Sıcak,
bunaltıcı bir Pazar günü… Kahvaltımızı bunaltıcı havanın verdiği uyuşuklukla
yaptık. Gece, doğru düzgün bir uyku uyuduğum söylenemez. Başımda bir ağrı var.
Kahvaltıdan sonra kitap okuyayım, dedim. İlk sayfada anlamaz oldum
okuduklarımı. Durumu söyleyince eşim sessiz sedasız iki tane şekersiz Türk
kahvesi yaptı.
Karşılıklı
oturduk, kahvemizi içtik eşimle. Eşimin kahve içmesindeki en büyük neden fal.
O, çay ve kahveyi genellikle benden önce içer. Ben, sıcak içecekleri biraz
ılıdıktan sonra içerim, hiç acele etmem. Bu kez de öyle oldu. Eşim, kahvesini
benden önce içip ters çevirdi fincanını. Benimki de bitince onun uyarısı
üzerine fincanımı ters çevirdim.
Kahve
içtikten sonra kendimi biraz rahatlamış gördüm. Bir şeyler yazmaya başladım.
Dalmışım işime. Eşimin seslenmesiyle daldığım hayal dünyasından uyandım.
Eşim
fincanların fotoğrafını çekerek internetten fal bakan bir siteye gönderdi.
Teknoloji, falcı bacıların ekmeğiyle oynuyor bu arada! Fotoğraflar gitti
gitmesine de hanım yakamı bırakmıyor yine de. Fincanı gözüme dayayıp “Ne
görüyorsun? Böyle bir fal görmedim. Olağanüstü şeyler var fincanda.” Ben de
ister istemez başımı fincanın üzerine getirip “Bir kuş var, elinde bir zarf. Şu
tarafta bir kanguru. Karşısında geyik var. İki yol var, ikisinin de önü açık.”
diye işi geçiştirmek için bir şeyle söylüyorum.
Ben,
hayvanlardan söz edince Atacan, hızla yanımıza geldi. Hayvanları görmek için
kafasını fincana uzatınca annesinin eline çarptı ve fincan yere düştü. Eşim,
kendince muhteşem(!) olan falının bozulacağından ve fincanın kırılabileceğinden
kaygılanarak kızgınca çocuğa bağırdı. “Atacaaannn! Bak fincanı düşürdün,
kırıldı sanırım.” Sessizliği bozan ve salonu inleten bu bağrış, çocuğu ürküttü
epeyce.
Atacan,
şaşkınlıkla karışık bir kızgınlıkla “Ben kırılsam daha mı iyi, fincan benden
değerli mi Adil? Annem niye böyle bağırıyor?” diye sordu.
Ben:
“Dünyanın bütün fincanlarını sana değişmem, en değerli olan sensin. Sen
kırılma! Hem kolun kanadın kırılmasın hem de kalbin.” dedim.
Eğildi,
yerden fincanı aldı. Annesine göstererek: “Bak, fincan kırılmamış, niye
bağırdın bana?” diye sordu.
Annesi
özür diledi. Olmadı, bir daha özür diledi. Bir daha… Bir daha…
Atacan,
bana döndü: “Adil, annemin özrünü kabul edeyim mi?” diye sordu.
“Kabul
et! Bilmeden bağırdı. İsteyerek olmadı. Bir daha yapmaz.” dedim.
Çocuk,
parlayan gözleriyle annesine döndü. “Tamam, affettim seni! Bir daha bağırma!”
dedi ve anne-oğul sarmaş dolaş oldular.
Mal
kırılır, yenisi alınır. Ama insanın yenisi yok! Bu nedenle büyük olsun, küçük
olsun insanları kırmamaya özen göstermek gerek.
Adil
Hacıömeroğlu
11
Eylül 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder