EVDE, BABANIN OTORİTESİNİ ANNE SAĞLAR


Günümüz anne ve babalarının en büyük yakınmalarından biri, çocuklarının sözlerini dinlemediğindendir. Çocukların başlarına buyruk olduklarından söz ederler sıkça. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte en belirleyicisi, ailelerden kaynaklanmakta. Bu nedenle sorunu çözmek için iğneyi kendimize batırmak gerek.

Babam öğretmen, annem ev hanımıydı. Babam bir köy enstitülü olarak hangi düzeyde olursa olsun insanların eğitilmesine inanırdı. Bu konuda elinden geleni yapardı. Eğitimciliğini asla okulla sınırlı tutmazdı. Yaşamının sonuna dek insanlara bir nokta kadar da olsa bir şeyler verme ülküsünü hep korudu.

Eğitimciliği, önce yakın çevresinden başlardı. Genellikle günlük aldığı gazeteleri annemle okumak ona büyük mutluluk verirdi. Aylık dergiler alırdı. Bu dergilerdeki yazıları da annemle paylaşırdı çoğu zaman. Evimizde hep kitap vardı. Okuyup beğendiği kitapları annemden okumasını isterdi ısrarla. Annem, o günlerden beri iyi bir kitap okurudur. En kötü zamanda bile ayda birkaç kitabı okur ve bunları, olanak buldukça çocuklarıyla paylaşır, tartışırdı (Tabi bu tartışma konusu da babandan geçen bir köy enstitüsü alışkanlığıydı.). 

Çocukluğumda, Doğu Karadeniz’in bir bucak merkezinde (Hayrat’ta) otururduk. Gazeteler ikindi vakti gelirdi. Ben ilkokuldayken Doğan Avcıoğlu’nun yayımladığı Yön dergisi, Türk aydınlarının başucundaydı. Babam, Yön’e sürdürümcüydü. Yaklaşık on kişi, Yön’ü düzenli olarak alır, okurdu. Bu nedenle küçücük bir beldede önemli bir düşünce yaşamı vardı. Sürdürümcüler, dergiyi okuduktan sonra kahvenin bir köşesinde makaleleri tartışırlardı. Bu konuşmalara, dergiyi almayan, okumayan bazı dostları da katılırdı. Dergiler, elden ele dolaşıp onlarca kişi tarafından okunurdu.

İlkokulda okuduğumuz yıllarda cumartesi günü de ders yapıldığından haftanın altı günü okul vardı. Babam okuldan çıkar, arkadaşlarıyla önce kahvehaneye uğrardı. Ya çay içerek söyleşilirdi ya da kâğıt, tavla gibi oyunlar oynarlardı. Böylece iş yorgunluğu üzerlerinden atılırdı. Ayrıca bu kahvehane zamanları toplumsal, tinsel bir rahatlama anlarıydı. Bir başka deyişle tinsel sağaltımdı.

Babamın eve geleceği zaman hemen hemen aynıydı. Akşam yemeği saatinde evde olurdu. Babam gelmeden yemekler pişmiş olurdu. Annem: “Çocuklar, babanız gelmek üzere ellerinizi yıkayıp sofranın hazırlanmasında bana yardım edin.” derdi. Biz, ne işimiz olursa olsun bırakıp bu çağrıya uyardık. Bu uyumumuzun nedeni, korku değildi. Annem bu sözü, öyle bir ses tonuyla söylerdi ki sanki evimize ilk kez birisi geliyormuş ya da babamız göklerden iniyormuş gibi bir duyguya kapılırdık.

Soframız hazır beklerdik. Bu bekleyişimiz birkaç dakika olurdu. Birimiz, cama çıkar; yolunu gözlerdik babamın. Kapıyı açar, kapının önünde sıralanırdık. Birimiz çantasını, diğerimiz paltosunu, bir diğerimiz varsa elinde dolu filesini alırdık. Güler yüzle içeri girerdi. Bize takılır, şakalar yapardı. Dış giysisiyle yemek masasına oturmazdı. Önce pijamalarını çabucak giyer. Sonrasında elini, yüzünü yıkayıp sofraya gelirdi. O, oturur oturmaz biz de yerlerimize otururduk. Herkesin oturacağı yer belliydi sofrada. Babam, yemeğe başlayınca biz de başlardık karnımızı doyurmaya.

Yemek sonrası söyleşilerimizin tadına doyum olmazdı. Bu söyleşilerin bitmesini hiç istemezdik. On dört numara gaz lambasının ışığında evimize sevgi aydınlıkları doğar, mutluluk esintileri eser, sevinç damlaları düşerdi. Ders çalışması gereken odasına çekilirdi. Babam öğretmendi, ancak bizim yapmamız gereken ödevleri yapmazdı, yalnızca yol gösterirdi bize. Her konuda kendimize güvenmeyi, zorlukları öz gücümüzle aşamayı öğretirdi bize.

Uyuma vakti geldiğinde annem odalarımıza gelerek: “Babanız uyuma zamanı geldi, diyor.” dediğinde bu sözü ikiletmeden yatardık yataklarımıza.

Babam evde olmadığında yaramazlık yapar ya da annemizin sözünü dinlemediğimizde o: “Baban, bu yaptığını duymasın.” dediğinde annemize yalvarırdık bizi şikâyet etmesin diye. Oysa babamızın bize yapacağı bir şey yoktu. Ancak annem, ona öyle bir güç bahşederdi ki neredeyse ödümüz kopardı. Aslında babamın otoritesini sağlayan annemdi. Onu, başköşeye oturtan ve çevresine bir saygı halesi dokuyan o idi.

Bir memur ailesi olarak ekonomik sıkıntılar çekerdik. Bu nedenle aile bütçesine katkı için annem dikiş diker, örgü örerdi. Yazın köyümüze gidip bazı kışlık gereksinmelerimizi sağlardık. Bu topyekûn çalışmalarda çok yorulurduk, ancak sevincimiz eksilmezdi. Bunca sıkıntıya ve çalışmaya karşın annemin yakındığını görmezdik. Babamla bizim yanımızda asla tartışmazdı. Onun kararlarına yanımızda karşı çıkmazdı. Sonradan öğrendik bu tartışmalar hep bizim olmadığımız zamanlarda ve yerlerde yapılırdı.

Annem; akrabaların, komşuların, konukların, arkadaşların yanında babama karşı çok özel bir saygı gösterirdi. Babam, bu davranışa saygıyla karışık bir sevgiyle karşılık verirdi. Annemin gözünün içine bakardı. “Hanımın her şeyin güzelini, iyisini yapar.” derdi. Onu onurlandırmak, ona değer verdiğini göstermek için her fırsatı kullanırdı. Saygı, sevgi ve güvene dayalı bir evlilik; çocuklarına olumlu yansımaktaydı. Tavandaki saygı, tabana da yansımaktaydı. Babamın otoritesini sağlayan, ikisinin karşılıklı saygısıydı. Kavgasız, gürültüsüz bir yaşam aileye erinç vermekteydi.

Şimdi bakıyoruz çevremize. Çocukların yanında en büyük kavgaları yapan anne ve babalar var. Ağzına geleni eşine söyleyen eşlere tanık olmaktayız. Evliliği saygı, sevgi ve güven birlikteliği yerine bir anonim şirkete çevirenleri üzülerek görmekteyiz. “Biz” yerine, “ben” diyen eşler saygı, sevgi ve karşılıklı güveni düşüncesizce yok etmekte.

Evlilik kurumunun gizem dolu kapılarını açık bırakanlara ne demeli?

Hele “Herkesin tenceresi kapalı kaynar.” atasözünü bir kez olsun anımsamayanları nereye koymalı?

Eşin dostun, çocuklarının yanında “Sen sus, konuşma!” diyen eşlerin bu sorumsuzluğunu nasıl açıklamalı?

Üçüncü kişileri gördüğünde eşini çekiştirip onu acımasızca kötüleyenlere söylenecek söz var mı?

Dedikodu cenderesinde eşini bir çırpıda parçalayan, gözünü kırpmadan harcayan densizliği nasıl algılamalı?

Üçüncü kişilerin evliliğin kutsallığına, cehennem ateşini sokmasına izin verenlere hoşgörü göstermek olanaklı mı?

Yaptıkları kavgalarda çocuklarının taraf tutmasını isteyen günümüz eşlerinin bu durumunu açıklayacak biri var mı?

Sorular uzayıp gider sayfalar boyunca. Kutsal evlilik kurumunu ayakta tutan karı kocadır. Karşılıklı saygının, sevginin, güvenin olmadığı bir yerde sağlıklı, başarılı, özgüvenli, sevgi dolu çocuklar yetiştirmek olanaksız. Böyle bir evde, erinç içinde yaşamak çok zor. Bu nedenle büyüklerimizden örnek almalı, yaşadıklarımızdan ders çıkarmalı.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               11 Temmuz 2021


1 yorum:

  1. Adil bey beni çocukluğuma gönderdiniz bugün. Sizin gibi çocukluğunu çok mutlu yaşayan biriyim ben de. Birbirlerine ve biz çocuklarına sevgisini oldukça fazla gösteren anne ve babaya sahiptik. Teşekkür etmeyi, özür dilemeyi, haramı, helali, ailenin önemini beş evladına, davranışlarıyla öğrettiler. O vakur ve mağrur duruşun arkasında yumuşacık kalp taşıyan demokrat babam. Ve hep eşiyle gurur duyan, bütün sevgisini sonuna kadar yansıtan annem. Çoğu arkadaşımın “Ah keşke bizim annemiz babamız da böyle olsa” diye gıpta edilen ailem…
    (Sonra büyüyorsunuz ve aslında dünyanın bizim evdeki gibi olmadığını hayretle öğreniyorsunuz.)

    “Çocuklar bizim geleceğimizdir” derdi canım annem.
    Maalesef iyi bir gelecek beklemiyor artık çocuklarımızı…

    Konunun dışına taşıp kendi annecim babacımı (özlemleri depreşti bu aralar) anlatıp durdum. Bu seferlik affedin.🙏

    Tüm gidenlerimize rahmet diliyorum Adil bey, nûrlarda yatsınlar inşallah.🙏

    YanıtlaSil