başlamadan önce, hemen yerel seçimler sonrasında, bir dizi yazı yazdım. Olası yanlışlar için uyarı görevimi yaptım. Türkiye’nin birçok aydını da aynı duyarlılığı gösterdi. Kısacası araba devrilmeden önce yol gösterildi, ama bu yol ısrarla görülmedi. Özellikle CHP yönetimi, eleştirilere ve uyarılara kulak asmadı.

İhsanoğlu, aday gösterildikten sonra da birçok köşe yazarı, demokratik kitle örgütü yöneticisi çekincelerini belirtti. Çatı adayının halkta karşılık bulmadığını açık yüreklilikle dile getirdik. Ne yazık ki Kılıçdaroğlu bu eleştiri ve uyarılara kulaklarını tıkayıp “Ekmel Bey’i tanıdıkça seveceksiniz.” ya da “Herkes tıpış tıpış sandığa gidecek.” biçiminde söylemlerle seçmeni sandığa gitmemek için adeta kışkırttı. Halka saygı göstermeyen, onu kapıkulu gibi gören bir zihniyet, seçim başarısızlığının en büyük sorumlusudur.

30 Mart seçimlerinde de birçok hata yaptı CHP yönetimi. Çok eleştirildiler. Yerel seçimler başarı gibi gösterildi rakam oyunlarıyla. Oysa 30 Mart’ın sağlıklı bir özeleştirisi yapılmış olsaydı parti organlarında, 10 Ağustos’ta RTE Çankaya’ya çıkamazdı.

“Ben yaptım, oldu.” anlayışı feodal bir tavır. Sen, halkın istemediği kişileri aday yap. Halk da zorunluluktan, yani AKP kazanmasın, diye oy versin. Göreceli bir başarı kazan. Sora bundan ders almayıp her sefer aynı despotizmi uygula. Halk oy vermeyince de seçmeni suçla! Sen, necisin, niye oturuyorsun o koltukta o zaman? Tayyip’e Çankaya yolunu açmak için mi CHP’nin genel başkanlık koltuğunu işgal etmektesin?

Öncelikle bir konuda kamuoyu aydınlatılmalı. Kılıçdaroğlu, şu soruya dürüstçe yanıt vermeli. Belki de yaşamı boyunca CHP’ye yapacağı en büyük hizmet olur bu. Ey Kılıçdaroğlu, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığını kulağına kim ya da kimler fısıldadı? Bu soruyu Bahçeli’de yanıtlamalı. Türkiye, en yaşamsal seçimine giderken Cumhuriyet güçlerini, kimlerin oyuna getirdiğini bilmek her yurttaşın hakkıdır.

Ey Kılıçdaroğlu! Ey Bahçeli! Başarısızsınız. Cumhuriyet’e, Atatürk Devrimine, ulusal bütünlüğümüze, dünyadaki saygınlığımıza zarar verdiniz. Halkı kandırarak Erdoğan’ı Çankaya’ya çıkardınız. Artık işgal ettiğiniz koltuklardan kalkın. Kalkın ki önümüzdeki genel seçimlerde Türk Ulusu, AKP belasından kurtarsın kendini. Yoksa siz o koltuklarda oturmayı sürdürürseniz, başımıza yeni Tayyipler bela edeceksiniz.

Gidin de Türkiye’yi eşbaşkanlardan, Ortaçağ özentilerinden, yağmacı asalaklardan, düzenbaz şeytanlardan kurtaralım.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           11 Ağustos 2014



ABD, IŞİD’İ NEDEN VURDU?


IŞİD, Suriye’de doğup büyüyen bir örgüt. Esat yönetimine karşı ABD, Katar, Suudi Arabistan ve AKP tarafından desteklendi. Kendisine bu ülkelerce umut bağlandı, Esat’ı yıkar diye.

IŞİD’çiler, önceleri El Nusra içindeydiler. Fazla dikkat çekmediler. Sonradan kafa kesme, öldürdükleri kişilerin kalplerini, ciğerlerini çiğ çiğ yemeleriyle herkesin ilgisini çekmeye başladılar. Yaptıkları vahşet, o kadar korkunçtu ki anlatılır gibi değildi. Bu vahşeti izleyenlerin kanı dondu. İnsanlık adına utanç duydu IŞİD’in videolarını izleyenler.

IŞİD’in Musul’u işgal etmesiyle tüm dikkatler bu örgüte çevrildi. Suriye’de yaptıkları vahşeti, Irak’ta da yaptılar. Kafa kesme, sivilleri kurşunlama, ölenlerin eş ve kızlarını cariye alma, işgal ettikleri yerlerdeki insanların mallarına el koyma gibi eylemleri hayretle izlendi.

Musul’u ele geçiren IŞİD, önce Bağdat’a doğru genişletti etki alanını. Sonra Kuzey’e yöneldi. Şiileri kesti, doğradı. ABD’den ses yok! Türkmenleri sürdü, öldürdü. ABD’den tek sözcükle protesto yok! İslam’ın kutsallarını dinamitle havaya uçurdular. Hem ABD hem de İslam dünyası dilini yuttu. Hani inançlara saygı vardı? Iraklı Hıristiyanlara saldırdı IŞİD. Yaktı, yıktı, öldürdü. ABD’den “Tıs!” yok! Yezidileri yerle bir etti. Öldürdüklerinin eş ve kızlarını cariye aldıklarını duyurdular bütün dünyaya... ABD’nin umurunda olmadı.

Ne zaman ki IŞİD, Barzanistan’ın sınırlarını aştı, PKK kamplarına yaklaştı. Peşmerge denilen sözde savaşçıların ödlekçe dağıldıklarını gördü ABD... İşte, tam bu sırada IŞİD’e “Dur!” dedi. Neden mi?

ABD, Barzanistan’ın (yani ikinci İsrail’in) yıkılıp dağılacağını düşündü. Çünkü ABD’nin Ortadoğu’da asıl müttefikleri İsrail ve Kürtçülerdir (Kürtler değil.). Ilımlı İslamcı örgütler, siyasetçiler ABD’nin asıl amacına ulaşmak için kullandığı araçlardır. Araçlar, işleri bitince terk edilir. Ya da çizmeyi aştıklarında kulakları çekilerek onlara ne oldukları anımsatılır. Kısacası, hadleri bildirilir. Emperyalizmin aleti olan örgütler, efendilerinin izin verdiği ölçülere göre davranmak zorundalar. Ölçü aşılmamalı, çizgiler geçilmemeli.

ABD, IŞİD’i bombalayarak kendisiyle iş yapan İslamcı gruplara açıkça kullanıldıklarını söylemiştir. ABD denetimindeki Kürtçü grupları ezilenlerin savaşımını veren kahramanlar(!) olarak gören bir kısım solcunun da gözlerini açma uyarısıdır bu. Unutulmamalı ki, emperyalizmin kolları arasında halk hareketi olmaz.

Ortadoğu’da ABD’nin iki savaşı var: Birincisi enerji kaynaklarını elinde tutmak... İkincisi ise İsrail’i yaşatmak... Bu nedenlerle yeni İsrailler yaratmak... Ortadoğu halkları; mutlu, huzurlu, barış içinde yaşamak istiyorsa öncelikle ABD’nin bu planını bozmalıdırlar. Emperyalizmin etnik ayrılıkları ve inanç farklılıklarını körükleyen politikalarına alet olunmamalı.

IŞİD de AKP de diğer örgütler de ABD çıkarları için savaşım vermekteler, İsrail ve Barzanistan’ın varlığı için çalışmaktalar. Bunun içindir ki, Ortadoğu’da çağdaşlık adına ne varsa İslamcı örgütlerce yerle bir edilmekte. Çünkü bölgedeki çağdaş oluşumlar, ABD’ye köleliği reddeder, ulusal varlıklarına ve kaynaklarına sahip çıkar.

Artık uyanma zamanı gelmedi mi? Oynanan oyun ne zaman fark edilecek? Ortadoğu paramparça olduğu zaman mı?
                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           10 Ağustos 2014

OBAMA’YI GİZLİ NUMARADAN ARASAYDIN YA...

                        
Ortadoğu karıştı. İsrail, Gazze’ye saldırdı. Dünya lideri Erdoğan şaşkına döndü. Çünkü Ortadoğu’da Hamas lideri ve Barzani’den başka konuşabileceği kişi neredeyse kalmadı. Kişi, dünya lideri olunca sorumlu hissediyor kendini.

İsrail’e “Dur!” deyince durdurması gerek. Bağırıyor, çağırıyor, köpürüyor miting alanlarında. Dinleyen yok! İsrail’e ağzına geleni söylüyor, kimse ciddiye alıp da tek sözcüklük yanıt vermiyor. O köpürdükçe alanlarda onu dinleyenler, şimdi gidip İsrail’i yutacak sanıyor; ancak işin aslı öyle değil.

Alıştığı üzere ABD’nin kapısını çalıyor RTE. Günlerce ABD Başkanı Obama’ya telefonla ulaşmak, konuşmak istiyor. Ne yazık ki telefonuna yanıt veren yok!

Burada Obama’nın büyük ayıp ettiğini de söyleyelim. Böyle seçim arifesinde insan eşbaşkanının telefonuna çıkmaz mı? Adam Ortadoğu’da senin için uğraşsın. Sen kalk telefonlarına yanıt verme! Çok ayıp, çok...

Obama yanıt vermeyince telefonlarına... Aklına yeni bir kurnazlık geliyor. Zaten onun işi kurnazlık. Kaç seçimdir kurnazlıkla kazanmadı mı? Dün ak dediğine, bugün kara demedi mi? Hem de nasıl... Yolsuzluk kayıtları ortaya saçıldığında bile kurnazca yalanlarla sıyrıldın bu işten.

RTE; kendisi Obama’ya ulaşamayınca Cumhurbaşkanı Gül’den ABD Başkanını aramasını istiyor. Obama saf ya... Anlamayacak Gül’ün niye aradığını. “Pat!” diye açacak telefonu. Aslında bu senaryoda bir şey eksik. Erdoğan, Gül’ün yanında hazır beklemeliydi. Obama, telefonu açar açmaz RTE, Gül’ün elinden telefonu kapıp konuşmalıydı. Tabi “Van minit dinle, Obama kardeş!” demeyi de unutmamalıydı.

RTE, kırk renge girdiği Danıştay toplantısında Gül’ü bir işaretle peşine takıp götürdü ya... Eee, Obama’yı ara deyince,  arar sandı. Gül, işin farkında... Bozum olmamak için aramadı tabi ki...

Sakın şaşırmayın Erdoğan’ın bu isteğine. Ülkemiz insanının, özellikle ergen gençlerin sevgilileri ve arkadaşlarıyla konuşmak için çokça başvurduğu bir yöntemdir bu. Telefona çıkmıyorsa karşındaki, aratırsın yanındakilerden birine...

Ancak Erdoğan sanırım sinirden olacak bir şeyi eksik yaptı. Gizli numaradan aramalıydı Obama’yı. Hani, ülkemizde ergen gençlerin sık sık başvurdukları bir yöntemi denemeliydi. Belki Obama yerdi bu numarayı... Şaştım buna işte... Benim bildiğim RTE, arardı gizli numaradan, neden aramadı ki? Erdoğan, kurnazlık konusunda gerilemeye mi başladı ne?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           6 Ağustos 2014
                                                          


AKP Mİ, CEMAAT Mİ?


AKP ile Cemaat uzun süredir çatışmakta. Başlangıçta kamuoyundan saklanarak verilen güç savaşı, yerel seçim öncesi açıkça ve her iki tarafın tüm olanaklarını kullanmasıyla sürdürülmekte. İktidarın iki ortağının bu savaş için uzun süredir yığınak yaptığı da gözlerden kaçmamakta.

AKP ve Cemaat, 2002’den beri iktidar ortağıdırlar. Cumhuriyet yıkıcılığını, birlikte yaptılar. TSK’ya kumpası, birlikte kurdular. Cumhuriyet aydınlarını, birlikte tutsak ettiler. Laik eğitim sistemini, birlikte mahvettiler. Yargıyı, birlikte siyasallaştırdılar. Polisi, suçsuz kişilere tuzak kurma aracı durumuna birlikte getirdiler. Haksız rekabetle iktidar olanaklarını kullanarak birlikte varsıllaştılar. Türkiye’nin emekçi halkını, birlikte yoksullaştırdılar. BOP eş başkanlığında birlikte görev yaptılar. Ortadoğu’da oluk gibi kan akarken ellerini birlikte ovuşturdular ve bir damla gözyaşı dökmediler. Türk tarımını ve hayvancılığı, birlikte çökerttiler. Yerli sanayiyi, birlikte ortadan kaldırdılar. Kamu mallarını, birlikte eşe dosta peşkeş çektiler. Yeşil aklanları, birlikte yağmaladılar. Türk bilim yaşamını el birliğiyle mezara gömdüler. Merkezi sistemle yapılan her türlü yansızlık ilkesini birlikte bozdular. Sınav sorularını birlikte aşırdılar. Yazıyı uzatmamak için her şeyi sayamayacağım. Toplumdaki ahlak çöküntüsünün nedeni de ikisidir. Eğer toplum, hırsızlıkları kanıksamaktaysa suçlusu AKP ve Cemaat’tir. Bu yolsuzluk, hırsızlık düzenini birlikte oluşturdular. Bugün yaşamımızda ne kadar olumsuzluk varsa hepsini birlikte yaptılar. Birini, ötekinden ayırmak olmaz. Çünkü suç ortağıdırlar, topluma hesap vermelidirler.

AKP ve Cemaatten birisinin yanında yer alan kim olursa olsun yanlış yapar. Her ikisinin de suçu aynıdır. Birinin günahı, diğerinden bir gram bile eksik değil. İkisi de masum değil. Ama ikisi de zalimdir. İkisi de yalandan beslenmekte. İkisinin de kökü dışarıdadır. İkisi de halkı kandırmaktadır. Yok, birbirlerinden farkları.

Dünün zalim kumpasçıları, kalkmışlar bugünün masumu olmaya çalışmaktalar. Sanki TSK’ya ait kozmik oda bilgilerini çarşıya pazara düşüren onlar değilmiş gibi. Suçsuz yere tutsaklaştırılanlar, onların yüzünden hapishanelerde ölmemiş gibi kuzu postuna sarılmaktalar. Ergenekon ve Balyoz tutsakları sahte delillerle tutukevlerine dolduranlar onlar değilmiş gibi kamuoyu desteği istemekteler muhalefetten.

Bazı dostlarımız, AKP iktidarının Cemaat’ten hesap soramayacağını söylemekteler. Haklıdırlar... Devlet içinde yuvalanmış Cemaat’ten hesabı AKP değil, halk soruyor, halk... Son yıllarda gittikçe yükselen halk hareketleri olmasaydı, AKP-Cemaat kavgası başlar mıydı? Bu kavga batmakta olan iktidar gemisinin mallarını paylaşma kavgasıdır. Her şey düzgün giderken neden kavga çıkarsınlar ki?

AKP iktidarı döneminde hukuk ayaklar altına alındı. Yargı, İktidarın (AKP-Cemaat) isteği doğrultusunda siyasallaştırıldı. Ama yine Türkiye’de, Cumhuriyet’i koruyacak savcılar, vicdanıyla hareket edecek yargıçlar var. Bu savcı ve yargıçlar iktidar istese de istemese de şu anda sürdürülen hukuksal sürecin içine girecekler.

AKP’liler, Cemaat’i neyle suçlamaktalar? RTE ve bakanların telefonlarını izinsiz dinlediklerini söylemekteler. Peki, dinleme kayıtları ortaya çıktığında ne demişti AKP’liler? “Bu kasetler montajdır, dublajdır...” gibi sözlerle yalanlamışlardı. Adında “bilim” sözcüğü olan AKP güdümlü kuruluş “kasetlerin hece hece montajlandığını” sözde raporla açıklamıştı.

Kısacası AKP’liler, iki seçenek arasındalar. Ya eski düşüncelerinde diretip “Montajdır.” deyip Cemaatçi polislerin suçunu ortadan kaldıracaklar... Ya da dinleme kayıtları doğrudur diyerek bu polisleri hapsedecekler. İkinci seçeneği yeğlediklerinde, o zaman dinleme kayıtlarındaki rüşvet ve yolsuzluk konuşmalarının da gerçek olduğunu kabul etmiş olacaklar. Böyle bir durumda harekete geçecek bir savcı çıkmaz mı? AKP’nin “paralel devlet” konusunda atacağı her adım, kendisini de sanık sandalyesine yaklaştıracaktır. Hele kavga biraz daha derinleşsin, bakalım. Ortaya ne kirli çamaşırlar çıkacak göreceğiz.

AKP’nin memurları, “paralel devleti” örgütlerken hükümet ne yapıyordu? Memurun işlediği suçta, amirin hiç mi sorumluluğu yok?

Muhalefet partileri, “paralel devlet” soruşturmasının derinleştirilmesini istemeliler. Destek olmalılar bu soruşturmalara. Eğer AKP’yi yıkmak istiyorlarsa bu yoldan gitmeliler. İşin eninde sonunda AKP’ye dayanacağını görmeliler. Suç ortaklıkları açıkça ortada olanlardan birinin, yargıdan sıyrılması olanaksızdır.

“Paralel örgüt” davasının mahkeme süreci başladığında asıl cümbüşü o zaman izleyeceğiz. Bu işin ciddiyetini anlayan polislerin kendilerini kurtarmak düşüncesiyle yapacağı itiraflarını işiteceğiz hayretle. O zaman göreceğiz AKP-Cemaat işbirliğinin ne haltlar karıştırdığını? İktidar (AKP-Cemaat) soruşturulsun da neresinden soruşturulursa soruşturulsun, ister istemez tüm suçluların sanık sandalyesine oturacağı bir bataklık ortaya çıkacaktır.

“Cemaat, hukuksuzluğa uğruyor.” düşüncesiyle soruşturmaların derinleşmesini önlemek, başta RTE olmak üzere Cumhuriyet yıkıcılığı ve yolsuzluk yapmış AKP’lilerin yargıdan kaçmasının yolunu aralar. Aman dikkat! AKP ve Cemaat’i yargılanmadan kurtaracak adımları atmayın ey muhalefet!
                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           5 Ağustos 2014

HAMSİ KOKAN KÖY



Doğu Karadeniz köylerinde sonbahar güzel ve hızlı geçer. Mısır, fasulye, kabak, elma ve kış armutları çabucak toplanır. Çünkü yağışların en uzun sürdüğü mevsimdir. Toplanan ürünler ivedilikle yerleştirilir.

Güz rüzgârları insanı esrikleştiren bir ılıklık taşır. Rüzgâr, en güzel kokuları getirir. Kurumuş sebze, meyve ve ot kokusu insanın başını döndürür.

Kış hazırlıkları bitime yaklaşırken güz yağmurları başlar. Hava kapanır, günlerce açmaz. İnsanlar güneşe özlem duyarlar. Yağmur; tembel tembel, acelesiz yağar. Yağmurların kesintisiz yağması, havayı ılıklaştırır. Hava yavaşça soğumaya başlar. Kış, göz kırpar muzipçe. Bacalar daha yoğun tütmeye başlar. Kışlık giysiler, çıkarılır elma kokulu sandıklardan.

Dağlar, sırt sırta vermiştir adeta. Güneye doğru bakıldığında dağlar, sanki boy sırasına girmiştir. Alçaktan yükseğe doğru sıralanırlar. Dağlardan inen akarsular, evimizin bahçesine oturulunca fark edilirdi. Sular, koyu yeşil örtüyü elleriyle yırtmış gibi sevgilisi denize koşar akar, akar, akardı.

Üç mevsim yemyeşil olan dağlar, kış geldiğinde beyaza bürünür. Kar, önce en arkada kalan, en yüksek dağın tepesine yağar. Gökyüzüne değen başı, ak duvakla örtülür. Ak duvak, onu daha gururlu yapar. Duvağın yanlarından iki kol çıkar ortaya. Önündeki dağı kucaklar, sarılır ona aşkla. Hele kaçamak bir güneşin ışıltısında oluşan ak bulutlar da gelip oturdu mu dağın üstüne görünüm eşsizleşir. Ak duvak büyür, daha da heybetlenir. Aklık, yeşili soğuktan koruyan bir yorgan gibi yayılır tepelerin üstüne...

Bir haftaya kalmaz, kar aşağıdaki tepelerin üstüne de konar ak güvercin gibi. Birkaç hafta sonra dağların tepelerinde ak güvercinler kanatlanır. Arkada bulunan yüksek dağlar tamamen beyaza kesilir. Yaylalar, kar altındadır artık.

Biz çocuklar, her sabah erkenden uyanıp cama koşardık ilk yağan karı görmek için. Bu, bir yarıştı. Karı gören çocuk, zamanın erken olduğuna bakmaz avazı çıktığı kadar karı muştulardı ev halkına. Karın yağması, bir bayram havası estirirdi. Sevinç ve heyecan doruğa çıkardı. Bu bayrama büyükler de katılırdı. İlk yağan karla kartopu oynanırdı eller şişip dudaklar morarıncaya kadar. Ayaklar mı? Onların yazgısı hep aynı olurdu. Ayakkabılar su çekerdi, ayaklar soğuktan uyuşurdu.

Kartopu oyunu bittikten sonra herkes aşhananın başında toplanırdı. Kalabalık ailelerde ateşe sokulmak zorlaşırdı. Küçükler, büyüklerin bacaklarının arasından ellerini, kollarını uzatırlardı ateşe. Az sonra ateşe yakın olanların üzerinden buharlar çıkardı. Keten kokusu yayılırdı ortalığa. Islanan giysiler, böylece kururdu.

Bir şeyler yiyip dinlendikten sonra kardan adam yapmak için dışarı fırlardık. Kardan adam yapılıp bitince kardan kaymak için herkes ne bulursa getirirdi: Leğen, ağaçtan yapılan çamaşır teknesi, talika, muşamba, peyke örtüleri, okul çantası...

Çocukluğumda çay bitkisi yaygınlaşmamıştı daha. Mısır, fasulye tarlaları kışın bomboş olurdu. Kar altında kalan karalahanaların oluşturduğu tümseklere takılırdık kayarken kimi zaman. Çoğu zaman hızını kontrol edemeyen aile bireylerinden biri, tarlanın aşağısından geçen küçük dereye düşüverirdi. Buz gibi sudan çıkarılan kişi, hızla ocağın başına oturtulur, ısınması sağlanırdı. Yaş giysiler hızla çıkartılır. Buz gibi sudan çıkarılan kişinin çenesi takır takır takırdardı. Dişlerin hızla takırdaması yüzünden konuşamazdı bile.

Kış gelince doğaldır ki hamsi de çıkardı piyasaya. Kışın tarımsal ürünü kıt olan bir bölgede, hamsi çok önemli bir besin kaynağıdır. Köyümüzün yolu kışın çoğu zaman kapalıydı. Zaten köyün tek taşıtı da kamyondu. Kamyonun çamurlu yolları aşması oldukça güçtü.

O zamanlar camilerde hoparlör yoktu. Duyurular, caminin tahta minaresine çıkarak yapılırdı. Gür sesli biri “Yalı’ya hamsi geldi.” diye bağırırdı. Duyan, duymayana haber verirdi. Tepelere, vadilere mısır tanesi gibi serpiştirilmiş evler çabucak işitirdi hamsinin geldiğini. Dağınık yerleşim olmasına karşın, iletişim çok hızlı olurdu. Bir haber, evden eve kuş olur uçardı. Köyün bir başından öteki başına anında ulaşırdı haber kuşu.

Genç kızlar, gelinler; delikanlılar, ayağından takati kesilmemiş orta yaşlı erkekler yola koyulurlardı hemencecik. Sepetler, talikalar alınır. Zeytinyağı tenekeleri sepetlerin içine konurdu.

Yalı (Eskipazar) dediğimiz yer nedir ki, topu topuna on, on bir kilometrelik bir yol. Giderken bayır aşağı neşeyle gidilir. Herkes birkaç kasa hamsi alırdı. Kiloyla almazdı kimse Karadeniz’in bu bereketli balıklarını. Kasalar talikalara yüklenir. Sepetle gidenler, hamsi kasasını zeytinyağı tenekesinin içine boşaltır. Hamsiler sırtlanır. Yol uzadıkça yükler ağırlaşır. Çamurlu yokuşlar aşılır teker teker. Evlere ulaşılır akşam kararırken. Hamsiler, bir çırpıda ayıklanır. Evde herkes bir şey yapar. Kendiliğinden bir iş bölümü oluşur.

Nineler, hamsili ekmek yapmak için kolları sıvar. Anneler bakır tavaların içinde mısır unuyla hamsi pişirir. Çocuklar odun taşır ateşe. Yetişkin erkekler, kiremitte hamsi yapmak için bahçede düzenek kurup ateş yakarlar.

Hamsi, pişmeye başladığında kokusu yayılırdı dalga dalga. Bu bir doğa toyudur. Buzdolabı olmadığından hızla tüketilmelidir derya kuzuları. Akşam doyuncaya kadar yenir. Sabahleyin kahvaltıda, akşamdan kızarmış hamsiler ıhlamur ve mısır ekmeği eşliğinde mideye indirilir. Bu nedenledir ki hala bazı sabahlar kahvaltıda balık yerim.

Öğlen olunca hamsili ekmekler çıkar ortaya. Lahana çorbasına arkadaş olur. Lahana yoksa pazarisanın (içyağı ile yapılan bir fasulye yemeği) yoldaşıdır.

Hamsilerin bir bölümü tuzlanarak küplere yerleştirilir yaz için.

Köyde kimin kapısının önünden geçseniz hamsi kokusu kaplar ortalığı. Kış, belki de hamsi yüzünden kazasız belasız atlatılır. İlacın, otacının olmadığı bir yerde hastalıklar uzak dururdu kış mevsiminde insanlardan.

Kışın defalarca Yalı’ya hamsi almaya gidilirdi. İnsanlar hamsiyi taşımaktan da yemekten de bıkmazdı. Her seferinde yeni bir lezzeti tadıyormuş gibi coşkuyla oturulurdu sofralara. Hamsi kokusu, kötü ruhları kovardı sanki köylerden.

Hamsinin karaya vurduğu devirlerdi o zamanlar. Denizler kirletilmemiş, balıklar zehirlenmemişti daha. Balık balık kokardı. Deniz cömert bir ana gibi beslerdi çocuklarını. Poyrazlar delişmen, lodoslar ılıktı. Toprak, kimyasal gübrelerle tanışmamıştı henüz. Geceler uzundu, hem de çok. Ay ışığında yıldızları yakalamaya çalışırdık.

Akşam oldu mu, elektriksiz köylerimiz kış geceleri ay ışığında karın parıldamasıyla aydınlanırdı. Sabah kuşlarla yarışırdık yataktan kalkmak için. Genellikle güneşten önce doğardık sabahlara.

Şimdi ağzımızın tadı mı bozuldu; yoksa balıklar mı eski lezzetinde değil? Koskoca kış geçmekte doludizgin, ağız tadıyla bir hamsi yiyemiyoruz. Hamsiyi kokutmamak için özel çaba göstermekte herkes. Kokarsa kötü bir şey olacakmış gibi köşe bucak saklanmakta hamsiler. Evlerde kızartmak çoğu zaman mümkün olmuyor. Dışarıda yenildiğinde ise varılmıyor tadına.

Çocukluğumun hamsi kokan köylerini özledim. Dizimizdeki dermanı, beynimizdeki erkeyi veren o hamsiler değil miydi? Karlı, çamurlu dik yamaçları bize aşıran hamsi değil miydi?

Zaman zaman Karadeniz kıyılarına gider dalarım düşlere. Azak’tan kopup gelen hamsilerin sudaki yolculuklarını düşünürüm. İnsanların çölleştirmekte olduğu Karadeniz’e yüreğim yanar derinden derinden. İnsanoğluna bin bir bereketi sunan bu denize yapılan vefasızlığı düşündükçe kahrederim. Ey doğa ana! Ey uçsuz bucaksız umman! Sen çölleşmeyi hak ettin mi?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           4 Ağustos 2014
                                              


BAYRAK, EKMEK, KUR'AN

                                               
Cumhurbaşkanı adayı Erdoğan, 3 Ağustos 2014 Pazar günü Kocaeli’nde miting yaptı. Miting sonrası Türk bayrakları, toplantı alanındaki çöp yığınlarına, yol kıyılarına atılmış. Bu durum, çoğu kişiyi şaşırtmadı. Çünkü yıllardır AKP mitinglerinde alıştığımız bir durum bu. Her AKP mitinginden sonra yerdeki bayraklar yurtseverlerin yüreğini sızlatmakta.

AKP mitinglerinde bayraklar, yalnızca çöpe ya da yerlere mi atılmakta? Hayır, tabi ki... Ayakta durmaktan yorulan AKP’lilerin pantolonlarının kirlenmemesi için bayrağı yere sererek üzerine oturduklarını onlarca kez gördük. Anlaşılacağı üzere pantolonun kıç tarafı temiz kalacak, ama bayrak yerde kirlenecek. Bu da AKP anlayışı işte...

Halkımız üç şeye çok değer verir, kutsal kabul eder: Bayrak, ekmek ve Kur'an.

Bayrak, ekmek ve Kur'an; kazayla olsa bile yere düştüğünde saygıyla yerden alınarak öpülüp yükseğe konur. Ele alınıp taşındıklarında belden aşağı olmamalarına özen gösterilir.

Bayrağı, miting sonrası çöpe atan kafanın bayrak sevgisi içten değil, göstermeliktir. Sevgi içten olsa o bayraklar eve götürülüp başköşeye konurdu.

AKP, 2007’deki Cumhuriyet mitinglerinden sonra toplantılarında bayrak bulundurmaya başladı. Bu, zoraki bir durum. Akıllarınca bayrağı ulusalcılara kaptırmamak için başvurdukları bir yol. Yıllarca Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığı aşılanmış kişilerin eline bayrak verirsen ya üzerine oturur ya da işi bitince çöp kutusuna atar.

AKP’lilerin gözden kaçırdığı bir şey var. Cumhuriyet mitingleri dâhil olmak üzere, Atatürkçülerin yaptıkları toplantılara yurttaşlar bayraklarını evlerinden getirmekteler. Oysa AKP toplantılarında bayraklar parti örgütlerince dağıtılmakta.

Kocaeli mitingi gösterdi ki AKP, öncelikli olarak üyelerine bayrak sevgisini aşılamalıdır. Tabi bu konuda bir gereksinim duyuyorlarsa...

Sen Türk bayrağını çöp yığınlarına atarsan, PKK’da gönderden bayrak indirir. Bu yapılan iki şeyin birbirinden ne farkı var?

Bayrağı sevip saymayan; ekmeği, Kur'an’ı, vatanı, milleti, insanı sevebilir mi? Toplumun değerlerine saygı göstermeyenler, topluma hizmet edebilirler mi?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       4 Ağustos 2014

CAMİ BOMBALAYANLAR

                                               
Camiler... Müslümanların ibadet yerleri... Kutsallıkları nedeniyle her Müslüman’ın saygıda kusur etmediği yapılar...

Siyasetin okul ve kışlayla birlikte girmemesi gereken yerlerdir camiler. Siyasal İslamcıların ortaya çıkışıyla politika yuvalarına dönüştürüldü bu kutsal çatılar ne yazık ki. Günlük siyasal çıkarlar, kutsallığı gölgeler duruma getirildi.

IŞİD, ABD, AKP, Katar, Suud güdümlü İslamcı bir örgüt... Musul’u işgal ediyor, tantanalı bir gösterişle. Bir Şii camisini bombalayıp havaya uçuruyor. Ardından Hz. Yunus’un türbesi hedef oluyor IŞİD’in bombalarına. Dünya sessiz...

İsrail, Gazze’ye saldırıyor. Çoluk çocuk demeden öldürüyor hunharca. Filistin kan ağlıyor. Dünyanın vicdanlı insanlarının yürekleri parçalanmakta... Dünya sessiz...

İsrail, öfkeden kudurmakta. Öfkelendikçe de saldırmakta Filistin’in her şeyine. Tüm dünyanın gözleri önünde yaşam kaynakları kurutulmakta bir halkın. Dünya sessiz...

İsrail, Gazze’de BM okulunu bombalıyor. Oraya sığınanlar can veriyor. Dünya sessiz...

İsrail, Han Yunus’ta cami bombalıyor. Dünya sessiz...

“İslam” deyince mangalda kül bırakmayan ABD güdümlü politikacılar sessiz...

Camiler bombalanıyor, AKP’nin her şeye maydanoz sözcüleri dut yemiş bülbül gibi. Ses seda yok!

Camiler bombalanıyor, Ortadoğu’nun kelli felli liderleri suskun. Suudi Arabistan’ın vakur(!) kralı yok ortalarda. Krallığın para harcama görgüsüzlüğünde sınır tanımayan prensleri yitik...

Camiler bombalanıyor, Körfez’in biçimsel İslamcıları dillerini yutmuşlar sanki... Nerede Kuveyt, Katar, Bahreyn, BAE, Umman?

Camiler bombalanırken Yemen nerede? Sudan, Ürdün, Münafık Kardeşler nerede?

Sahi, yukarıda saydıklarımın sessini duyan oldu mu? Bir satır olsun IŞİD ve İsrail’e karşı açıklamalarını işiten var mı? IŞİD’e, İsrail’e “Camilerimizi bombalayamazsın!” diye rest çekeni gördünüz mü?

Akşam türbanla yatıp sabah türbanla kalkan eşbaşkan ve ekibinden bir söz işittiniz mi? Camiler, türbeler ABD destekli IŞİD ve İsrail tarafından havaya uçurulurken neredesiniz AKP’nin cengâverleri? Yoksa camiler, sizin için bir anlam ifade etmiyor mu?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                         3 Ağustos 2014

İSRAİL UÇAKLARINA YAKIT SATAN KİM?


22 Temmuz 2014 tarihli Aydınlık gazetesi iki önemli habere imza attı. Bu haberler nedeniyle gazete çalışanlarını kutluyoruz. Çünkü halkın gerçekleri öğrenmesini sağladılar...”

Birinci haber, “İsrail’e Jet Yakıtının İhracı TÜİK Belgelerinde” başlığını taşımakta. Bu haber önemlidir. Çünkü devletin kurumunun belgesiyle AKP hükümetinin söyledikleri yalanlanmakta.

Aydınlık, daha önce de İsrail’e jet yakıtı satıldığını yazmıştı. Bu sava Enerji Bakanı Taner Yıldız “Biz Türkiye Cumhuriyeti hükümeti olarak herhangi bir petrol ve herhangi bir jet yakıtı satışını İsrail’e gerçekleştirmiş değiliz. Transit satışlar var, Türkiye’den başka firmaların, ülkelerin yaptığı. BTC’den yüklenen petrolün gittiği onlarca ülke var. Bunu BP satmış olabilir, herhangi bir firma satmış olabilir. “ demekte. Aslında bu sözler açık bir itiraf.

BTC, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı demek. Boru hattının musluğu Ceyhan’da kimin elinde? Türkiye’nin... İhracatçı firmanın adı, uyruğu ne olursa olsun eğer BTC kaynaklı bir ürünse Türkiye’den satılmıştır.

TÜİK’in 2014 verilerine göre 124.562 kg. jet yakıtı İsrail’e satılmış. Bu konu derinliğine araştırılsa satılan yakıtın bu kadar olmadığı da görülür.

İkinci haber “Petrolü İsrail’e Türkiye ile sattık” başlığı taşımakta.  Barzani yönetiminin yayın organı Rudaw gazetesi bu itirafı yapmakta. Kısacası hem TÜİK hem de AKP’nin kaçak petrol ortağı Barzani cephesi, İsrail’e petrol satışının yapıldığını söylemekteler.

Her konuda bilgi sahibi olan(?) RTE, petrol satışı konusuna değinmese olmazdı. 22 Temmuz günü yaptığı grup konuşmasında İsrail’e petrol satışına değindi başbakan.

“Buraya İsrail’in uçağı gelir ve havalimanından kendi yakıtını alır. Bu, her ulus için, gittiği ülkelerde orada bakımını yaptırır, yakıtını alır ve ondan sonra yoluna devam eder. Eğer bunu İsrail’e jet yakıtı vermek olarak takdim ediyorsanız, buna söyleyecek bir şeyim yok. Aynı şekilde her hafta bizim kırkı aşkın uçağımız da Tel Aviv’e gidiyor ve onlar da oralardan yakıtını alıyor.” Demekte RTE. Bu gelen İsrail uçaklarının niteliği nedir? Yolcu uçağı mı, askeri uçak mı? RTE, bu ayrıntıyı açıklamamış. Eğer askeri uçaksa bunlar, sık sık bizim havaalanlarımızda ne işleri var?

İsrail’e satılan jet yakıtından söz edilmekte. RTE ise havaalanlarına gelen uçaklara verilen yakıtlardan söz ederek her zamanki gibi konuyu bulandırıp saptırmakta. Yine halkı yanlış bilgilendirmekte. Ancak bilgilendirirken de üstü kapalı itiraflarda  bulunmakta. Nedir bu itiraf? Hangi nedenle olursa olsun İsrail’e uçak yakıtı satılmış. Satışı kabullenerek halkta ters algı yaratma yolunu seçmiş RTE.

AKP’lilerin Gazze’ye ağlaması yalancıktandır. İsrail savaş uçaklarına yakıt satacaksın... O uçaklar gidecek Gazze’deki zavallı Filistililerin evlerini bombalayıp başına yıkacak... Sen de bu ölen Filistinlilere ağlayacaksın... Yok, böyle bir şey! Yoksa AKP’liler, savaş uçaklarına yakıt sattıkları akıllarına gelince vicdan azabı çektikleri için mi ağlıyorlar? Kendi kendilerine “Bu çocuklar bizim yüzümüzden öldü. Biz, İsrail savaş uçaklarının yakıtını sağlamasaydık, Filistinli siviller ölmezdi.” mi demek istemekteler? Hiç sanmıyorum böyle olduğunu.

AKP’lilerin Filistin’e ağlamaları, seçmenleri kandırmak içindir. Onların karşısında vicdanlı adamlarmış gibi görünmek amacındalar. Kısacası oy devşirmek için timsah gözyaşları dökmekteler. Ancak halk, uyanmaya başladı. AKP’nin halkı kandırması gittikçe zorlaşmakta. Gerçekler, bir bir ortaya çıkınca yapacak bir şeyleri kalmıyor. Çok yakında yalanlar üzerine kurulan bu fos yapının çökeceğini hep birlikte göreceğiz.
                                                                       Adil Hacımeroğlu

                                                                       23 Temmuz 2014

ERDOĞAN, BÖLÜCÜLÜKTE SINIR TANIMIYOR


Erdoğan, Türkiye’yi yönetmeye başladığından beri halkı hep kutuplaştırdı. Kendisine oy verenlerle vermeyenler arasına hep kalın duvarlar ördü. Her iki kesim arasına hep düşmanlık tohumları ekti. Her fırsatta, siyasal kışkırtmada bulundu. Haziran Direnişi sırasında, “yüzde elliyi evlerinde zor tuttuğunu” söyleyerek halkı kavgaya çağırdı. Allah’tan, Türk halkı sağduyulu davranarak RTE’nin kışkırtmasına uymadı.

Türkiye’de halkı bölmeyi başaran RTE, bu kez komşulara el attı. Önce Suriye’ye yöneldi. Etnik ve dinsel ayrılıkları körükledikçe körükledi. Bu konuda en büyük yardımcısı Davutoğlu oldu. Her türlü yolu, yöntemi kullanmalarına karşın, Suriye daha çok birleşti Esat önderliği altında. İthal teröristler getirdiler dünyanın dört bir yanından Suriye’yi mahvetmek için, yine ulaşamadılar amaçlarına.

Suriye’de hüsrana uğrayan Erdoğan ve yandaşları Irak’a el attılar. ABD işgaliyle paramparça olmuş Irak’ı, Maliki yönetimi zor savaşımlardan sonra bir araya getirmek üzereydi. Erdoğan ve yandaşı Haçlı ittifakı; baktılar ki Irak birleşmekte, hemen ithal teröristler gönderdiler oraya. Musul, Kerkük oldubittiye getirilip işgal edildi. Irak’ı kuzeyden kemirmeye başladılar. Buna karşın Maliki, ülkesini birleştirme savaşımını kararlılıkla sürdürmekte. Yakında bu bölücü girişimin de amacına ulaşmadığını göreceğiz.

Erdoğan ekibinin hedefinde bu kez Filistin var. Hani, emperyalist vampirlerin bir türlü kana doymadığı Filistin... Yıllarca FKÖ’nün önderliğinde bütün Filistinli gruplar, birlik içinde savaşımlarını sürdürdüler. Ne zaman ki ortaya HAMAS çıktı, birlik bozuldu. HAMAS, önce silahı El Fetih’e doğrulttu. Gazze’yi yönetimi altına alarak Batı Şeria’daki ana gövdeden ayrı davrandı. Filistin hareketine çift başlılık görüntüsü verdi HAMAS. Tabi, bu durum Filistin davasına zarar verdi, uluslararası destek azaldı.

Aylardır FKÖ ile Hamas arasında arabulucular mekik dokudu. Her iki örgüt arasında görüşmeler yapıldı. Hamas, Filistin hükümetine katılma kararı verdi. Bu durum, en çok ABD ve İsrail’i rahatsız etti. ABD-İsrail rahatsız olur da RTE bu duruma sessiz kalabilir mi? Kalamaz... O da elinden geleni yapmalıydı bu birliği engellemek için...

İsrail’in Gazze’ye saldırısı başlayınca Filistin hükümetinin isteği üzerine Mısır devreye girdi ve ateşkes kararı alındı. Hem Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas hem de HAMAS’ın siyasi büro üyesi Musa Ebu Marzuk, Kahire’de görüşmelere katıldılar. Bu durum, RTE ve Katar’ı harekete geçirdi. Tabi, ABD’nin isteği üzerine. HAMAS lideri Halid Meşal devreye sokularak ateşkes reddedildi.

Ateşkesin olmaması üzerine Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şükri, Türkiye ve Katar’ı “komplo kurmakla” suçladı. Bu suçlama, Türkiye’nin uluslararası planda geldiği durum açısından acı vericidir. Ateşkes, mazlum Filistinlilerin ölmesini, acı çekmesini önleyecekti. Oysa şimdi... Her gün Gazze’ye bomba yağmakta, insanlar yaralanmakta, insanlar ölmekte... Peki, bu durumun sorumlusu yalnızca İsrail mi?

Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimi var. RTE kendince mazlumun dostu olduğunu anlatacak, oy devşirecek. İsrail vuracak, Filistinli ölecek, Gazze yıkılacak... Erdoğan da sahte gözyaşlarıyla ağlayacak, kürsülerde bağırıp çağıracak. İsrail’e kafa tutacak. Amacı 10 Ağustos’a kadar durumu idare etmek. Ölen öldüğüyle, kalan da acısıyla kalacak.

RTE ve Katar Emiri, ateşkesi bozarak hem Filistin’in birliğini engellediler hem de HAMAS içinde ayrışmanın tohumunu ektiler. Böylece RTE, bölücü, ayrıştırıcı tavrını Filistin’e de taşıdı. Ayrışmanın, bölünmenin olduğu yerde kan ve gözyaşı da olur. Peki, RTE bu ayrıştırıcı tavrı neden gösterdi? Neden olacak? BOP eşbaşkanı olunca insan, ayrıştırır da böler de... Zaten görevi bu...
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           21 Temmuz 2014


GÜRÜLTÜ YAPMAKTAN ZEVK ALINIR MI?


Gecenin yarısı... Hava sıcak mı sıcak... Yüksek nem, sıcağı çoğaltmakta. Evin tüm pencereleri sonuna kadar açık. Rüzgâr esmiyor. Kuş tüyü kadar hafif tüllerde en küçük bir devinim yok!

Yorgansız yatak, terden sırılsıklam... Zorla uyunan uykuyu, yapış yapış olan yastık kılıfı bozmakta. Önce ters çeviriyorum yastığı. Yeniden uykunun kollarındayım.

Güzel düşler görmekteyim. Düşlerimin hepsinde güzel insanlar var. Ya bir imecedeyiz ya da derin söyleşilerin esrikliğinde...

Terden ıslanan yastığım, uyandırıyor beni. Hemen yedeğiyle değiştiriyorum ıslak olanı. Geceyi dinliyorum uzun uzun. Martılar çığlık atmada yıldızlara. Bir köpek havlamakta amaçsızca. Sesi, yorgun... Birden kedi miyavlamaları bölüyor sessizliği. Kediler savaşı bu... Sanırım birbirlerinin alanına tecavüz ettiler. Kovalamaca bitince miyavlama sona eriyor. Havlamalar, kesik kesik... Arada insan sesleri gelmekte caddeden. Yaşam, gecenin ortasında tüm bileşenleri ile sürmekte...

Köpek, kedi, martı, insan seslerinin gölgesinde uyumaya çalışıyorum. Yeniden düşlerin mutluluk bahçesinde koşmaktayım. İlkokul arkadaşlarımla top oynamaktayım kan ter içinde, bir dere kıyısında. Yemyeşil bir düzlükte çocuk çığlıkları, dağların eteklerinde yankılanmakta. Top oynayan bedenlerimiz yorgun düşünce dereye koşuyoruz. Derenin berrak suyundan avuç avuç, kana kana içiyoruz. Avuçlarımız yetmeyince kafalarımızı daldırıyoruz suyun serinliğine.

Derenin çağıltısında su içerken geceyi yırtan bir motor sesi. Egzozdan çıkan boğucu ses beni düşümden uyandırıyor. Su içtiğim mutluluk pınarı kuruyuveriyor. Yanı başımdaki sevinç çığlıkları yitiveriyor. Derenin sessizliği egzozun barbarlığına yeniliyor.

Tam da acayip sesli otomobil geçip gitti deyip sevinirken ve uykunun kollarına kendimi bırakırken bir klakson sesi. Geceye meydan okurcasına uzun uzun çalıyor. Martılar şaşkın, kediler ürkek, köpekler hırçın... Klakson sesi, susmuyor bir türlü...

Yerimden fırladım. Açık camdan uzattım kafamı. Klakson çalan sürücüye, en uygun sözü bulmaya çalışıyorum. “Ayı!” diyecektim, dilimin ucuna geldi. O öfkeyle birden usuma geldi. “Ayı, klakson çalmaz ki...” dedim kendi kendime. Vazgeçtim.

Klakson sesi yeniden başlayınca bu kez “ Eşek!” diye bağıracaktım. “Yapma!” dedim, “Dünyanın yükünü çeken bu hayvancağızın ne suçu var?” diye geçirdim içimden. “Hem zavallı eşeklerin bunca yüke karşın sesleri çıkar mı hiç? Çıkmaz.” O zaman ne diye bu güzel ve özverili hayvancıkları bu işe bulaştırayım?

Klakson çalan sürücü uzaklaştı arabasıyla. Ben de arkasından bakakaldım. Yapacak bir şey yok! Yeniden uyumak için yatağıma yöneldim. Bir otomobilden son günlerin moda şarkılarından birini söyleyen bet sesli bir erkek avazı çıktığı kadar bağırmakta. Müzik çaların sesi sonuna kadar açılmış. Çalan müzik değil... Bir gürültü tufanı, geceyi tutsaklaştırmakta...

Ben, yine camdayım. Söyleyecek söz bulamıyorum. Sözcükler arasından seçim yapmak çok zor. Böyle kişilerin doğuranına, doğurtanına söz söylemek yakışmaz. Benim böyle bir alışkanlığım yok! Zaten Cumhuriyet ahlakı olan biri, böyle sözleri kullanmaz. Hele insan olana hiç yakışmaz küfür! Hem nereden bilecek doğuran ve doğurtan, bu çocuğun böyle yapacağını?

Gürültü yaparak adam olduğunu sananlar var. İnsanları rahatsız ederek keyiflenen zavallılar dolaşmakta kentlerimizde. Özgüveni düşük zavallılar, dört tekerleğin üstüne çıktıklarında sahte bir yürekliliğin tutsağı olmaktalar. Gürültü yapmayı, ilkel savaşçıların naraları gibi algılayan gelişmemiş insansılara rastlamak olası adım başında.

Sürekli ezilerek, horlanarak, aşağılanarak yetişen biri; öfkesini toplumdan çıkarmak istemekte. Becerileri olmayan, yeteneksizliğinin farkında olan kimileri gürültü yapmayı yetenek ve beceri sanmakta. Mutsuzluğunun sorumlusu olarak toplumu görenler, diğer insanlara rahatsızlık verdiklerinde kin duygularını biraz olsun yatıştırmaktalar.

Dünyada insandan başka hangi canlı, bilerek diğer türdeşlerini rahatsız eder? Başkaların mutsuzluğundan mutluluk çıkaran bir canlı türü var mıdır acaba?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           20 Temmuz 2014