KUŞ SESLERİYLE BAYRAM


14 Haziran 2024 Cuma günü ikindiden sonra İstanbul’da yelin hızlı esmesiyle hava kararmaya başladı. Kara bulutlar, gökyüzünün dört bir yanını kapladı. Tam da bir kıraathanenin önünde dostlarla söyleşmeye başlamıştık. Birden yağmur damlaları kalın ve hızlı düşmeye başladı. Yelin savurduğu toz duman yitip gitti. İçeri kaçıp söyleşimizi sürdürdük.

Yağmur damlaları az da olsa aman verince bir aşevine gidip dostlarla buluştuk. Yemek boyunca sürekli yağmur yağdı. Tam kalkacağımız sırada yağış dindi. Dostlarla vedalaşarak evimizin yolunu tuttuk. Sabahleyin Mürefte’ye gideceğiz yükçelerimizi hazırlamamız gerek. Hazırlıklarımız bitti. Geç saatte uyuduk.

15 Haziran sabahı pırıl pırıl, güneşli bir güne erkenden uyandım. Kırlangıçlar cıvıldaşarak uçuşmakta. Günün erkencileri bu güzel kuşlar… Sabah kahvaltısı peşindeler… Kent ıssız… Öyle görünüyor ki bayram dinlencesine gidenler yola çıkmışlar çoktan. Dilerim ki bu gözlemimde yanılmam.

Kahvaltımızı çabucak yaptık. Geceden hazırlıkları yapmış olmamıza karşın yine de unuttuğumuz bazı eşyalarımız oldu. Onları da tamam ettik. Camı çerçeveyi iyice kapattık. Her şeyi gözden geçirdik.

Yükçeleri taşırken Atacan da yardım etti bana. Arabanın yüklüğünü yerleştirdim. Tam yola çıkacakken kargo görevlisi, dört kitap getirdi bana :Talip Apaydın- Köy Enstitüsü Yılları, Mehmet Başaran- Özgürleşme Eylemi Köy Enstitüleri, Mahmut Makal- Köy Enstitüleri ve Ötesi ile Bozkırdaki Kıvılcım Enstitüler. Bu kitapların vaktinde gelmesine çok sevindim. Kitapların dördü de köy enstitülü yazarların okudukları efsane okullarla ilgili. Bu konuda Literatür Yayınları çalışanı Dilek Hanım’a ne kadar çok teşekkür etsem azdır. Kitapları, sırt çantama koydum sevip okşayarak.  

Öğlene doğru yola çıktık. Şehremini’ne uğradık eşimin yengesiyle dayısının oğlu Cengiz’i almak için. Avrupa yakasına geçtiğimizde yolların çok kalabalık olduğunu anladık. Demek ki işimiz zor…

Zor bir yolculuktan sonra Mürefte’ye vardık akşama doğru. Kaynımla kaynanam bir gün öncesinden gelmişlerdi. Arabamızı, uygun bir yere eğledik. Elbirliği ile yükçelerimizi taşıdık kuş cıvıltıları arasında. Oturduk, çay hazırmış. Denize karşı geçip çayımı yudumlarken doğanın sesine kulak verip dinlenmeye çalıştım. Saatler gece yarısını gösterdiğinde odalarımıza çekildik.

Sabahleyin erkenciyiz. Kuşlar bizden daha da erkenci… Onların büyütecek yavruları var. Cıvıltılı uçuşlarla yiyecek taşımaktalar yuvalarına. Kırlangıçların çoğaldığını duyumsadım birden. Baktım ki üç yuva beşe çıkmış.  Bu yılın ilk yavrularını uçurmuş olabilirler yuvalarından. Hiç durmadan çalışıyorlar yuvalardaki aç boğazları doyurmak için. Farklı türlerden kuşların ötüşleri birbirine karışmakta. Uzaktan bir guguk kuşu tempo tutmakta onlara.

Kahvaltıdan önce bayramlaştık. Kahvaltımızı yaptık sonrasında. Keyif çaylarını yudumladık. Kurban kesimini ikinci güne bırakma kararı verdik. Zaten kalkıp gitsek kurbanlıkların olduğu alana, kalabalıktan ötürü sıkışıklık olacak. En iyisi bu cıvıltılar eşliğinde denizi izleyip kitap okuyayım. Bu Kurban Bayramı’na kuş sesleriyle mutlu başladık. Tüm dostların bayramı deniz sakinliğinde, kuş cıvıltıları tadında mutlu geçsin. Herkesin bayramı kutlu olsun. Hele de emperyalizmin yok etmek istediği Filistinlilerin bayramını kutlarım. Gözyaşlarının akmadığı, toprakların insan kanıyla sulanmadığı nice güzel bayramlar tüm insanlığın olsun.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         16 Haziran 2024

 

 

ÇETELER HER YANDA CİRİT ATIYOR


Çoğu kişi gibi ben de sabahleyin uyanınca ilk iş olarak televizyonu açıp haberleri dinliyorum. Yayın sürerken haber akışı kesiliyor birden “Şimdi bir son dakika haberimiz var.” diye. Artık ezberledik neredeyse son dakika haberini sabah sabah. Çünkü her sabah aynı haber… Yalnızca özneler ve nesneler değişik…

“Şu anda Sayın İçişleri Bakan Ali Yerlikaya’nın açıklamasını sunuyoruz.” diyerek farklı kentlerimizde yakalanan çete üyelerinin sayısı ve işledikleri suçlar ve kentlerin adı kısaca anlatılmakta. Çok seyrek de olsa çete üyelerinin yerini bölücü örgüt militanları almakta. Bazı günler, birden çok çete çökertiliyor (Bu bakanlığın söylemi) polis ve jandarmanın çabalarıyla.

İster istemez usumuza şu soru gelmekte: Neredeyse her gün en az bir çete çökertildiğine göre demek ki ülkemizin hemen hemen tüm kentlerinde çeteler bulunmakta. Bu çeteler kurulurken, bunca zamandır yasadışı işler yaparken, yurttaşı haraca bağlarken, alınteriyle kazanılan mala mülke el konurken hükümet ve içişleri bakanlığı ne yapıyordu, bu çetelerin halkı canından bezdirmesi mi bekleniyordu?

Çete üyeleri yakalanmasına yakalanıyor da ne oluyor? Çoğu denetimli serbestlikle salıveriliyor. Bu salıvermeleri yurttaşlar izledikçe adalete güvenleri azalmakta. Ne yazık ki suçla ceza orantılı değil.

Üzülerek söyleyeyim ki Türkiye’de AKP iktidarları döneminde devlet otoritesi çok yara aldı. Bozulan ekonomi, yasadışı kazancı adeta yüreklendirmekte. Çünkü yasadışı iş yapanlara karşı yaptırımlar etkisiz, cezalar hafif. Emeğiyle geçinen, üreten insanlar hak ettikleri saygıyı görmüyorlar yetkililerce. Bu yurttaşlarımız, devletçe yüreklendirilip korunmuyor.

Ülkemiz kentlerinde çeteler niye kolayca kuruluyor? Bu çeteler, bunca genci, buyrukları altına nasıl alıyor? Artan genç işsizlik, çetelerin oluşmasının önünü açmakta. Yoksulluk, çetelerin palazlandığı bir bataklık… Bu bataklığı oluşturan da ekonomik bozukluk… AKP’nin yıllardır uyguladığı serbest piyasa ekonomisi, yoksulu daha yoksul, varsılı daha varsıl yapmakta. Toplumda gelir dengesi iyice bozuldu. Halkımızın yarıya yakını yoksulluk sınırının altında yaşam sürmekte. Farklı ülkelerden çetelerin bazıları da ülkemize yerleşmekte ne yazık ki. Sığınmacıların çokluğu ve düzensizliği de çetelerin işine gelmekte. Ayrıca yolsuzlukların artması, çeteler için uygun ortam yaratmakta. Yolsuzluk, zaten yasadışı değil mi? Yasadışı yolsuzluğun olduğu yerde çetelerin boy göstermesi çok olağan.

Çete üyelerinin yakalanıp çetelerin çökertilmesi güzel de bunca suç örgütüne, yapılanacakları gerekli ortamın hazırlanması kimin işi? Çetelerin yararlandığı yasal boşlukları yaratarak devleti zaafa uğratan kimler? İnsanımızı bir dilim ekmeğe muhtaç eden bir ekonomik sistemin sürmesi için bunca çaba niye?

Güvenlik güçlerinin çeteleri çökertmesi önemli. Bununla halkımız gurur duymakta. Ancak çetelerle asıl savaş, bunların var olmak için olanak buldukları toplumsal, ekonomik koşulları değiştirmektir. Bunun da çözümü, Atatürk’ün uyguladığı halkçı-devletçiliği uygulamakta. Bu, ulusal birliğimizi güçlendirirken yasadışı olayları da ortadan kaldıracak bir ortam hazırlayacak. Dün başardık, bugün niye başarmayalım?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  13 Haziran 2024

EĞİTİMDE EŞİTSİZLİK VE İLKESİZLİK


Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sonrası ABD’ye yanaşmasıyla tam bağımsızlığımızı yitirmeye başladık. ABD ile 1947’de Truman, 1948’de Marshall ve 27 Aralık 1949’da eğitim anlaşmaları imzalandı. Bu anlaşmalar, öncelikle ekonomik alanda dışa bağımlılığı getirdi. Ulusal sanayimizin önü kesildi. Başta uçak sanayi olmak üzere birçok alanda fabrikalar peş peşe kapanmaya başladı. Bu teslimiyete uygun kişilerin yetiştirilmesi de önemliydi emperyalizm için. Bu nedenle Washington yönetimi eğitimimize de el attı yaptığı anlaşmayla.

Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan eğitimde devrimci süreç sonlandırıldı 1949 eğitim anlaşmasıyla. Sistem, tepetaklak edildi. “Milli, bilimsel, çağdaş ve laik” eğitimimizin önce “milli” kimliği sonra da “bilimsel” niteliği ortadan kaldırıldı. Ülkemiz koşullarına göre geliştirilen bize özgü eğitim örneğimizden vazgeçilerek Atlantikçilerin dayattığı sistem, onun yerine kondu. Eğitim sistemimiz, yıllar içinde ve yeni gelen hükümetler ve bakanlarla sürekli değiştirilerek yazboz tahtasına çevrildi. Eğitim sistemimize ilkesizlik egemen oldu. Aynı partinin üyesi olan iki ayrı bakan bile birbirine ters uygulamalar yaptı. İlkesizlik, kararsızlık, amaçsızlık, tam bağımsızlık ülküsünden uzaklaşılması nedeniyle eğitimde büyük bir savrulma yaşanmakta yıllardır.

Amerika’dan dayatılan eğitim önekleri uygulanmaya başlandı. Ülkemiz, ABD’nin deneme tahtasına döndü. Bu yolla eğitim karmaşası egemen kılındı. Cumhuriyet eğitimi ile tektip insan yetiştirildiği suçlaması yapıldı. ABD’nin dayattığı eğitim sisteminin ise demokrasi ve özgülüğün temelini oluşturacağı yalanıyla kandırıldı ulusumuz. Özellikle bu süreçte iktidarda bulunan siyasetçiler, Amerikancı eğitimi öve öve bitiremediler. Onun erdemleri(!) üzerine söylevler verdiler halka.

Türk halkı, cumhuriyetle başlayan okullaşmayı, çağdaş eğitimi çok sevdi. Bu eğitim biçimine, öğretmenlere çok inanıp güvendi. Halkımız yoksulluğun, Ortaçağın, geri kalmışlığın, adam yerine konmamanın pençesinden cumhuriyet eğitimiyle kurtulacağının bilincindeydi.

Türk toplumunda sınıfsal ayrımlar kalın çizgilerle ayrılmamıştı

12 Eylül 1980’de yapılan Amerikancı darbe ile Evren-Özal iktidarı geldi. ABD dayatmaları iyice artarak sıklaştı. Bu dayatmalar, Evren’in demir yumruğuyla halka benimsetildi. Artık her şey demokrasi(!) içindi. Oysa bu sözde demokrasi ve özgürlük zehre sarılmış bir şekerdi. Topluma, hızla yedirilmekteydi. Toplum bu zehirli şekeri yedikçe elindekini avucundakini yitirmekteydi, en başta da özgürlük ve demokrasisini. Ne yazık ki toplumun önemli bir kesimi, demokrasi ve özgürlükten “boş boş konuşmayı, el kapısında dilenci olmayı, çalışmadan iyi yaşamayı, topluma ve yasalara karşı hesap vermemeyi, güçlülerce kullanılmayı, amaçsızca gezinmeyi, değerlerini yitirmeyi, batının çürüyüp kokuşmuş kültürünü geçer akçe sanmayı, güçsüze düşman olup güçlüye tapınmayı, varsılı övüp yoksulu aşağılamayı, düşkünü görmezden gelmeyi, ezilenin sırtına basıp yükselmeyi, engelliyi yük olarak görmeyi, yaşlıyı ayak bağı saymayı, kendi topraklarına özgü olanların geri olduklarını düşünmeyi, doğunun her konuda başarısız olduğunu yaymayı, batınınsa tarih boyunca hep başarıdan başarıya koştuğunu ballandıra ballandıra anlatmayı, Asyalı bilim ve sanat adamlarını görmezden gelmeyi, emperyalizmin dünyanın dört  bir yanında yaptığı insan kıyımlarını perdelemeyi, sömürüyü sömürenin hakkı olduğunu kabullenmeyi” anladı. Bu nedenle de kendine, halkına, ülkesine sırtını döndü çoğu.

Serbest piyasacı liberal anlayış, toplumun iliklerine öylesine işledi ki aydın saydıklarımız, içinden çıktığı topluma yabancılaştı. Bu yabancılaşma, giderek kendi halkına nefrete, küfre, düşmanlığa dönüştü.  Bunun en belirgin yaşandığı alan da okullar oldu. Ne yazık ki ilkesizlik, eşitsizlik eğitim sistemine egemen oldu. Daha önce de yazmıştım, devlet okullarının ticarethaneye dönüştüğünü. Okul koruma dernekleri altında velilerden paraların toplandığını. Bazı okul müdürleri, bu işi gizli kapaklı yapmakta nedense. Şu anda okullarda yeni kayıtlar başlamış durumda. İstanbul’da ilçelere, aynı ilçedeki mahallelere göre velilerden alınan kayıt paraları farklı.

Devletçiliği serbest piyasacılığa feda ettik edeli okullara yok denecek düzeyde ödenek göndermekte bakanlık. Her şey, bütün harcamalar, velinin sırtına yüklenmekte. Okullar, velilerin gelir durumuna göre ayrılmış durumda. Yoksulların hepsi bir arada kentin kıyısında köşesinde, uzakta kalmış semtlerinde. Olanaksızlıklar içinde başarıyı yakalama çabası içinde birçok öğrenci.

Varsıl semtlerin bazı okullarındaki müdürler, neredeyse her yıl oturduğu odanın biçimini, rengini, döşemelerini değiştirmekte. Hatta. Bazı okulların müdürü değişince odadaki her şeyi değiştirmekte. Çünkü yeni müdür demek, yeni oda, yeni eşya demek. Nasıl olsa paralar gelmekte bolca velilerden. Atalarımız: “Abdalın yağı çok olursa gâh borusuna çalar, gâh gerisine.” sözünü, boşuna söylememiş. Sözünü ettiğim müdürler de yağı bol bulunca önce koltuğunu ve odasını yenilemekte.

Eşitsizlikler diz boyu eğitimde... Yönetici ve öğretmen atamalarından başlayan eşitsizlik ilgi çekici. Yönetici olarak atanmada başarı söz konusu edilmiyor nedense. Çoğu yönetici, sınıfta öğretmenliği beceremediği için yönetici olup kurtulmakta öğretmenlikten. Bundan da anlaşılacağı üzere yöneticilerin çoğu öğretmen sayılmaz. Öğretmenliği beceremeyen birinin okul yönetmesi hem gülünç hem de acıklı bir şey değil mi?

Yönetici olmak için iktidardaki siyasetçilere yaklaşmak gerek. Onlarla iyi geçinecek ortamlar bulmalı. Bu konuda çaba gösterip zaman harcamalı. “Evet fendim, sepet efendim” diyerek siyasetçinin gönlünü almalı. “Bu konuda çok haklısınız.” gibi onaylayıcı sözler söylemeli. Eğilip bükülmeli, ceketi iyi iliklemeli. Gerçekçi değil; mevsime göre renk, yele göre yön belirlemeli. Benliğini, işini yapacak siyasetin benliğinde eritip yok olmalı.

Son yıllarda MEB, ilkesizlik içinde debelenmekte. Her yıl izlenceler değişmekte. Böyle olunca da başta öğretmenler olmak üzere veliler ve öğrencilerce pek ciddiye alınmamakta aldığı kararlar. Herkeste “Nasıl olsa yakında değişir bu alınan karar.” düşüncesi egemen. Kendi izlencelerine kendisi inanmayan bir MEB’e öğretmenler, öğrenciler, veliler niye inansın?

Türk eğitim sisteminin çağın ölçülerine ulaşması için yapılacak tek şey, cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki anlayışa kavuşturulması. Devletçiliğin, eğitimin tüm alanlarına egemen olması. Eğitim izlencelerinin sürekli değiştirilmesinden vazgeçilmeli. İzlenceler öngörülü kişilerce hazırlanmalı. Eğitim gibi ciddi bir alan, yazboz tahtasına çevrilmemeli. Önce kalıcı ilkeler saptanmalı. Sonrasında da eğitimdeki eşitsizlikler bir bir ortadan kaldırılmalı.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         12 Haziran 2024

SOFİ TEYZE


Doğduğum günden bir yaşamımda olan komşumuz, akrabamızdı. Asıl adı Hatice idi. Ancak onun asıl adını komşularımızın çoğu bilmezdi. Çünkü yöremizde kadınların çoğu, asıl adlarıyla çağrılmazdı. Onlar; doğup büyüdükleri yer adları (Erzincanlı, Makili…) soyadları (Tellioğlu’nun Kızı), babalarının adları (Ferhat’ın Kızı) ile çağılırlardı. Az da olsa lakaplarıyla anılanlar da vardı.

Sofi teyze, köyümüzün başka bir mahallesinden Sofuoğullarındandı. Yöremizde “Sofu” sözcüğü “Sofi” olarak söylenirdi. Biz onu hep Sofi teyze olarak bildik. Ona, öyle seslendik. Güleç yüzlü, sıcak bir insandı. Komşularını, akrabalarını görünce mavi mavi güler, sararmış buğday başakları gibi eğilirdi. Alçak gönüllüğü, hoşgörüsü, insanlara saygısı ve sevgisi onu bizlerin gözünde ayrıcalıklı kılardı.

Babamın amcaoğullarından Saffet amcamızın eşiydi. Beş kız, dört erkek dokuz çocukları olmuştu. Saffet amca, iri kıyım bir adamdı. Güler yüzlüydü. Çocuklara değer verirdi. İri yarı bedeninin altında yumuşacık bir yüreği vardı. Kimseye zarar vermezdi. Kavga dövüş bilmez, her şeyi sözle hallederdi. Belli bir mesleği yoktu. Ekmeğini taştan, topraktan çıkarırdı. Köyde ne iş olursa yapardı. Onun defterinde “Hayır” sözcüğü yazmazdı. Tarla, bahçe, orman ve yapı işlerinin aranan adamıydı. Yıllarca köyümüzde mezar kazıcılığı da yaptı. Ekmeğini taştan çıkarırdı. Evinin kapısından haramı sokmadı içeri. Sofi Teyze de Saffet Amca gibiydi. Haramdan uzak dururdu. Kimsenin malına, varlığına tamah etmezlerdi. Azla yetinmeyi yaşam biçimi olarak benimsemişlerdi. Onların çatısının altında açgözlülük, görgüsüzlük barınamazdı. Dokuz çocuklarını alınteri, emek ve helal lokma ile büyüttüler

Evlendiklerinde Saffet amca 14, Sofi teyze 16 yaşındaydı. Saffet amca, evlerinin tek erkek çocuğu olduğundan erken evlendirilmişti soy sop sürsün diye. Zaten eskiden köylerde kızlar da erkekler de erkenden baş göz edilirdi. Sofi Teyze, Anadolu kadınlarının becerisi, yeteneği, çalışkanlığı, keskin zekâsı, üretkenliğinin iyi bir örneğiydi. En büyük çocukları Mehmet ağabeydi. Kızıla yakın sarışın, mavi gözlü, yakışıklı biriydi. Askerliğini yapmak için Antalya’ya gitti. Bir esmer güzeline vuruldu. Askerlik bitince evlendiler. Karadeniz’in serin sularından Akdeniz’in yakıcı sıcağına göçtü. Orada yerleşti. Ekmeğini Elmalı’da, Torosların eteğinde kazandı. Kızlarının hepsini erkenden evlendirdiler. Genç yaşta torun sahibi oldular.

Çocukken Sofi teyzelerin evine çok giderdim. Çünkü oğullarından Abdullah (Çok genç yaşta uçmağa vardı ne yazık ki.) ve Mustafa arkadaşımdı. Abdullah, benden bir yaş büyük, Mustafa da bir yaş küçüğümdü. Sabahtan akşama dek oynardık. En çok da koşu yarışı yapardık. Mahallenin tüm çocukları Abdullah’ı geçmek için koşardık. Ne yazık ki onu geçmek olanaksızdı. Onun huyları, babasına çekmişti. Sessiz sakin, barışçı, uzlaşmacı, güleç yüzlüydü. Biraz utangaçtı. Bu dünyadan göçüp uçmağa vardığı haberini alınca yüreğime kor ateş düştü. Evlat acısının anneleri nasıl içten içe erittiğinin tanığıyım.

Sofi teyze, benim doğumumu babama muştulayan kişiydi. Kışın köyde kalmazdık babamın öğretmenliği nedeniyle. Baharın ortasında köye gelirdik. Kapımızı açıp içeri girerdik. Daha yerimize oturmadan o, çocuklarının birinin eline bir bakraç yoğurt ile sımsıcak bir ekmek tutuşturup gönderirdi. Evlerimizin arası yüz elli metre kadardı. Eskiden her yan ağaçlıktı. O yeşillik arasında bizim geldiğimizi nasıl görüp fark ederdi bir türlü anlayamazdık. Üstelik yoğurtla ekmeği, kısa sürede nasıl hazır ederdi bunu sırrını bu yaşıma geldim hâlâ çözemedim. Onun bize “Hoş geldin” demesi yoğurt ve ekmekle olurdu. Dostluk, komşuluk iletisini gecikmeden gönderirdi bakracın içinde.

Sofi teyzelerin evine gittiğimde çoğu zaman sofra kurulurdu. Ben de bir iskemle alıp sininin kıyısındaki yerimi alırdım. Çocukluğumda çok iştahsızdım.  Bu nedenle çok zayıftım. Yöresel yemeklerimizin baş köşesinde olan karalahana ile mısır ekmeğini yemezdim. Ancak onların evinde iştahla yerdim. Hele ofis buğdayından öğüttükleri unla teyzemin yaptığı tam buğday ekmeğine bayılırdım. Şansıma hep sıcakken kurulurdu sofra. Annem, Sofi teyzeye: “Bu uşak bizim evde yemiyor, size verelim onu, sizde yesin.” O. “Soframızda onun kaşığı her zaman hazır. Yeter ki bize gelsin…” diye yanıtlardı annemi. İşte, benim unutamadığım lezzet, o sofralardaki lezzettir.

Yüreği varsıl yaşadı. O, yüreğinden sürekli verdi komşularına akrabalarına. Sevgisini, saygısını, hoşgörüsünü, komşularına bağlılığını, iyi niyetini, insanlığını esirgemeden verdi bizlere. Yüreğinden verdikçe yüreği büyüyüp daha da varsıllaştı. Bir kişinin yoksulluğu ya da varsıllığı cüzdanından belli olmaz. Kişinin varsıllığı da yoksulluğu da yüreğindedir. Sofi teyze gibi yüreği okyanusa benzeyenlerin varsıllığı asla tükenmez. Böylesi yürek kimlerde var ki?

Köyde yaşadığım yıllarda dinsel bayramlarda önce evimizdekilerle bayramlaşırdım. Ardından koşardım bayır aşağı Sofi teyzeme. Otururduk karşılıklı iskemlelere söyleşirdik onunla. Bizi evlatlarından ayrı koymadı. Sevgisini, iyiliklerini eksik etmedi bizden.

Babama, içtenlikle “Ali ağabey” demesi ilgimizi çekerdi. Annemin ona öyle içten “abla” demesi var ki, onu anlatmak yazıyla olmaz sanırım. Ona “teyze” dememizin nedeni de onu annemizin ablası olarak görmemizdendi.

Saffet amca erken göçtü bu dünyadan, genç yaşta uçmağa vardı. Evin tüm yükü Sofi teyzeye kaldı. Doksan yaşını devirdikten sonra bu dünyadan göçerek çok sevdiği kocasının yanına gitti. 10 Haziran 2024 sabahı ölüm haberini alınca yüreğimden bir şeyler koptu. Yaşamıma anlam katan bir büyüğümün sonsuza dek bu dünyadan ayrılmasına çok üzüldüm. Son yıllarını İstanbul’da evlatlarının yanında geçirdi. Cenazesi çok sevdiği köyüne götürüldü. Ne yazık ki bayram öncesi yolcu çokluğu nedeniyle uçak bileti bulamadığımdan ardına düşüp cenazesine gidemedim. Biz ondan çok razıydık, Allah da razı olsun mavi bakışlı, buğday gülüşlü, iyilik meleği teyzemizden.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  11 Haziran 2024

                                     

 

 

 

DUYGUDAŞLIĞIMIZI YİTİRDİK


Eğitim sistemimiz hızla çöküyor. 1945’te Atlantik sistemine yaklaşarak başlayan, 27 Aralık 1949’da ABD ile imzalanan eğitim anlaşmasıyla Atatürk’ün engin öngörüsüyle temelleri atılıp geliştirilen cumhuriyetimizin eğitim sistemi adım adım yok edildi. Eğitimimiz; milli, çağdaş, bilimsel ve laik temele dayanmaktaydı. Bu temeller, başta öğretmenler ve öğrenciler olmak üzere tüm ulus için erişilmesi gereken ülkülerdi.

Cumhuriyet kurucularımız, iki bakanlığımızın adının başına “Milli” sıfatını getirdi: Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıkları. Çünkü bu iki bakanlığın yaptığı, yapacağı işler milli olmak zorunda. İşte, ABD ile imzalanan eğitim anlaşmasıyla ilk aşamada yok edilen, eğitimimizin milliliği. Milliği tadan kalkan eğitimimiz; ardından çağdaşlığını, bilimselliğini ve laik olma özelliğini de yitirdi. Milliliğini yitiren bir eğitim sistemi, bir halk için erişilmesi gereken bir ülkü olmaktan da çıkar, çıktı da…

Son yıllarda genellikle eğitim sistemiz, yaşanan sorunlarla konuşulmakta. Akla mantığa sığmaz olaylar, davranışlar, uygulamalar olmakta. Yurttaşlar bu olanlar karşısında şaşırmaktan başka bir şey yapmıyor.

“Ankara Kahramankazan Özel Eğitim Uygulama Okulu’unda down sendromlu bir çocuğa şiddet uygulayan öğretmen tutuklandı. Kamera görüntülerinde şiddetin açık bir biçimde görüldüğü saptandı. (Gazeteler)” Evet, biz de televizyonlarımızın başında, bu şiddet görüntülerini içimiz parçalanarak izledik ne yazık ki. Yerlerde sürüklenen, tekme tokat dövülen çocuğun görüntüleri içimize büyük bir acı olarak oturdu.

Okul, özel eğitim kurumu… Yani özel eğitime gereksinimi olan, sorunlu çocukların bulunduğu bir okul. Burada çalışan başta öğretmenler olmak üzere tüm çalışanlar, bu çocukları eğitmek için yetiştirilmişler. Bunun için aylık alıp evlerinin geçimlerini sağlamaktalar. Eğitim ve öğretmenlik bir özveri, sabır işi. Özveride bulunamayıp sabır gösteremeyeceksen niye bu mesleği seçtin? Sana çok gereksinme duyan bu çocukların sorumluluğunu niye aldın? Bu çocukları kendi çocuğun gibi benimseyip bağrına bastıramayacaksan neden bu okuldasın? Şiddetin eğitimde yerinin olmadığını bilmeyecek denli bilgisizsen bir eğitim kurumunda ne işin var?

Bakırköy’de, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir anaokulunda yıl sonu etkinliğine alınmayan otizmli çocuğuyla farklı bir yerde dans eden annenin videosu yayımlandı televizyonlarda. Basın yayın organları yazıp çizdi konu hakkında. O yavrunun görüntülerini defalarca izledik toplum olarak televizyonlardan. İçim eridi, soluğum tıkandı. Hele çocuğun genç annesi Ezgi Desovalı’yı, ekranda olayı anlatırken görünce içim bin parça oldu. Bir anneye, bir çocuğa böylesi bir ayrımcılık nasıl yapılır? Ezgi Hanım, çaresizlik içinde ağlamakta. Onun gözyaşları, duyarlı ve insanlığını henüz yitirmemiş insanların yüklerine, kor ateş olup düşüyor, onların yüreklerini alev alev yakıyor. Onunla duygudaşlık yapanlar, insanlığını yitirmiş kişilere lanet okumakta. Yüreğini ve insanlığını üç kuruşa, geçici bir hevese, anlık göstermelik bir mutluluğa kiraya verenlerin anlayamayacağı bir duygu patlamasıdır Anne Desovalı’nın gözbebeğinde pınar, kirpiklerinde ırmak, yanaklarında sel, dudaklarında acı olan gözyaşları.

Arkadaşlarıyla bir yıl boyunca aynı sınıfı paylaşmış bir çocuğu, otizmli diye diğerlerinden nasıl ayırırsınız? Bu duruma izin veren okul yöneticileri ve öğretmelerin yaptıkları işi kavramadıklarını, mesleklerini içselleştiremediklerini söyleyebiliriz. Ayrıca böyle bir dışlamayı yapanların mesleksel yeterlilikleri kadar insanlıkları da sorgulanmalı. İnsanlık kitabının hangi sayfasında yazmakta bu yapılan?

Son yıllarda birçok okulda yönetici ve öğretmenler, kimi duyarsız, bencil velilerin baskılarına karşı ilkesizce, yüreksizce boyun eğmekteler. Bazı veliler; engelli, başarısız, yoksul, yetim ya da öksüz, kendi yaşam biçimlerine benzemeyen çocukları da onların ailelerini de dışlamaktalar. Çocuklarının okudukları sınıflarda böyle çocukların olmasını istememekteler. Hep kendi çocukları gibi çocukların bir arada olmasından yanalar. Oysa bu eğitimin mantığına, ruhuna, ilkelerine aykırı. Böyle düşünüp yaparak en büyük kötülüğü kendi çocuklarına yaptıklarının farkında bile değiller.

Çocukların bir arada eğitim gördüğü yere ve oluşturdukları topluluğa sınıf demekteyiz. Burada her türden, her renkten, her anlayıştan, her düzeyden öğrenci olmalı. Tersine bir yöntem eğitim ilkelerine uymaz.

Eğitim; farklılıkları bir arada tutma, onları kaynaştırma, uzlaştırma, çocuklara farklı kültürlerden, ayrı anlayışlardan kişilerle bir arada barış içinde yaşamayı, onların belli bir süreçte olumlu yönde davranış değişikliği yapmalarını sağlamaz mı? Aslında demokrasinin filizlendiği yer, sınıflarımız değil mi? Yardımlaşmanın, dayanışmanın, özverinin, insanlık erdemlerinin söz konusu olmadığı bir yerde eğitim olabilir mi?

Cumhuriyetimizin kültüründe, geleneğinde, ilkelerinde zayıfı dışlamak, güçsüzü ezmek, başarısızı aşağılamak, engelliyi horlamak, farlılıklardan nefret etmek var mı? Zayıfın elinden tutmak, güçsüzü korumak, başarısızı desteklemek, engelliye yardım etmek, farklılıkları anlamak hem cumhuriyet hem de toplumsal geleneğimiz değil mi?

Yukarıda anlattığım iki olay gösteriyor ki başta öğretmen ve velilerimizin bir bölümü olmak üzere toplumumuzun önemli bir kısmı çoktan duygudaş olmayı unuttu. Her iki olaydan bir sizin ya da çocuğunuzun başına gelseydi ne yapardınız? Böyle bir durum karşısında mutlu olabilir miydiniz? Siz, böyle bir davranışla karşılaşsaydınız bunu yapanların insanlıktan çıktıklarını feryat figan haykırmaz mıydınız?

İşte, ben o masum çocuklarla duygudaşlık yaparak haykırıyorum: Bu şiddeti, dışlamayı yapanlar, bu işe göz yumanlar… Sizler, insanlıktan çıktığınızın farkında mısınız?

Duygudaşlığını yitiren toplumlar; çürümeye, kokuşmaya, çözülmeye başlar. Duygudaşlığını yitiren kişiye insan demek de çok zor.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         9 Haziran 2024

ELEŞTİRİ, DÜŞMANLIK MI?


Arada sırada siyasetle ilgili yazılar yazıyorum. Yaşamımızın birçok alanını belirleyen siyasete ilgisiz kalmak olmaz. Günümüzde ülke olarak başımıza gelen felaketlerin de yaşamımızı etkileyen birçok olumsuzluğun da nedeni beceriksiz siyasetçiler. İktidar ya da muhalefet partilerinden birini eleştirdiğimde bu siyasal oluşumların kurşun askerleri ayaklanıyor. Hangi görüşten olursa olsun yandaşlığı meslek edinmiş kişilerin bakış açıları, eleştirilere tepkileri hep aynı. “Niye … partisine düşmanlık yapıyorsun?” Dilimiz döndüğünce eleştirinin düşmanlık olmadığını, eleştiri yapmamızdaki amacın bu partinin ve yöneticilerin hatalarını göstermek olduğunu, eleştirileri ciddiye aldıklarında yanlışlardan dönebilecekleri fırsatını yakalayacaklarını anlatmaktayız.

Eleştirileri, düşmanlık sayan kişilerin çoğunun mürekkep yalamışlardan çıkması çok ilginç. Bu kişilerin çoğu yaptıkları işlerde yönetici konumunda. Bir yöneticinin eleştiriye kapalı olmasını düşünmek bile istemiyorum. Çünkü eleştiriye kapalı bir yöneticinin bulunduğu kurumu ileri götürme olanağı, isteği neredeyse yok!

Ne yazık ki günümüz siyasetçilerinin siyasal birikimleri, çözümleyici düşünme güçleri, kıvrak zekâları, öngörüleri, halk için özverileri, çok yönlü bilgileri, ülke çıkarlarını koruma tepkeleri, çözüm üretme yetenekleri, öğrenme ve araştırma istekleri, özellikle de tarihsel bakış açıları çok yetersiz. Bu yetersizlikleri eleştirmek hem yurttaşlık hem de aydın görevi…

Eleştirinin kimseye bir zararı yok, tersine yararı var. Kişi ya da kurumlar, eleştirilerden yararlanarak yanlıştan kurtulup doğruları yapar. Bu da onları ileri götürür. Eleştirilere olumlu bakan kişi ya da kurum yöneticileri; eleştirenlerin bilgi, birikim, düşünce, deneyim ve usundan yararlanır. Bu, aslında önemli ve bulunmaz bir fırsat. Bu fırsattan yararlanmak için düşünsel olgunluk, özgüven, ortak usu kullanma becerisi, doğruyu bulma isteği, yanlıştan kurtulma sorumluluğu olması gerek. Bunlar olmayınca eleştirinin bu kişi ya da kurumlara bir yararı olmaz. Çünkü eleştirilere kulak asan olmayınca bir değeri de olmaz bu sözlerin.

Eleştiriye karşı hoşgörülü olmak için kişide güçlü bir özgüven, demokratik olgunluk, sağlam bir düşünce sistemi, öğrenmeye açık bir beyin, sorgulama gücü, yanlışlarını görüp düzeltme yürekliliği gerek. Körü körüne bir düşünceye bağlı olan kişiler, eleştirinin gerçekçi esintisiyle inanıp bağlandıkları köpükten kulelerin uçup gideceğini sanırlar. Aslında bu tür parti üyeleri bir tarikatın müritleri gibiler. Şeyhin söylediklerinin kayıtsız, koşulsuz kabullenmek; söylenenleri usun süzgecinden geçirip sorgulamadan benimsemek söz konusu. Bir kısmı da futbol takımının yandaşları gibiler. Bu tür kişiler, düşünceye değil; formanın rengine bağlılar. Düşüncenin gücünün her şeye üstün geleceğini anlamadıklarından körü körüne yandaşlığı yeğlerler.

Eleştiriye kapalı kişiler; farklı düşünceden, hele de bu düşünce gerçekse çok korkarlar. Kendilerinin ya da aynı yolda yürüdüklerinin gerçekçi düşünceleri işittiğinde etkisinde kalacaklarını düşünürler. Düşüncelerinin karşısındakinden etkilenerek kolayca değişeceğini sanan kişilerde özgüven eksikliği ve savunduğu düşünceye tam olarak inanmama göze çarpar. Senin düşüncelerin doğruysa eleştiriden niye korkuyorsun?

Eleştiriden korkanların en belirgin davranışlarından biri de “Sen … partisinden misin ya da şucu musun?” biçimindeki suçlamalarıdır. Yani biri, sizin düşüncelerinize karşı çıkıp eleştirdiğinde hemen onun bir başka siyasal görüşten olduğunu düşünmek niye? Oysaki bir düşünceyi eleştirenlerin çoğu o düşünsel çizgiye yakın olanlar. Çünkü bu kişiler, kendilerini sorumlu görüp kendi siyasal görüşünün başarıya ulaşmasını istemekteler.

Bir partinin üyelerine eleştiriyi yasaklaması, bu konuda baskı uygulaması gelişme ve değişime kapalı olduğunu gösterir. Bu da demokrasiye inançsızlığın bir göstergesi.

Sözlere bakılırsa her parti demokrasi koşusunun şampiyonu. Ancak uygulama söz konusu olduğunda ise demokrasiyi içselleştiremedikleri görülür. En küçük eleştiriyi bastırmaya çalışan yönetici ve üyelerin olduğu bir yerde demokrasiden söz edilebilir mi? En çok “demokrasi” sözcüğünü tekerleme biçiminde kullananlar, düşüncelerini açıklayanlara en çok baskıyı yapanlar. Ülkemizde en çok demokrasi isteyen parti ise çoluk çocuk, yaşlı genç, silahsız günahsız insanları kurşunlayan, patlayıcılarla havaya uçuran terör örgütünün TBMM’deki partisi. Gözünü kırpmadan insan öldüren bir cani örgütünün demokrasiden bu denli söz etmesi niye? Niye mi? Yaptığı insanlık dışı öldürme olaylarını demokrasi maskesiyle örtmek için.

Nedense okullarımızdaki eğitim süreçlerinde eleştiri ve özeleştiri alışkanlığını kazandıramıyoruz öğrencilere. Bu alışkanlığı edinememiş kişi de ne yazık ki kendisine de ülkesine de zarar vermekte. Toplumumuzun zor süreçlerden geçtiği bir dönemde en çok gereksinim duyduğumuz şey, eleştiri ve bu eleştirilere kulak veren sorumlu kişiler. Yoksa nasıl gelişip değişeceğiz? Yanlışlarımızı düzeltmenin eleştirilmekten başka yolu var mı?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  7 Haziran 2024

 

PKK BÖLÜYOR, YA SİZ?


İsrail, aylardır Gazze’yi bombalamakta. Batı Şeria, dünyanın en büyük açık hava tutukevine çevrildi Siyonistler ve onların destekçilerince. Filistinlilerin bir yudum su içmeleri, bir lokma ekmek yemleri yasaklanmış İsrail yöneticilerince. Dünyanı vicdan sahibi insanları, ABD ve diğer batılı emperyalistlerin desteğiyle Tel Aviv yönetiminin uyguladığı soykırıma karşı ayakta. Vicdanın cüzdana karşı utku kazanacağı öngünlerdeyiz.

ABD, Ukrayna’da sıkışmış durumda. ABD çıkarları uğrana Ukrayna halkı da kaynakları da ulusal onuru da bozuk para gibi harcandı. Rusya, ABD yayılmasını durdurdu. Bu durum, ezilen ulusların emperyalizme karşı savaşımda umudunu artırdı.

İsrail, Gazze’de amacına ulaşamadı. Büyük bir soykırıma imza atarak tüm dünyanın nefretini kazandı. Gücünü, devlet olarak varlığını tamamen başta ABD olmak üzere emperyalizmin desteğine bağlamış durumda. Hem bölgesel hem de uluslararası alanda büyük bir sıkışıklığın, dışlanmanın içinde. Bu durumdan kurtulması biraz zor. Çünkü arkasındaki emperyalist güçler de büyük sorunlarla karşı karşıya ve gerileme sürecindeler. Bu nedenle gerilemeye koşut olarak birçok iç sorun yaşayan başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerin önümüzdeki zamanda kendi iç sorunlarına yoğunlaşacakları büyük olasılık. Bu durumu gören ABD, son kozlarını oynamakta bölgede.

İsrail’in Batı Asya’da geçici süre de olsa soluklanması için tek çözüm var. O da II. İsrail’in kurulması. Bunun için ABD, II. İsrail sürecini hızlandırdı. Suriye’nin doğusunda ABD ve işbirlikçisi PKK/PYD’nin işgali altında bulunan bölgede yerel seçim yapmak için kolları sıvadı Bölücü Örgüt. Bu, bağımsız devlet olma yolunda önemli bir adım. PKK/PYD, ABD desteğiyle yapılacak bu seçimde oy kullanmaya gitmeyecek kişilere ekmek ve gaz kısıtlaması yapacak. Bu yolla seçime katılım oranını artırarak dünya kamuoyundan destek peşinde.

Bölücü örgüt, Suriye’de devletçik kurmak için çabalarken buna koşut olarak da ülkemizin güneydoğusunda siyasal bir başkaldırının köşe taşlarını döşemekte. Yerel seçimlerde özellikle Kandil’in isteği doğrultusunda, bölücü örgütle işbirlikleri çok açık olan ve yargılamaları süren kişiler aday yapıldı. Bu kişilerin ceza alma olasılıkları büyük bir olasılıktı. Bölücü Örgüt, bu kişilerin davaları karara bağlandığında görevden el çektirilip yerlerine kayyum atanacağının bilincindeydi. Bunu siyasal bir başkaldırıya dönüştürmek için pusuya yattı. Bu yolla mağduriyet yaratıp kendisine destek toplayacak. Özellikle Tayyip Erdoğan karşıtlığıyla bir araya gelmiş, ancak emperyalizmin ülkemizin baş düşmanı olduğunu unutmuş muhalefeti ardına takmayı düşünmekte.

Öncelikle şunu söyleyeyim ki, bölücü örgütle açık işbirliği olan DEM’lilerin aday olması için bir engel yok yasal olarak. Bu nedenle asıl yanlış, bugüne dek açıkça bölücülük yapan partinin kapatılmaması. Kapatıldığında da yeniden açılmasını önlemek gerek yasalarla. Gazi Meclis’te bölücü bir partinin ne işi var? Her söz ve davranışıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef alan birilerinin demokrasi şemsiyesine sığınarak TBMM’de bulunması hem aymazlık hem de ihanet.

Bölücülükten ceza alması kesinleşen Hakkâri Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Akış, yurtdışına kaçmak için Van’da bulunduğu sırada tutuklanıp geçici olarak görevden alındı. Güneydoğu’nun bazı illerinde kalkışma için çağrılar yaptı bölücü parti. Bu eylem kışkırtması amacına ulaşmadı güvenlik önlemleri nedeniyle. Ne yazık ki bölücü örgüt partisinin vekilleri TBMM’de kürsü işgaline kalkıştı sloganlar ve pankartlar eşliğinde. Bu, Gazi Meclis’e de Türk ulusuna da bu Meclis’i kuran Atatürk’e de büyük bir hakaret. Yüreğinde zerre kadar Atatürk sevgi olan bir yurttaşın buna sessiz kalması düşünülemez.

Bazı partilerin, özellikle de CHP’li kimi yöneticilerin PKK/DEM’li Hakkâri Belediye Başkanının görevden alınması karşısındaki tutumu kabul edilemez. Böylesi bir bakış açısı ne Atatürk’ün düşüncelerine ne cumhuriyetimizin kuruluş ilkelerine ne de CHP’nin kuruluş amacına uyar.

Kendisini Atatürkçü gören yurttaşlarımızı Atatürk’le duygudaş olmaya çağırıyorum. Atatürk döneminde TBMM’de bölücü parti var mıydı? Atatürk’ün sağlığında, bölücü bir partinin militanları belediyelerde yöneticilik yapabilir miydi? Atatürk, bölücülüğü demokrasinin sınırları içinde mi; yoksa onları düşman safında ve emperyalizmin piyonları olarak mı görüyordu? Atatürk, bölücülükle uzlaşıp gizli ya da açık ittifaklar mı kuruyordu; yoksa bölücülerin vatana ihanet suçundan yargılanmasına ön ayak mı oluyordu?

Atatürkçülük; işine geldiği yerde onun düşüncelerini benimsemek, işine gelmediği yerde onun savunduklarının tam karşısında olmak değil. Atatürkçü olmak; her koşulda, zorda olsa, kişisel çıkarlarımıza uymasa da Büyük Önder’in yolundan gitmektir.

PKK, ülkemizi bölmek için her türlü yolu denemekte; ya sizler bölücü partiyi ulusal çıkarları hiçe sayarak ne yapmaya çalışmaktasınız? Bu yolla demokrasi şekerine sarılan emperyalizmin zehrini halkımıza içirmeyin.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  5 Haziran 2024


KAÇAK KATLAR YAPILIRKEN SİZ NEREDEYDİNİZ?


2 Haziran 2024 sabahı erkenciydim yine. Kent uykudaydı. Sıcak, temiz bir güne başlamıştım. Pazar günü olduğu için dışarıda sessizlik egemendi. Uzun süre kırlangıçların ötüşlerini dinleyip uçuşlarını izledim balkondan. Bu sabah keyfine ara verip çay demledim ivedilikle. Amacım, balkonda kırlangıç dolu gökyüzüne karşı çay yudumlamak.

Evde, uyku sessizliği var. Bu nedenle sessiz olmaya çalışmaktayım. Çayın demini alması için beklemem gerek. Yine balkondayım kırlangıçlarla. Sabahımın güzelliğine olumsuzluk katmak istemiyorum. Günüm hep böyle kırlangıç neşesiyle sürmesidir en büyük dileğim. Çatılarda martı yavrularını aradım bir süre. Önümüzdeki çatıda bir yavru vardı. Ne yazık ki yok! Çünkü kargalar, onu yere düşürdü. Martı çifti, yeniden hazırlık yapmakta yeni yavru için.

Sessizlik içinde kentin kuşlarına dalmışken şeytan, çay içmem için dürttü beni. Gittim bir çay doldurdum. Bardaktan boğum boğum buharlar çıkmakta. Buharla yayılan çay kokusu, beni esrikleştirmekte. Şeytan yine dürttü beni televizyonu açmam için. Çayın kokusu ve televizyonu açma isteği beni kuşlarından kopardı. Haber kanallarından birini açıp sesini iyice kıstım. Haberleri izlerken birden “Son Dakika” uyarısıyla yeni bir haber geldi karşıma. Küçükçekmece’de bir apartmanın çöktüğü anlatılmaya başlandı. Yıkıntı görüntüleri ekranı kaplamıştı. Bir can pazarı vardı orada. İtfaiye ve kurtarma ekipleri yıkıntıda çalışmaktaydı. Polisler, gerekli güvenlik önlemlerini almışlardı. Sağ olarak çıkarılan kişiler oldu. Sonunda bir kişinin öldüğünü, sekiz kişinin yaralandığını öğrendim tüm kamuoyu gibi.

Çöken yapı, 1988’de yapılmış. Aslında üç katlı… Ancak sonradan yapıya bir buçuk kat daha yapılmış. Ne yazık ki bu kaçak katlar yapılırken ilçe belediyesi görmemiş bu durumu. Kentlerimizin hangisinde olursa olsun belediye yönetimlerinin izni olmadan kimse kaçak kat çıkılamaz. Küçükçekmece’deki bu kaçak yapı bölümleri, herkesin gözü önünde ve ana caddedeydi. Herkesin gözünün önünde olan bir yerde kaçak kat yapmak için belediyede etkili kişilerden destek alınmalı.

Ülkemizde ne yazık ki kaçak kat yapmak, yıllar içinde oluşan bir alışkanlık. Nasıl olsa aralıklarla imar afları çıkarılmakta. Böylece kaçak olan yapılar ya da yapı bölümleri, işin kitabına uydurulmakta. Ancak depremin, selin kitabına uymuyor. Burada olduğu gibi hiçbir şey olmadan doğal süreç insanın yanlışını, eksikliğini affetmeyip yıkıvermekte yapıyı. Çünkü yapılaşmada en çok savsaklanan şey, denetleme. Bir yapının yapılma aşamasının başlangıcından sonuna dek var olan süreçte ne yazık ki en çok savsaklanan konu, denetlemenin eksik yapılması. Aslında bu, büyük bir suç… Ne yazık ki bu suçu işleyenlerin ceza alması neredeyse olanaksız ülkemizde.

Yıkılan yapıda zaman içinde birçok değişiklik ve onarım yapılmış. Oysa yapıdaki değişiklik ve onarımların belediyedeki ilgili birimlerden izin alınarak gerçekleşmesi gerek. Ne yazık ki ülkemizde böyle bir alışkanlık yok! Ne değişiklik ve onarımı yapanlar izin almakta belediyeden ne de belediyedeki sorumlu birimler konuya müdahil olmaktalar. Bu değişiklik ve onarımların yapıların taşıyıcı kolonlarına, kirişlerine zarar verip vermediği kimsenin umurunda değil.

Ülkemizin hangi yerleşim yeri olursa olsun var olan yapıların çoğu bakımsız. Öyle yapılar var ki yapıldıktan sonra ne dış cephesi bir bakım görmüş ne de yapının içi boyanıp sıvanmış. Doğal koşullar yapıları aşındırıp yıpratmakta. Buna karşı belirli aralıklarla yapılara bakım yapmak olmazsa olmaz bir koşul. Ne yazık ki bu konuda yapı sahipleri umarsız ve duyarsız. Kentlerimizde hem göz zevkimizi bozan hem de can güvenliğimizi ortadan kaldıran yapıların olması bu umarsızlık ve duyarsızlıktan.

Küçükçekmece’de çöken yapının sorumluları yine ortaya çıkmayacak. Suç; demire, çimentoya, kuma, çakıla ve yönetmenliklere ya da ölen kişilere yüklenecek. Böylece iş yine savuşturulacak.

Depremin her an olabileceği düşünülen İstanbul’da, kentsel dönüşümün egemen olan hükümet ve belediyecilik anlayışıyla sağlıklı bir biçimde yapılamaz. Öncelikle hükümet ve belediye yöneticileri el ele vermeli bu konuda. Devletin ve belediyelerin tüm olanakları seferber edilmeli. Ortak akıl kullanılmalı kentsel dönüşümde. Yasak savmak, bir şeyler yapıyormuş gibi görünmüş olmak için kentsel dönüşüm yapılamaz. Öncelikle kenti yenilerken tek tek yapıların değişimiyle değil, bölgesel yenilenme düşünülmeli.

Doğasına, konutuna, kentine ve de insanına değer vermeyen, devletinin kaynaklarını çarçur eden, ülkesinin geleceğini düşünmeyen yöneticiler; eli kulağında olan depreme karşı hazırlığı gerçekçi düşünmek zorunda. Bu konuyu savsaklayan, kişisel çıkarları toplumsal yararın önüne koyan anlayışlar halka hizmet edemez, ülkesine ihanet eder.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  3 Haziran 2024

 

 

 

 

 

EĞİTİMDE PARAYLA DÜDÜK ÇALINMAZ


Atalarımız: “Parayı veren düdüğü çalar.” demişler de yaşamın her alanında bu kural geçerli değil. Varsıl kişi, birçok gereksinimini çok parası sayesinde kolayca karşılayabilir. Birçok mal ve hizmete paranın gücüyle ulaşabilir. Ancak paranın gücünün yetmediği yerler de çoktur.

Birçok öğrenci velisi: “Çocuğumu paraya kıyıp en pahalı okullarda okutuyorum. En ünlü, pahalı öğretmenlerden ders aldırıyorum ona. Her Allah’ın günü dünyanın parasını harcayarak değişik kurslara gönderiyorum çocuğumu. Yurtiçi, yurtdışı dinlencelerini de eksik etmiyorum. En güzel giysileri satın alıyorum güzel giyinsin diye. Yediği önünde, yemediği arkasında… En pahalı telefonu, son model tableti alıyorum dünyayı izlesin, gelişmelerden zamanında haberi olsun diyerek… Dünyanın parasını döküyorum onun eğitimi, gelişimi için ancak yine de başarılı değil. Bunun nedenini bir türlü anlayamıyorum. Acaba bu çocuk, daha ne istiyor?” Anlayamazsın, bir değil; bin ömür yaşasan yine de anlayamazsın onun ne istediğini. O, annesini ve babasını istiyor tüm içtenliğiyle başarılı olmak için.  Çünkü eğitim dediğimiz şey; bilgi, duygu, amaç, yetenek, ilgi, uyum, erinç, sağlıklı iletişim, düşünsel ve duygusal birliktelik, istek… gerektirir. Bunlar olmadan bir kişinin eğitilmesi kolay mı?

Birçok veli, parayı verdiğinde düdüğü de çalabileceğini düşünmekte. Okulun, kursların ücretlerini yatır peşin peşin... Yeteneksiz olduğun, becerin olmayan birçok alanda çocuğunu kurslara gönder... Bu yolla çocuğunu, senin para dışındaki eksik alanlarını doldurması için yarış atına çevir… Sosyal yaşamındaki doyumsuzluğunun aracı yap…    Kurslar yetmeyince ünlü öğretmenlerden ders aldır... Evini her türlü yardımcı kitapla doldur... Çocuğa başını kaşıyacak zaman bırakma... Onun bir insan yavrusu olduğunu düşünme hiç... Çocuğa, çocuk olduğunu unutturuver… Ondan sonra “Bu çocuk, niye başarısız?” diye yakınıp bağrışmaya başla…

Malın bir ederi vardır üç aşağı beş yukarı. Bir dinlenceye gitmenin parasal karşılığı belli… Özel bir okulun da yıllık ücreti varsıllar için çok da önemli sayılmaz. Sağlık hizmeti almanın karşılığı dokunmaz varsılların cüzdanlarına. Ancak sağlıklı bir düşünce sistemi oluşturmanın, duygudaş olabilmenin, insanca iletişim kurmanın ekonomik karşılığı henüz dünya yüzünde belirlenmiş değil. Bunlar ne alınıyor ne de satılıyor.

İstediğin okula verebilirsin çocuğunu. Ancak okul, eğitilmek istemeyen hiçbir öğrencisine bir yarar sağlamaz. Çocuğun eğitilmeyi istemesi için öncelikle onun bir insan yavrusu olduğunu bir an bile unutmamak gerek. Onun insan olmaktan kaynaklanan gereksinmelerini görmezden gelirsen, senin istediğin verimi alamazsın ondan eğitim alanında.

İnsan düşünsel olduğu kadar duygusal bir varlık. Her yaşın, dönemin gereksinmeleri farklıdır kişiler için. Bu gereksinmeleri yok sayarak bir çocuğu robot gibi görmek yanlışların en büyüğü. Çocuklar da tıpkı büyükleri gibi sevinip üzülür. Sayısız duygulara kapılır bir gün içinde. Onun duygularına ortak olmak, çocuğun duygusal dalgalanmalarında bir dalgakıran görevi üstlenmek her anne ve babanın görevi. Biz büyükler, dalgakıran görevini yapmayınca çocuk, duygularını paylaşacağı birini aramakta doğal olarak. Bu da çocuğu yanlış yerlere, hatalı yönlere, çıkmaz yollara götürmekte.

Çocukların teknoloji, iletişim çağında sığındıkları liman; sanal dünya… Orada duygusal, düşünsel çareler aramakta. Yarasına merhemi, tanımayıp bilmediği bir soyut ortamda bulmaya çalışmakta. Kendini sanal ortamın büyüsüne kaptırıp sorunlarından, sorumluluklarından, yapması gereken günlük işlerden soyutlamakta. Ekrana bağlanan çocuk, çevresindeki somut varlıklardan giderek uzaklaşmakta. Bu uzaklaşma, başta ailesinden olmak üzere duygusal bir kopuşun taşlarını döşemekte her geçen gün. Bu kopuş, ilk başta pek fark edilmez. Fark edildiğinde ise epeyce geç kalınır.

Varsıl ya da yoksul olsun her anne ve baba, çocuklarının geleceğini düşünmek zorunda. Bu konuda elinden geleni yaparlar, tabi ki olanakları ölçüsünde. Bazı varsıl kişilerin biraz da görgüsüzlükleri nedeniyle çocuğu paraya boğması, her şeyi para gücüyle yapacağını sanıp çocuklarının etten kemikten yapıldığını unutması anlaşılır gibi değil. Onlar için en güzel okul, en pahalısı. En güzel giysi ise en moda olanı ve en pahalı satılanı. Onlar için en güzel yemek, en pahalı ve en çok tanıtımı yapılanı değil mi? Bu, böyle sürer gider.

Ne yazık ki ülkemizde bazı kişiler için kolay yoldan para kazanıp varsıllaşmak çok zor değil. Birçok varsılın hangi yoldan, nasıl para kazandıkları bilinmez. Hızla ve bilinmez kaynaklarla varsıllaşanlar, kazandıkları gibi hızlı para harcamayla kendilerini ve bu yolla edindikleri gücü(!) hem aile çevresine hem de topluma kabul ettirmeye çalışırlar. Bu nedenle çocuklarına ne görürlerse alırlar. Çocuk böylece isteksiz, amaçsız, doyumsuz bir canlıya dönüşür. Sanal dünya ve günlük yaşamda birtakım aşırılıklarda mutluluk arar. Bu tür çocukların doyuma ulaşmaları çok zor. Daldan dala atlayıp şıpsevdi olurlar. Yetişkinlik döneminde de bu durumları değişmez. Onlar için değerli bir şey kalmaz yaşamlarında. Bu tür insanlar için doğadaki diğer canlılar, toplumsal değerler giderek önemini yitirir giderek. Bu durum, zaman içerisinde kendine saygı duymamayı getirir. Özsaygı yitince yaşamın da bir değeri, önemi, amacı kalmaz.

Son aylarda basına yansıyan veli-çocuk kavgalarına rastlamaktayız. Veliler, çocukları için her şeyi yaptıklarını söylemekteler. Çocuklarının hırçınlıklarına bu nedenle anlam veremediklerini şaşkınlıkla anlatmaktalar. Bu maddi dünyanın batağa saplandığı yer ise aşırı bencillik… Bencillik, insanın her yanını sarıp sarmalandığında ise en uzaktan en yakına doğru duygusal kopuşlar başlıyor. En sonunda da çocukla anne ve baba kopuşu olmakta. Çünkü her şey maddi bir dünyanın acımasız koşullarıyla oluştuğu için burada duygular barınamamakta.

Elindeki telefonu, annesine yeğleyen çocukların yetişmesindeki nedenleri anlatmaya çalıştım yukarıda. Bu ilişkide en günahsız olanlar ise çocuklar… Günahın büyüğü, maddi dünyanın bencilliğiyle çocuklarının duygularını yeterince besleyemeyen anne ve babalar.

Atalarımız: “Para dediğin el kiri…” sözünü boşuna mı söylemiş? Fazla önem verirsen elin yüzün kir içinde kalır. Çok fazla ağzında, dilinde dolaştırırsan o kir, diline de sözüne de egemen olur.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  2 Haziran 2024