FISTIK ÇAMININ ÇIĞLIĞI


Durmuş dede ile Dursunkız nine seksenini çoktan geçmiş iki yaşuluydu. Doğum tarihleri tam olarak belli olmamakla birlikte doğdukları mevsim, hatta ay belliydi yaklaşık olarak. Durmuş dedeye, anası: “Sen, ülkemizin kurucusu Atatürk öldüğünde iki yaşındaydın. Kiraz ayında doğmuştun. O yıl, kirazlar çok olmuş, çoluk çocuk çok kiraz yediğinden sürgün olup ayakyolundan çıkamaz duruma gelmişlerdi. Kiraz bolluğunda özellikle çocukların çoğu, iç sürmelerinin kesilmemesi yüzünden sayrıevlerine yatmak zorunda kalmışlardı.

Durmuş dedenin doğduğu ay kiraz ayı olduğuna göre bu ay, hazirana denk geliyordu. Demek ki Haziran 1936 doğumluydu dede.

Dursunkız nine ise büyüklerinin söylediğine göre II. Dünya Savaşı başlamadan önceki orak ayında dünyaya gözlerini açmıştı. Bundan anlaşılıyor ki nine, Temmuz 1939’da doğmuş.

Yaşulu çift, evlendiklerinde Durmuş dedenin dede-baba evine yerleştiler. Evleri, İstanbul’un Anadolu yakasında iki katlıydı. Evin önemli bölümleri ahşaptı. Ahşaplarda göz alıcı ustalık göze çarpardı ilk bakışta. Tavanların yapıldığı kestane tahtalarındaki oyma ve kakmalar, görenleri hayran bırakırdı kendine. Evin önündeki tarihsel çeşme yaz kış akardı gürül gürül. Gelen geçenin su içmesi için zincire bağlı bir bakır tas bulunurdu çeşmenin üstünde. Tas, su içildikten sonra yıkanıp ters çevrilirdi temiz kalması için. Çeşmenin yanındaki kurna, her zaman temizlenir ve su doldurulurdu kedi, köpek ve diğer hayvanların su içmesi için. Üstteki mermerde ise her iki yanda ise kuşların su içmesi için oyuklar vardı. Çeşme, evin bahçesinde olmasına karşın tüm mahallenin kullanımına açıktı.

O yıllarda buralarda tek tük evler vardı. Her evin bir bahçesi, her bahçenin içinde ise onlarca ağaç boy atardı. Ağaçların çoğu, meyveliydi. Ağaçlar arasında her mevsim kendini gösteren çiçekler bulunurdu. Ağaçlar ve diğer bitkiler, ev sahiplerinin çocukları gibiydi. Onların bakımı, düzeni özel bir çaba gerektiriyordu. Bahçeler, evlerin bir bölümüydü sanki. Baharın ılıklığı, doğaya egemen olmaya başladığında sabah kahvaltısı, öğle ve akşam sofraları bahçede kurulurdu. Bu durum yaz günleri sürer, ekim ayı sonuna doğru güz serinliği duyumsanmaya başlayınca sona ererdi.

Durmuş dede ile Dursunkız nine, komşu çocuklarıydı. Durmuş dede, doğduğunda onun dedesi, bahçelerinin denize bakan yanına bir fıstık çamı dikmişti. Bu ağacı evcek sahiplendiler. Temmuz ve ağustos aylarında yaz sıcakları bastırdığında evde yaşayan büyük küçük herkes küçük Durmuş’un ağacına su döktü yıllarca. Durmuş büyünce bu görevi kendisi üstlendi. Ağaç da bu özenli bakıma yanıt vererek tüm görkemiyle kol kanat gerdi bahçeye. Sıcak yaz günleri gölgesine sığınanları serinletti. Onlara temiz hava, serinlik verdi yıllarca.

Küçük Dursunkız doğduğunda Durmuş’un dedesi, üç yıl önce torunu için diktiği ağacın karşısına ikinci bir fıstık çamı dikti. Bu fidana, hem ev halkı hem de ninenin ailesi ve komşular kavurucu sıcaklarda su döküp büyüttüler. Yıllar geçtikçe iki ağacın boyu neredeyse eşitlendi. Dalları birleşti. Evin kapısından girildiğinde serin bir tünelden geçiliyormuş gibi gelir insana. Yaşulu çiftin öce çocukları, sonra torunları ağaçları budamaya kıyamadılar. Çünkü ağaçların dallarını dede ve ninenin ellerine benzettiler hep. Onların yaşamları boyunca el ele olmaları en büyük istekleriydi.

Karı-koca, yaşamları boyunca nice tarihsel ve doğal olaylara tanıklık etmişlerdi. Savaşlara, depremlere, kıtlıklara, sellere, sayrılıklara, , ayazlara, kuraklıklara, salgınlara birlikte karşı koydular aralarındaki bitmez tükenmez sevgileriyle. Kuşaklar boyu yaşanan bu eve, gözleri gibi baktılar. Onu onardılar, zamana yenik düşmesine karşı direndiler. Yapsatçıların dudak uçuklatan parasal önerilerini işitmediler bile. Onlar için en büyük varsıllık cüzdanlarının şişkinliği değil, vicdan tartılarının yok olmamasıydı. İkide bir söyleşilerinde: “Dünya malı, dünyada kalır. Dünya bizim olsa ne işimize yarar? Yediğimiz bir lokma ekmek, içtiğimiz bir yudum su.” derlerdi. Durmuş dedenin dedesinin dedesi, bu evi yapıp yerleştikten sonra bahçelerinde düğün dernekler kurulmuştu. Komşularının mutlu günlerine tanıktı bu bahçe. Bayramlarda hısım akraba, eş dost, konu komşu burada toplanırdı. Büyükler derin söyleşilere dalarken bahçe, çocuk sesleri ve kuş cıvıltılarıyla dolardı. Gündüz başlayan söyleşiler, toylar herkesin elbirliğiyle olurdu ve gece yarılarına dek sürerdi. Her gelen konuk, evinde özenle pişirdiği yemekleri, bahçesinde yetiştirdiği mevsimine uygun meyve ve sebze tabaklarıyla alıp gelirdi.

Durmuş dede ile Dursunkız nine, gün kararmadan önce akşamı karşılamak için fıstık çamlarının altına koydukları çift kişilik oturağa kurulurlardı. Bu durum, herkesin ilgisini çekerdi. Bir gün torunları Aybek, yanlarına yaklaştı ve sordu dedesine:

“Dede, siz niye akşam olmak üzereyken gelip çamların altına oturuyorsunuz?”

“Gel…” dedi dedesi “gel de aramıza otur ve niye burada oturduğumuzu kendin anla!

Torunlarının geldiğini gören yaşulular, yanlara doğru hafifçe çekilerek yer açtılar çocuğa.  Çocuk, mutlulukla gelip dedesiyle ninesinin arasına oturdu. Dede ve nine kollarını onun omuzuna attılar, ikisinin elleri birleşti. Çocuğu mutlandırdı onların sevgilerini göstermesi. Ninesi elliyle “sus” işareti yapınca üçü birden sessizce arkalarına yaslanıp dinlemeye başladı. Yüzlerce kuş, cıvıldaşarak koro halinde dünyanın en güzel ezgisini söylüyordu. Çocuk, bu güzel ezgiyi işitince keyiflendi, arkasına iyice yaslandı. Böylece sesleri daha iyi işitmeye, kuşların dilini anlamaya çalıştı. Arada sırada gözlerini yukarı doğru kaldırıp kuşları görmeye çalışıyordu.

Çocuk, fısıltıyla: “Bu kuşların türü ne nine?” diye sordu.

Ninesi de duyulur duyulmaz bir sesle: “Serçe…” dedi.

Çocuk gülümsedi sevinçle gözleri parlayarak. Ninesi ve dedesi de ona katıldı sessiz gülümsemeleriyle. Çocuk adeta büyülendi cıvıltılara. “İki ağaç, bunca kuşu nasıl da saklamayı başarıyor yaprakları arasında?” diye düşündü. Ağaçların gücüne, gizemine hayranlıkla baktı. Dallar arasındaki cenneti, bugüne dek fark edememesine hayıflandı.

Hava iyice karardı. Kuş cıvıltıları yavaş yavaş kesildi. Arada sırada tekil kısa cıvıltılar işitiliyordu. Bu da kuşların uykuya daldığını gösteriyordu. Dedesiyle ninesi, bastonlarına dayanarak kalktılar yerlerinden. O da istemeyerek ayaklandı oturaktan. Ancak bakışları fıstık çamlarında olduğundan ayakları geri geri gidiyordu. Her akşam buraya gelip bu güzelliği, mutluluğu yaşayacağına söz verdi kendi kendine.

Akşam yemeğinden sonra uzun süre kuşları düşündü Aybek. Yaşadığı mutluluğu kardeşi Aykız’a anlattı. O da yarın akşam onlara katılacağını söyledi. Bu nedenle Aykız, yattığında doğru dürüst uyuyamadı heyecandan. Gün ışıdığında erkenden kalktı. O, uyanıp bahçeye çıktığında herkes uyuyordu. Kahvaltıdan önce bahçeye çıkıp biraz dolaştı. Sonrasında çamların altına gelip oturağa oturdu. Erken olmasına karşı serçeler çoktan uyanmıştı. Güne erken başlamışlardı. Cıvıltıları, olağanüstü bir ezgiydi. Sabahın sessizliği ve temizliğiyle havayı kokladı. Her yan çam kokuyordu. Serçeler ise doğanın bedenleri küçük, becerileri büyük güzellikleriydi. Tam dalmışken doğanın büyüsüne, Aybek kalkıp geldi uykuya doymamış gözlerini ovuştura ovuştura. Sessiz adımlarla gelip yanına oturdu kardeşinin. Çamlardaki olağanüstülüğü görünce hayranlığını gizleyemedi. İki kardeş, uzun süre dinlediler cıvıltı korosunu.

Aybek, yerinden kalkıp ninesinin anısına dikilen çamın yanına gitti. Bugüne dek işitmediği bir ses kulaklarına çalındı. Aykız’ı çağırdı eliyle. O da geldi. Kardeşi de işitti sesi. Aybek: “Bu kadar çok serçeyi nasıl taşıyorsun dallarında?” diye sordu.

Ağaç, yanıtladı onu: “Onlar güç veriyorlar bana. Kabuklarımın arasındaki böcekleri yiyerek temizliyorlar beni. Onlar olmasa böcekler, gövdemi yiyerek çürütürler her yanımı. Kendileri beslenirken benim uzun yaşamamı sağlıyorlar.” deyince çocukların ikisi birden ona teşekkür etti bu güzel bilgi için.

Aykız, parmak uçlarına basarak dedesi doğduğunda dikilen ağacın gövdesine sarıldı ve ona: “Fıstık çamlarının en yaşlısısın, dedemle yaşıtsın, değil mi?”

Ağaç: “Evet, dedenle yaşıt olduğum doğru. Ancak fıstık çamlarının en yaşlısı değilim. En yaşlımız, Üsküdar’da Fethi Paşa Korusunda… Yaşı dört yüze yaklaşmakta. Üstelik ben toprağa dikilmeden önce onun dalında bir kozalaktım. Beni alıp toprağa diktiler. Küçük bir fidanken de buraya getirdiler. O benim hem annem hem de babam…” dedi iç geçirerek.

Tam da dalıp gitmişlerken fıstık çamlarıyla konuşmaya, annesinin onları kahvaltıya çağıran sesini işittiler. Böylece düş dünyasından ayrıldılar istemeyerek.

İki çocuk: “Eve giderken arkalarına dönerek: “Hoşça kalın, kahvaltıdan sonra görüşürüz.” dediler.

Ağaçlar, aynı anda onlara: “Güle güle çocuklar, afiyet olsun. Siz de bizim torunumuz sayılırsınız ne de olsa.” diyerek yanıtladılar onları.

İki çocuk, kahvaltı yaparken dede ve ninesine sabahleyin katıldıkları ezgi toyunu anlattılar. Aybek, akşamki toyun neredeyse aynısını dinlediğini, ancak bunun daha kısa sürdüğünü söyledi.

Çocuklar uslarına takılan: “Serçeler, niye yalnızca fıstık çamlarına kümelendiler?” sorusunu sordular dedelerine.

O: “Serçeler, diğer kuşlara göre güçsüz canlılar… Bu özellikleri gereğince sık yapraklı ağaçlara yuvalanırlar, kentte yaşayan martı ve karga gibi hayvanların saldırılarından korunmak için. Martı ve kargalar, aç kaldıklarında serçeleri avlar. Ayrıca kediler de onlar için büyük bir tehlike… Bu nedenle sık yapraklı ağaçlar, serçeleri saklar. Kediler, iğne yapraklı ağaçlarda rahat hareket edemez. İğne gibi yapraklar, onlara zarar verebilir. Ayrıca parçalı ve kolay kopan kabukları kedilerin tırmanışına izin vermez. Böyle olunca da serçeler hem kendilerinin hem de yavrularının güvenliğini fıstık çamları sayesinde sağlarlar.” diye yanıtladı çocuğu.

Aykız atıldı birden heyecanla: “Dede, bu ağaçların meyveleri var mı?”

Dede: “Olmaz mı kızım hiç? Adı ne bu ağaçların? Fıstık çamı… Onların dallarında gördüğünüz kestane renginde yumurtaya benzer meyveleri var. Onlar olgunlaştıklarında çoğu zaman yere düşer. Onları ayıkladığınızda insanların bin bir derdine deva fıstıklar çıkar.” sözlerini bitirmeden nine araya girdi.

Nine: “Bakın çocuklar; size pişirdiğim pilavlara, makarnalara, salatalara, et ve tavuk yemeklerine dikkat edin bundan sonra. Çoğu zaman bu yemeklerin daha lezzetli olması için çam fıstığı koyarım içlerine. Ayrıca helva, kurabiye ve kekler de çam fıstığı olmazsa olmaz.” dedi.

Çocukların ikisi bir ağızdan: “Ne kadar da çok yararlıymış. Bundan sonra tabaklarımızdaki yemeklere daha dikkatli bakacağız. Çam fıstığının tadını anlamaya çalışacağız.” dediler.

Söyleşileri tam da kıvamını bulmuşken kapıları çalında. Dede, yavaşça kalkarak kapıyı açmaya gitti. Çocuklar da ardı sıra kalktılar. Kapıda resmi giysili iki kişi vardı. Ellerinde bir zarf bulunuyordu. Dedeye, ellerindeki defteri imzalamalarını söyledi biri. Dedeleri, defteri imzalayıp zarfı aldı. Alt kattaki salona döndüler. Dede, zarfı açıp içindeki bildirimi okudu yavaşça. Okudukça öfkelendi, öfkelendikçe rengi sararıp elleri ve dudakları titremeye başladı.

Dedelerinin okuması bitti. Oturduğu koltuğa iyice çöktü, çöktükçe küçüldü olduğu yerde. Evdekiler, kötü bir şeyin bildirimi olduğunu anladılar bu açılan zarftan çıkanın. Torunları gelip sarıldılar dedelerine.

Nine: “Ne oldu, ne çıktı o zarftan, ne istiyorlar bizden?” diye sordu.

Dede, herkesi çağırdı. Yavaş yavaş anlatmaya başladı. “Belediye sokağımızı genişletecekmiş. Bu nedenle sokağımızdan başlayarak bahçemizden on metre yeri kamulaştıracaklarmış.”

Aybek, atıldı birden heyecan ve kızgınlıkla: “Yani bahçemizdeki iki fıstık çamı yok olacak öyle mi?”

Dede: “Evet oğlum, aslanım… Ne yazık ki çamlarımızı kesecekler.”

Aykız çoktan ağlamaya başlamıştı bile. Gözyaşları, yanaklarından akıyordu ince bir dere gibi. Hıçkırarak: “O zaman serçelerimizi dinleyemeyeceğiz bir daha. Onlardan sonsuza dek ayrılacağız öyle mi? Onlar yuvasız kalacaklar? Gidecekleri yer mi var koca kentte? Kaç ağaç kaldı ki çevremizde?” dedi. Bu tümceleri, bir çırpıda gözyaşları içinde söyledikten sonra hıçkırıkları arttı. Koşarak odasına gitti.

Nine, ağlamamak için kendini zor tutarak yıllarca aynı yastığa baş koyduğu eşinin yanına geldi. Onun sırtını sıvazlayarak: “Sen üzülme! Kolay mı bir insanın bahçesini ortadan bölüp yarısını almak? Doğduğumuz gün anımıza dikilen ağaçları kesmek kimin haddine? Yüzlerce serçenin evlerinin başlarına yıkılmasını sessizce, elimiz kolumuz bağlı kabul mü edeceğiz? Üzme kendini, kalk bakalım, hakkımızı nasıl arayacağımızı tartışıp kararlaştıralım. Gün doğmadan neler doğar.”  sözleri döküldü ağzından.

Aybek kaktı yerinden Aykız’ın odasına girdi. Uzun süre çıkmadılar odadan. Vakit ikindiye yaklaşırken iki kardeş, mutluluk içinde çıktı odadan ellerinde kâğıtlarla. Dedesi sordu bu kâğıtların ne olduğunu. Aybek yanıtladı onu: “Bu küçük kâğıtlara başımıza gelen haksızlığı anlattık. Bunları, sokağımızdan gelip geçenlere dağıtacağız. Şu büyükleriyle halktan imza toplayacağız. Şimdilik bunlarla yetineceğiz akşam oluncaya dek. Yarın okula gidince bu yazdıklarımızı ve boş imza listelerini çoğaltacağız. Arkadaşlarımıza ve öğretmenlerimize durumu anlatıp onlardan yardım isteyeceğiz. Çocukların gücünü birleştireceğiz tıpkı serçeler gibi. Karıncalar ve bal arıları gibi güç birliği içinde çalışacağız.” dedi heyecan ve kararlılıkla.

Aykız, kardeşini sarılıp kucakladı. Dede, nine, anne ve babaları gelip çocukları kutlayıp başarı diledi. Çocuklar, beklemeksizin hemen bahçe kapısından çıktılar koşarak. Gelip geçene durumu anlatıp bu konuda kendilerini desteklemelerini istediler. Bahçe kapısı açık olduğundan birçokları içeri girip çam fıstıklarının yanına geldi. Kimi ağaçları okşuyor, kimi ise kuş cıvıltılarına kulak kesiliyordu. Bazıları serçeleri dinledikçe gözyaşlarına boğuluyordu. Durumu öğrenenlerin çoğu, çocuklarla işbirliği yapacaklarına söz verdiler. Bazıları işe girişti bile. Sokaktan geçenlere konuyu anlatıp destek istemeye başladılar. İki kardeş, iyilik ve direniş gölüne bir taş attı. Taş, suya düştüğünde önce küçük bir halka belirdi suyun yüzeyinde. Giderek yeni halkalar oluştu ve kıyıya dek ulaştı son halka. Çalışmaları, direnişleri çığ gibi büyümeye başlamıştı bile ilk günden.

Hava kararıp akşam olunca bazı komşular bahçeye geldi. Sandalyeler, koltuklar dışarı çıkarıldı konuklar otursun diye. Yetmeyince oturaklar, çoğu kişi yerlere oturdu. Kuş korosu yanık ezgilerini seslendirmeye başlayınca yüzü aşkın kişinin solukları bıçakla kesilmiş gibi sustu. Herkes, serçelere kulak kesildi. Bazıları gözyaşlarını tutamadı. Kimi de çok öfkelendi. Tam da bu sırada akcam çalışanları geldi. İzin istediler çekim yapmak için. Kuşların ötüşlerine onlar da hayran kaldı. Dedeyle konuşmak istediler. O, torunlarını göstererek: “Bu ikisi evimizin sözcüleri, onlarla konuşun!” deyince basın temsilcileri onlarla konuşmaya başladılar. Çocuklar, baştan sona her şeyi anlattılar. Tüm kamuoyundan, doğaya duyarlı kişilerden yardım istediler. Çalışmaları için “Serçelerimizi, ağaçlarımızı birlikte kurtaralım!” özsözünü (sloganını) seçtiler. Bu söz, kısa sürede benimsendi çoğu kişice.

Aykız ve Aybek erkenden okula gittiler. Önce öğretmenlerine anlattılar olup biteni. Onlardan izin aldılar çalışmaları için. Sınıfları gezerek sorunu anlatıp destek istediler. Destek çığ gibi büyüdü. Öğretmen ve öğrencilerin çoğu, çalışmak için gönüllü oldu. İçlerinden birkaçı, basın yayın organlarıyla ilişki kuracaktı. Ayrıca beş öğrenciden oluşan bir kurul da diğer okullarla giderek konuya oralarda anlatıp destek isteyecek. On kişilik bir kurul ise bildirileri imza listelerini çoğaltıp dağıtmayı üstlendi. Dört kişi ise kentin işlek caddelerine asılacak özsözleri yazmayı üstlendi bezlere. Çalışmalarını kentin her yanına yaymayı kararlaştırdılar. Giderek sorunu, tüm ülkeye anlatmayı düşündüler.

İki kardeş, gün boyunca hiç oturmadılar, oradan oraya koşturdukları için. Eve döndüklerinde tatlı bir yoğunluk içindeydiler. Bahçe kapısını açıp içeri girdiklerince fıstık çamlarının ikisi de dallarını hışırdatıp eğdiler. Bu selamlaşmaya, çocuklar onların bedenlerine sarılarak karşılık verdi.

Dedenin ağacı: “Çok yorgun görünüyorsunuz çocuklar.” dedi.

Aykız: “Yorgun değiliz, akşam yemeğinden sonra yapacak çok işimiz var.” diye yanıtladı onu.

Ninen in ağacı: “Serçeleri kurtarabilecek misiniz?” diye sordu.

Aybek: “Çocukların ve yetişkinlerin dayanışmasıyla önce sizi kesilmekten kurtaracağız, böylece serçeler de kurtulmuş olacak.” diyerek yanıtladı onu.

Çamların ikisi birden: “Kolay gelsin, işiniz rast gitsin!” dileğinde bulundular.

İki kardeş, evin kapısından girdiklerinde herkes ayağa kalkıp heyecanla onları karşıladı.

Dede: “Nasıl geçti gününüz, olumlu yönde bir şeyler yapabildiniz mi?” diye sordu.

Aykız: “Günümüz çok verimli geçti. Birkaç gün içinde bütün kent ayağa kalkabilir. Daha sonra da ülke çapında bir duyarlık oluşacak. Haklı olduğumuz için kazanacağız dede.”

Aybek atıldı birden: “Siz neler yaptınız dede?” diye sordu.

Dede: “Siz, okula gittikten sonra ben de ardınız sıra çıktım bazı işleri yapmak için. Önce savunmanın yazıevine gittim. Ona her şeyi anlattım. Hangi yasal yollara başvurabileceğimizi konuştuk. O, hemen dilekçelerimizi hazırladı. Çabucak imzaladım hepsini. Belediyeye ve ilgili mahkemeye başvuru dilekçeleriydi bunlar. Savunmanla ilgili orunlara gidip dilekçelerimizi verdik. Önce yürütmeyi durdurma kararı aldıracağız. Savunman, çok umutlu konuştu. Dört koldan savaşmak zorundayız kazanmak için. Sizleri de kutluyorum iyi iş çıkardınız.” dedi gözleri parlayarak.

Nine: “Hadi, hepiniz gelin, sofra hazır, birlikte birkaç lokma yiyelim. Çok yoruldunuz. Savaş, aç karnına kazanılmaz.” diyerek onları sofraya buyur etti.

Sofraya oturdular birlikte. Herkes, çok düşünceliydi. Çünkü kendince çözümler düşünüyorlardı. Dede, sessizliğe son verdi. Nasıl bir yol izleyeceklerini anlattı. Aykız ve Aybek de kendi yol haritalarını ayrıntılarıyla açıkladılar. Diğerleri de kendi görüşlerini söyledi.

Günler, günleri kovaladı. Bir yandan yasal süreç sürerken diğer yandan da birçok kesimi bir araya getiren yurttaşların örgütlü savaşımı yükseliyordu. Yargı, yürütmeyi durdurma kararı verdi. Her gün binlerce kişi, fıstık çamlarının yanına geliyor, çevre sokaklara sığmayan bir kalabalık toplanıyordu.

Sorunun nasıl halledileceğini en çok merak eden ise çamlar ve serçelerdi. Bir gün iki çocuk, bahçe kapısından girdiklerinde onları, serçeler karşıladı topluca. Önce başlarının üstünde bir daire çizdiler onları selamlamak için. Sonrasında yere kondu hepsi. Ancak kuş sürüsünün lideri olan en yaşlı serçelerden biri, Aykız’ın başına kondu. Önce cik cikledi neşeyle. Sonra ona hayranlıkla bakan Aybek’e bakarak kanatlarını üç kez açıp kapadı. Bu, gönülden yapılan bir serçe selamıydı.

Serçe: “Çok sağolun çocuklar… Bizim için büyük çaba gösteriyorsunuz. Gündüz dur durak bilmiyorsunuz, neredeyse geceleri de uyumuyorsunuz. Size, borcumuzu nasıl ödeyeceğimizi bilmiyoruz.” dedi.

Aybek: “Sizin borcunuz yok! Biz, size yıllardır insanlar için yaptığınız iyiliklerin karşılığını vermeye çalışıyoruz. Gerçi sizin yaptıklarınızın karşılığı da ödenecek gibi değil.”

Serçe: “Biz ne yaptık ki sizler için?”

Aykız: “Neler yapmadınız ki? Öncelikle sabah akşam yaşamımızı renklendirmek ve bizi mutlu etmek için olağanüstü koronuzla dünyanın en güzel ezgilerini söylediniz bizlere. Sonrasında bahçemizdeki ve ağaçlardaki zararlı böcekleri ayıklayıp yiyerek bizi büyük salgınlardan, hatta ölümden kurtardınız. Bir de güzelliğinizle göz zevkimizi geliştirdiniz. Bundan büyük iyilik olur mu hiç?”

Serçe: “Doğadaki her varlığın yaşamı birbirine bağlı… Birimiz yok olduğunda diğerimiz nasıl var olacak. Fıstık çamlarının yaşamı, şu küçücük bedenlerimize, bizim de varlığımız onlara bağlı. İnsanlar da var olması için ise doğanın düzenin sürmesi gerek. Doğa ana yok olursa hiçbirimiz yaşayamayız.” dedi düşünceli düşünceli.

Çocuklar izin isteyip gittiler. Ertesi gün mahkeme kararı çıkacaktı bu nedenle ikisi de heyecanlıydı. Akşam yemeğini söyleşerek yediler. Yemek sonrasında dedeleri, onları da mahkemeye götüreceğini söyledi. Bu öneri onları daha çok heyecanlandırdı. Erkenden erinç içinde uyudular.

Sabahleyin gün ışırken uyandı ev. Kahvaltı yapıldı hemen. Ardından herkes hazırlanıp evden bahçeye çıktı. Bahçe kapısından çıkmak üzereyken fıstık çamları ve serçeler hep birlikte: “Günaydın! İşiniz rast gitsin. Güzel ve hepimizi mutlu edecek haberlerinizi bekliyoruz.” dediler. Çamlar dallarını salladı, serçeler kanatlarını çırptı. Ağaçların gövdesinde yukarı aşağı gidip gelen karıncalar, ön ayaklarıyla alkış yaptı. Bizimkiler de onlara “Sağolun, var olun, eksik olmayın!” dediler yüksek sesle.

Gittiklerinde mahkeme salonu hıncahınç doluydu. Geçenekte bile iğne atılsa yere düşmeyecekti. Toplananların heyecanları üst düzeydeydi. Aykız, Aybek ve ailelerinin diğer üyeleri zorlukla girdiler salona. Yerlerine oturdular. Çocukların sol yanında öğretmeleri gülerek onları selamladı. Az sonra da mahkeme üyeleri geldi. Yargıç yerine oturup kararı açıklamak ve salondaki sessizliği sağlamak için hafifçe öksürdü. Salon sessizliğe gömüldü. Yargıç, kararı yavaşça okudu. Aile haklı çıkmış, ağaçlar ve serçeler kurtulmuştu.

Karardan sonra herkes, birbirini kutladı. Dede, yüksek sesle: “Tüm dostlarımızı fırsat bulduklarında her akşam fıstık ağaçlarının altında serçelerin ezgi toyuna bekliyoruz.” dedi. Büyük bir alkış koptu bu sözleri işitenlerden.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  9 Temmuz 2025

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder