NİNEMİN TAVUKLARI


Ayçe; kardeşi Aygün, annesi Özge, babası Atalay’la yaz dinlencesinde Zonguldak’ın bir köyünde yaşayan nine ve dedelerinin evine gitmek için yola çıktılar. Yolculukları çok neşeli geçti. Hem Karadeniz’in büyüleyici lacivert dalgalarında hem de Sakarya’nın bitek ovası ve Zonguldak’ın olağanüstü yeşilinde düşsel bir yolculuk yaptılar.

İki çocuk, yol boyunca annelerine sorular sordular. Geçtikleri yerlerin doğal ve tarihsel özelliklerinden söz ettiler. Atalay, çocuklarına köylerini anlattı. Köylerinde yaşayan evcil ve evcil olmayan hayvanların özelliklerini açıkladı uzun uzun. Onlarla nasıl dost olunacağı konusunun üzerinde durdu. Söyleştikçe zamanın nasıl geçtiğini bilemediler. Çok geçmeden köylerine vardılar.

Köydeki evlerinin kapısına ulaştıklarında akşam olmak üzereydi. Nineleri Algül, ekmek yapmak için hamur yoğuruyordu o anda. Dedeleri Duran ise evin aşlığında bulunan kuzine için odun kesiyordu küçük baltasıyla.

Nine ile dede, çocuklarını ve torunlarını görünce çok heyecanlanıp sevindiler. Çünkü onların gelmesini beklemiyorlardı. Tam da akşam olmak üzereyken çıkıp gelmeleri, onlar için büyük bir şaşırtıydı. Onlara ne diyeceklerini, gözlerinin nurlarını nereye oturtacaklarını, nasıl rahat ettireceklerine bir türlü karar veremediler. Oturdukları yere minderler koydular hem oturmaları hem de yaslanmaları için.

Algül nine, hamur yoğurmayı bitirdi. Hamur teknesinin üstüne bir bez örtüp kalktı yerinden. Az önce sağıp kaynattığı sütten hepsine birer bardak doldurup getirdi. Odun kesme işini bitiren dede de bahçelerinden yetişen meyveleri büyükçe bir tabakla getirip önlerine koydu. Özge ve Atalay, onlara yardım etmek istedilerse de “Siz yoldan geldiniz, yorgunsunuzdur. Biraz dinlenin.” diyerek kabul etmediler onların işlerin bir ucundan tutmalarını.

Az sonra içeriden çok güzel bir ekmek kokusu geldi. Hepsi birden koştu kokuya. Ninenin yoğurduğu hamur, dedenin kestiği odunların ısısıyla ekmeğe dönüşmekteydi. Hepsi, heyecanla beklediler ekmeğin önlerine gelmesini. Dede,  torunu Ayçe’nin elinden tutarak dışarı çıkıp folluktan taze yumurta getirdi kaşla göz arasında. Ayçe, iki elinde iki yumurta ile sevinçle girdi aşlığa. Büyük bir iş başarmışçasına mutluluktan havaya uçacaktı neredeyse.

Ekmeğin pişmesi sabırsızlıkla beklenirken nine, kocaman bir bakır sahana kendi yaptıkları peynirden koydu bolca. Bir diğer tabağa da tereyağını koyup getirdi ortaya kurduğu sininin üstüne. Atalay, hemen evlerinin arkasındaki sebze bahçesine giderek biber, domates, salatalık topladı Aygün’le. Onları evin önündeki çeşmede güzelce yıkadılar. Sebzeler de ortadaki siniye kondu. Dedenin demlediği ıhlamurun kokusu tün aşlığı kaplamıştı bile.

Çok geçmeden nine, ekmeği çıkardı tepsi içinde. Ekmek çıkınca kokusu daha çok yayıldı her yana. Nine, ivedilik göstermeden ekmeği çıkardı tepsiden, bir örtüye sardı. Onu izleyen çocuk ve torunlarına: “Biraz daha bekleyin, ekmek içini çeksin.” dedi. Onlar da sabrettiler kısa bir süre.

Nine, ekmeğin içini çekip yiyecek duruma geldiğini düşünerek üstündeki örtüyü açtı. Bıçağı alarak böldü ekmeği kalın dilimlere. Bu arada dede de sobanın üstüne koyduğu tavaya tereyağlı yumurta yapmıştı bile. Tereyağlı yumurtanın kokusu, ekmeğinkine karıştı. Aşlıkta bir doğal yiyecek toyu vardı. Sıcak ekmeğe, önce yağ sürüp sonrasında peynir banarak yiyorlardı. Taze sebzeyi de eksik etmediler ve bolca yediler onlardan. Bir yandan da ıhlamurlarını yudumladılar. Hele tereyağlı yumurtanın tadına doyum olmuyordu.

Söyleşip gülerek yemek bitti. Söyleşi, nefis ıhlamurla sürdü. Köyden söz edildi bolca. Kır yaşamının özellikleri anlatıldı. Yemekten sonra konu komşu, eş dost, hısım akraba da toplanıp geldiler. Hepsi bağından bahçesinden topladıkları meyveleri getirdiler. Söyleşi koyulaştıkça koyulaştı közde demlenen çay gibi. Ayçe ile Aygün, hiç bilmedikleri şeyleri öğrendiler bu dinleme toyunda. Ellerine ne telefonlarını aldılar ne de tabletlerini. Onları, çoktan çantalarında unutmuşlardı bile.

Gece yarısı olmuştu. Konuklar, izin isteyip kalkıp gittiler. Uyku meleği, hepsinin göz kapaklarına gelip oturmuştu bile. Büyükler, elbirliğiyle yatakları hazırladılar. Çocuklar, ninelerinin sabun kokulu çarşafları ve yastık kılıflarına gömülerek düşlerle dolu bir uykuya daldılar.

Sabahın ilk ışıklarıyla neredeyse ötme yarışına giren birkaç horozun sesiyle gözlerini açtı iki çocuk. Sabun kokulu yataklarından kalkmak istemediler bir süre. Az sonra birden kalkıverdiler yerlerinden horozları görmek için. Evin önüne çıktıklarında anne, baba, dede ve ninelerinin orada söyleştiklerini gördüler. Onların bu kadar erken uyanmalarına şaştılar. Hepsine ayrı ayrı “Günaydın!” dediler. Bununla da yetinmeyip hepsini öptüler yanaklarından.

Nine: “Sizi bekliyorum tavuklarımı yemlemek için. İyi ki uyandınız da kalkıp geldiniz.” dedi. İki torununun ellerinden tutup kümese götürdü. Kümesin kapısı açılınca tavuklar, hızla evin önüne toplandı. Nineleri önceden iki tabağa koyduğu buğdayları torunlarına verdi. “Hadi bakalım, bu sabah tavukları doyurma görevi sizin. Kolay gelsin!” İki çocuk, avuçlarıyla tabaklardaki buğdayları tavuklarının önüne attılar neşeyle. Tavuklar yemek için adeta birbirleriyle yarışıyordu.

Tavuklar tam olarak doymamış olmalılar ki, evin önünden ayrılmadılar bir süre. Ayçe: “Nine biraz daha buğday verelim mi onlara?” diye sordu.

Nine: “Hayır, tam olarak doyurursak onları bahçemizdeki börtü böceği toplayıp yemezler. Onun için biraz yayılsınlar sağa sola. Bizi zararlılardan korusunlar.” diye yanıtladı onları.

Çok geçmeden tavuklar, horozların liderliğinde avluya yayıldılar. Ardından yan bahçelere gittiler birlikte. Aygül ve Ayçe de onların ne yaptıklarını gözlemlediler sessizce, adım adım. Önce ayaklarıyla toprağı eşeliyor, ardından gagalarıyla adlarını bilmedikleri böcekleri sağa sola çırpıştırıp yiyorlardı. Onları, uzun süre izlediler.

Ayçe: “O, sağa sola çarpıp yediğin böceğin adı ne tavuk kardeş?”

Beyaz tavuk yanıtladı onu: “Bu böceğin adına siz insanlar kene dersiniz. Bahar gelince ortaya çıkar bu böcekler. İnsanların derilerine yapışır, onların kanlarını emer. Sonra da insanları zehirleyerek öldürür. İşte, biz bu böcekleri yiyerek sizleri ölümden kurtarıyoruz. Bir tavuk bir saatte, ortalama altmış kene yiyebilir. Bu, mevsime ve günlerin uzunluğuna, kenelerin üreme zamanına göre değişir. ”

Aygün, girdi konuşmanın arasına: “Evet, akçamda haberleri dinlerken işitmiştim. Keneler, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) sayrılığına neden oluyormuş. Bu sayrılığın çok ölümcül olduğunu da söylemişti haberleri anlatan kişi. Hatta uzmanlar, kenelerden nasıl korunacağı konusunda halkı bilgilendirdi uzun uzun.”

Çil horoz, yıkık bir duvarın taşları arasında kuyruğu kıvrık bir böcek buldu. Böceği, gagasıyla iyice kavrayıp önce yere çarptı, sonra yuttu. Yanına birkaç tavuk geldi, onlar da yıkıntılar arasından aynı böcekleri ayıklamaya başladı. Demek ki burada, bu böceğin yuvası var.

Aygün, çil horoza: “O yediğin böceğin adı ne?

Çil horoz: “Bu böceğin adı, akrep… Zehri çok güçlüdür. İnsanlar, bu böcekten çok korkar. İnsanları soktuğunda ölümlere neden olabilir.” dedi.

Ayçe: “Çok sağol, çil horozum benim. İyi ki yedin akrebi. Yoksa bize zarar verebilirdi.” diyerek sürdürdü konuşmasını: “Akrebin kuyruğu niye kıvrıktı?” diye sorarak.

Horoz: “Kuyruğunun ucunda iğnesi var. İğnesinden zehir akıtır soktuğu canlıya. Onu, ağzıma aldığımda beni sokmaya çalıştı, ancak ben onu yere çarparak etkisiz duruma getirdim. Böylece beni sokamadı.” diyerek yanıtladı onu.

Aygün, horoza ve yaşlı tavuğa sordu: “Siz akrep ve kene yiyorsunuz. Bunlar çok zehirli ve tehlikeli hayvanlar… Size zarar vermiyorlar mı?”

Yaşlı tavuk: “Veremezler… Çünkü bizim sindirim sistemimiz, onların zehirlerini etkisizleştirir. Bu nedenle bize, hiçbir zararları olmaz. Başka zehirli böcekler, biyolojik atıklar da yeriz. Bunlar da bize zarar vermez. Çünkü bizim görevimiz, doğadaki zararlıları yemek. Yalnızca biz tavuklar değil, neredeyse tüm kanatlı hayvanlar bu tür canlılarla beslenir.” diyerek yanıtladı çocuğu.

Çil horoz söze girdi: “Yalnızca biz kanatlılar değil, birçok kemirgen de zehirli böceklerle beslenir.

Ayçe, yaşlı tavuğa döndü: “Yediğiniz böceklerin zehirleri, yumurtalarınıza bulaşır mı? Yani biz, az sonra kahvaltı da sizin yumurtalarınızı yiyeceğiz. Bu yumurtaların sarısında, akında akrep, kene ve diğer böceklerin zehirleri olmaz değil mi?”

Yaşlı tavuk: “Kesinlikle olmaz. Afiyetle yiyebilirsiniz yumurtalarımızı.” diyerek çocuğu rahatlattı.

Bu sırada kahvaltı yapmayı bile unuttular. Annelerinin onları çağıran sesini işitmeselerdi, saatlerce tavukların ardında dolaşıp onları gözlemlemeyi sürdüreceklerdi. İstemeye istemeye avluda kurulan kahvaltı sofrasına oturdular. Usları ve gözleri hâlâ tavuklardaydı. Nineleri yine ekmek pişirdi onlar için sıcak sıcak, taze taze. Tereyağı ve köy peyniri başköşedeydi yine. Taze sebzeler tabaklara dağıtılmıştı. Ihlamur çayı bardaklarda tütüyordu nazlı nazlı.

 

Kahvaltı sırasında peşinde civcivleriyle anne tavuk geldi sofranın önüne. İki çocuk, ellerindeki ekmeklerin içlerini küçük küçük koparak civcivlere attı. Anne tavuk, bulduğu ekmek parçalarını gagasının arasına alıp önce hafifçe ıslatıyor ya da bölüp küçültüyor ardından çağırma sesiyle yanına ilk gelen yavrusuna veriyordu. Yavrular da durmadan “cik, cik” ederek annelerinin yanında dolanıp duruyordu.

Atalay, tavuğa dönerek: “Ekmek parçalarını, niye sen önce ağzına alıp yavrularına yediriyorsun?” diye sordu merakını gidermek için.

Anne tavuk, önce “guluk, guluk” etti, sonra kanatlarını hafifçe açıp kapadıktan sonra: “Civcivlerime neyi yiyip yemeyeceklerini öğretiyorum. Aslında burada yaptığımız uygulamalı, yani yaparak yaşayarak bir öğrence. Bizim eğitimimiz tamamen uygulamalı, deneysel... Bir de onlara neyi, nasıl yiyeceklerini öğretiyorum.”  diyerek yanıtladı genç adamı.

“Çok sağol, tavuk kardeş. Sizin bir eğitim biçiminiz, sisteminiz olduğunu bilmiyordum. Ayrıca civcivlerin doğar doğmaz günlük öğrenceleri olduğundan haberim yoktu. Beni aydınlattınız.” dedi Atalay.

Kahvaltı bitmiş, keyif ıhlamuru içiyorlardı evcek. Bu sırada bir piliç, ağzında bir yılan yavrusunu tutuyordu sıkıca. Ardından onu diğer piliçler kovalıyordu ağzındaki yiyeceği almak için. Kovalama epeyce sürdü. Hepsinin ellerinde ıhlamur dolu bardaklar kalkıp onların ne yapacaklarına bakmak için yerlerinden kalktılar. Nine ile dede ise bu tür yiyecek kavgalarını çokça gördükleri için iskemlelerinden onları izlediler. Onları gözlemlemek için piliçlerin ardından koşturdu Atalay, Özge, Ayçe ve Aygün. Yılan yavrusuyla koşan piliç, bir köşede fırsatını bulup ağzındakini etkisizleştirip yuttu bir anda Böylece kavga da koşturma da bitti.

Özge, pilice: “Siz yılan da mı yiyorsunuz? Onlardan korkmuyor musunuz? diye sordu.

Piliç: “Evet, biz tavuklar, birçok kanatlı hayvan gibi yılanları yeriz. Onlar bizim için çok besleyici bir besin kaynağı. Biz, onları yediğimizden evlerin çevresinde yılanlara pek rastlanmaz. Böylece sizlere rahatlık sağlıyoruz. Yılanların size zarar vermesini önlüyoruz.” diyerek yanıtladı genç anneyi.

Algül nine: “Ah evlatlarım ah…” diyerek içini çekti dertlenerek.  “Son yıllarda insanlar tavuk beslemiyor. Ayrıca kırsal alanda bilinçsiz avlanma ve tarım zararlılarına karşı üstünkörü ilaçlamalar yüzünden kuşlar zehirlenmekte. Bu da kenelerin çoğalmasına yol açmakta. Koca köyde, bizim gibi tavuk besleyen bir ev daha var. Herkes yumurtayı da sütü de marketten alıyor.” dedi sitem dolu bir sesle.

Özge anne, atıldı birden: “Kişi köyde yaşar da niye tavuk beslemez? Bir insan; doğamızın süsü, gönlümüzün varsıllığı olan kuşlara bile bile nasıl zarar verebilir? Hele bağ, bahçe ve tarlalarda bilinçsiz zehirli ilaç kullanımı niye yapılır? Çiftçimiz, niye eğitilip bilinçlendirilmez? Bu çağda üstünkörü, izlencesiz bir çalışma düzeni olur mu? Doğa hepimizin; insanlar, börtü böcek, bitkileri kuşlar ve tüm hayvanlarla. Doğal dengeyi bozarsak geleceğimiz ne olur?” deyip içini döktü.

Durdu dede, gözlerini karşıdaki meyve bahçesine dikip dalgın dalgın bakarak: “Bizim gençliğimizde durup dururken bir kuşu, hayvanı öldürmek; gereksiz yere bir ağacı kesmek büyük günah sayılırdı. Bu kişiler, herkesçe ayıplanırdı. Bir çalıyı bile yerinden koparmak insanların vicdanlarını sızlatırdı. Şimdi ise öyle mi? Herkes, farklı düşünüyor. Çoğu kişi, doğanın yok edilmesi karşısında duyarsız kalıyor. Oysa doğa, bizim suyumuz, ekmeğimiz, havamız, kısacası yaşamımız. Bir şeyin ne denli değerli olduğunu, onu tamamen yitirince mi anlayacağız?” diyerek yakındı içinde bulundukları zamandan.

Atalay: “Doğru diyorsun, baba. Bu durumun değişmesi için toplumu bilinçlendirmek gerek. Gözümüzü açmazsak doğa yok olacak göz göre göre.” dedi üzüntülü bir biçimde.

Nine: “Yaşımın iyice ilerlediğine bakmadan iki inek bakıyorum ahırda. Onlarca da tavuğumuz var. Dedeniz bağ, bahçe, tarla işleriyle uğraşırken ben de hayvanların bakımı ve ev işleriyle ilgileniyorum. Sabah ve akşam ineklerimi sağıyorum. O sütleri kaynatıp yoğurt yapıyorum. Ayrıca tereyağı ve peynir üretiyorum sütten. Günlük yumurta yiyoruz tavuklarımız sayesinde. Yumurta, tereyağı ve peynirin çoğunu satıp ev bütçemize katkı sağlıyoruz. Böylece geçim darlığımız yok! Komşulara da göz hakkı olduğu için veriyoruz kimi zaman ürünlerimizden.”

Bardaklarındaki ıhlamur bitti. Elbirliğiyle sofra kaldırıldı. Herkes, bir işin ucundan tuttu. Ayçe ile Aygün, inekleri ahırdan çıkararak sürdüler otlatmak için koruluğun içine. Bu sırada iki çocuk, dedelerinden öğrendikleri bir Zonguldak türküsünü söylemeye başladılar. “Karadır kaşların ferman yazdırır/ Bu aşk beni diyar diyar gezdirir/ Lokman hekim gelse yaram azdırır/ Yaramı sarmaya yâr kendi gelsin” dizeleri dillerinden döküldükçe keyiflendiler. Türkü bittikten sonra her gün nine ve dedelerinden bir türkü öğrenmeye karar verdiler.

Özge anne, çocuklarının türküyü içten söyleşini işitince gözyaşlarına engel olamadı. Atalay ise buğulu gözleriyle çok uzaklara bakıp daldı düşlere. Kim bilir neler geçti usundan?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Temmuz 2025

 

 

1 yorum:

  1. Kalemine Efendi Kalan, Adil öğretmenim,

    “Öykünüz çok güzel duygu yüklü anlatımınız beni çocukluğuma götürdü..”‘Ninemin Tavukları’ adlı yazınız, nostalji, aile bağı ve çocukluk anılarının sade ama derin bir dille işlendiği bir öykü. Özellikle nine karakteri üzerinden geçmişe duyulan özlem, doğayla iç içe yaşamanın sıcaklığı ve köy yaşamının küçük mutlulukları güçlü imgelerle aktarılmış.
    Anlatım dili oldukça içten, samimi ve resimsel. Okuyucuyu zaman tünelinden geçirip bir köy evinin avlusuna götürüyor adeta.
    Ninemin karakteri, sevgiyle çizilmiş. Geleneksel Anadolu kadınlarının çalışkan, şefkatli ve üretken hali çok doğal yansıtılmış.
    Tavuklar, burada yalnızca hayvan değil, bir dönemin sade ama anlamlı yaşantısının sembolü haline gelmiş.
    Duygusal derinlik çok başarılı. Okurda hem hüzün hem tebessüm uyandıran geçmişe özlemi yaratıyor.
    Bu tür öyküler, kişisel bir geçmişi anlatırken aynı zamanda çok daha geniş bir kültürel hafızaya dokunur. Değerli öğretmenim gönülden tebrik ediyorum.Ruhunuza, yüreğinize sağlık.Kaleminiz var olsun👏🙏🏻💐💙

    YanıtlaSil