HASAN TAHSİN


Hasan Tahsin Hacıömeroğlu; amcaoğlum, ağabeyim, çocukluğumun örnek adamı, dedelerimizden kalma evde, aynı çatı altında büyüdüğüm arkadaşım… 19 Haziran 1955’te doğdu ikizi Hüseyin Cahit’le. Amcamın ilk erkek çocuklarıydı Hasan’la Hüseyin dört kızdan sonra. İkizlerin doğumuyla evimiz, mutluluk yelleriyle doldu. Aynı yıl, babam Denizli-Çal-İsabey İlkokuluna atandı. Köyümüzde doğan herkesin doğum tarihini belleğine yazardı babam. Yeğenlerinin doğduğu günü de silinmemek üzere kaydetti belleğine. O da çok mutlu olmuştu Hasan’la Hüseyin’in gelişinden. Ardında ikinci ikizleri doğdu amcamın İlyas ve Kenan. Ne yazık ki bu ikizler uzun yaşamadı.

Her köy çocuğu gibi savaşımcı, azimliydi. Yaşama tutundu dişiyle tırnağıyla. İkizi Hüseyin Cahit, üç yaşında yenildi yaşama. Dünyaya doyamadan vardı uçmağa. Hasan’ın annesi, Kelerli yenge de (Asıl adı Fatma’ydı. Yöremizde kadınlar, genellikle doğup büyüdükleri yerin, babalarının adları ya da kızlık soyadlarıyla çağrılırdı. Fatma yenge de Of’un Keler köyünden olduğu için böyle çağrılıyordu.) yakalandığı bronşit sayrılığıyla savaşmaya başladı. Çok geçmeden yataklara düştü. Hasan’a ninem ve annem kol kanat gerdi.

Köyümüzde okudu ilkokulu. Dersleri iyiydi. Özellikle matematik başarısı ilgi çekiyordu. O, sınıfları geçip çıkarken yaşamın basamaklarından, annesinin sayrılığı daha da ilerliyordu. Neredeyse yataktan kalkamaz oldu. Hasan, ilkokulu bitirdi.

Tam da onun ilkokulu bitirdiği yıl, bize çok uzak olmayan bucak merkezimizde (Hayrat’ta) ortaokul açıldı. Ortaokul, bizim eğitimimizi sürdürdüğümüz ilkokulun alt katındaydı. Buraya kaydoldu. Velisi babamdı. Köyümüzden Hayrat’a yürüyerek gitmek yarım saat sürerdi. Dönüşte yokuş yukarı gidildiğinde zaman biraz uzardı. Doğaldır ki günün yorgunluğu da binerdi bu yokuşu tırmanmanın üstüne.

Köy çocukları çok küçük yaşlarda yaşamın zorluklarıyla savaşmayı öğrenirler. Karşılarına çıkan engelleri aşmayı, onları zorlayan sorunların üstesinden gelmeyi kendi çabalarıyla başarırlardı. Çünkü yaşamda kalmanın biricik yolu, zorluklarla savaşmayı gerektirirdi. 1966-67 Öğretim Yılında ortaokula başladığında çok mutluydu. İlk kez takım elbise giymiş, okulun sarı şeritli lacivert şapkasını başına koymuştu. Bu kıyafetiyle zamanın koşullarına göre bolca fotoğraf çektirdi.

Fotoğraflarına bakardık zaman zaman. Küçük yaşta yurt ve ulus ülküleriyle donatmıştı kendini. Ondan dört yaş küçüktüm. Bana, bu ülkülerini anlatırdı bildiğince.

Ortaokula başlamanın sevinciyle başı göklerdeydi. Ne yazık ki tüm mutluluk ve sevinçler gibi onunkiler de bıçak gibi kesilip derin bir üzüntü ve acıya dönüştü yaşamı. Tam da Atatürk’ü anma törenine hazırlanırken yaşamının en büyük acısını yaşadı 10 Kasım 1966 Perşembe günü. Annesinin melek olup göklere uçtuğunu öğrendi. İşte, bu haber onun en büyük yıkımıydı. Öksüz kalmıştı ablası Ayşen’le. Ne annesine doydu ne de çocukluğuna. Yengem uçmağa vardığında otuz üç yaşındaydı.

Hasan, on bir yaşındayken kolu kanadı kırık bir güvercindi artık saçak altlarında. Okula gitmediği zamanlar köy evimizin üst katında bulunan odasına çekilirdi. Orada iç dünyasına kapanıp düşünürdü. O odaya ben girerdim rahatça ve sıkça. Kimi zaman onu gözyaşları içinde bulurdum. Yanına gittiğimde kendine çeki düzen verirdi, durumunu belli etmezdi. Hemen konu değişir başka şeyler konuşurduk. Çoğu zaman geleceğe yönelik düşlerimizi anlatırdık birbirimize. O, ortaokul birinci sınıftaydı; ben de ilkokul üçe gidiyordum Kelerli yengemin acısının kor ateş gibi evimize düştüğü zaman.

Hasan, annesiyle ilgili fazla konuşmazdı. Anlardım onun bu durumunu. Çünkü içi yanıp kavrulan biri, nasıl konuşsun? Onun yanında tutardım kendimi. Odasından çıktığımda gözyaşlarıma engel olamazdım. Gözpınarlarımdan akan billur damlaları kimse görmesin diye tarlaya koşardım gizlice. Gözyaşlarımı tarlamıza akıtırdım sessizce. Kendime geldiğimde dönerdim eve.

Hasan’la bitmez tükenmez düşlerimizi birbirimize anlattığımız gibi oyun da oynardık. Oyunlarda yenilmeyi pek sevmezdi. Sinirlenip kızardı yenildiğinde. Ancak bana hiçbir zaman el kaldırmadı. Tam tersine beni, el kaldıranlardan korudu. Beni kendi yaşıtıymışım gibi görürdü. Kendi yaşına uygun olan konuları bile benimle konuşurdu.

Öksüzlerin dayıları Hacıfazlıoğlu Mehmet ve İbrahim amcalar, ziyarete gelirlerdi onları fırsat bulduklarında. O günlerde köyler arasında taşıtların gideceği yollar henüz yapılmamıştı. Olsa da kimsenin altında arabası yoktu. Gelirdi dayıları genellikle cuma günleri, kilometrelerce yolu yürüyerek. Önce yeğenlerine sarılırlardı derin üzüntüyle. Yüzleri gülerdi, ancak içlerinin kan ağladığını anlardım gözlerine baktığımda. Konuşurken sesleri titrerdi. Ninem, onları nereye oturtacağını, ne ikram edeceğini bilemezdi Bastonuna dayanarak yeni gelin gibi dolanırdı ortalıkta. Öğlen ezanı okunmadan köyün merkezine giderlerdi. Doğruca amcamın dükkânına yönelirlerdi. Yanlarında Hasan’la ben de olurdum. Amcam, onları gördüğünde sevinirdi. Onlarla konuşurken ela gözlerine bir bulut kütlesi otururdu. Onların gözlerinde yengemi görüp yaşardı. Ezan okunmadan kalkarlardı yerlerinde üçü birden abdestlerini almak için. Dükkânı bize emanet ederdi amcam. Namazdan sonra dükkâna uğrarlardı biraz kalabalıkça. Bizim demlediğimiz çaydan birer bardak içtikten sonra eve yollanırlardı üçü birden. Kimi zaman yanlarında Nazım (Hacıömeroğlu) amca da olurdu. Çünkü yemek zamanı gelmişti. Yemeği yedikten sonra yine dükkâna dönerlerdi. Onlar dönünce dükkânın önünde söyleşirlerdi çay eşliğinde uzun süre. Gelen müşterilerle Hasan’la ben ilgilenirdim. İkindi olduğunda Mehmet ve İbrahim amcalar vedalaşıp ayrılırlardı köylerine gitmek için. Onlar yola çıktığında Hasan’ın da amcamın da gözleri buğulanırdı. Uzun süre arkalarından bakakalırlardı.

Amcam, köydeki dükkânını kapattı, İstanbul Kadıköy’de tam da Altıyol’da bir dükkân açtı. Hasan, orta ikiden üçe geçtiği yaz dinlencesinde İstanbul’a gitti. Yaz boyu orda kalıp babasına yardım etti. Okullar başlamadan kısa bir süre önce döndü köye, dolu yükçesiyle. Yükçesini birlikte açtık. İçinden tam altmış tane kitap çıktı. Hepsi varlık yayınlarından dünya klasikleri… Kitapları kokladık onunla. İçlerinden bazılarını okumuştu bile. Odasında raf olmadığı için kitapları, duvarın dibine dizdik. “Kitapları sen de okuyacaksın Adalet!” dedi bana. “Bunları ikimiz için aldım.” diyerek sürdürdü sözlerini. İçlerinde birkaçını seçip bana verdi. “Sen bunlardan okumaya başlarsın.” dedi tüm ciddiyetiyle. Bundan d anlaşılıyor ki paylaşımcılığı üst düzeydeydi.

Hasan, annesini sonsuzluğa uğurladıktan sonra içe kapandı biraz. Annesinin acısını, içine gömdü sandı herkes. Ancak onun acısı yüreğini alev alev yakan sönmesi olanaksız bir ateşti. O ateşi söndürecek ne şırıl şırıl akan bir su ne de anne duygusunun önüne geçecek bir insan sevgisi oldu yaşamında. Ona annelik duygusunu vermeye çalışan annemle ninemdi. Ninem, onun için dünyaları yakıp yıkardı. “Benim uşağum.” derdi de başka bir şey demezdi. Bir dağ kartalı gibi onu kanatlarının altına alırdı. Onu üzen ya da zarar verenlere karşı gözünü karartırdı.

Kelerli Yengem zamansız göçüp gitti ocağımızdan yerinde büyük ve dolmaz bir boşluk bırakarak. Çocuktum, oyuna doyamadığım zamanlardı. Koşup oynardık delicesine. O, evimizin giriş katındaki doğuya bakan odasında yatardı sürekli. Sayrılığı gittikçe artmıştı. Gezip dolaşamıyordu pek. Ben saklambaç oyunlarında saklanmak için özellikle onun odasına girerdim. Onun gözleri parlardı beni görünce. Kolumdan tutar kendine çekip öpüp koklardı beni. Saklanırdım yorganının altında yenge kokusu anne kokusuna dönüşürdü. Çocuk delisiydi. Çocuklara bağırıp çağırmaz, onlara sevgiyle bakardı. Ne yazık ki yengemi hep sayrı yatağında yattığı biçimiyle anımsıyorum. Bir de kahverengi gözleri ve insan yüreği hiç usumdan çıkmaz.

İki kardeş, birbirine sarıldılar yaşamları boyunca. Aralarındaki sevgiyi kimse doğru düzgün anlamadı. Onların birbirleri için kendilerini feda etmelerine kimse akıl erdiremedi. Aralarındaki özveri, herkesçe anlaşılır ve anlanır bir şey değildi. Birbirine adanan yaşamları vardı.

İçime anlaşılmaz bir sıkıntı çökmüştü akşamdan. Bu nedenle gece geç uyumuştum. 26 Haziran 2025 günü sabahı 05.33’te telefonum çaldı. Zaten tilki uykusundaydım. İlk çalışta, içimde bir sızı duydum. Hemen yanımdaki telefona uzandım. Ekranda Ayşen ablamın adını görünce “Eyvah!” dedim içimden ve açtım telefonu. “Adalet, Hasan’ı kaybettik kardeşim.” dedi. Sözünü bitiremeyip kapattı telefonu.

Telefonu kapatıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Beynimden vurulmuşa döndüm. Yüreğim duracak sandım. Yüreğim, göğüs kafesimden fırlayıp çıkacaktı neredeyse. Gözyaşlarım sel olup yatağımı ıslattı. Boğazım düğümlendi. Üzüntüm çok derinden yakmakta içimi. Anılarımız geçti gözümün önünden bir bir. Biraz toparlandıktan sonra Ayşen ablamı aradım. Ayrıntıları öğrendim ve ne yapacağımıza karar verdik.

Hasan, liseyi bitirip Ankara’ya taşındı. Orada bir memuriyete girmişti. Bir yandan da Gazi Eğitim Enstitüsü Matematik bölümünde eğitimini sürdürüyordu. Çok geçmeden ablası Ayşen’i de aldı yanına. Ayşen, azimli biriydi. Zamanın koşulları gereği ilkokuldan sonra eğitimini sürdürememişti. Ankara’da ortaokul, lise ve üniversiteyi bitirdi. Liseyi bitirince o da memur oldu. İki kardeş, yaşamın yükünü birlikte omuzladılar.

12 Eylül Amerikancı darbesi, yurtsever gençlerimizi sararmış buğdayları biçen bir kör tırpan gibi biçti. Hasan, darbe sırasında işinden ayrılmak zorunda kaldı. Uzun süre saklandı tutuklanmamak için. Bu süreç, onu çok örseledi. Gittikçe içe kapandı. Yaşamının son sekiz yılını Batum’da geçirdi. Orada çok mutluydu. Son soluğunu da orada verdi.

Ablası Ayşen, yeğenleri Abdülkadir Kapıcıoğlu, Umut Hacıömeroğlu ve Abdülkadir’in kaynı Fatih Gürdal yola çıktılar Batum’a gitmek için. Zorlu bir yolculuktan sonra vardılar oraya. Oradaki Türk konsolosluğunun yardımıyla işlemleri tamamlayıp getirdiler Hasan’ı Ankara’ya. 29 Haziran günü ikindi namazından sonra o, çok sevdiği Ankara’nın toprağına kavuştu.

Cenazesine onu yürekten çok sevenler geldi. Cenaze namazı sırasında kameralar olmadığından ön saflarda itişme kakışma olmadı. Vicdan ve yürek sahibi bir toplulukla uğurlandı son yolculuğuna. O, üst düzey iyi bir matematikçiydi. Ne yazık ki bu özelliği, çok anlaşılmadı.

Onu uğurlamaya acımızı paylaşmak için gelen ve ilk kez yüz yüze tanıştığım ve sosyal medyadan tanıdığım Mehmet Aksu Bey’e minnettarım. Ayrıca onu gönülden seven adlarını sayamayacağım dost ve akrabalarımız oradaydı. Hasan’a şaşmaz bağlılığıyla çırpınan ve orada tanıştığım Azerbaycan yurttaşı Şahin Ahmetoğlu’nun yürekli vefası övgüye değer. Komşuları, tanıdıkları koşturdular her dakika.

Hasan, babamın dedesinin adıydı. Ailemizde dört Hasan vardı. Önce büyük halamın oğlu Hasan’ı yitirdik çok genç yaşta. Korona salgınında, küçük halamın oğlu Hasan vardı uçmağa. Şimdi de Hasan Tahsin buluştu ikizi Hüseyin Cahit’le. Onu, toprağa verirken gözyaşlarımı tutamadım. Kim bilir gömütünün üstünde hangi kır çiçekleri boy atacak? Çevresindeki ardıç ağaçlarındaki ardıç kuşları onun yoldaşı olacak sonsuza dek. Onu sonsuzluğa uğurlayıp iki gün sonra İstanbul’a dönerken yüreğimden taşan anılarımı yaşadım tren yolculuğu boyunca. Belki de çok sevdiği matematik soruları yazmayı orada sürdürür. Düşleri mi? Düşleri onunla kuş olup uçup gitti gökyüzüne. Belki bir gün yağmur bulutlarına karışıp yağar o düşler toprağa can verir. Kim bilir…

Not: Yazıyı destekler nitelikte olan FINDIK SERGİSİNDE GECE BEKÇİLİĞİ https://adiladalet.blogspot.com/2021/08/findik-sergisinde-gece-bekciligi.html yazım okunabilir.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  3 Temmuz 2025