ZEYTİN DEDE


Can, kahvaltısını yaptıktan sonra annesi, babası ve kardeşi Cansu ile doğa gezisine çıktı. Yaz mevsiminin sıcak günlerinden birini yaşıyorlardı. Ağaçların arasında, onların gölgelerine sığınarak yürüyünce kavurucu sıcak, onları çok fazla etkilemiyordu. Ağaç yaprakları, güneşin yakıcı etkisini azaltıyordu. Ayrıca serin bir yel, onları rahatlatmaktaydı.

Marmara Denizi’ne bakan hafif eğilimli bir yeşil cennette dolaşıyorlardı. Burası, Asya topraklarının bittiği yerdi. Denizin batısındaki karşı kıyılar, Avrupa topraklarıydı. Yürüdüler sevinçle meyve bahçesinin içlerine doğru. Karşılarına diğerlerine benzemeyen bir ağaç çıktı. İlk bakışta yıllara meydan okuyan yaşlı bir ağaç olduğu belli oluyordu. Buna karşın yapraklarının arasında yeşil meyveleri çok fazlaydı.

Can, babasına: “Bu ağacın adı ne baba?” diye sordu.

Babası, ağacın gövdesini gülerek okşayarak: “”Zeytin…” dedi mutlulukla.

Can ve Cansu, ağacı incelemeye başladılar. Gövdesi girintili çıkıntılıydı. Girintileri, yola benzetti Can, elinin küçük parmaklarını birleştirip avucunu yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya hareket ettirdi bir süre. Bu girintiler yol, elin de araba olmuştu.

Ağaca, karşıdan bakıldığında türlü varlıkların gölgesi varmış gibi gelir insana. Kimi zaman bir insan yüzü belirir yıllanmış gövdede. Bakarsınız bir atın binicisiyle koştuğunu görürsünüz. Bir defasında bir annenin bebeğini emzirdiği görüldüğünden bu ağacın kutsal olduğuna dair söylenceler anlatıldı. Bu söylenceler, kulaktan kulağa yayıldı.

Annesi, çocuklarına dallardaki meyveleri gösterdi. Birkaç ay sonra bunların olgunlaşacağını ve sofralarımıza lezzet katacağını söyledi. Zeytinlerin önemli bir kısmının yağa dönüşeceğini de sözlerine ekledi. Bu sırada Cansu söze girdi: “Öğretmenimizden duymuştum, zeytinin sabun yapımında da kullanıldığını. Doğru mu bu anne?”

Anne: “Bu, çok doğru bir bilgi…”

Cansu: “Demek ki zeytin, yalnızca bizi besleyip sağlıklı yapmıyor; aynı zamanda mikrop ve hastalıklardan da koruyor. Zeytin sayesinde yapılan sabunlarla yıkanıp tertemiz oluyor, mis gibi de kokuyoruz. Ne güzel değil mi?”

Can, Cansu’ya: “Zeytin ağaçları yapraklarını dökmez, kışın da yemyeşiller.” dedi.

Can ve Cansu, zeytin ağacının görkemli duruşuna hayranlıkla dalmışken boğuk, yaşlı bir ses işittiler derinden. “Sizler bol oksijen alın diye biz, yaz kış oksijen üretiriz. Diğer ağaçların tersine, zeytin ağaçları gündüz değil; gece karbondioksiti oksijene dönüştürürüz. Gündüz ise içimizdeki karbondioksiti salarız dünyaya. Geceleri, benim altımda oturmak, hafifçe kestirip şekerleme yapmak size sağlık verir.” Konuşan zeytin ağacıydı. Çok değerli ve önemli bilgiler veriyor, onların bilmediklerini anlatıyordu.

Can: “Kaç yaşındasınız?” diye sordu.

Ağaç: “Bu yıl bin yaşına bastım.” diyerek yanıtladı çocuğu.

Anne, baba ve çocuklar şaşkınlıklarını gizleyemediler. Cansu, ağaca dönerek: “Size ‘Zeytin Dede’ diyebilir miyiz?” dedi.

Ağaç: “İçinizden böyle seslenmek geliyorsa, bana ‘Zeytin Dede’ diye seslenebilirsiniz bana.

Can: “Sizi, buraya kim dikti?”

Zeytin Dede: “Beni, buraya bir çocuk dikti. Adı, Mihail adında bir çocuktu. O zaman senin serçe parmağından daha ince bir bedenim vardı. Çocuk, arkadaşlarıyla her akşam gelip beni suladı ellerindeki su dolu taslarla. Yılda birkaç kez küreklerle hayvan gübresi getirip dibimdeki toprağa karıştırdılar. Su ve doğal gübreyle kısa sürede toprağıma iyice tutunup kök saldım derinlere, boy attım gökyüzüne doğru. Yazın kuzeydoğudan esen poyrazın serin esintisiyle soluklandım. Kışın ise güneyin ılık yelleri, beni donmaktan kurtardı. Kuzeybatıdan esen karayel yağmur getirdi bana. Bu da ban can olup yaşam verdi.”

Baba: “Siz, buraya ilk dikildiğinizde bu topraklarda kimler yaşıyordu?” diye sordu.

Zeytin Dede: “Burada, o yıllarda Bizanslılar yaşıyordu. Kralları, halktan ağır vergiler aldığı için pek sevilmezlerdi. Halk, zeytin üretmeyi bir kutsal görev olarak görürdü. Burada ürettikleri zeytinleri, zeytinyağlarını gemilere doldurup uzak ülkeler götürürlerdi. Oralardan da gereksinim duydukları ürünleri getirilerdi. Beni diken Mihail, dallarıma ve bedenime hiç zarar vermeden özenle toplardı meyvelerimi. O, giderek yaşlandı. Bu dünyadan göçünce çok üzüldüm. Günlerce kendime gelemedim. Çünkü iyi bir dostumu yitirmiştim. Sonrasında onun çocukları benimle ilgilendiler. Suyumu, gübremi eksik etmediler. Birkaç yılda bir dallarımı budadılar gençleşip daha çok çiçek açıp meyve vereyim diye. Daha sonra Mihail’in torunlarıyla sürdü güzel ilişkim. Kaç kuşak geçti bilmiyorum.”

Anne: “Bizanslılar niçin yıkıldı? Mihail’in torunlarına ne oldu?”

Zeytin Dede: “Bizans kralı, ağır vergileri ve baskıcı yönetimiyle halkı bıktırdı. Buraya, doğudan doğa ve insanla dost göçerler geldi. Yerleşiklerle kolayca kaynaştılar. Odman Bey’in çevresinde toplandılar. Yeni bir devlet kurdular. Çok geçmeden Mihail’in torunları buradan kente taşındılar. Umay Hanım adında biri, beni sahiplenip bana bakmaya başladı. Bahar gelince toprağımı çapalardı. Üzüldüğünde gelir bana derdini döker, gözyaşlarıyla köklerimi sulardı. Sevinç ve mutluluğunu benimle paylaşırdı. Gelip bana sarılırdı sevinç gözyaşlarıyla. Onu gözyaşları bedenime değdiğinde öylesine mutlu olurdum ki bunu anlatamam. Umay’ın toprağa verildiği günü hiç unutamam. Onun çocuklarıyla torunlarıyla sürdü dostluğumuz ve işte, bugüne geldim sağ salim.” dedi iç çekerek.

Zeytin Dede’nin yanında boy atıp dal budak salan incir ağacı ilgilerini çekti. Dallarını eğmiş biraz kıskanıp can kulağıyla dinliyordu zeytinle söyleşmelerini. Can, incir ağacının bakışlarını fark edip döndü ona. O dönünce diğerleri de baktı incire doğru. Cansu, selamladı onu, ardından diğerleri de... İncir, geniş yapraklarını sallayıp serin bir yel estirdi. Onlar, mutlandı. Can: “Siz kaç yaşındasınız?” diye sordu incir ağacına.

O: “Ben, otuz yaşındayım. Beni Umay’ın torunlarından Gül Hanım dikti torunu Aybek doğunca. Bu yörede çocuklar doğduğunda onların dünyaya gelişlerinin anısına ağaç dikerler.”

Anne: “Peki, niye seni Zeytin Dede’nin yanına diktiler? Bunun özel bir anlamı var mı?

İncir ağacı: “Evet, var… Ben de onun gibi geceleyin oksijen üretirim. Ancak ben, kışın yapraklarımı dökerim. Onunla aynı zamanda meyveye durur dallarımız. O, meyvelendiğinde zeytin sinekleri doldurur her yanını, bedenini, meyvelerini sarar. Bu sinekler, zeytinin hem bedenine hem de meyvesine zarar verir. Benim meyvelerim olgunlaştığında ballanır. Balım damla damla sızar meyvemden. İşte, zeytin sinekleri balımın kokusunu alıp meyvelerime doluşur. Balımı çokça yiyen bu sinekler, zehirlenerek ölür. Böylece zeytinler kurtulur, olgunlaşıp sizin sofranıza gelip ekmeğinize katık olur.”

Cansu: “Size bundan sonra İncir anne diyeceğim.”

İncir Anne: “Olur, sen de benim bir çocuğum sayılırsın. Ha, sakın unutma! Benim meyvelerim kalsiyum yüklüdür. Meyvelerimi çocuklar için dallarımda beslerim, onlar yesin kemikleri güçlensin diye.”

Can: “Çok sağol Zeytin Anne… Bundan sonra meyvelerinin hem yaşlarını hem de kurularını daha çok yiyeceğim. Senin sayende sağlıklı olacağım.” dedi.

Cansu ve ailesi, bilmedikleri bir şeyi öğrendikleri için incir ağacına saygıyla teşekkür ettiler. Sanat yapıtı gibi duran, görkemli gövdesine sarılıp okşadılar onu. Cansu ile babası, elindeki su şişelerinin kapaklarını açıp içindeki suyu döktüler İncir Anne’nin kalın köklerine. İncir, geniş yapraklarını yelpazeleyerek onları selamlayıp serinletti.

 Can ile annesi ise ellerindeki dolu şişeleri boşalttılar Zeytin Dede’nin dibine. Ulu Ağaç çok mutlu oldu. O, gülümsedi yapraklarını titreştirerek. Dallarını eğdi saygıyla. Meyveleri, yaprakların altından görünüp mutluluklarını bildirdiler kuzey yeliyle hafifçe sallanarak.

Artık ayrılma zamanı gelmişti. Dördü birden sarıldılar Zeytin Dede’nin gövdesine. O, dallarını eğerek okşadı onların başlarını, Yüzlerinde bir serinliği duyumsadı dördü de. Zorda olsa ayrıldılar tarih ve doğa kokan Zeytin Dede’den. Biraz yürüdükten sonra dördü birden geri dönüp baktılar dedeleri çok mutluydu. El salladılar ona.

İncir Anne ile de vedalaştı doğasever aile. O da onlara yeniden gelmelerini söyledi, özellikle de meyveleri olgunlaştığında.

 Aylar geçti bir yaz günü evlerinin yukarısından motor gürültüleri işittiler. Evdekiler dışarı çıktılar alışık olmayan bu gürültüyü duyunca. İyice baktılar Zeytin Dede’nin de olduğu meyve bahçesine. Gürültüyü çıkaran iş makineleriydi. Takım elbiseli efendiler, üzerlerinde iş giysileri olan kişiler çoktan varmıştı Zeytin Dede’nin yanına. Aile üyeleri koşarak gittiler Zeytin Dede ile İncir Anne’nin olduğu yere soluk soluğa.

Takım elbiselilerden biri, kesilecek ağaçları eliyle gösterdi. Bu ağaçların arasında Zeytin Dede ile İncir Anne de vardı. Elinde hızar olan bir işçi yaklaştı yavaş adımlarla Zeytin Dede’ye. Tam bu sırada Can, koşup Zeytin Dede’ye sarıldı gözyaşlarıyla. “Ölürüm de kestirmem dedemi.” dedi. Annesi de sarıldı oğluna. Avazı çıktığınca bağırdı köye doğru: “Zeytin Dede’yi kesip yok edecekleerrr… Koşup yetişin, ağaç kesicilere, doğa yok edicilere fırsat vermeyelim.” diye.

Bir başka hızarcı istemeye istemeye gitti İncir Anne’nin yanına. Çalıştırmaya çalıştı makineyi. Makine çalışmadı. O, eğildi dizlerinin üstüne makineyi onarmak için. Bu sırada Cansu seğirtti durduğu yerden incire doğru. Sarıldı güngörmüş gövdeye. O, dallarıyla selamladı kızı. Babası da gelip sarıldı duyarlı küçük yavrusuna. Baba ile kızı avazları çıktığınca durmadan ünlediler çevredekilere.

Motor gürültüleriyle irkilip doğasever ailenin ünlemelerini işiten çevre halkı kısa sürede felaketin farkına vardı. Duyan, duymayana haber verdi. Bir insan seli aktı Zeytin Dede ile İncir Anne’nin olduğu yere. İnsan seli aktıkça oraya takım elbiseliler, iş giysililerin arkasına saklandılar. İnsan seli hep bir ağızdan sordu: “Bu meyve ağaçlarına niye kıyıyorsunuz? Bunları kesenlerin cehennemlik olduğunu bilmiyor musunuz?” Takım elbiselilerden biri, saklandığı yerden yüzünü göstermeyerek hırıltılı bir sesle: “Bu toprağın altı, değerli madenlerle dolu. Onları ülkemize kazandırmak istiyoruz.”

Can, sarıldı meyve ağacına son gücüyle: “En değerli ve yaşamsal maden meyveler ve toprağımızı tutan ağaçlar değil mi? Bu yalın gerçekten haberiniz yok mu sizin.” dedi öfkeyle.

Akıp gelen insan selinden aksakallı bir dede uzaktan inleyen bir sesle: “Bir gün cebinizdeki para biter ne denli çok olursa olsun. Ancak bu ağaçların meyvesi bitmez. Her yıl size bin bir lezzeti sunarlar. Evinize bolluk bereket getirirler. Üstelik dallarında meyveler sarkarken ve henüz olgunlaşmamışlarken nasıl kıyarsınız bu ağaçlara?” dedi iç geçirerek.

Zeytin Dede dayanamadı. Durduğu yerde önce dallarını sallandı, İç ferahlatan serin bir esinti geldi yaladı terleyen bedenleri. Sonra dallarında henüz olgunlaşmayan meyvelerini göstererek: “En değerli maden, dallarımda. En değerli maden, köklerimde. En değerli maden, komşum ve can yoldaşım incirde. Bunu farkında değil misiniz? Bin yıldır depremlere, yangınlara, kuraklıklara, sellere, savaşlara, doğa düşmanlarına karşı direndim. Nice imparatorlar, krallıklar, zorba yöneticiler, aymazlar, doğa düşmanları, servet avcıları, meyve kıyıcılarını gördüm. Hiçbiri, beni toprağımdan koparamadı. Size bin yıllık deneyimimle en lezzetli zeytinleri sunarım her yıl. Her yaprağımdan her meyvemden bir umut, bir gelecek, bir yaşam fışkırır bunu görüp anlamaz mısınız? Nedir bu yaptığınız nankörlük?” diyerek insanların vicdanlarına seslendi.

İnsan seli büyüdükçe büyüdü. Doğa kıyıcıları, artlarına bakmadan uzaklaştılar oradan hızla. Kalabalık, ellerine geçirdikleri kaplarla dereden su taşıyıp meyvelerin hepsinin dibine döktüler. Sonrasında herkes önüne gelen ağaca sarılıp vedalaştı. Korumak için nöbetçiler bırakıldı meyve bahçesine. Kendi aralarında iletişim ağları kurdular. İlk nöbetçiler arasında Cansu, Can ile anne ve babaları da vardı.

Gün geceye kavuştuğunda incirle zeytin dallarını birbirlerine değdirip yapraklarını salladılar. Esintileri birbirine karıştı. Gövdelerinde özsu yürüdü dallarına doğru. Selamlaştılar bu yolla.

Gün doğunca yeni kişiler gelip nöbeti devraldılar. Doğasever aile gülümseyerek evlerine yollandı. Baba: “Canım ailem güzel bir kahvaltıyı hak ettik değil mi” diye sordu. Anne, yanıtladı onu: “Kahvaltı tabaklarımıza bolca zeytin ve kuru incir de koyacağım.”

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  6 Temmuz 2025

 

 

 

 


1 yorum:

  1. Kaleminize Efendi Kalan , Adil öğretmenim,

    🌿 Ne muazzam bir yolculuk anlattınız! Bin yıllık bir zeytin ağacının sessiz tanıklığını, doğanın zamana meydan okuyan mücadelesini bu kadar zarif ve etkileyici ifade edebilmek olağanüstü. Satırlarınızda yalnızca bir ağacı değil, içinde barındırdığı tarihleri, insanları, gölgesinde büyüyen nesilleri kısacası yaşamın kendisini hissettirdiniz.
    “Her halkası insan hikayesiyle dolu, her dalında umut yeşeriyor.” Bu cümleniz, sürekli yenilenen ve hayatı kuşatan bir döngüye selam gibi. Hem doğayla kurulan derin bağı hem de zamanın içindeki dingin huzuru okuyucuya bütünlüklü bir biçimde hissettirdiniz.
    İlham verici anlatımınız, okura hem yüzyılların dingin sabrını hem de geleceğe dair umut beslemeyi hatırlatıyor. Emeğinize, düş gücünüze ve bu eşsiz betimlemeye hayran kaldım!
    Çok duygulandım, gözyaşlarıma hakim olamadım zeytin dede anlamlı , doğa kokuyor yüreğinize sağlık👏👏🍀💐🌿😢Bilge öğretmenim , usta kaleminiz var olsun 🙏🏻🧿✍️

    YanıtlaSil