Ateşin
bulunması, insanlık için önemli bir uygarlık adımıdır.
Ya
ateş olmasaydı…
İnsanoğlu…
Madenleri
nasıl işleyecekti?
Yabani
hayvanlara karşı ne ile korunacaktı?
Topraktan
tuğlayı nasıl yapacaktı?
Yemekleri
neyle pişirecekti?
Bu
sorular uzar gider. Günlük yaşamımızda önemli bir yer tutar ateş. Dünyanın ve
Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi Doğu Karadeniz’de de ateş komşuluğu söz
konusudur. Çakmağın henüz yapılmadığı, kibritin yaygınlaşmadığı, insanların
yoksulluğun ve yoksunluğun pençesinde kıvrandığı bir dönemde ateşe sahip olmak
çok önemliydi.
Çocukluğumuzda
“bir adamın gereksiz yere bir kibrit yaktı diye karısını boşadığını”
büyüklerimiz sık sık anlatırlardı. Aslında bu olayla tutumluluğun önemi
vurgulanmaya çalışılırdı. Savaşlar görmüş, işgal yaşamış, işgalden sonra evini
ve memleketini terk ederek muhacir çıkmış, açlık çekmiş, salgın hastalıklarla
kırılmış, şehitlerinin cenazesini bile kaldıramamış, yoksullukla ezilmiş, kendi
öz yurdunda egemenlerce horlanmış bir kuşağın evlatları, torunlarıydık.
Cumhuriyet’in
yarattığı kalkınma, yeni yeni kendini duyumsatmaktaydı. Yüzyılların birikimiyle
oluşmuş olumsuz yaşam koşullarını bir anda aşmak, çok zordu. Bu nedenle de
zorlukların, yok oluşların içinden çıkıp yaşama tutunan bu insanların sabrına
hayran olmamak elde değil. Onların en olumsuz koşullarda bile içlerinde sürekli
büyüttükleri umut fidanı her geçen gün göğermekteydi. Kıtlık günlerini
düşünerek her şeyi tutumlulukla kullanmak onların davranış biçimiydi. Bir
kibrit çöpünün bile onlar için önemi, gerekliliği büyüktü. Çünkü ona gereksinim
duyup da bulamadıkları zamanlar çok olmuştu yaşamlarında. Günümüzde çok küçük ve önemsiz görünen şeyler,
onların çoğu zaman yaşamlarını kurtarmıştı. Bu nedenle en küçük gereksinim
maddesinin bile değerini olağanüstü bir biçimde bilmekteydiler.
Çok
eski yıllardan beri ateş söndürülmezdi ocakta. “Ocağı sönmek” sözü de o ailenin
yaşamadığı anlamını verirdi. Çünkü ateş yanan bir ocak, dumanı tüten bir baca
yaşamın en önemli göstergesiydi. Ocağı söndürmemek, bir yaşam savaşımıydı. Bu
savaşı da kazanmak gerekti.
Gün
boyu ateş yanardı ocaklarda. Gece olup da yatma zamanı gelince ocağın içindeki
közlerin üstü ustalıkla küllerle örtülürdü. Küllenen közler, sabaha dek
canlılığını yitirmezdi. Sabah olunca küller özenle bir yana çekilir, közlerin
üstüne kolayca alevlenecek çalı çırpı konarak ateş canlandırılırdı. Ardından
odunlar ateşi güçlendirirdi.
Gece,
ocaktaki ateşi sönen komşu erkenden küçük bir kürekle gelir ve ateş isterdi.
Küreğe konan birkaç köz, komşunun ateşinin yeniden yanmasını sağlardı. Közleri
alan komşu ardına bakmadan hızlıca evinin yolunu tutardı. Çünkü Doğu
Karadeniz’de evler birbirinden uzaktır. Yolda eğleşmek, közleri söndürebilir.
Hava yağmurlu, karlı, çamurlu olabilir. Bu nedenle bir an önce ocağı yakıp
bacayı tüttürmek gerek.
Bazı
konuklar, geldikleri gibi giderler. Anlaşılacağı üzere böyle bir konuklamada iki
lafın beli kırılmaz. Söyleşilmez onunla. Bu tür konuklara: “Ateş almaya mı
geldin.” denir.
“Arkadaşlar!
Gidip Toros dağlarına bakınız, eğer orada bir Yörük çadırı görürseniz ve o
çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç asla
bizi yenemez. (Mustafa Kemal Atatürk)” Atatürk’ün de belirttiği gibi bacalarda
duman tüterse ulus yaşar. Ocağı sönmüş, bacası tütmez bir toplum yaşayamaz ve
zamanla dünya yüzünden silinip gider.
Yurttaşımız
köyde, kentte, yaylada, çadırda ateşini, ocağını hiçbir zaman söndürmez ulusu
yaşasın diye. Bunun içindir ki ateş komşuyla paylaşılır. Bu yardımlaşma belki
de en önemlisidir komşular için.
Çocukluğumuzda,
Doğu Karadeniz’in yeşili arasından tüten boz dumanlar kim bilir hangi
mutluluğun, umudun, yaşama savaşının, geleceğe yönelişin belirtisiydi?
Ocakta
ateşimiz, bacada dumanımız hiç eksik olmasın. Olmasın ki yaşam doludizgin
sürsün gitsin sonsuza dek.
Adil
Hacıömeroğlu
7
Temmuz 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder