AĞUSTOS BÖCEĞİ İLE KARINCA


Dinçer ve Esin, Muğla’nın bir köyünde yaz dinlencesini geçirmekteydiler. Bir gün annesi, babası, ninesi, dedesi ve komşularıyla kır gezisine çıktılar. Komşu çocukları da gelince gezi daha da neşelendi. Gittikleri yer, çam ormanıydı. Sık ağaçlı, koyu gölgeli bu yerde yelin esintisini duyumsayıp yaz sıcağından biraz olsun kurtulmaktı amaçları. Serin bir yerde konakladılar.

Büyükler, yaygıları yere yaydı. Yiyecekler, sepetlerden çıkarıldı. Çocuklar da büyüklerine yardım ettiler. Elbirliği, yardımlaşma olunca işler kolaylaştı. Büyükler, yaygılara oturdular. Çocuklar ise ormanın güzelliğiyle büyülendiler. Bu nedenle ormanı tanımak ve ağaçların, burada yaşayan canlıların dilini, özelliklerini öğrenmek için gezintiye çıktılar.

Dinçer, ilk kez böyle güzel bir ormana geliyordu. Bu nedenle de çok heyecanlıydı. Önce kuş seslerine kulak kabarttı. Kuşlar, bir yandan öterken diğer yandan da daldan dala uçup konuyordu. Onların bu devinimleri, çocuğun ilgisini çekti. Kuşları izlemek ayrı bir mutluluktu onun için. Her yan böcek doluydu.

Çocuklar bir yandan çamların yere düşmüş kozalaklarını topluyorlar, diğer yandan da söyleşiyorlardı gördükleri canlılarla ilgili. Hiç durmadan öten bir böcek korosu Dinçer’in ilgisini çekti. O, çocuklara sordu bu güzel ezgiyi söyleyen böceğin adını. Duygu, gülümseyip yanıt verdi ona: “Bu böceğin adı, ağustosböceği…” dedi. “Yaz boyunca saz çalıp en güzel ezgileri söyler ormana.” diyerek sürdürdü sözlerini.

Dinçer, Duygu’ya: “Sağol!” dedi tüm içtenliğiyle.

Esin: “Ben, bu ağustosböceğinin adını duymuştum. Annem bana bir kitap almıştı. Orada ‘Ağustosböceği ile Karınca” öyküsünü okumuştum. Kitabın yazarı da anımsadığıma göre La Fontaine idi. Yaz boyu saz çalıp ezgiler söylediğinden ve çalışmadığından kış için yiyecek biriktirememişti. Bu yüzden kışın soğuk günlerinde acıktığında karıncadan yiyecek istemeye gitmişti.” dedi. Çocukların çoğu, onun bu anlatımını destekledi. “Biz de okumuştuk ağustosböceğinin bu acıklı öyküsünü.” dediler hep bir ağızdan.

Çocukların konuşmasını dinleyen yanında durdukları ağacın kabuğu üstündeki bir karınca, ağzında taşımakta olduğu yiyeceğini ön ayaklarıyla tuttu düşmemesi için: “Dedikleriniz doğru değil!” dedi. “Size, bunu yanlış anlatmışlar. Ağustosböceği, hiçbir zaman kışın yiyecek istemek için benim kapımı çalmadı. Zaten onun toprak altındaki beslenme kaynağıyla benim yuvamdaki yiyecekler çok farklı.” dedi konuyu aydınlatmak için.

Çocuklar, karıncaya verdiği bilgi nedeniyle teşekkür ettiler. Ancak tam olarak aydınlanmadılar Bu nedenle konuyu ayrıntılarıyla öğrenmek istediler. Görkemli bir ağacın dibinde durdular. Ağacın neredeyse her dalından bir ağustosböceğinin büyüleyici sesi işitiliyordu. Sesler, hep aynı ezgiyi seslendiriyordu. Seslerin uyumu, olağanüstüydü. Bu da çocukları ve ormandaki tüm canlıları büyülemekteydi.

Dinçer, bir süre can kulağıyla dinledi ağustosböceği korosunu. Ardından başını yukarı kaldırıp: “Ağustosböceği kardeş, karıncanın az önce seninle ilgili bize anlattıkları doğru mu?” diye sordu.

Ateşböceği yukarıdan: “Evet, doğru… Karıncanın söylediklerinin fazlası yok, eksiği var.” dedi.

Çocuk: “Çok sağol! Benim adım Dinçer, sizin adınızı öğrenebilir miyim?” diye sordu.

Ateşböceği: “Benim adım, Derin Sevi… Sizinle tanıştığıma çok mutlu oldum.” diyerek yanıtladı onu.

Esin: “Benim de adım Esin… Dinçer’le kardeşiz. Sizi tanıdığıma çok sevindim.” dedi gözleri parlayarak.

Duygu da kendini tanıttı sevinçle.

Esin: “Adın niye Derin Sevi; bunun bir anlamı var mı?”

Derin Sevi: “Olmaz mı adlarımızın anlamı hiç? Nasıl sizin adlarınızın bir anlamı ve aile geleneklerinizle bir bağı, dünya görüşleriniz açısından bir önemi varsa bizim adlarımızın da yaşamımız, yaşama biçimimiz, doğduğumuz yerle ilgili bir anlamı var.”

Esin: “Peki, senin adının Derin Sevi olmasının nedeni ne?”

Derin Sevi: “Adımın konmasının nedenini anlatayım sizlere.”

Çocuklar gözlerini dört, kulaklarını on dört açarak dinlemeye başladılar.

Derin Sevi: “Annemiz Yüce Özveri, yumurtalarını yumurtlama borusuyla ağaçların taze sürgünlerinin yarıklarına bıraktı. Altı hafta sonra yumurtalardan ben ve kardeşlerim çıkmaya başladık. Ben ve kardeşlerim topluca doğduğumuz ağaç gövdelerinden aşağı indik. Toprağı kazarak içine girdik. Burada ağaç köklerinin özsularını emerek beslendik yıllarca.”

Duygu: “Yıllarca, dediniz. Uzun süre toprağın altında mı kaldınız yoksa?” diye sordu merakla.

Derin Sevi: “Evet yılarca toprağın altındaydım. Tam tamına dört yıl toprağın altında yaşadım. Dünyanın bazı yerlerinde ağustosböcekleri daha uzun süre kalıyorlar toprağın altında. Örneğin, Amerika’daki türdeşlerimizin toprağın altında yaşama süreleri on yedi yıl… Toprağın altında kaldığımız süre içinde yalnızca ağaç köklerinin özsularıyla beslendim. Sabırla toprağın üstüne çıkacağım zamanı bekledim. Bu süre içinde güneşi, yağmuru, fırtınayı duyumsamadım doğru düzgün.”

Dinçer: “Peki, bu kadar uzun süre niye kaldın toprağın altında?”

Derin Sevi: “Büyüyüp yetişkin olmayı bekledim. Olgunlaşıp sevgilime, eşime kavuşmak için sabrettim orada.”

Dinçer: “Toprağın altından çıkış zamanını nasıl anlayıp ayarladın?”

Derin Sevi: “Büyüdüğümü fark ettim doğal olarak. Ergenlik dönemini geçirdim ve yetişkin oldum. İçim, içime sığmıyordu artık. Yüreğimi bir sevi doldurdu. Sanki ağaçlardaki dişi ateşböcekleri bizi çağırıyordu. İçimde durdurulamaz bir devinim başladı. Bu devinimin getirdiği yüreklilikle ağaç gövdesinden tırmanarak kendime uygun bir dala çıktım ve ötmeye başladım türümüze özgü bir ezgiyle.”

Esin: “Söylediklerinizden anladığıma göre bu dallarda dünyanın en güzel ezgilerini söyleyenler erkek ateşböcekleri, doğru mu?”

Dal Güzeli, atıldı saklandığı yaprak kümesinin altından: “Evet, bu ezgileri seslendirenler erkek ateşböcekleri. Bu ezgileri biz dişiler için söylüyorlar. Bu güzel sesler, sevi ezgileridir. Bu ezgilerle bizim gönlümüzü kazanıp yüreğimize girmeye çalışıyorlar. Bize ne denli sevi duyduklarını anlatmaktalar durmaksızın. Günlerce yalvarıp yakarırlar bize. En sonunda biz, inanırız onların sevilerine. Ben, Derin Sevi’nin sesine, söylediği sözlere hayran oldum ve onu eş olarak seçtim bile.” dedi heyecanla.

Dinçer: “Peki, Derin Sevi’yi seçtiysen neden bekletiyorsun onu. Niye şu yaz sıcağının altında ona, bunu söylemiyorsun da sürekli ötüyor? Yazık değil mi ona?”

Dal Güzeli: “Derin Sevi, benimle birlikte olduktan sonra yaşamayacak daha. Yaşamı boyunca bir kez çiftleşecek ve yavruları yaşasın diye kendini feda edecek. Ben ne denli naz yapıp birlikteliğimizi ertelersem o, o kadar çok yaşayacak. Hem de bu zaman içerisinde tatlı ezgileriyle hem ormana hem de siz insanlara mutluluk verecek.” dedi üzüntüyle ve az sonra yıllardır beklediği sevisini yitirecek olmanın verdiği acıyla.

Esin: “Ne kadar acı bir durum… Demek ki Derin Sevi, kendi yavrularının doğmasını sağlamak ve sevisine kavuşmak için canını verecek öyle mi? Bu nasıl bir sevi böyle?”

Derin Sevi: “Öterken aynı dalda ya da ağaçta kalmayız. Biz uçucu böceklerden olduğumuzdan ağaçtan ağaca uçarak uygun eş ararız. Boyumuz, üç ile beş santim arasındadır. Bundan da anlaşılacağı gibi küçük böceklerdeniz. Boyumuza göre sesimiz çok güçlü çıkar. Bu gücü de yüreğimizde yıllardır besleyip büyüttüğümüz seviden alırız. Bizim için sevi çok önemli…”

Dinçer: “La Fontaine adında bir yazar ateşböceklerini, tembelliğin simgesi olarak gösteriyor. Bence bu doğru değil!”

Toprak dile geldi konuşulanlar karşısında: “Ateşböcekleri tembel olur mu hiç? Yıllarca benim koynumda ağaçların özsularıyla beslenip sevisini beklemek ne kadar zor ve sabırlı bir iş. La Fontaine, doğayı iyi gözlemlememiş sanırım. Karınca, biyolojik atıkları toplayarak kışın onlarla beslenir. Oysa ağustosböceği, ağaçların özsularıyla yaşamda kalır. İkisi de benim yavrum… Karınca çalışkanlığın, ateşböceği de sevinin simgesi.  İkisini de koynumda büyütürüm. Birini, diğerinden ayırmam.” dedi mutluluk duyarak.

Çam ağacı söze girdi biraz da ivedilik gösterek: “Hem karınca hem de ateşböceği gezinir dallarımda, gövdemde. Karınca gövdemdeki zararlıları toplayıp beni sağlığıma kavuştururken, ateşböceği de güzel ezgilerle bana mutluluk verir. Özsularımı emerek biyolojik dengemin sağlanmasına yardım eder. Üstelik o, bana zarar verecek özsuyu alır köklerimden. Tıpkı siz insanların kimi zaman yaptığınız gibi... Arada sırada kan verirsiniz değil mi? Kan vermeyi, bir bedensel yenilenme olarak görürsünüz siz.”

Dinçer, ağaca da toprağa da teşekkür etti verdikleri yararlı bilgilerden ötürü. Karıncaya, Derin Sevi’ye, Dal Güzeli’ne minnet duydu çocukların hepsi. Yıllardır yanlış bildikleri bir konunun doğrusunu öğrendikleri için çok mutluydular. Bu mutluluklarını paylaşmak için koştular anne, baba, nine, dede ve komşularının oturdukları gölgelik alana.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               30 Temmuz 2025

 

GELECEK İÇİN ÖZGÜVENLİ ÇOCUKLAR


Özgüvenli birey yetiştirmenin ilk koşulu, anne ve babanın çocuklarına duygudaşlık konusunda örnek olmaları. Çocukları en çok etkileyen yaşama geçen davranışlar. Sözle uygulamanın çelişik olmaması, tersine örtüşmesi. Çocukların yalanı, tutarsız davranışları, ikiyüzlülüğü, aldatıcı sözleri, konuyu geçiştirici tavırları kolayca anladığını söylemeliyim. Çocuklar, doğaları gereği gerçekçidir. Bu gerçekçiliği, olumsuz davranışların turnusol kâğıdı gibidir. Gerçekle gerçek olmayanı kolayca ayrımsar o.

Duygudaşlık, karşındaki kişi kim olursa olsun onu anlamayı kolaylaştırır. Anne ve babalar, zaman zaman çocukluklarını anımsamalı. Çocukluk dönemlerinde karşılaştıkları yanlış, olumsuz ebeveyn davranışlarını gözlerinin önüne getirmeli. O günleri yeniden belleklerinde canlandırmalı. Kendilerinin düştükleri zor durumları anımsamalılar. Bunlardan ders çıkarmalılar. Ders çıkarmakla kalmayıp bunları yaşama geçirmeliler. Kendi anne ve babalarının onlara karşı yaptıkları yanlış davranışları, kendi çocuklarına karşı göstermemeli. Yaşam, ondan alınan derslerle iyiye, güzele, olumluya doğru gider. Yaşamdan ders almayanlar,  onun zorluklarına teslim olarak olumsuzlukları, mutsuzlukları değiştirme gücünü yitirir.

Anne ve babalar, çocukları ne anlatırsa anlatsınlar, onları can kulağıyla dinlemeliler. Anlattıkları önemsenmeli. Çünkü çocuk, bir şeyi kendince önemli görmese anlatmaz. Büyükler için önemsiz görülen bir şey, küçükler için oldukça önemli olabilir. Bu gerçek, göz ardı edilmemeli. Onları dinlememek için hangi koşullarda olunursa olunsun anne ve babalar, gerekçeler öne sürmemeli. Çünkü çocukları, onların yaşamlarının tam merkezinde bulunan bir varlık. Her an onun evleri ve kendi yaşamları için ne denli önemli olduğunu göstermeliler.

Anne ve babaların çocuklarında özgüven oluşumunu engellemek için yaptıkları en olumsuz davranış, onu başkalarıyla karşılaştırmalarıdır. Bu konuyu, sürekli dile getirdiğimin farkındayım. Bu konuda uzmanlar uyarılar yapmasına karşın yine de anne ve babalar, çocuklarını başkalarıyla karşılaştırma huyundan vazgeçmiyor. Peki, çocuklarınız sizi başka anne ve babalarla karşılaştırsalar mutlu olacak mısınız? Olmayacağınız çok açık… Bu nedenle sizin istemeyeceğiniz bir şeyi, çocuklarınız için niye yapıyorsunuz?

Çocukları başkalarıyla karşılaştırmak yerine onun ödev yapmak, başarılı olmak, kendi başına iş yapmak için gösterdiği çaba övülmeli. Bu nedenle o,  yüreklendirilip desteklenmeli. Harcadığı emeğin, gösterdiği çabanın ne denli değerli olduğu vurgulanmalı, gerektiğinde övgü de eksik edilmemeli.

Büyüklerde olduğu gibi küçükler de hata yapar. Zaten hata yapmadan kişi, doğruyu öğrenemez. Çocukları, hata yaptıklarında cezalandırmak, yanlışlarını olağan görmemek onlara yapılacak en büyük kötülük. Hatalarını birlikte değerlendirmek en güzeli. Bu değerlendirme sırasında kullanılacak olumlu, yapıcı dil çok önemli.

Çocuklar, zaman zaman büyüklerinin isteklerine, yönlendirmelerine “hayır” diyebilir. Buna saygı göstermeli. Onlar, anne ve babalarının robotları, gölgeleri ya da papağanları değil. Her söylediklerini yapmak, kabul etmek durumunda da değiller. Onların da kendilerine özgü düşünceleri, duruşları, bakış açıları, yaşam anlayışları, beğenileri, duyguları, kişiliği var. Onun düşüncelerine, duygularına, farklılıklarına saygı duymak; çocuğa değer verildiğinin bir göstergesi. Çocuğumuza değer verdiğimizi her davranışımızla göstermeli. Onun kendisine özgü kişiliğini kazanmasına saygıyı esirgememeli.

Anne ve babalar, çocuklarıyla aralarına sevgi dolu sınırlar koymalı. Bu sınırları, sevgi beslerken saygı da korur. Saygı ve sevginin ikiz kardeş olduğu unutulmamalı. Birinin olduğu yerde diğeri de olmalı. İkisinin olduğu yerde sağlıklı insan ilişkileri boy atıp gelişir.

Sevgi ve saygı çerçevesinde çocuğun duygularını anlatıp paylaşmasına izin vermeli. Duygularını anlatan çocuğun, iç dünyası varsıllaşır giderek. Onun duygularını eleştirmemeli, onlara saygı duyulmalı. Duygu, insanı insan yapar; düşüncenin süsüdür o. Kişinin duygusu da düşüncesi de yasaklanamaz: Hele çocuk olunca hiç yasaklanamaz. Çünkü duygu ve düşünce dünyasıyla varsıllaşır çocuk.

Bir çocuğun gülmesi kadar güzel bir şey yok şu koca dünyada. Bu nedenle onların gülmesine olumsuz anlamlar yüklemek korkunç bir şey. O, gülerek duygularını anlatır çevresindekilere. Gülmek, onu geliştirir. Gülmeyen kişilerin kendileriyle barışık oldukları söylenemez. Bu tür çocuklar, zamanla içe kapanır. Bu nedenle çocukların özgürce gelişimlerini, duygu evrenlerinin varsıllaşmasını istiyorsak onların gülmesini önemseyelim. Gülmek, aynı zamanda mutluluğun açık bir anlatımı değil mi?

Kimi anne ve babalar, kendilerini çocuklarının yerine koyar. Onların yapması gereken işleri kendileri yapar. Onların işleri tek başlarına bitiremeyeceğini, yapamayacağını düşünürler. Bu nedenle çocukların yeteneklerinin ortaya çıkmasını, becerilerinin gelişmesini engellerler bilerek ya da bilmeyerek. Çocuk yaparak öğrenir, kendini geliştirir. Anne ve baba, kendini çocuğun yerine koymamalı; onun yanında olduğunu göstermeli düşünüş ve davranışlarıyla. Çocuklara sorumluluk verilmeli. Onlar, sorumluluk alma alışkanlığını küçük yaşlarda edinmeli. Ağacın yaşken eğildiğini unutmamalı bir an.

Çocuklarla doğdukları günden başlayarak göz teması kurulmalı. Göz teması, onların kendilerini güvede görmesini sağlar. Bu da özgüven kazanımının başlangıcı. Gözler, bakışlarla kişinin duygularını en iyi anlatan organları. Kimi kişiler, gözleriyle konuşup anlaşır.

Çocuklara, anne ve babasınca gösterilen koşulsuz sevgi, onun özgüven kazanmasını hızlandırır. Ayrıca sevgi, özgüveni sağlam temeller üzerine oturtur. Sevgi, tüm sorunların çözümünde açkı olmalı. Dünyadaki en değerli varlığının sevgi dolu bir kılavuzu olmalı anne ve baba. Sorun yaratan değil, sorunları usçu bir yol göstericilikle çözmeliler.

Çocuklarda özgüveni oluşturmak aslında çok kolay. Yeter ki anne ve baba olumlu davranışlar göstersin onlara. Doğar doğmaz büyük bir yaşam savaşına başlayan çocukları kırıp dökerek mutluluğa, başarıya ulaştıramayız. Çocuklar bizim çocuklarımız. Onlara, yol gösterecek olan da bizleriz. Ne olur bu yol göstericilikten şaşmasın anne ve babalar.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       29 Temmuz 2025

YAKINMAK MI, YÜREKLİ SAVAŞIM MI?


Son yıllarda nedense yurttaşlarımızın önemli bir bölümü, sürekli olarak ve her şeyden yakınmakta. Bu yakınmalar, zamanla derin bir umutsuzluğa dönüşmekte. Sürekli yakınarak hiçbir sorun çözülmez. Tersine sorunlar daha da büyütülür ve çözümü zorlaşır.

Yakınmayı yaşam biçimi durumuna getirmiş kişiler, ne yiyip içtiğini ne yaşadığı yeri ne de çalıştığı işi beğeniyor. Onun için doğru, içten, güvenilir insan yok ne yazık ki koca dünyada. Güvenip sırtını döneceği bir dostu, arkadaşı olmaz bu kişilerin. Her içtenliğin altında bir kötülük, bir çıkar arar. Bu güvensizlik anlayışı, ev ortamına da yansır. Bu tür kişiler; giderek eşlerine, çocuklarına, anne ve babasıyla diğer yakınlarına da güvenmez. Onun için her sevgi, bir çıkar içindir. Bu kişilerin aynı evi, yaşamı paylaştığı kişilerden yakınması sık duyulur bir şey. Aslında bu, bir zavallılık, olumsuzluklara teslimiyet, yaşam savaşımından vazgeçmek…

Sürekli sorunlardan yakınmak, yaşanan zorluklar karşısında çaresizliği gösterir. Önümüzdeki zorlukları sağda solda başkalarına anlatarak, onlara ağlayıp yakınarak çözmek olanaksız bir durum. Zorlukları aşmanın, onlardan kurtulmanın en önemli yolu usçu yollardan giderek doğru çözümler bulmak değil mi?    

Gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki sosyo-ekonomik durumu iyi olan kesimde bu yakınma, daha çok. Bu yakınmanın nedeni, doyumsuzluğa ve bencilliğe bağlanabilir.

Günümüz insanı, neredeyse hiçbir şeyi beğenmiyor. Her şeyin kendi varlığını yok etmek, yaşamını zorlaştırmak için var olduğunu düşünmekte nedense. Çevresindeki her kişiye, şüpheyle bakıyor. Herkesin onun mutluluğunu engelleyeceğini, kendi varlığına ve çıkarlarına zarar vereceğini, onun yaşam alanını daralttığını düşünmekte. Bu da onu yaşamdan, insanlardan soyutluyor. Bu soyutlanma onu, kendi içine kapatıyor, bireysel bir yaşama tutsak oluyor. Kendi kabuğuna çekilerek dar bir döngü içinde çözümsüz, bıkkın bir yaşamın sıkıcı ortamında mutsuz oluyor.

Yaşamımızda karşılaştığımız sorunları çözümleyip onların üstesinden gelmenin yolu, yakınmak yerine, onlarla yüreklilikle savaşmaktır. Yürekli bir savaşımı göze alamayan kişiler, sürekli yakınıyor nedense.

Kişi, doğduğu günden başlayarak bir yaşam savaşının içinde. Her gün karşısına onlarca sorun çıkıyor. Bu sorunlar, kendi kendine çözülüp yok olmuyor. Onlarla başa çıkmanın yolu, sorunlara teslim olmak değil; her sorunun üstüne yüreklilikle gitmektir. Yaşam, en küçük canlıdan en büyüğüne dek karşılaştığı engellerle yüreklice savaşanlara yaşamını sürdürme ödülünü verir.

Atalarımız: “Lokma, çiğnenmeden yutulmaz.” demiş. Ne güzel bir söz… Ağızdaki lokmayı bile yutmak için emek harcamak gerek. Demek ki kişi, yaşamda karşılaştığı her engeli aşmak, her sorunu çözmek için emek harcamak, savaşmak gerekli. İnsanın karşısına çıkan hiçbir sorun, kendiliğinden çözülmez.

Üzülerek söylemeliyim ki çocukların çoğu, doğduğu günden başlayarak sürekli yakınan, hiçbir şeyden mutlu olmayan anne ve babalar elinde büyümekte. Atalarımızın “Kıratın yanında duran ya huyundan ya suyunda.” sözünde dediği gibi anne ve babanın yaşama bu olumsuz bakış açısı, çocuklara yansımakta. Bu tür evlerde büyüyen çocuklar da düşünce ve yaşam anlayışlarını olumsuzluklar üstüne kurar. Bu da onu umutsuzluğa, giderek de başarısızlık ve mutsuzluğa sürükler. Çocuğun doğuştan getirdiği, doğasında var olan olumlu bakma, umutlu olma anlayışı; anne ve baba eliyle değiştirilir. Aslında bu durum, ona en yakınlarınca bilerek ya da bilmeyerek yapılan büyük bir kötülük. Çocukları bu kötülük düzeninden kurtarmak gerek.

Sorunlarla yüreklice savaşmak yerine sürekli yakınan anne ve babaların çocukları da yakınmayı davranışa dönüştürür küçük yaşta. Yürekli bir savaşçı olmayı bir türlü başaramaz. Sorunları çözmek için onların üstüne yürekli bir savaşımla gitmeyi beceremezler ne yazık ki. Çünkü bunu görüp öğreneceği yoktur çevresinde. Rastlantısal olarak yaşamına etki eden bir karşısına çıktığında bu olumsuzluktan kurtulma olanağını elde edebilir.

Yalnızca anne ve babalar mı yakınıp durur. Doğaldır ki hayır! Çocukların yetişmesinde çok önemli yeri olan öğretmenlerin bir bölümü de yakınmayı davranışa dönüştürmüştür nedense. Sınıfa girdiğinde yakınarak söze başlar. Bu, aslında sorunlara, zorluklara teslim olmaktan başka bir şey değil. Teslimiyetçilik, kişiyi savaşımcı olmaktan uzaklaştırır zamanla. Bu da onu sorunlarla yaşama alışkanlığına, onları benimsemeye yöneltir. Böylece anne, baba ya da öğretmen kendi elleriyle çocuğu kör bir kuyunun karanlığına sürükler. En acı olanı da bu değil mi?

Çocuğun içindeki yaşam coşkusunu, geleceğe yönelik umudunu, önüne çıkan engelleri aşmak için savaşma isteğini, sorunları çözme yeteneğini, zorluklara karşı yürekli duruşunu, doğası gereği olumlu düşünme biçimini yok ederek onu ağlayıp yakınan biri durumuna getiren ne yazık ki en yakınları. Oysa bu kişilerin yaşam savaşımında ona yol gösterici olmalarını bekleriz değil mi?

Çocukların başarılı, mutlu, umutlu geleceği için anne, baba ve öğretmenler yakınmayla değil; yürekli savaşımlarıyla öncü olmalı onlara. Çocuklara doğru örnek olmayarak onları başarısız kılmak, emanete hıyanet değil de nedir?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       27 Temmuz 2025

 

ÇOCUKLARIN ÖZGÜVENİ NASIL ARTIRILIR?


Günümüzde çocukların, gençlerin en göze çarpan sorunlarından biri, özgüven kazanmaktır. Anne, baba ve öğretmenler; çocuklar için tinsel, sosyal açıdan önemli bir eksiklik olarak görülen bu sorunu zaman zaman dile getirirler. Sorunun çözümü için kafa yorup konuyla ilgili bilgisi, deneyimi olan kişilere danışırlar. Ne yazık ki sorunun çözümü görüldüğü kadar kolay değil. Sorunun çözümü çok yönlü bir çalışmayı gerektirmekte.

Özgüvensizliğin birçok nedeni var. Bu sorunun asıl kaynağını, çocukların yetiştirilme biçiminde aramak gerek. Ne yazık ki bazı anne ve babalar, çocuklarını baskıcı bir ortamda büyüterek onları iyi yetiştirdiklerini sanır. Baskı karşısında susan, her söyleneni kabullenmiş gibi görünen çocukların terbiyeli, uyumlu oldukları sanılır. Oysa çocuk, söylenenler konusunda görüşünü belirtmemiş, yalnızca susmuştur. Susmak, söylenip istenen bir şeyi kabul etmek değil. Bu yanılgı neredeyse toplumumuzun geniş bir kesiminde gelenekselleşmiş. Atadan dededen böyle bir ev içi eğitim, çocukların özgüvenlerini yerle bir etmesine karşın günümüzde de benimsenir çoğu kişice.

Üzülerek söyleyeyim ki bazı öğretmenler de baskıcı, öğrencisini suskunlaştıran bir eğitim biçimini yeğler. Yanlış bulduğu düşünce ya da davranışa karşı çıkan, sorgulayıp tartışan öğrenci tipi bu öğretmenlerce sevilmez, onların bu kişilikli duruşlarına saygı duyulmaz. Söylenen her şeyi kayıtsız koşulsuz, sorgulamasız kabul eden kişi; uyumlu olarak görülür.

Eskiden ilk ya da ortaokul Türkçe kitaplarımızda “Dik Dur, Dik Otur” başlıklı bir yazı vardı. Metnin yazarını ne yazık ki anımsamıyorum. Bizlere küçük yaştan başlayarak dik durmayı, dik oturmayı önerirdi bu yazı. Bize özgüvenli olmanın ilk adımı olan bir davranışı edinmemizi sağlardı bu metinde anlatılanlar. Bir çocuğun, otururken ve yürürken dik durması, çok önemli bir özgüven belirtisi. Ne yazık ki birçok çocuk, türlü nedenlerle kambur yürür, dik durmaz. İki büklüm yürüyen biri için boş vermiş, yaşamdan umudunu kesmiş düşüncesi oluşur karşısındakilerde. Aslında dik durmayıp iki büklüm yürümek, çocuğun kendini saklamasıdır çevresindekilerden. Bu, özgüvensizliğin en önemli belirtisi.

Çocukların özgüven kazanması için öncelikle onların iyi, temiz giyinmesine özen göstermeli. Kişiye, çocukluğundan başlayarak giysilerini kendisinin seçmesi fırsatı verilmeli. Küçük yaştan başlayarak bir giyim zevki aşılanmalı çocuklara. İyi giyinmek demek; pahalı giysiler almak, moda çılgınlığına uymak demek değil. İyi giyinmek, giyilenlerin temiz ve birbirleriyle uyumlu olması demek. İyi, uyumlu giyinmesini bilen çocuğun özgüveni artar. Bu konuda ilk aşamada örnek olması gerekenler; anne, baba ve öğretmenlerdir.

Çocuklara küçük yaşlardan başlayarak kişisel bakımlarına özen göstermeyi öğretmeli. Bu, kuramsal olmaktan çok, davranışsal olmalı. “Üzüm üzüme baka baka kararır.” atasözünün gereğince çocuk, kişisel bakımı anne ve babasından öğrenir ilk önce. Sonrasında da öğretmeni ve yakın çevresindeki diğer kişiler, onun en önemli örneğidir. Günlük kişisel bakım yapan çocukta özgüvenli davranış kolayca fark edilir.

Çocukları yetiştirirken onları, olumsuz düşüncelerden uzak tutmalı. Sürekli olumsuz düşünen anne ve babaların çocukları da bu alışkanlığı, düşünüş biçimini kolayca davranışa dönüştürür. Olumsuz düşünen biri, aslında yaşam yolculuğundaki savaşımcılığını yitirir. Olumsuz düşünce onu, başarısızlığa koşullandırr. Bu nedenle çevresiyle uyumu bozulur. Sürekli olumsuz düşünen, usunda ve dilinde olumlu bir şey olmayan kişi, sosyal ilişkilerinde sinik, ezik, çekingendir. Bu nedenle özgüvenli olduğundan söz edilemez bu kişilerin. Çocuklara, küçük yaşlardan başlayarak olumlu düşünmesini, olumsuz koşullara karşın umudunu korumasını öğretmeli. Bu, onu yaşama bağladığı gibi özgüvenli de yapar.

Çocuğa, küçük yaşlardan başlayarak kültür, sanat ve spor zevki verilmeli. Bunun temelini oluşturacak olan da onun en baştan kitap okuma alışkanlığı kazanması. Okumadığı için belli bir kültür düzeyine erişmeyen çocuk, doğal olarak özgüvensiz olacak. Kişideki kültürel birikim, taşıttaki akaryakıt gibidir. Akaryakıtsız taşıt, nasıl olduğu yerde kalırsa kültürsüz kişi de toplum içinde etkin olamaz. Özgüvensiz olduğu için duygu ve düşüncelerini açıklayamaz. Bu nedenle çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırılmalı küçük yaşlardan başlayarak.

Çocuk, kitap okuma alışkanlığının yanı sıra sanat dallarından biriyle ilgilenmeli. Onu sanat alanına yönlendirirken kişisel yetenek ve eğilimleri göz önünde bulundurulmalı. Bir çocuğun bir sanat alanıyla ilgilenmesi ve küçük de olsa bir başarı kazanması onun özgüvenini artıracaktır. Bu da ona, başarı yolunu açar.

Çocuklar, bir spor dalıyla ilgilenmeli. Yeteneği ve eğilimi doğrultusunda bir spor alanıyla ilgilenmeli. Spor yapan birinin yürüyüşü, bakışı, düşünüşü değişir. Bu da ona, özgüven kazandırır.

Çevremize baktığımızda neredeyse insanların çoğu bağırarak konuşmakta. Bunun nedenlerinden biri, özgüven eksikliği. Bu nedenle çocuklara küçük yaşta kendinden emin ve yavaş konuşma alışkanlığını kazandırmalı. Kişinin neyi, nasıl anlattığı çok önemli. Bağırarak konuşan anne ve babanın çocuğu da bağırarak anlatır düşüncelerini.

Bağıra çağıra ders anlatan bir öğretmenin öğrencileri de bağırıp çağırmayı bir üstünlük, beceri sanır. Böylece duygu düşüncelerini kavga eder gibi anlatmaya çalışır. Ancak anlatamaz. Bu da onda özgüven yitimine neden olur.

Çocukların özgüvenli olması, tamamen yetiştiği ortama bağlı. Çevresindeki olumsuz örnekler, onu çok etkiler. Bu nedenle öncelikle anne ve baba eğitimi çok gerekli. Önce onlar, kendilerini değiştirmeli. Çünkü anne ve baba olmak kolay değil. Öğretmen yetiştirme de çok önemli bu nedenle. Özgüvensiz kişiden öğretmen olmaz, olmamalı.

Çocuklar, en değerli varlıklarımız. Onları eğitip yetiştirirken anne, baba ve öğretmenler de kendilerini eğitmeli. Çünkü eğitimin, öğrenmenin yaşı yok!

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       25 Temmuz 2025

ORMAN YANGINLARI CAN ALIYOR


Yurdumuzun dört bir yanında, yaz mevsimiyle başlayan orman yangınları hız kesmeden, neredeyse aralıksız sürüyor. En son Sakarya’da başlayan yangın, Bilecik’e sıçradı. Ardından Eskişehir-Seyitgazi’de alevler sardı ormanlarımızı. Ne yazık ki bu yıkımlara başka illerimizdeki yangınlar eklendi. Yeşil vatanımız, cayır cayır yanıp elimizden kül ve duman olup uçuyor.

“Orman”, Türkçemizin anlamı derin sözcüklerinden biri. Bu sözcüğün kökü “or”. “Or: Yer; oturulan, yaşanan durulan yer.” anlamında. “-man (-men)” eki, geldiği kök ya da gövdelere kişi anlamı veren ad soylu sözcükler türetir. Demek ki “orman” kişilerin yaşadığı yer. (Sözcükte zamanla anlam genişlemesi olduğu kesin…) Bu kişiler, kimler? İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler… Atalarımız, ormanda yaşayan tüm canlıları insana eşdeğerde görmüş. Her canlının yaşam hakkını kutsal saymış. Ne güzel ve doğa korumacı bir anlayış değil mi?

Halkımız, küçük ormanlara “koru” adını vermiş. “Koru” sözcüğü, “korumak” eyleminden gelir. Bu sözcük, “korunan, görevliler dışında kimsenin giremeyeceği yer” anlamında. Demek ki korulara/ormanlara herkes, elini kolunu sallayarak giremez. Buralar; mangalın yapılacağı, eğlencenin olacağı yerler değil. Bu alanlar, herkesçe korunmalı. Çünkü buralarda her türlü canlı birlikte yaşamakta. Her canlının değeri, varlığı doğa için vazgeçilmez önemde. Böyle olunca da ormanlarımızın korunması, atalarımızca yaşamsal bir durum olarak belirlenmiş.

Ülkemizdeki orman yangınlarının yüzde doksanından fazlası insan kaynaklı. Demek ki yurttaşlarımızda ormanlarımızı koruma bilince tam anlamıyla oluşmamış. Yaptıkları küçük hatalar, koskoca ormanın içindeki tüm canlılarla yok olmasına yol açıyor. Tüm uyarılara karşın, ormanlarda mangal yapmak nasıl bir aymazlık?

Yangınların en önemli nedenlerinden biri de anız yakmak. Eskiden toprak, öküz ya da atla sürüldüğü için çok derim kazılamazdı. Bu nedenle anız, sürülen toprağın altında kalıp çürümezdi. Bu da üretimi olumsuz etkilerdi. Oysa günümüzde öyle mi? Artık tarlalar traktörle sürülüyor. Sürülen toprak iyice altüst oluyor. Anızlar da toprağın altında kalıp çürüyerek doğal gübreye dönüşüyor. Bu nedenle anız yakmak geçmişten gelen kötü, zararlı bir gelenek. Bunu sürdürmenin anlamı, gerekliliği anlaşılmaz bir durum.

Türkiye’nin orman alanları genellikle kıyı bölgelerindeki illerde. Bu illerimizde, yazlıkçılık olağanüstü artmış durumda. Bu nedenle buralara yaz mevsimin gelmesiyle sürekli toplu gidişler var. İnsanlar, arabalarında yiyip içiyor, kimi zaman yol kıyılarında duraklayıp dinleniyorlar. Bu yolculuklar sırasında yol kıyılarına, duraklanan yerlere çöpler atılıyor. Bu çöplerin arasında cam şişeler de var. Bunlar, orman yangınlarının bir başka nedeni. Yolculuk sırasında taşıtında sigara içenlerin bir kısmı, sigarayı söndürmeden rastgele atıyor yola. Ardında, büyük bir yangını bıraktığının farkında bile değil bu kişiler. Ayrıca yazlıklar, birçok ilimizin toplumsal yapısını değiştirdi. Tüketime yönelik bir anlayış egemen oldu buralara. Bu nedenle tüketim alışkanlığı, orman alanlarımız da tüketiyor. Mangal yapmayı eğlence sanan bu kişiler, yangınlara neden olabiliyor.

Ağacı, ormanı, doğayı insan korur. İnsan da yok eder. Ormanlarımızın korunması, orman köylüleriyle başlar. Orman köylülerinin geçimi, yaşamı ormanlara bağlı. Bu nedenle ormanlar, onlar için yaşamsal önemde. Bunun bilincinde olan bu köylüler, ormana gelip gidene dikkat eder. Gelenlerin ne yaptıklarını gözlemler. En küçük kıvılcım gördüklerinde ilk müdahaleyi onlar yapar. Yangının büyümesini önlerler.

Otuz ilimiz büyükşehir oldu. Bunların çoğu, kıyı illerimiz... Orman alanlarımızın çoğu da bu buralarda… Orman köylerimiz, büyükşehir yasasına göre artık mahalle… Yanı buralarda yaşayanlar, köylü değil; kentli. Bu nedenle orman köylülerinin geçimleri zorlaştı. Bunda ülkemizin genel ekonomik sıkıntılarının da payı var. Ne yazık ki uygulanan ekonomik politikalar nedeniyle köylünün yüzüne bakan yok! Böyle olunca da köyler boşalmakta hızla, kentler ise niteliksiz ve ucuz iş gücüyle dolmakta. Orman köylüsü göçünce kentlere, yeşil vatanımızın gönüllü koruyucuları da kalmadı ne yazık ki. Ormanlarımız sahipsiz kaldı, bilinçsiz bir siyaset yüzünden.

Orman yangınlarının birçoğunun havai fişek nedeniyle çıktığı bilinmekte. Özellikle otellerde yapılan düğün, kutlama gibi törenlerde havai fişekler atılmakta. Bu da çevredeki ormanları yakmakta. Bu nedenle ülkemizde havai fişek kullanımı ivedilikle yasaklanmalı.

Terör örgütü PKK’nın yıllardır ormanlarımızı ateşe verdiğini biliyoruz. Bu yönüyle terör örgütü, insanları öldürdüğü gibi doğayı da katletti.

Ormanlarımızın yanmasında yukarıda sayamadığım onlarca neden var. Bu konuda, kamuoyu bilgilendirilip yurttaşlar eğitilmeli. Ormanların korunması savsaklanacak bir şey değil. Bu konuda kılı kırk yarmalı, tüm olasılıklar hesaplanarak toplumun tüm kesimlerinin ortak aklıyla önlemler alınmalı.

23 Temmuz 2025 akşamı, çoğu kişi gibi oturmuş haberleri izlerken on yurttaşımızın Eskişehir’deki orman yangınında şehit olduğunu öğrendim. İçim yandı tıpkı ormanlarımız gibi cayır cayır. Kendimi, şehitlerimizin yerine koydum. Bu duygudaşlığım, olayın ne denli korkunç olduğunu az da olsa duyumsamamı sağladı.

Ne yazık ki son yıllarda devlet gücünün; yani yasaların, savcının, yargıcın, askerin, polisin, devlet kurumlarının birçok kişi için caydırıcılığının kalmadığını söyleyebilirim. İnsan yaralamak, hatta öldürmek, hırsızlık ve dolandırıcılık yapmak, ülkemiz kaynaklarını çarçur etmek, kamu malına el uzatmak, çeteleşmek, gece gündüz demeden insanları rahatsız edecek biçimde sokaklarda bağırıp çağırmak, hatta uluorta en galiz küfürleri etmek, hileli besinlerle halkın yaşamını tehlikeye düşürmek, trafikte adam dövüp sövüp saymak sıradan olaylar durumuna geldi. Yasalara saygı azalırken toplumsal kurallara uymak da yok oluyor giderek. Toplumsal bir çürüme almış başını gidiyor, bu nedenle her yan kokuşmakta. Bu nedenle ormanlarımızı yakanların birçoğu da ellerini kollarını sallayarak gezmekte aramızda. Örneğin, içtiği maden suyu şişesini yol kıyısına attığı için orman yangını çıkaran birinin yargılanıp ceza aldığını bugüne dek işiten var mı?

Devlet gücü caydırıcı olmalı. Yasalar eşit uygulanmalı kim olursa olsun. Devlet, adaleti uygularsa caydırıcılığı, saygınlığı artar. Orman yangınlarını önlemek için tüm televizyonlarda aynı anda, eğitici kısa görseller gösterilmeli. Halkı, bu konuda eğitip bilinçlendirmek için yeni yasalar çıkarılmalı. Bu yeni yasalar, orman yangını çıkaranların cezalandırması için de olmalı.

Bir gün önce televizyondan Geyve’de yanan hayvanların seslerini dinlemiştim. Çok etkilendim bu seslerden. Gece oldu, ancak ben doğru dürüst uyuyamadım. İnsan olan bu seslere dayanamaz, yanar yüreği en derinden. Keşke ağaçların yanarken ağlamalarını da işitebilsek. Ağaçların çığlığıyla aramızdaki bazıları insan olduğunu anımsar belki.

Orman yangınları bitkileri, hayvanları insanları yakıp öldürüyor. Eskişehir’de yeşil vatanı korumak için yangına karşı özveriyle gece gündüz savaşan on canımızı yitirdik. Acımız, ulusça çok derin…

Türkiye, ormanlarının yanmasıyla insanlarını, hayvanlarını, ağaçlarını, çalılarını, otsu bitkilerini, kısacası yeşil vatanını, yaşamını, kısacası geleceğini yitirmekte. Her yurttaş sorumluluğunu bilmeli. Özellikle hükümet, gerekli önlemleri önceden almalı. Ormansız bir toprağın vatan olamayacağı gerçeği, kafalara kazınmalı.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               24 Temmuz 2025

 

 

ÇOCUKLAR, EN DEĞERLİ VARLIKLARIMIZ DEĞİL Mİ?


Hep söyleyip dururuz: “Çocuklar, en değerli varlıklarımız.” diye. Bu deyişe: “Çocuklar, geleceğimiz.” sözünü de ekleriz çoğu zaman. Bu iki sözün yanlışlığını düşünmek ya da tartışmak, mantıklı sayılmaz. Yapılacak iş, bu tümcelerin yanlışlığını tartışmak değil, anlatmak istediklerini yaşama geçirmek olmalı.

Çocuklar hem geleceğimiz hem de en değerli varlıklarımızsa onların yetiştirilmesinde bunca yanlışı niye yapıyoruz? Çocuklarımıza çok basit dokunuşlar ve sözlerle onların olumlu yolda ilerlemelerine neden yardımcı olmuyoruz?

Çocuklarımıza yeri geldiğinde ve fırsat bulduğumuzda onları çok sevdiğimizi söylemeliyiz. Küçük olsun büyük olsun her kişiye onu sevdiğini söylemek, karşılıklı güven ilişkisini oluşturur. Özellikle çocuklara söylenecek “Seni seviyorum, iyi ki benim çocuğumsun.” sözü, ona özgüven kazandırdığı gibi geleceğe güvenle bakmasını da sağlar. Ayrıca bu tümce ona, aidiyet ve evine bağlılık duygusu kazandırır. Bir çocuğun anne ve babasınca sevildiğini bilmesi, onu yaşama bağlar. Bu, onun içindeki yaşama sevincini artırır. Geleceğe yönelik umudunu çoğaltır. Gelecekle ilgili tasarımlar, düşler, düşünceler, ülküler oluşturmasını sağlar. Bu da onun yaşamla bağlarını güçlendirir.

En değerli varlığımıza: “Seninle gurur duyuyorum.” demeyi esirgememeli. Çünkü bu tümce, onun kendini güçlü, yeterli, yetenekli ve becerikli olduğunu duyumsamasını sağlar. Üç sözcükten oluşan ve ağzımızdan bir çırpıda çıkan bu tümceyle onun özgüvenini geliştirir, iş yapabilme gücüne güç katarız.  

Yeri geldiğinde çocuklara, onların düşüncelerinin anne ve baba için çok önemli olduğu söylenmeli. Bu söz, ona hem demokratik bir davranışı, düşünüşü benimsettiği gibi hem de özgüvenini artırarak pekiştirir. Ayrıca çocukların düşüncesine değer vererek onlara saygı gösteririz bu yolla. Bu da çocukların kişilik kazanmasını sağlar. Bir çocuğun küçük yaşlardan başlayarak kişilik kazanması, onun yaşamını olumlu yönde etkiler. Yaşamında kazanacağı başarıların yolunu açar. Kişilikli birey; erinç içinde yaşar, çevresini de bu yönde etkiler. Çocuklara verilen sevginin yanı sıra onlara saygı da göstermeli. Saygı olmadan gösterilecek sevgi yavan olur. Bu nedenle sevgi ve saygıyı onlardan esirgememeli.

Çocuğa: “Her koşulda senin yanındayım ve seni destekliyorum.” dendiğinde onun güven duygusunu artırırız. Bu da onun başarıya ulaşmasını kolaylaştırır. Bu sözle yanlış da yapabileceğini vurgularız. Yanlış yapmadan doğrunun yapılamayacağı yaşamsal bir gerçek. Yanlış yapmanın yaşamın sonu olmadığı ve bundan sonra hiç doğru yapamayacağı gibi son derece tehlikeli, zararlı bir algıyı yıkmak için bu tümcenin söylenmesi çok önemli. Çocuklar düşe kalka büyür. Yani yanlışı yapa yapa, doğruyu yapmayı öğrenir. Zaten yaşam karşıtların birliği üzerine kurulu değil mi?

Çocuklarla verimli zaman geçirmek, onlar için çok önemli. Onlara günün belli saatlerinde zaman ayırmalı anne ve baba. Kendisine zaman ayrılan çocuk, kendisinin anne ve babası için ne denli önemli ve değerli olduğunu görür. Ona ayrılan bu zaman, onunla hem düşünsel hem de duygusal ilişkinin kurulmasını sağlar. Böylece onun eğitilmesi, hızla öğrenmesi fırsatı doğar. Bu yolla anne ve baba; çocuklarının yeteneklerini, becerilerini, eğilimlerini saptar. Bu da onun yaşam yolculuğunda doğru bir biçimde yönlendirilmesi için olanak yaratır. Çocuğa: “Seninle zaman geçirdiğim için çok mutluyum. Sana ayırdığım zaman çok değerli ve çünkü bu süre içinde seninleyim. ” dendiğinde o, varlığının değerini ve ailesi için önemini duyumsar. Bu, onun yaşama daha sıkı sarılmasına olanak verir.

Çocuklar zaman zaman zorluklarla karşılaşır. Karşısına çıkan sorunlara çözüm bulamayacağını düşünür kimi vakit. Öyle bir an gelir ki sorunları çok büyütür ve onların çözümsüz olduğunu sanır. Bu da onun yüreğinde derin bir umutsuzluğa yol açabilir. Böyle bir durum karşısında anne ve babanın çocuğuna yanında olduğunu, onun sorunlarla başa çıkma savaşımında kendisine yardımcı olabileceklerini söylemeli.  Bu onun içgücünü ve özgüvenini artıracaktır. Böyle olunca da sorunlar karşısında kaygılanan, onlardan korkan çocuğun yerini güçlü, savaşımcı, umut dolu, özgüveni tam, başarma isteği yüksek bir birey alacaktır. Bu da onun sorunları kolayca çözmesini ve başarıya doğru kararlılıkla yürümesini sağlar.

Çocuklara yeri geldiğimde: “Sana çok güveniyorum.” demeli anne ve baba. Bu sözle onun kendine olan inancı desteklenip çoğaltılır. Kişi, kendine inanıp güvendiğinde başarıyı da mutluluğu da yakalar. Kendine, başarmaya, amaçlarına inanmayan kişi; başaramaz hiçbir şeyi. Onun için başarmak, yapmak demek.

Çocuğa, yeri geldiğinde “Senin konuşmaların ve davranışların beni çok mutlu etti.” demeli. Bu tümce ile onun sözlerinin can kulağıyla dinlendiği, davranışlarının görülüp beğenildiği vurgulanır. O, kendinin olumlu davranışlarının, sözlerinin anne ve babasınca fark edildiğini düşünür. Bu da onu mutlu eder. Ayrıca ev içi ilişkilerini, bağlarını güçlendirir.

Anne ya da baba, herhangi bir iş yaptığında çocuğuna: “Bana yardım etmek ister misin?” diye sormalı. Böyle tümceler, ona sorumluluk ve katılımcı olma duygusunu kazandırır. Bu da çocuğun duygusal gelişimini sağlar. Ayrıca birlikte iş yapmak, onun duygudaşlığını geliştirir.

Çocuklardan esirgenmeyecek sözlerden biri de: “Seninle her zaman gurur duyacağım. Çünkü sen benim vazgeçilmezimsin.” tümceleri. Bu söz, çocuğa ailesince kayıtsız ve koşulsuz kabullenildiğini gösterir. Bu da onun tinsel ve sosyal gelişimini sağlar.

Çocuklara zaman zaman danışılmalı. Evde yapılacak işlerin bazı kararlarını hep birlikte vermeli. Karardan sonra olumlu bir sonuca varıldığında ona: “Seninle aldığımız kararlar, hep iyi bir sona ulaşıyor.” demeli. Bu ona hem sorumluluk duygusu yükler hem de birlikte iş yapma alışkanlığı kazandırır. Bu da onu başarıya götürecek önemli bir yol.

Çocuklar en değerli varlıklarımız, geleceğimiz, toplumsal yaşamımızın itici gücü, duygusal evrenimizin çiçekli bahçesi, umudumuz, gözbebeğimiz ve yaşamımızın olmazsa olmazı olduğuna göre onlardan özveriyi, paylaşmayı esirgememeli. Çocuklarla ilişki bencilliği kabul etmez. Çocuk, yükseklerden uçan bir kuşsa anne ve baba da onun iki kanadı. Onları gökyüzünde, yaşamda tutacak kanatlarını kırmayalım.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       20 Temmuz 2025

 

 

ATACAN VE KARATAVUK


Atacan, doğduğundan beri her yaz zeytin ve üzüm diyarı Şarköy-Mürefte’ye dinlenceye gider. Fırsat buldukça denize girip yüzer. Kimi zaman da gezip dolaşır çevrede anne ve babasıyla. Doğadaki her şey onun ilgisini çeker: bitkiler, hayvanlar, köyler, dağlar, deniz, zeytinlikler, bağlar, özellikle de hayvan ve bitki ilişkileri…

Bir gün Mürefte’nin yukarısındaki Çınarlı Köyünde dolaşırken bir kuşla karşılaştı çalılıklar arasında Atacan. Kuş, çok ürkekti. Çalıların içinde saklanmaya çalıştı bir süre. Çocuğun, onu gördüğünü anlayınca gizlendiği yerden çıkıp kanat çırptı hızla. Yakındaki bir dut ağacına kondu. Yapraklar arasında tüyleri parlıyordu. Kuşun tüyleri, uçuşu ilgisini çekti onun. Kuş, kapkaraydı ve gagası parlak bir sarıydı. Gürültülü bir sesle öttü. Ötüşü çok ilginçti. Çocuk, kuşun yeniden ötmesini bekledi bir süre. Yeniden öttü bir daha. Ötüşünde ona “git” der gibi bir anlam vardı sanki. Bunu anlayan Atacan, onu ürkütmemek için devinimsiz kaldı bir süre.

Çocuktan zarar gelmeyeceğini anlayan kuş, yeniden öttü. Ancak bu kez ötüşünde bir dinginlik vardı. Çocuk, bu ötüşteki dinginliği görünce kuşla tanışıp konuşmaya karar verdi.

“Ben, senin gibi güzel ve devinimli bir kuşu ilk kez görüyorum. Senin türün ne? Bu arada benim adım Atacan, senin adını öğrenebilir miyim?” diye sordu daldaki güzelliğe.

“Benim türüme, siz insanlar ‘karatavuk’ dersiniz tüylerimin rengi nedeniyle. Böyle demekle haksız da sayılmazsınız. Benim adım ise Sarı Gaga…” diyerek yanıtladı onu kuş.

Konuşmaları işiten bir başka karatavuk gelip Sarı Gaga’nın konduğu dalın yanındaki dala kondu. Bunun gagası sarı değil, biraz soluktu sanki. Dikkatle baktı ona çocuk. Onun bakışını gören Sarı Gaga, çocuğa dönüp:

“Yanıma gelip konan kuşu merak ettin sanırım. O, benim eşim Boz Gaga. Yuvamızdaki üç yavrumuz uçmak üzere… Onların uçması için gün içinde arada sırada onları yalnız bırakıyoruz yuvada. Eskisi kadar yiyecek vermiyoruz ki onlara uçsunlar yuvadan. Artık onların kendi kanatları üstünde gökyüzünde durma zamanları geldi. Her yer börtü böcek kaynıyor. Meyve ağaçları, bizlere türlü türlü lezzetler sunmakta. Yavrularımız yuvadan uçarlarsa mevsimin bolluğundan iyice yararlanıp ve çok güçlenerek kışı, sağlıklı bir biçimde karşılarlar. Artık onlar, yetişkin sayılır. Boyuma erişmiş yavrularımız, kendi başlarının çaresine bakmalı değil mi?” dedi Sarı Gaga.

“Onların yuvadan uçmasını istiyoruz, ancak buradan onları gözetim altında tutuyoruz. Yavrularımızı, yuvadan ayrılıncaya dek korumak bizim görevimiz. Onları yalnız bıraktığımızı sanma.” diye konuya biraz daha açıklık getirdi Boz Gaga.

“Sizin anne ve baba olarak çocuklarınıza güvenmeniz, onlara özgüven kazandırmanız çok güzel… Bazı insanlar, sizin yavrularınızı yuvadan uçurmak için çabalamanızı yanlış anlayabilir. Onları, istemediğinizi düşünebilirler. Oysa siz, onlara yaşamda başarılı olmanın yolunu açıyorsunuz.” dedi Atacan düşünceli düşünceli.

“Yazın yiyecek bolluğu var doğada, dolayısıyla bu topraklarda. Doğadaki yiyecek ambarlarımızı keşfetmeli yavrularımız. Yoksa kışı geçirmek çok zor olur onlar için.” diyerek içini çekti Sarı Gaga.

Atacan: “Peki, yavrularınız doğada tek başlarına kaldıklarında neyi yiyip yemediklerini nereden bilecekler?” diye sordu.

“Onlara yumurtadan çıktıkları günden başlayarak bu topraklarda yiyebileceğimiz ne varsa sırayla getirip yedirdik. Yuvada olmalarına karşın, doğadaki yiyeceklerimiz konusunda epeyce deneyim kazandılar. Neleri yiyeceklerini görür görmez tanıyıp anlarlar.” diye yanıtladı onu Boz Gaga.

Atacan: “Yavrularınız yuvadan ayrıldığında dışarıda birçok tehlike ile karşılaşacaklar. Yırtıcı kuşlar, onları her an avlayabilir. Ayrıca kediler, ağaçlara tırmanıp onları yakalayabilir. Yılanlar hem yerde hem de ağaçlarda yavrularınızın yaşamını sonlandırabilir. Yavru kuşlar, yere indiklerinde köpekler büyük tehlike değil mi?”

Sarı Gaga: “Onlar doğdukları andan başlayarak bizler için tehlikeli olan canlılar konusunda uyarılır. Düşmanlarımız, yuvamıza yaklaştığında sessiz oluruz. Kimi zaman da onların dikkatlerini dağıtırız yuvamızın yerini belli etmemek için. Ayrıca yuvaya, yavrularımızın yemesi için getirdiğimiz yiyecekler de onlara dost ve düşman ayrımı konusunda deneyim kazandırır.” diye yanıtladı çocuğu.

“Desenize sizin yuvanız aynı zamanda bir okul, yani eğitim yeri… Orada yavrularınızı eğitiyorsunuz. Hem de verdiğiniz eğitim, yaşamda kalma eğitimi… Ne kadar güzel ve doğru bir eğitim…”

Boz Gaga: “Sizin anne ve babalarınız, size bizimkine benzer bir eğitim vermiyorlar mı?” diye sordu şaşkınlıkla.

Atacan: “Bazı anne ve babalar, çocuklarına çok fazla güvenmeyip yanlarından ayrılmasını istemez. Hele bazıları var ki yetişkin olsa bile çocuğuna güvenmez. Hep yanlarında olmalarını isterler nedense. Kimi anne ve baba, çocuklarının hangi mesleği seçeceğine, hangi spor ve sanat dalıyla ilgileneceğine karar verirler onlara sormadan.” diyerek yakındı.

Boz Gaga: “Böyle yetişirseniz başarısızlık sizin için kaçınılmaz olur.” dedi şaşkınlıkla karışık bir üzüntüyle.

Çocuk: “Zaten arkadaşlarımızın bazıları, şimdiden başarısızlığa tutsak oldular bile.” dedi üzüntüyle.

Atacan, sözlerini tamamladıktan sonra denize dönüp Marmara’nın güzelliklerine daldı bir an. Hava çok sıcaktı. Temmuz, içindeki yangını sanki doğaya püskürtüyordu. Toprak alev alev... Deniz bir buhar kazanı gibi... Karşı kıyılara sanki bir tül perde örtülmüştü. Marmara Adası, dev cüssesiyle ortada endam ediyordu. Yanı sıra Türkeli, Avşa ve Paşalimanı adaları denizin ortasında sıralanmıştı bir gerdanlık gibi.

Köyün alt yanındaki bir bahçede, sebze toplayan karı koca vardı. Belleri iki büklüm yeni olgunlaşmaya başlayan sebzeleri topluyorlardı. Az ilerdeki bir bağın içinde şapkalı biri, üzüm asmalarını kontrol ediyordu. Aşağıdaki zeytinlikte iki kadın, ağaç diplerinde bir şey arıyormuş gibi dolaşıyordu.

Karşıdaki erik ağacına bir karga kondu. Bir süre öttü, sonra çevresine bakındı ilgiyle. Sık dallı, bol yapraklı bir ağaçtan serçe topluluğunun ezgisi işitildi. Karatavuklar da bu ezgiye kulak kesildi Atacan’la.

Tembel bir köpek yanlarından geçti dili neredeyse bir karış dışarda, sıcaktan bunalmış, bitkin… Ne çocuğu ne de daldaki kuşları umursadı. Gitti, ineklerin yalağından dilini şaplatarak bolca su içti. Sonrasında evlere yakın, koyu bir gölgenin serinliğine attı kendini. Gözlerini kapayıp uykuya yattı öğlen sıcağında. Karasinekler; burnuna, gözkapaklarına, kulaklarına kondu. Önünden bir fare yavrusu geçti hızla, görmedi bile. Görse de yerinden kımıldayacak durumu yok!

Evlerin birinden bir horoz sesi işitildi. Ardından komşu evin önünde gölgede pinekleyen bir başka horoz uzun uzun öterek diğerini yanıtladı. Çok geçmeden bir tavuk gıdakladı ev sahibine çağrı yapar gibi. Belli ki yumurtladı.

Atacan, denizi izledi uzun uzun. Neleri düşledi bu sırada kim bilir? Marmara Adasının üstünden hafif bir poyraz serinliğiyle tenini okşadı bir anne şefkatiyle. Ona sıcağın altında soluk aldırdı. Mutlandı poyrazın serinliğiyle. Doğayı düşündü. Onun sayısız canlıya nasıl kucak açıp besleyip büyüttüğüne şaşırdı. Toprağın gücüne hayran kaldı. Tam da doğayla ilgili düşüncelere dalmışken Sarı Gaga’nın sesini işitti.

“Doğanın büyüsüne kapıldın sanırım arkadaşım.” dedi neşeli bir sesle. Ardından öttü tiz sesiyle. Sonrasında kanatlarını açıp kapayarak ve başını aşağıya doğru eğerek selamladı arkadaşını.

“Evet, doğru…” diyerek sürdürdü sözlerini: “Doğanın büyüsüne kapıldım.” deyip doğruladı arkadaşı kuşu Atacan.

Boz Gaga: “Biz de zaman zaman kapılırız doğa ananın büyüsüne. Konduğumuz daldan izleriz her yanı. Kimi zaman işe giden Çınarlı köylülerine bakarız. Onları ötüşlerimiz ve kanat çırpışımızla selamlayıp uğurlarız. Onlar da varlığımızdan, dostluğumuzdan memnun olduklarını gülümseyerek gösterirler bize” dedi kanatlarını açıp kapayarak. Sonrasında gagasını birkaç kez konduğu dala sürttü saygısı göstermek için.

Çocuk: “Siz, nelerle beslenirsiniz?” diye sordu kuşlara.

Boz Gaga: “Biz genel olarak meyve, salyangoz ve böceklerle besleniriz. Böcekleri yiyerek çiftçilere yardımcı oluruz. Bu böcekleri yemesek bu zararlılar, çiftçinin ürününün verimini düşürür. Birçok bitki sayrılığının yayılmasına yol açarlar. Bu nedenle insanların yaşamlarını kolaylaştırırız.” dedi biraz da övünerek.

Sarı Gaga, hafif bir zıplamayla kanatlarını açtı ve çocuğa daha yakın bir dala kondu. Heyecanla atıldı: “Boz Gaga unuttu sanırım. Biz karatavuklar, güz gelip de zeytinler olgunlaştığında bu güzel ve sağlık dolu meyveleri yeriz. Yani anlayacağın olgun zeytinleri bütün olarak yutarız. Sizin gibi çekirdeğini çıkarıp çöpe atmayız. Zeytinlerin etli kısımlarını sindiririz. Ancak çekirdekleri sindirmemiz olanaksız.  Çekirdeklerin sert, odunsu kabuğu, kursağımızda sert asitle ve küçük taşlarla biraz yumuşayıp incelir. İncelince çekirdeğin içindeki öz, rahatlar.  Yeryüzünde yalnızca bu çekirdekler, toprağa düşünce çimlenebilir. Bunun dışındaki zeytin çekirdekleri çimlenmez.” diye anlatırken sözünü kesti Atacan: “Onlar için zeytin ağacı oluyor mu, diyeceksin yoksa?”  

Doğanın çağrısına uyup dışkımızı yapmamız gerektiğinde özellikle geceleri yüksek tepelere, ağaçlara çıkarak içimizdeki zeytin ve başka meyvelerin tohumlarını doğaya bırakırız. Bırakma işini üstünkörü yapmayız. Çekirdeklerin birbirinden uzak noktalara düşmesine özen gösteririz. İşimizi doğru dürüst yapalım diye. Böylece o çekirdekler, zeytin ağacı olarak çiftçinin hizmetine girer. İnsanlar, bu fidelere “delice” der. Gelip aşılarlar onları daha çok verim almak, daha lezzetli zeytinleri üretmek için.” dedi gururlanarak.

Çocuk: “Bundan sonra her kahvaltıda zeytin yediğimde karatavukların tümüne teşekkür edip minnet duyacağım. Dünyanın en iyi, sağlıklı meyvesini üretmede sizin de katkınız var. Aslında siz bu çekirdekleri toprağa bırakırken kendinizin yemesi için de zeytin üretiyorsunuz değil mi? dedi.

“Evet..” diyerek doğruladı onu Boz Gaga.

Güneş boynunu büktü. Öğlen sıcağının etkisi azaldı. Miskince uyuyan köpek yerinden kalkıp havladı uzun uzun. Az sonra birkaç inek göründü otlamak için dışarı çıkan. Başlarında elinde değnekle bir çocuk vardı. Köpek arkalarından seğirtti.

Atacan’ın eve dönme zamanı gelmişti çoktan. Kuşlarla vedalaştı üzülerek. İki dosttan ayrılmanın üzüntüsü çöktü yüreğine. Kuşlar da üzüldü. Kanatları düştü, gözleri daldı. Onlara el salladı çocuk: “Hoşça kalın, yine görüşeceğiz. Fırsat bulursam, annemden ve babamdan izin alırsam sizinle söyleşmeye geleceğim ileriki günlerde.” dedi. Tam bu sırada bir erkek sesi işitti hemen yakınından. Bir adam gülerek yanına geldi. “Ben köy muhtarı Coşkun.” dedi gülerek ve sürdürdü konuşmasını: “Köyümüze gelip de bir tas ayranımızı ya da bir bardak sütümüzü içmeden gitmek olmaz.” diyerek konukseverliğini gösterdi muhtar.

Çocuk: “Benim adım da Atacan… Öneriniz, konukseverliğiniz için çok sağolun. Annemle babam da aşağıdaki ağacın gölgesinde beni bekliyorlar. Onlara bir sorayım.” dedi biraz da üzülerek.

Muhtar: “Sen üzülme yeğenim, onları da çağırırız. Gönlümüzde de evimizde de herkese yer var.” dedi mutlulukla.

Muhtarla gidip anne ve babasını çağırdı Atacan. Hep birlikte vardılar muhtarın evine.

Ev yakındı. Evin önüne konan sandalyelere oturdular. Muhtarın eşi konuklarına birer bardak ayran getirdi önce. Sonrasında ise birer tabak da meyve… Köyden birkaç çocuk da geldi tanışıp kaynaşmak için.

Gün kararmadan kalktılar yerlerinden. Vedalaşıldı istemeden. Atacan, eve geldi. Yatıncaya dek karatavuklarla zeytin ilişkisini düşündü. Gece düşünde karatavuklar, zeytin ağaçlarında daldan dala konuyordu.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

 

 

 

 

 

ERKEK ÇOCUKLARA SORUMLULUK VERİLMELİ


Bazı anneler, erkek çocuklarını el üstünde tutar. Kendilerince onları mutlu etmek, rahat yaşamalarını sağlamak için özel ilgi gösterirler onlara. Onların evde iş yapmalarını istemez bu anneler. Onların her türlü gereksinmelerini, ayaklarına getirirler. Erkek çocuklarına üstün varlıklarmış gibi davranmaları herkesin ilgisini çeker. Gerçi az da olsa bazı babaların da erkek çocuklarını çok şımarttıkları bilinen bir şey. Çünkü babaların çoğu kız çocuklarını korur, onları el üstünde tutar.

Anne ya da baba, erkek çocuklarına ayrımcılık yaptıklarında, onların küçük yaştan başlayarak ev içinde sorumluluk almalarını önler. Bu da onları; yarın alacakları görevlerde, işlerde sorumluluktan uzak tutar. Anne ve baba, erkek çocuklarını hazırcılığa alıştırarak onları, yaşamları boyunca başarısızlığa tutsak eder. Bu tür çocukların yaşamları boyunca iki yakası bir araya gelmez. Bunun nedeni de yetiştirilme biçimi ve koşullarıdır. Oğullarını ellerini çocukluk ve gençlik döneminde sıcak sudan soğuk suya değdirtmeyen anne ve baba çocuklarının yetişkinlik döneminde başarısız, mutsuz, erinçsiz, amaçsız bir yaşamın yolunu açtıklarının farkında bile değiller.

Peki, bir erkek çocuğu, doğduğu günden iş yaşamına atıldığı döneme dek sorumluluktan uzak tutmak, gelecekte ne gibi sorunları ortaya çıkarır?

Öncelikle eşiyle büyük sorunlar yaşar sorumluluğun ne demek olduğunu bilmeyen çocuk. Annesinin ona gösterdiği özeni, eşinin de göstermesini ister. Yemeğinin, çayının, kahvesinin her şeyinin önüne getirilmesini ister. Evde hiçbir işin ucundan tutmaz. İşlerinin hepsinin eşince yapılmasını bekler. Ev yangın yerine dönse kılı bile kıpırdamaz. Çünkü o, iş yapmamaya alışmıştır. Bir başka deyişle anne ya da babası, onu asalak yaşamaya zorunlu kılmıştır. Onun kitabında evde dayanışma ve yardımlaşmayla sorunları çözmek, işleri elbirliğiyle yapmak yazmaz.

Sorumluluk almayı, yardımlaşmayla yaşamı kolaylaştırmayı, kendinin de sorumlulukları olduğunu bilmeyen erkek çocuk, ne yazık ki evlikte de kendi sorumluluklarını bilmez. Sorumluluklarını bilmediği için de evde hiçbir şey yapmaz bu çocuklar, büyüseler bile. Çünkü sorumsuz yetişen bir çocuk, sorumluluk alma konusunda yaşı büyüse de kendi büyümez, hep çocuk kalır. Bunun nedeni de onu yanlış yetiştiren anne ve babası. Aşırı korumacı davranmakla çocuklarını sorumsuz yetiştirmişlerdir.

Aşırı korunarak yetiştirilen ve çocukluğunda hiç sorumluluk almayan biri, kaç yaşında olursa olsun annesine ve babasına bağımlılıktan kurtulamaz. Evlenip çoluk çocuk sahibi olsa dahi bu bağımlık sürer ne yazık ki. Gelir ve giderini dengeleyemez. Dengeli bütçe yapamaz. Bu nedenle parasal olarak da anne ve babasına yük olmayı sürdürür. Onların emekli olduğunu, artık çalışamayacak kadar yaşlandığını bir türlü algılayamaz. Bu nedenle her sıkıştığında çözümü anne ve babasından yardım almakta bulur. Çünkü çocukluğundan beri en iyi öğrendiği çözüm, bu.

Sorumluluk almadan yetişen çocuk, işine zamanında gidemez. Çünkü artık yanında onu, tüm naz niyazına karşın sabırla uyandıracak annesi yok. Kahvaltısını önüne getirip ısrarla yedirecek koruyucusu çok uzakta. Giysilerini, akşamdan ütüleyip hazırlayan, ne giyeceğine karar veren annesi yanı başında değil. Annesinin kendisi için yaptıklarını karısından bekleyen böyle yetişen kişiler, eşlerinin çalıştığını usuna getirmez bile. Bu kimselerin duygudaşlığı yok sayılır.

İşine zamanında gidemeyen kişi, işyerinde sorunlar yaşar. Çünkü işe geç kalarak ya işini yapamamakta ya da yarım yapmaktadır. Bu nedenle bu kişi, çok geçmeden işini yitirir. Bu da evde birçok sorunu ortaya çıkarır. Giderek evlilik kurumu çatırdamaya başlar. Sonunda kendi de evi de bir yıkım sürecine girer.

Aşırı korunarak ve en küçük işleri bile yaptırmadan yetiştirilmiş çocuk; en küçük, basit el becerilerini kazanamaz. Bu nedenle günlük yaşamında beceriksiz birine dönüşür yetişkinliğinde. İş yapmaya yapmaya, sorumluluk almaya almaya doğuştan getirdiği yetenekleri de zamanla körelir. El becerileri gelişmez. Tasarı ve düşüncelerini yaşama uygulama konusunda zorluk çeker. Aslında yaşamı acınası bir durumdadır. Ne yazık ki bunu yaratan da onu her şeyden çok seven anne ve babasından başkası değil.

Birçok çocuğu beceriksizliğe, sorumsuzluğa, tembelliğe, başarısızlığa, mutsuzluğa, yaşam karşısında zayıflığa tutsak eden ne yazık ki onu yetiştirenler. Anne ve baba, çocuğuna sevgiyi, korumayı ölçülü yapmalı. Her şeyin aşırısı zararlı olduğu gibi çocuğu aşırı sevmenin de korumanın da zararlı olduğunu söyleyelim. Yanlış anlaşılmasın, “aşırı sevgi” sözüyle anlatmak istediğim şey, içeriği boşaltılmış sevginin bağımlılık ilişkisine dönüşmesi. Bazı kişiler, bağımlılığı sevgi sanır. Oysa bu, çocuğa en çok zarar veren bir ilişki biçimi. Bu nedenle çocuklara, hangi yaşta olursa olsun sorumluluk vermekten kaçınmamalı.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         17 Temmuz 2025       

NİNEMİN TAVUKLARI


Ayçe; kardeşi Aygün, annesi Özge, babası Atalay’la yaz dinlencesinde Zonguldak’ın bir köyünde yaşayan nine ve dedelerinin evine gitmek için yola çıktılar. Yolculukları çok neşeli geçti. Hem Karadeniz’in büyüleyici lacivert dalgalarında hem de Sakarya’nın bitek ovası ve Zonguldak’ın olağanüstü yeşilinde düşsel bir yolculuk yaptılar.

İki çocuk, yol boyunca annelerine sorular sordular. Geçtikleri yerlerin doğal ve tarihsel özelliklerinden söz ettiler. Atalay, çocuklarına köylerini anlattı. Köylerinde yaşayan evcil ve evcil olmayan hayvanların özelliklerini açıkladı uzun uzun. Onlarla nasıl dost olunacağı konusunun üzerinde durdu. Söyleştikçe zamanın nasıl geçtiğini bilemediler. Çok geçmeden köylerine vardılar.

Köydeki evlerinin kapısına ulaştıklarında akşam olmak üzereydi. Nineleri Algül, ekmek yapmak için hamur yoğuruyordu o anda. Dedeleri Duran ise evin aşlığında bulunan kuzine için odun kesiyordu küçük baltasıyla.

Nine ile dede, çocuklarını ve torunlarını görünce çok heyecanlanıp sevindiler. Çünkü onların gelmesini beklemiyorlardı. Tam da akşam olmak üzereyken çıkıp gelmeleri, onlar için büyük bir şaşırtıydı. Onlara ne diyeceklerini, gözlerinin nurlarını nereye oturtacaklarını, nasıl rahat ettireceklerine bir türlü karar veremediler. Oturdukları yere minderler koydular hem oturmaları hem de yaslanmaları için.

Algül nine, hamur yoğurmayı bitirdi. Hamur teknesinin üstüne bir bez örtüp kalktı yerinden. Az önce sağıp kaynattığı sütten hepsine birer bardak doldurup getirdi. Odun kesme işini bitiren dede de bahçelerinde yetişen meyveleri büyükçe bir tabakla getirip önlerine koydu. Özge ve Atalay, onlara yardım etmek istedilerse de “Siz yoldan geldiniz, yorgunsunuzdur. Biraz dinlenin.” diyerek kabul etmediler onların işlerin bir ucundan tutmalarını.

Az sonra içeriden çok güzel bir ekmek kokusu geldi. Hepsi birden koştu kokuya. Ninenin yoğurduğu hamur, dedenin kestiği odunların ısısıyla ekmeğe dönüşmekteydi. Hepsi, heyecanla beklediler ekmeğin önlerine gelmesini. Dede,  torunu Ayçe’nin elinden tutarak dışarı çıkıp folluktan taze yumurta getirdi kaşla göz arasında. Ayçe, iki elinde iki yumurta ile sevinçle girdi aşlığa. Büyük bir iş başarmışçasına mutluluktan havaya uçacaktı neredeyse.

Ekmeğin pişmesi sabırsızlıkla beklenirken nine, kocaman bir bakır sahana kendi yaptıkları peynirden koydu bolca. Bir diğer tabağa da tereyağını koyup getirdi ortaya kurduğu sininin üstüne. Atalay, hemen evlerinin arkasındaki sebze bahçesine giderek biber, domates, salatalık topladı Aygün’le. Onları evin önündeki çeşmede güzelce yıkadılar. Sebzeler de ortadaki siniye kondu. Dedenin demlediği ıhlamurun kokusu tüm aşlığı kaplamıştı bile.

Çok geçmeden nine, ekmeği çıkardı tepsi içinde. Ekmek çıkınca kokusu daha çok yayıldı her yana. Nine, ivedilik göstermeden ekmeği çıkardı tepsiden, bir örtüye sardı. Onu izleyen çocuk ve torunlarına: “Biraz daha bekleyin, ekmek içini çeksin.” dedi. Onlar da sabrettiler kısa bir süre.

Nine, ekmeğin içini çekip yiyecek duruma geldiğini düşünerek üstündeki örtüyü açtı. Bıçağı alarak böldü ekmeği kalın dilimlere. Bu arada dede de sobanın üstüne koyduğu tavaya tereyağlı yumurta yapmıştı bile. Tereyağlı yumurtanın kokusu, ekmeğinkine karıştı. Aşlıkta bir doğal yiyecek toyu vardı. Sıcak ekmeğe, önce yağ sürüp sonrasında peynir banarak yiyorlardı. Taze sebzeyi de eksik etmediler ve bolca yediler onlardan. Bir yandan da ıhlamurlarını yudumladılar. Hele tereyağlı yumurtanın tadına doyum olmuyordu.

Söyleşip gülerek yemek bitti. Söyleşi, nefis ıhlamurla sürdü. Köyden söz edildi bolca. Kır yaşamının özellikleri anlatıldı. Yemekten sonra konu komşu, eş dost, hısım akraba da toplanıp geldiler. Hepsi bağından bahçesinden topladıkları meyveleri getirdiler. Söyleşi koyulaştıkça koyulaştı közde demlenen çay gibi. Ayçe ile Aygün, hiç bilmedikleri şeyleri öğrendiler bu dinleme toyunda. Ellerine ne telefonlarını aldılar ne de tabletlerini. Onları, çoktan çantalarında unutmuşlardı bile.

Gece yarısı olmuştu. Konuklar, izin isteyip kalkıp gittiler. Uyku meleği, hepsinin göz kapaklarına gelip oturmuştu bile. Büyükler, elbirliğiyle yatakları hazırladılar. Çocuklar, ninelerinin sabun kokulu çarşafları ve yastık kılıflarına gömülerek düşlerle dolu bir uykuya daldılar.

Sabahın ilk ışıklarıyla neredeyse ötme yarışına giren birkaç horozun sesiyle gözlerini açtı iki çocuk. Sabun kokulu yataklarından kalkmak istemediler bir süre. Az sonra birden kalkıverdiler yerlerinden horozları görmek için. Evin önüne çıktıklarında anne, baba, dede ve ninelerinin orada söyleştiklerini gördüler. Onların bu kadar erken uyanmalarına şaştılar. Hepsine ayrı ayrı “Günaydın!” dediler. Bununla da yetinmeyip hepsini öptüler yanaklarından.

Nine: “Sizi bekliyorum tavuklarımı yemlemek için. İyi ki uyandınız da kalkıp geldiniz.” dedi. İki torununun ellerinden tutup kümese götürdü. Kümesin kapısı açılınca tavuklar, hızla evin önüne toplandı. Nineleri önceden iki tabağa koyduğu buğdayları torunlarına verdi. “Hadi bakalım, bu sabah tavukları doyurma görevi sizin. Kolay gelsin!” İki çocuk, avuçlarıyla tabaklardaki buğdayları tavuklarının önüne attılar neşeyle. Tavuklar yemek için adeta birbirleriyle yarışıyordu.

Tavuklar tam olarak doymamış olmalılar ki, evin önünden ayrılmadılar bir süre. Ayçe: “Nine biraz daha buğday verelim mi onlara?” diye sordu.

Nine: “Hayır, tam olarak doyurursak onları bahçemizdeki börtü böceği toplayıp yemezler. Onun için biraz yayılsınlar sağa sola. Bizi zararlılardan korusunlar.” diye yanıtladı onları.

Çok geçmeden tavuklar, horozların liderliğinde avluya yayıldılar. Ardından yan bahçelere gittiler birlikte. Aygül ve Ayçe de onların ne yaptıklarını gözlemlediler sessizce, adım adım. Önce ayaklarıyla toprağı eşeliyor, ardından gagalarıyla adlarını bilmedikleri böcekleri sağa sola çırpıştırıp yiyorlardı. Onları, uzun süre izlediler.

Ayçe: “O, sağa sola çarpıp yediğin böceğin adı ne tavuk kardeş?”

Beyaz tavuk yanıtladı onu: “Bu böceğin adına siz insanlar kene dersiniz. Bahar gelince ortaya çıkar bu böcekler. İnsanların derilerine yapışır, onların kanlarını emer. Sonra da insanları zehirleyerek öldürür. İşte, biz bu böcekleri yiyerek sizleri ölümden kurtarıyoruz. Bir tavuk bir saatte, ortalama altmış kene yiyebilir. Bu, mevsime ve günlerin uzunluğuna, kenelerin üreme zamanına göre değişir. ”

Aygün, girdi konuşmanın arasına: “Evet, akcamda haberleri dinlerken işitmiştim. Keneler, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) sayrılığına neden oluyormuş. Bu sayrılığın çok ölümcül olduğunu da söylemişti haberleri anlatan kişi. Hatta uzmanlar, kenelerden nasıl korunacağı konusunda halkı bilgilendirdi uzun uzun.”

Çil horoz, yıkık bir duvarın taşları arasında kuyruğu kıvrık bir böcek buldu. Böceği, gagasıyla iyice kavrayıp önce yere çarptı, sonra yuttu. Yanına birkaç tavuk geldi, onlar da yıkıntılar arasından aynı böcekleri ayıklamaya başladı. Demek ki burada, bu böceğin yuvası var.

Aygün, çil horoza: “O yediğin böceğin adı ne?

Çil horoz: “Bu böceğin adı, akrep… Zehri çok güçlüdür. İnsanlar, bu böcekten çok korkar. İnsanları soktuğunda ölümlere neden olabilir.” dedi.

Ayçe: “Çok sağol, çil horozum benim. İyi ki yedin akrebi. Yoksa bize zarar verebilirdi.” diyerek sürdürdü konuşmasını: “Akrebin kuyruğu niye kıvrıktı?” diye sorarak.

Horoz: “Kuyruğunun ucunda iğnesi var. İğnesinden zehir akıtır soktuğu canlıya. Onu, ağzıma aldığımda beni sokmaya çalıştı, ancak ben onu yere çarparak etkisiz duruma getirdim. Böylece beni sokamadı.” diyerek yanıtladı onu.

Aygün, horoza ve yaşlı tavuğa sordu: “Siz akrep ve kene yiyorsunuz. Bunlar çok zehirli ve tehlikeli hayvanlar… Size zarar vermiyorlar mı?”

Yaşlı tavuk: “Veremezler… Çünkü bizim sindirim sistemimiz, onların zehirlerini etkisizleştirir. Bu nedenle bize, hiçbir zararları olmaz. Başka zehirli böcekler, biyolojik atıklar da yeriz. Bunlar da bize zarar vermez. Çünkü bizim görevimiz, doğadaki zararlıları yemek. Yalnızca biz tavuklar değil, neredeyse tüm kanatlı hayvanlar bu tür canlılarla beslenir.” diyerek yanıtladı çocuğu.

Çil horoz söze girdi: “Yalnızca biz kanatlılar değil, birçok kemirgen de zehirli böceklerle beslenir.

Ayçe, yaşlı tavuğa döndü: “Yediğiniz böceklerin zehirleri, yumurtalarınıza bulaşır mı? Yani biz, az sonra kahvaltı da sizin yumurtalarınızı yiyeceğiz. Bu yumurtaların sarısında, akında akrep, kene ve diğer böceklerin zehirleri olmaz değil mi?”

Yaşlı tavuk: “Kesinlikle olmaz. Afiyetle yiyebilirsiniz yumurtalarımızı.” diyerek çocuğu rahatlattı.

Bu sırada kahvaltı yapmayı bile unuttular. Annelerinin onları çağıran sesini işitmeselerdi, saatlerce tavukların ardında dolaşıp onları gözlemlemeyi sürdüreceklerdi. İstemeye istemeye avluda kurulan kahvaltı sofrasına oturdular. Usları ve gözleri hâlâ tavuklardaydı. Nineleri yine ekmek pişirdi onlar için sıcak sıcak, taze taze. Tereyağı ve köy peyniri başköşedeydi yine. Taze sebzeler tabaklara dağıtılmıştı. Ihlamur çayı bardaklarda tütüyordu nazlı nazlı.

 

Kahvaltı sırasında peşinde civcivleriyle anne tavuk geldi sofranın önüne. İki çocuk, ellerindeki ekmeklerin içlerini küçük küçük koparak civcivlere attı. Anne tavuk, bulduğu ekmek parçalarını gagasının arasına alıp önce hafifçe ıslatıyor ya da bölüp küçültüyor ardından çağırma sesiyle yanına ilk gelen yavrusuna veriyordu. Yavrular da durmadan “cik, cik” ederek annelerinin yanında dolanıp duruyordu.

Atalay, tavuğa dönerek: “Ekmek parçalarını, niye sen önce ağzına alıp yavrularına yediriyorsun?” diye sordu merakını gidermek için.

Anne tavuk, önce “guluk, guluk” etti, sonra kanatlarını hafifçe açıp kapadıktan sonra: “Civcivlerime neyi yiyip yemeyeceklerini öğretiyorum. Aslında burada yaptığımız uygulamalı, yani yaparak yaşayarak bir öğrence. Bizim eğitimimiz tamamen uygulamalı, deneysel... Bir de onlara neyi, nasıl yiyeceklerini öğretiyorum.”  diyerek yanıtladı genç adamı.

“Çok sağol, tavuk kardeş. Sizin bir eğitim biçiminiz, sisteminiz olduğunu bilmiyordum. Ayrıca civcivlerin doğar doğmaz günlük öğrenceleri olduğundan haberim yoktu. Beni aydınlattınız.” dedi Atalay.

Kahvaltı bitmiş, keyif ıhlamuru içiyorlardı evcek. Bu sırada bir piliç, ağzında bir yılan yavrusunu tutuyordu sıkıca. Ardından onu diğer piliçler kovalıyordu ağzındaki yiyeceği almak için. Kovalama epeyce sürdü. Hepsinin ellerinde ıhlamur dolu bardaklar kalkıp onların ne yapacaklarına bakmak için yerlerinden kalktılar. Nine ile dede ise bu tür yiyecek kavgalarını çokça gördükleri için iskemlelerinden onları izlediler. Onları gözlemlemek için piliçlerin ardından koşturdu Atalay, Özge, Ayçe ve Aygün. Yılan yavrusuyla koşan piliç, bir köşede fırsatını bulup ağzındakini etkisizleştirip yuttu bir anda Böylece kavga da koşturma da bitti.

Özge, pilice: “Siz yılan da mı yiyorsunuz? Onlardan korkmuyor musunuz? diye sordu.

Piliç: “Evet, biz tavuklar, birçok kanatlı hayvan gibi yılanları yeriz. Onlar bizim için çok besleyici bir besin kaynağı. Biz, onları yediğimizden evlerin çevresinde yılanlara pek rastlanmaz. Böylece sizlere rahatlık sağlıyoruz. Yılanların size zarar vermesini önlüyoruz.” diyerek yanıtladı genç anneyi.

Algül nine: “Ah evlatlarım ah…” diyerek içini çekti dertlenerek.  “Son yıllarda insanlar tavuk beslemiyor. Ayrıca kırsal alanda bilinçsiz avlanma ve tarım zararlılarına karşı üstünkörü ilaçlamalar yüzünden kuşlar zehirlenmekte. Bu da kenelerin çoğalmasına yol açmakta. Koca köyde, bizim gibi tavuk besleyen bir ev daha var. Herkes yumurtayı da sütü de marketten alıyor.” dedi sitem dolu bir sesle.

Özge anne, atıldı birden: “Kişi köyde yaşar da niye tavuk beslemez? Bir insan; doğamızın süsü, gönlümüzün varsıllığı olan kuşlara bile bile nasıl zarar verebilir? Hele bağ, bahçe ve tarlalarda bilinçsiz zehirli ilaç kullanımı niye yapılır? Çiftçimiz, niye eğitilip bilinçlendirilmez? Bu çağda üstünkörü, izlencesiz bir çalışma düzeni olur mu? Doğa hepimizin; insanlar, börtü böcek, bitkileri kuşlar ve tüm hayvanlarla. Doğal dengeyi bozarsak geleceğimiz ne olur?” deyip içini döktü.

Duran dede, gözlerini karşıdaki meyve bahçesine dikip dalgın dalgın bakarak: “Bizim gençliğimizde durup dururken bir kuşu, hayvanı öldürmek; gereksiz yere bir ağacı kesmek büyük günah sayılırdı. Bu kişiler, herkesçe ayıplanırdı. Bir çalıyı bile yerinden koparmak insanların vicdanlarını sızlatırdı. Şimdi ise öyle mi? Herkes, farklı düşünüyor. Çoğu kişi, doğanın yok edilmesi karşısında duyarsız kalıyor. Oysa doğa, bizim suyumuz, ekmeğimiz, havamız, kısacası yaşamımız. Bir şeyin ne denli değerli olduğunu, onu tamamen yitirince mi anlayacağız?” diyerek yakındı içinde bulundukları zamandan.

Atalay: “Doğru diyorsun, baba. Bu durumun değişmesi için toplumu bilinçlendirmek gerek. Gözümüzü açmazsak doğa yok olacak göz göre göre.” dedi üzüntülü bir biçimde.

Nine: “Yaşımın iyice ilerlediğine bakmadan iki inek bakıyorum ahırda. Onlarca da tavuğumuz var. Dedeniz bağ, bahçe, tarla işleriyle uğraşırken ben de hayvanların bakımı ve ev işleriyle ilgileniyorum. Sabah ve akşam ineklerimi sağıyorum. O sütleri kaynatıp yoğurt yapıyorum. Ayrıca tereyağı ve peynir üretiyorum sütten. Günlük yumurta yiyoruz tavuklarımız sayesinde. Yumurta, tereyağı ve peynirin çoğunu satıp ev bütçemize katkı sağlıyoruz. Böylece geçim darlığımız yok! Komşulara da göz hakkı olduğu için veriyoruz kimi zaman ürünlerimizden.”

Bardaklarındaki ıhlamur bitti. Elbirliğiyle sofra kaldırıldı. Herkes, bir işin ucundan tuttu. Ayçe ile Aygün, inekleri ahırdan çıkararak sürdüler otlatmak için koruluğun içine. Bu sırada iki çocuk, dedelerinden öğrendikleri bir Zonguldak türküsünü söylemeye başladılar. “Karadır kaşların ferman yazdırır/ Bu aşk beni diyar diyar gezdirir/ Lokman hekim gelse yaram azdırır/ Yaramı sarmaya yâr kendi gelsin” dizeleri dillerinden döküldükçe keyiflendiler. Türkü bittikten sonra her gün nine ve dedelerinden bir türkü öğrenmeye karar verdiler.

Özge anne, çocuklarının türküyü içten söyleşini işitince gözyaşlarına engel olamadı. Atalay ise buğulu gözleriyle çok uzaklara bakıp daldı düşlere. Kim bilir neler geçti usundan?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Temmuz 2025