Anneannem
Fatma Hanım, 1913’te (!) Denizli’nin Çal İlçesinin İsabey Kasabasında, ailesinin
beşinci çocuğu olarak gözlerini dünyaya açtı. İlk çığlığı, gökyüzündeki yerini
aldığında ne yazık ki baba yüzü hiç görmedi. Babası, ana rahmine düştükten kısa
bir süre sonra uçmağa varmıştı. Babasız bir yaşama “Merhaba!” dediğinde onu
bekleyen yoklukların, büyük sorunların farkında bile değildi.
Anneannem,
doğduğunda iki ağabeyi (Mustafa ve Halil), iki de ablası (Ümmü ve Hatice) vardı.
Balkan Savaşlarının sürdüğü yıllar… I. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri
duyulmaktaydı diğer yandan. Annesi Cennet Hanım, evin hem annesi hem de
babasıydı. Ailenin büyük erkek çocuğu olan Mustafa Dayı, delikanlılığa adım
atınca çok sevindi buna Cennet Ana. Onun eli ayağı oldu Mustafa’sı. Eli ayağı
tutan herkes, ev işlerine gücünce yardım etmekteydi. El birliğiyle güçlüklerle
savaşıyordu aile. Bu yıllar, yokluk yılları… Hısım akrabanın da durumları iç
açıcı değil. Onlar da yaşama tutunmak için tüm güçlerince çalışıp üretmek
zorundaydı. Beş yetime yardım etmesine ediyorlardı, ama ne kadar? Onların da
ellerinde avuçlarında yok ki bir şey! Öyle bir dönemki savaşlar hem genç
erkekleri hem de işgücünü, dolayısıyla üretimi yiyip bitirmekteydi. Üstüne
üstlük salgın sayrılıklar da toplumu tüketmekteydi. Bu nedenle üretim azalmış,
ekmek neredeyse ulaşılmaz olmuştu. Yine
de konu komşunun, hısım akrabanın, eş dostun tinsel dayanışmasının verdiği
içgüç (moral) onların yaşama daha sıkı tutunmalarını sağlamaktaydı.
Birinci
Dünya Savaşı başladığında Mustafa Dayı askere çağrıldı. Cepheden cepheye koştu.
Ev hem ağabeyini hem de önemli bir iş gücünü yitirdi. Bir yandan da savaş
koşullarının yarattığı zorluklar bindi ailenin sırtına. Ne savaş bitiyordu ne
de salgınlar.
Zaman
yokluklar, acılarla hızla akıp gidiyordu. Derken… Yurdumuz işgale uğramaya
başladı. Ülkemizin dört bir yanında direniş odları yakıldı. Giderek bu odların
alevleri kadınıyla erkeğiyle bir ulusun içinde büyüdü, kocaman bir yürek oldu.
O yürekler bir olup koca bir ulusun sesine, seline, inancına dönüştü. Çallılar,
Müftü Ahmet İzzet Efendi’nin öncülüğünde işgalcilere ilk başkaldıranlardan. 15
Mayıs 1919’da İzmir’e ilk düşman askeri çıktığında Çallılar, direniş
hazırlıklarına başladılar. Çevre il ve ilçeleri düşmana karşı direniş için
yüreklendirdiler. Bu konuda telgraflar çekildi dört bir yana. Çevredeki köy ve
kasabalardan gönüllüler silahlarını kuşanıp geldi ilçe merkezine. Toplananlar,
Aydın’ın yardımına koştu. Köşk cephesini kurup burada düşmanı karşıladılar. Bu
yüreklilik, Anadolu’ya ün saldı. Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas ve Ankara’dan
işitildi bu yürekli ses.
Düşman,
giderek Anadolu’nun iç kısımlarına doğru işgalini genişletti. Adım adım
kentler, kasabalar ve köyler düşman çizmesi altında çiğnenmekteydi. Çal’ın bazı
köylerinden düşman toplarının sesi işitiliyordu. Çal’ın bazı köyleri (O
yıllarda Baklan ve Bekilli ilçeleri de Çal’a bağlıydı.) de Yunanlıların
işgaline uğradı. Eli ayağı tutanlar, toplanıp ilçenin batı ve kuzey yanına
siperler kazmaya başladılar. Bazı Türk birlikleri de savaş düzeni aldı Çal’ın
milis güçleriyle.
Ata yadigarı memleketleri adım adım işgale uğrarken ve
erkeklerin bazıları genciyle yaşlısıyla siper kazarken kadınlar köylerde oturup
bekleyemezdi. Bu arada oluşturulmakta olan siperlere yakın köylerdeki birçok kadının
kazmaları ve kürekleriyle koştuğu görüldü.
İsabey,
siperlere en uzak köylerdendi. Kasaba halkı, toplanıp bir imeceye girişti çevre
köyler gibi. Hamurlar yoğrulup yufkalar açıldı, ocaklar yakılıp saclar kondu
üstüne. Ekmekler, bükmeler, dürümler yapıldı ivedilikle. Yanında ayran
unutulmadı testiler dolusu. Toprak testiler yetmeyince emziklilere dolduruldu
ayranlar. Çoktan uçmağa varmış Mozaların Osman Öztekin’in evinin direği Cennet
Ana, düştü yollara birkaç kadın arkadaşıyla atlanarak. Heybelerde sıcak yufka
ekmekleri, bükmeler, kuru üzüm ve bademler, peynirler, ne varsa katık olacak
yiyecek dolduruldu heybelere ayran testileriyle. Cennet Ana, en küçük yetimi
Fatma’sını geri bırakamazdı. Hançalar yanına siperlerin açıldığı yere doğru at
sürerken onu, bir kemerle bağlayıp beline oturturdu atın terkisine. Giderken atlar
tırıs yürürdü, gelirken ise dörtnala kalkarlardı. Bu yiyecek taşıma için gidiş
gelişler günlerce sürdü, düşman yurttan kovuluncaya dek.
Çocukluğumun
en güzel anılarıydı anneannemin savaş yıllarıyla ilgili anlattıkları. Can
kulağıyla dinlerdim onu. Dinlerken de o günleri yaşar gibi olurdum.
Yurdumuz,
düşman işgalinden kurtuldu Atatürk’ün önderliğinde. Düşman yurttan kovulunca
sıra Ortaçağ bilgisizliğine geldi sıra. Bu nedenle yurdun dört bir köşesine
okullar açılmaya başlandı. İsabey İlkokulu Cumhuriyet’imizle yaşıt bir
aydınlanma yuvası. Ağabeyi Mustafa Öztekin, Anneannem Fatma Hanım’ı elinden
tutup okula götürdü. Kaydını yaptırdı kendi elliyle. Doğaldır ki bu işi düşünüp
oğlunu yönlendiren Cennet Ana. Okul, sonradan belediye yapısı yapılan yerin
yanında “Eski Mektep” adı verilen iki katlı küçük bir yerdi. Burada ancak iki
derslik eğitim görebiliyordu. Çok geçmeden öğrenci sayısı çoğaldı ve bu eski
yapıya sığmaz oldu. Milli Eğitim Müdürlüğü ödenek çıkardı. Ne yazık ki bu
ödenek, yetersizdi. Bu ödenekle birkaç derslik yapılabilecekti ancak. Kasaba
halkı, daha büyük bir okul istedi. Zamanın kaymakamı, milli eğitim müdürü
köylülerle toplanıp öneri getirdiler. Ödeneğin yanı sıra halk da katkı
yapacaktı. Kimi taş taşıdı, kimi harç kardı, kimi ise duvar ördü. Herkes
gönlünden kopan mendillere özenle sarılmış parasından verdi ve okul çok
geçmeden yapıldı. İsabey İlkokulu örnek bir okuldu geniş bahçesi ve öğrenci
sayısıyla. Çok geçmeden karşı mahalleye de bir ilkokul yapıldı. Okullar
öğrencilerle dolup taştı. Buralarda yetişenler ülkemizin dört bir yanına
yayılıp ışık oldu.
İşte,
anneannem Eski Mektep’te başladı okula. Okulun ilk öğrencileri arasında anneannemle
birlikte üç kız öğrenci vardı. Birisi öğretmenin kızıydı. Üç kızla başlayan
okul, zamanla İsabey ve çevre köylerden gelen kızlarla şenlendi. Kızların
başarısı, zamanla erkekleri geçti.
Anneannem,
4. sınıftayken ağabeyi Mustafa Öztekin: “Sen büyüdün, genç kız oldun. Bundan
sonra okula gitmen olmaz.” deyip onu okuldan aldı. Dört yıllık eğitim, onu
aydınlattı. Gazeteleri buldukça okur; çocuklarının, sonrasında ise torunlarının
her düzeydeki ders kitaplarına göz atmayı severdi.
1972-73
Öğretim yılında İsabey Ortaokulu’nda orta sonda okumaktaydım. Anneannemin
sağlığı bozuldu, ancak yatağa düşmedi. Buna karşın benim derslerimi
denetlemekten geri durmadı. Ders kitabımın içine roman koyup okurdum. Yüzüm
odanın kapısına dönük olurdu hep. Yer minderlerine uzanır dalardım romanlardaki
olaylara. Kapıyı açar açmaz fark ederdi benim ders çalışmayıp roman okuduğumu.
“Dayısı kılıklı cavırın dölü!” diye gülerek bağırırdı esmer esmer. Sonradan
Türkçe Öğretmeni olan Ahmet Dayım da öyle yaparmış. Anneannem deneyimliydi bu
konuda, kül yutmazdı. Yanıma ilişir, saçımı okşayarak anlatırdı bana ders
çalışmanın önemini.
Sanırım
1972’nin Aralık ayıydı. Sonbahardan kalan güneşli bir günün serin esintileriyle
başladık güne. Bir gün öncesi Fatma Ebe’m (Yörede nineye “ebe” denmekte.)
sayrılandı. Benim kitap okuduğum, dam üstüne bakan odaya yer yatağı serildi.
Oraya yatmıştı. Sabahleyin uyandığımızda durumu biraz daha kötüleşmişti. Dedem,
durumu kolay kavradı. Kuran okumaya başladı başucunda. Elif Ebe’m, yengem,
teyzem, dayım başındaydık. Herkes bildiği duaları okuyordu için için. Gözlerini
açtı: “Selamı Hakkı Hoca (Kaçar) okusun, namazımı da o kıldırsın.” dedi. Öğle
yaklaşırken derin bir soluk aldıktan sonra birden kara gözleri sönüp gitti. Baş
hafifçe sağa, dedemlerin olduğu yana doğru döndü. Esmer, yuvarlak yüzünde
belli belirsiz bir gülümseme oturup kaldı. Göz kapakları açılmamak üzere
kapandı. Ayak ucuna yakın oturan ben, gözlerine bakıyorum açılır diye. Dedem,
elindeki Kuran’ı kapattı. Gözlerinden akan mavi damlalar; yanağına indi, oradan
ak sakallarını ıslattı. Herkes ağlamaya başladı. Ben hıçkırıyorum çocuk
yüreğimle. Yine de gözlerimi gözlerinden ayırmıyorum, belki bir tansık olur da
gözleri açılır diye. Yaşamımda ilk ve son kez bir insanın ölümüne tanıklık
ettim acı da alsa.
Dedem,
bana dönüp: “Git, Hakkı Hoca’ya söyle, selasını okusun!” dedi. Demirler
Mahallesi’nden koşarak gittim Orta Mahalle’ye. Hakkı Hoca’nın dükkânına girdim.
O, durumumu görünce bir şey olduğunu anladı. “Ne oldu çocuğum?” diye sordu
yumuşak ve sevecen bir sesle. “Fatma Ebe’m öldü. Dedemin selamı var, selasını
okuyacaksınız.” dedim. Bu sözleri nasıl söylediğimi bilmiyorum. Hakkı Hoca
çıktı, anneannemin selasını okudu. Sonuna dek dinledim onu bir taşın üstüne
oturarak. Gözyaşlarım birer ağı topu gibi yüreğime çarparken anılar geçti gözlerimin
önünden.
Sela
bitti. Hakkı Hoca: “Tamam, git, dedene söyle namazdan sonra defnedelim Ebe’ni.”
dedi. Tam gidiyordum ki elime kefen bezini tutuşturdu. Alıp gittim. Konu komşu
toplanmıştı eve. Gömütlüğe gittiğimizde inandım anneannemin uçmağa vardığına. Gece
olup yatağıma girdiğimde kendimi o denli yalnız duyumsadım ki anlatamam. Yaşını
doldurmadan kuş olup uçan kardeşim Sevil’den sonra yitirdiğim ikinci yakınımdı bilge
anneannem. Onun bilgeliği, yaşamım boyunca bana ışık oldu, o da bir melek…
Adil
Hacıömeroğlu
12
Mayıs 2024
Fatma anayı, aneanneyi rahmet ve saygıyla anıyorum. O cahiliye döneminde bu kadar aydın ve ileri görüşlülüğune hayran kaldım. Cumhuriyet' in kurulmasında emeğini, aşını, canını esirgemeyen yiğit kadın. Olduğu yer çiçek bahçesi olsun. Bugün duygu üstüne duygu yaşadım Adil bey. Beni de anneannem büyüttü. Bu yaxı bir kez daha dokundu yüreğime. Anam gibidir O' da. Hepsine rahmet diliyorum
YanıtlaSilNilgün Baş
Fatma anneannenizin yattığı yerler cennet bahçesi olsun .Anlatımınızı okurken sanki yaşıyor gibi hissettim Adil Öğretmenin , malum olmuştur , bugün yazmanız çok anlamlı 👏👏🙏🏻🌺🌿😥yüreğinize sağlık🙏🏻👩Fulya Kırımoğlu
YanıtlaSilRuhu şad olsun. Ne mutlu ona ki, onu yazan torunu oldu.
YanıtlaSil