Günler
çok sıcak… Rutubetli geceler çekilmez durumda… Cehennemi bir temmuz… İstanbul
yeşil alanlarını yitirmiş bir kent… Gittikçe betonlaşan kent, insan bedenini
alev gibi yalamakta. Devasa yapılar, kuzey rüzgârlarının önünde set… Yaprağın
kıpırdamadığı günler çok fazla… Deniz kıyıları giderek halka kapatılmakta.
İnsanlar soluksuz kalmakta koca kentte…
Güneş,
gün boyu apartman duvarlarını fırına çevirmekte. Fırına dönen duvarlar, akşam
olduğunda gündüz biriktirdiği alevleri, kor ataşe döndürüp evin içine kusuyor. Bir
küçük esinti, büyük bir mutluluk… Gece uyumak çok zor. Koltuklar, yataklar
fırının üstüne konmuş sanki. Terli bedenler, ekşimiş peynir gibi kokmakta. Günde
birkaç kez duşa girmek de yeterli olmuyor çoğu zaman.
Sıcak
günlerin bunaltıcı etkisini hafifletmenin tek yolu, deniz kıyısındaki en yakın parka
koşmak. Biz de öyle yapıyoruz. İkindiden sonra eşim ve Atacan’la sahile doğru
yöneliyoruz. Atacan, bisikletiyle… Ancak
biz bisikletle gidiyoruz gibi yoruluyoruz. Kaldırımlar zaman zaman bisikletle
gitmeye izin vermemekte. Çocuk, ara sıra kurallara uymamakta. Bu da tehlike
yaratmakta. Bu nedenle onu kontrol etme işi bana düşmekte.
Yokuşlar
ayrı bir dert… Yokuş yukarı çıkarken desteğe gereksinim duymakta. Bu nedenle arkadan
ittiriyorum, o karşı çıksa da. “Bırak, ben giderim Adil!” diyor inatla. Kan ter
içinde kalıyor. Düştü düşecek bisikletten. İşte, bu durum karşısında
çaktırmadan arkadan ittiriyorum iki tekerli aracı.
Yokuşlardan
iniş de bir sorun. Çünkü çok hızlı iniyor aşağıya doğru. Frenler işe yarıyor,
ama Ata’da hız tutkusu oluşmuş şimdiden. Bu nedenle ya direksiyona yapışıyorum ya
da önüne geçiyorum durdurmak için.
Kaldırımlar
kalabalık… Atacan sürekli olarak bisikletin zilini çalmakta uyarı için. Kimi
zaman birilerine çarpıyor. Allah’tan büyüklerin çoğu anlayışlı. Ata’nın
savunması şu: “Ben zil çalıp uyardım, sen niye kaçmadın yolumdan?”
Kan
ter içinde çay bahçesi, lokanta karışımı yere ulaşıyoruz. Atacan boş alanda
pedal çevirmekte. Düvenci beygiri gibi dönmekte aynı yerde. Yorulmak yazmıyor
onun kitabında. Susadığında uzaktan “Suuu!” diye bağırıyor. Uzattığımız şişeyi
eline alıp çabucak içiyor suyunu. Hararet geçince pedal çevirmeyi sürdürüyor.
Biz,
kimi zaman gazete okumaktayız. Çoğu zaman da denizi, Adaları izlemekteyiz. Kınalıada,
yapılaşmaya teslim olmuş. Gri, yeşili yok etmiş. Büyükada’nın görünen kısmı da
öyle. Burgaz ve Heybeli adalarda yeşil şimdilik egemen. Sivriada, bir karaltı.
Arkasında Yassıada’da yükselen binalar dikkat çekici.
Bostancı
sahilinden Büyükada’ya bakıldığında önünüzdeki su kitlesi bir gölmüş gibi
görünmekte. Büyükada sanki Kartal sahiliyle birleşikmiş gibi. Her türlü deniz
aracını görmek olanaklı. Kıyıda dolaşanlar deniz gibi özgür.
Güneş
gidip gece bastırdığında gökyüzünde yıldız yerine gelip giden uçakların
ışıklarını fark edersiniz. Adalar ışıl ışıl. Kıyıdan dilek fenerleri
uçurulmakta. Fenerler yavaş yavaş havalanmakta. Gökyüzünde yıldız ışıltısıyla yol
almaktalar.
Atacan birazcık yoruluyor galiba. Bisikletiyle geliyor.
Araçtan inip “Tuvaletim geldi!” diye bağırıyor. Büyükşehir Belediyesi,
parklardaki tuvaletleri akbilli yapmış. Basıyorsunuz İstanbul Kartı,
geçiyorsunuz turnikeden. Kartımı çıkarıp çocuğun eline yapışıyorum. Onu tuvalete
götürüyorum. Ellerimizi yıkayıp masamıza doğru yöneliyoruz. Masaya oturur oturmaz
“Acıktım! “diye inliyor çocuk. Ne yiyeceğine karar veriyor. Kalkıyorum, Atacan’a
yiyecek, eşimle bana da birer çay almak için kasanın önünde uzanan kuyruğa
giriyorum.
Bir süre sonra elimde tepsiyle masaya dönüyorum. Atacan,
hem yiyor hem de durmadan konuşuyor. Sesi çok yüksek… Çevremizdeki masalar
genç, yaşlı insanlarla dolu. Çoğu konuşmuyor yaşlılar denizi seyrediyor,
gençler ve orta yaşlılar cep telefonlarıyla ilgileniyor. Nedense son zamanlarda
masalarda söyleşen kişiler görmek çok zor. Hele masalardan kahkahalar işitmek mucize
gibi.
Bir tek Atacan’ın sesi çınlamakta gecede. Sürekli
anlatıyor. Yan masalarda oturanlardan bazıları yan gözle Ata’ya bakmaktalar. Bu
durum karşısında çocuğu uyarayım, dedim.
“Atacan biraz sessiz olur musun insanları rahatsız etme! İnsanlar
buraya dinlenmeye geldiler.” diyorum herkesin işitebileceği bir biçimde.
Çocuk, yanıtını anında veriyor bana: “Onlar dinlenmeye
geldiyse ben de konuşmaya geldim.” diyor yüksek sesle. “Üstelik ben gürültü
yapmıyorum, konuşuyorum.” diyerek sustu kısa bir süre.
Ata’nın yanıtı
karşısında yapacağım tek şey vardı, onu yaptım. Öptüm onu uzun uzun… Verdiği
yanıtın akıl dolu olduğunu söyledim ona. Gece yarısına dek konuştuk kısa
bisiklete binme aralarıyla. Gece, gözkapaklarımıza abanınca eve gitmek için
yola koyulduk. Ata yürümekte. Bisikleti eve götürmek benim işim. Zar zor eve
ulaştık. Eve girer girmez çocuk hemen yatağına uzandı ve anında uyudu. Ben derin
bir soluk aldıktan sonra gülümseyerek onu doyasıya öptüm.
Evet,
herkesin sustuğu yerde biz konuşuyoruz. Ne güzel…
Adil
Hacıömeroğlu
25
Temmuz 2017
Takdir edilmeyen yerde konuşmak fitneye,huzursuzluğa sebep olabilir.
YanıtlaSil