Neredeyse
çocukların hepsi evlerinde hayvan beslemek ister. Bu, çocuğun insan dışındaki
canlılarla ilk ilişkisidir. Hayvanların gereksinmelerini karşılamak, onlara
büyük bir keyif verir. Özellikle hayvanın beslenmesi onlar için tahmin edilemez
bir zevktir.
Çocukların
hayvan beslemekte yeğledikleri türler farklılıklar gösterir. Ancak birçok aile
evlerinin fiziksel durumu ve kendi beğenilerini öne çıkararak çocukların
seçecekleri hayvanlar konusunda, onları yönlendirir. Bazı anne ve babalar
hayvan sevmez, evlerini onlarla paylaşmak istemez. Öyle insanlar vardır ki,
evlerinde hayvan beslemeyi bırakın bir tek saksı çiçek bile yoktur. Doğanın yok
edildiği, hayvan ve bitkilerin yalnızca belgesel filmlerde ya da kitaplarda
görüldüğü bir dünyada evlerde insan dışında başka bir canlının olmaması
anlaşılır gibi değil.
Doğa,
insanın hem beden hem de ruh sağlığı için vazgeçilmez bir otama aracıdır. Kişi
doğada soluklanır. Orada, sonsuz erinci bulur. Evde büyütülen bitkiler,
beslenen hayvanlar kent yaşamının tekdüzeliğini ortadan kaldırır, yaşamı
varsıllaştırır.
Çocukların
insanların dışındaki varlıkları tanıması, onların yaratıcılıklarını,
üretkenliklerini, özgüvenlerini geliştirir; başarmaya olan inançlarını,
sorumluluk duygularını artırır. Evini başka canlılarla paylaşmanın çocuğa
kazandıracağı bir arada yaşama fırsatı önemlidir. Çocuk, kendi dışındaki
varlıkları sevmeyi, onların yaşam hakkına saygı göstermeyi öğrenir.
Köyde
büyüdüğüm için doğayla ilişkim iyidir. Hayvan ve bitki türlerinin özelliklerini
bilirim. Doğanın dilinden anlarım sayılır. Ondandır ki bir tutam yeşillik, bir
avuç akarsu, bir kuş sesi, bir köpek havlaması, bir horozun ötüşü, uzaktan bile
olsa gördüğüm bir koyun, keçi ya da inek sürüsü, baharda yeşeren bir yaprağın,
açan bir çiçeğin görüntüsü, güz geldiğinde sararmış yaprakların hışırtısı,
kışın üşüyen bir hayvan, kardan kırılan bir dal… alıp götürür beni çocukluğumun
güzel dünyasına. Doğanın içinde suda yaşayan balık gibiydik. Hep o doğal
ortamda kalacağız diye düşünürdük. Her türden yeşille mavinin kucaklaştığı bir cennet
köşesinde yaşlanacağımızı düşünürdüm hep. Ne yazık ki öyle olmadı. Koptuk
toprağımızdan, geldik grinin egemenliğinin sürdüğü kente. Şimdi evimizde
besleyeceğimiz bir hayvan, saksıda büyüteceğimiz bir bitki esin kaynağımız
olsun istemekteyiz.
Atacan’a
en küçük yaşından itibaren doğayı sevdirmeye çalıştık. Bunun içinde fırsat
buldukça doğaya çıktık. Ona, hayvan ve bitkileri tanıtmak için yoğun uğraş
verdik. Doğaya çıkamadığımızda doğa belgesellerini izledik televizyondan.
Bundandır ki çocuk, doğa aşığı oldu. Hayvan ve bitki koruyucusu olarak
ortalarda dolaşmakta.
Eee,
bu kadar doğayla ilgili bilgi olur da bunun eve yansıması olmaz mı? Olur tabii
ki…
Öncelikle
şunu söyleyeyim ki evimiz küçük çaplı bir botanik bahçesi. Salon ve balkonlar
saksılarla dolu. Ne mi var saksılarda? Sardunyalar, orkideler, Atatürk çiçeği,
beyaz yelken çiçeğinin yanı sıra birçok çiçek var. Burada beyaz yelken çiçeğine
değinmek gerek. Bu çiçek, Atacan doğduğunda hastaneye geldi. Çiçeği getiren
halası… Yazın her dinlenceye gittiğimizde bu çiçek sorun oluyor. Kurutmamak
için günler öncesinden seferber oluyoruz. Büyükçe bir leğeni su doldurup içine
koyuyoruz saksıyı. Suyu fazla koyarsak alttan gelen su, saksının toprağını
bataklığa çeviriyor. Suyu az koyarsak çiçek kuruyor. Evde cam çerçeve kapalı
olduğundan sıcak hava daha da artmakta. Çiçek yanıyor havasız ortamda. İki kez
çiçek kurudu neredeyse. Budadık. Toprağı havalandırdık… Özel bir ilgi ve
bakımla çiçeği canlandırdık. Atacan, bu çiçeği olağanüstü bir biçimde
sahiplenmekte. “Bu çiçek benimle yaş, buna iyi bakalım.” Demekte durmadan. Bu
yıl, deneyimlerimiz işe yaradı. Uzun dinlencemize karşın çiçek hasar görmedi.
Başka
ne mi var saksılarımızda? Mevsimine göre değişmekte bir kısmı. Soğan, roka,
maydanoz, semizotu, biber, domates, salatalık, nane, çilek… Bunları genellikle
Atacan yemekte.
Atacan
iki yaşındayken hayvan beslemek istedi. “Hangi hayvanı alalım?” diye sorduk. O:
“balık…” dedi. Gittik, iki tane Japon balığı aldık evimizin karşısındaki hayvan
satıcısından. Balıklar, büyükçe bir kavanozdaydı. Her gün kavanozun başında
bizim çocuk. Sandalyeye tırmanıp balıkları seyre dalmakta. Balıkları
adlandırdık. Artık onları adlarıyla çağırıyordu.
Atacan
balıklarla iyi bir dostluk kurunca bize de işi geliştirmek düştü. Eşimle nasıl
bir akvaryum alalım, diye düşünürken Ata’nın dayısı sessiz sedasız bir akvaryum
alıp armağan etti yeğenine. İlk önce iki balığımızı koyduk cam kafesin içine.
Ama balıklar yetersiz. Bir hafta sonu Atacan’la Mısır Çarşısının yolunu tuttuk.
Neredeyse balık satan bütün dükkânları gezdik. En sonunda birine karar kıldık.
Çocuk dikkatle seçti kalabalık sürüler içinden yeni arkadaşlarını. Balıkları ve
yemlerini aldık vapurla döndük Kadıköy’e. Çabucak otobüse bindik eve varmak
için. Çocuk ikide bir balıkları kontrol ediyor yaşıyorlar mı diye. Her
seferinde “Turuncu balık yüzüyor, vatoz kuyruğunu salladı. Beyaz balık çok
güzel…” biçimindeki tümceleri bir sevinç çağlayanı olarak çağıldamakta
ağzından.
Eve
ulaşmadan otobüste balıklara ad koydu bile. Balıklara ad verirken ona
karışmıyorum. O, benim onayıma sunuyor bulduğu adı, ben de onaylıyorum
hemencecik. “Bu ad çok güzel oldu, balığa uygun…” biçiminde yanıtlar yetiştiriyorum Ata’ya. Ata
mutlanıyor onu onaylamamdan.
Eee,
evde canlı yaşar da ölüm olmaz mı? Olur tabii ki… Balıklarımızdan bazıları
ölüyor bilmediğimiz nedenlerden. İlk başlarda Atacan’ı kandırmayı yeğledim. Ölü
balıkları ona göstermeden atıyordum önceleri. O fark edince de “Balık
hastalandı, onu doktora götürdüm. İyileşince alıp geleceğim.” diyordum ona. O
da inanıyordu bana. Ben de en yakın akvaryumcudan başlayarak ölen balığımızın
benzerini arıyordum. Bulunca da hemen satın alıp eve koşuyordum. “Bak,
balığımız iyileşti, alıp geldim onu. Şimdi daha iyi bakalım da hasta olmasın
bir daha.” diyerek yeni balığı birlikte akvaryumun içine koyuyorduk. Bu durum
karşısında çocuk, sevinçten uçuyordu.
Kimi
zaman ölen balığımızın aynısını bulamıyor, birazcık benzerini bulduğumda
Atacan: “balığımızın rengi niye değişti?” ya da “Balığımız niye
şişmanladı/zayıfladı?” biçiminde sorular sorardı. Gün geçtikçe şüpheleri
artmaktaydı. Ben de “Hastalığı ağır olduğundan çok etkilendi.” Biçiminde onun
şüphelerini yok edecek yanıtlar bulmaya çalışmaktaydım. Bunu yaparken de hep
vicdanımda bir rahatsızlık duyumsamaktaydım. Oysa ölüm yaşamın bir parçası.
Çocuk bunun farkında. Haberleri izlerken insanların, hayvanların, bitkilerin
öldüğünü görmekte. Belgesellerde ölümü izlemekte. Zaman içinde tanıdıklarımızın
yaşamdan göçüp gittiğini de gördü. Kentin en yeşil alanları olan mezarlıkları
görünce dikkat kesilmekte. Zaman zaman yakınlarımızın mezarlarını ziyaret
ediyoruz. İstemesek de bu mezarlık ziyaretlerinde çocuk da yanımızda bulunuyor
ve soruyor. “Buraya niye geldik? Bu mezar kimin? Neden öldü?” Bu ve benzer
soruları gerçekçi olarak yanıtlamak gerek. Bu nedenle ona inandırıcı, doğru
yanıtlar verdik. Tabii ki onu üzmeden, onun ruhunda yaralar açmadan…
Yaşamın,
doğumdan ölüme uzanan bir çizgi olduğunu öğrendi çoktan. O zaman Ata’ya balıklarının
ölümüyle ilgili doğruyu söylemekten başka çare var mı? Biz de öyle yapıyoruz.
Balıkları seyrek de olsa öldüğünde ona gerçeği anlatmaktayız.
Yaz
dinlencesine gittiğimizde balıklarımızı yanımızda götürüyoruz. Nasıl mı?
On
litrelik su damacanasındaki suyun üçte birini boşaltıyoruz. Balıkları bulundukları
akvaryumdan özenle alıyoruz kepçeyle. Yine aynı özenle damacanaya koyuyoruz
onları. Tüm balıklar yeni yerlerine konduktan sonra damacananın kapağını
kapatıyoruz. Ardından kapağı bıçakla deliyoruz, balıkların hava alması için.
Akvaryumu, suyu boşaltılmış olarak arabanı bagajına; balıkların bulunduğu damacanayı
ise Atacan’ın oturduğu koltuğun yanına yerleştiriyoruz. Çocuğun eli, yol
boyunca damacananın üstünde, devrilmesin diye. Sık sık eğilip balıklara
bakıyor. Onları kontrol etmekte heyecanla.
Yolculuk
bitip yazlık eve ulaşınca ilk işimiz, balıkların akvaryuma konması. Eşim,
bavulları taşımam için söylenirken Atacan beni çekiştirmekte. “Hadi Adil! Çabuk
olalım, balıklarımız ölmesin! Hemen onları akvaryuma koyalım.” demekte. Bir
elimde akvaryum, diğerinde balıkların bulunduğu damacana koşturuyorum. Çocuk,
bana yardım etmek için damacananın kulpuna yapışmış, çekiştirmekte.
Akvaryumu
hızla kuruyorum. Havalandırma aygıtını hemen çalıştırıp balıkları içine
koyuyorum. Ardından yemleri birlikte veriyoruz onlara. Atacan’a göre en önemli
iş bu ve bunu çabucak yerine getiriyoruz. Daha sonra sıra arabanın bagajındaki
eşyaları taşımaya geliyor. Biz bavulları, çantaları eşyaları taşıyıp
yerleştirirken çocuk, akvaryumun başında nöbette. Yolculuk sırasında balıklara
bir şey olup olmadığını görmeye çalışıyor. Sağlıklı olduklarına iyice
inandıktan sonra bahçeye çıkıyor, dayısının kızlarıyla oynamak için.
Bu
yaz dinlencemiz biraz uzun sürdü önceki yıllara göre. Her akşam bahçe
sulanmakta. Kuyudan su çekmek için motorun çalışması gerek. Motorun
çalıştıracak fiş, akvaryumun yanındaki prize katılıyor. Sulama sırasında
akvaryumun fişi çekiliyor, yerine su motorununki takılıyor. Dinlenceden dönmemiz
yakın… Atacan’ın dayısı bahçedeki zeytin ağaçlarını ve çiçekleri suluyor
gecenin serinliğinde. Su motorunun fişini çekiyor. Dalgınlıktan olacak
akvaryumun fişini takmayı unutuyor.
Her
sabah olduğu gibi erkenden uyanıyorum. Bakıyorum fiş takılı değil. Hemen takıyorum
fişi yerine. Havalandırma çalışıyor. Ama o da ne? Balıklardan biri can çekişmekte.
Çocuğa bir şey söylemiyorum. Neredeyse yarım saatte bir kontrol ediyorum
turuncu balığımızı. Öğlene doğru balığımız ölüyor. Ölü balığı akvaryumdan almak
için elimde kepçeyle üst kata çıkarken Atacan, beni görüp peşime takılıyor.
Onun ardından dayısının üç kızı. Ben, ölü balığı akvaryumdan alıp bahçe
dışındaki çalılık alana atmak için yöneldiğimde oğlumun çığlığını işitiyorum. “Adil,
onu sakın atma! Balık bir canlı, onu gömmeliyiz.” Bu sözler karşısında
şaşkınlıkla karışık bir sevinç duyuyorum. Hemen bir keser alıyorum. Bahçeye
küçük bir mezar kazıyorum. Ölü balığı yavaşça bu çukura bırakıyorum. Üzerini toprakla
örtüyorum. Çocuklar birden dağılıyor. Kısa bir süre sonra ellerinde yapraklar,
çiçeklerle dönüyorlar. Ellerindeki çiçek ve yaprakları özenle küçük mezarın
üstüne bırakıyorlar. Ben, onlara teşekkür ediyorum.
Atacan,
ağlayarak dayısını suçluyor. Balığın ölümünü onun ihmaline bağlıyor. Biz
kazayla olduğunu söylesek de ikna edemiyoruz çocuğu. Dayısı evde yok, Şarköy’e
gitmiş alışveriş için. Onunla konuşmak istiyor çocuk. Kendince cezayı kesmiş.
Bir balık yerine iki balık aldıracak. Bu konuda dayısının üç kızının yoğun
desteği var. Telefon açıyoruz dayısına. Durumu anlatıyoruz. “Tamam!” diyor
dayı. “İstersen üç balık alayım.” diyor. Çocuk itiraz ediyor. “İstemem!” diyor
sertçe. Hangi renk balık alacağını uzun uzun anlatıyor telefonda. “Farklı
renkte balık alırsan kabul etmem.” diyor kararlılıkla. Biz, yatıştırmaya
çalışıyoruz çocuğu. “Şarköy, küçük yer; senin istediğin balığı bulamayabilir
dayın.” diyoruz. Bizim yatıştırma sözlerimiz işe yaramıyor. “Cezasını çeksin!
Bir daha yanlışlık yapmasın! Şarköy’de bulamıyorsa başka yerden alsın gelsin!”
demekte ısrarla.
Neyse…
Dayı elinde balıklarla geliyor. Atacan uzun uzun balıklara bakıp “Oldu…” diyor.
Ardından dişlerinin arasından sinirli bir teşekkür etme sözü işitiliyor.
Birlikte balıkları akvaryuma koyuyoruz. Uzun süre bakıyor onlarla. “Niye
bakıyorsun?” diye soruyorum. “Eski balıklarla yenilerin uyumuna bakıyorum.
Birbirlerine alıştılar mı diye bakıyorum.” diyor. Ben ayrılıp bahçeye
geçiyorum. Biraz sonra o geliyor memnun bir gülümsemeyle. “Alıştılar mı?” diye
soruyorum. “Alıştılar diyor ve dayısının kızlarıyla oynamaya başlıyor.
Doğada
var olan her şey yaşamımızın bir gerçeği. Ölüm de öyle… Çocuklara yalan
söylememeli. Onların güvenini yitirmemek için en sert gerçekleri bile uygun bir
dille onlara anlatmalı. Bir çocuğun gerçekleri kendi anne ve babasından
öğrenmesi kadar güzel ve doğru bir şey yok sanırım.
Adil
Hacıömeroğlu
9
Eylül 2017
Değerli Adil Öğretmenim ,ne güzel keşke her çocuğa sizler gibi anne -.baba nasip etse. Çocuklar yaşayarak öğrenirse , doğayı severse merhametli oluyor.Canlılarla bir arada yaşamak sorumluluk duygusunu geliştiriyor. Fen bilgisi ve biyoloji derslerinde okumakla öğrenilmiyor .Ailede , evde ilk eğitim başlıyor . Öğretmen olmanızında etkisi var. Atacan maşallah🧿🧿🧿🧿Verileni alan , merak edip soran okuyan bir oğul gelecekte biliminsanı olup , ülkesine yararlı olacaktır .Anlatımızı okurken balıkları görüp yaşadım sanki rahmetli babacığımla bizim de akvaryumumuz vardı hafta sonları, beraber temizleyip birlikte zaman geçirirdik.Elinize , yürkeğinize sağlık .Ailenizle , nice doğayla , bitki ve canlarla güzel zamanlar geçirmeniz dileğiyle 👏🙏🏻🍀🦋🐞🍀🌿🪴🐟👩Fulya Kırımoğlu
YanıtlaSil