Özge
Engin, bu yıl yaz dinlencesine kardeşi Eralp, annesi Özgün ve babası Ertürk’le
ninesi ve dedesinin yaşadığı Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki köylerine gitmeye
karar verdiler. Yol boyunca birbirinden güzel doğal görünümlerle büyülendiler.
Doğuya doğru gittikçe yeşilin daha da koyulaştığını fark ettiler. Sol yanlarında
Karadeniz, masmavi uzanıyordu. Sağ yanlarında ise yeşilin bin bir tonunu
barındıran bir doğa yer alıyordu. Bazı yerlerde dağlar, iyice yükseliyor, kimi
yerlerde ise Küçük tepeler art arda, küçükten büyüğe doğru birbirilerini
sıralanıyordu.
Engin
ailesi çoğu zaman hangi yöne bakacaklarını şaşırıyordu. Çünkü bir yana
baksalar, diğer yandaki güzellikleri kaçırıyorlardı. Yolda sık sık
duraklıyorlardı. Bu duraklamalar, yorulduklarından değil, daha çok doğanın
varsıllığının tadını çıkarmak içindi. Özge ve Eralp, özellikle yol üstünde yer
alan ağaçtan oluklardan akan içme sularının başında durmayı istiyorlardı. Oluklu
bir pınar başı gördüklerinde anne ve babalarına burada durmak istediklerini
söylüyorlardı. Arabaları, yolun sağ yanına yanaşıp durduğunda onlar için bayram
oluyordu bu. Hemen inip önce ellerini yüzlerini yıkıyorlar, ardından
avuçlarıyla kana kana su içiyorlardı.
Yolculukları
sırasında acıktıklarında bir ilçe merkezine girdiler arabalarıyla. Orada yöreye
özgü yemekler yediler. Ardından yine bölgenin bitek topraklarında yetişen taze
çaylardan yapılan mis kokulu çay içtiler. Sonrasında yolculukları, yeniden
başladı. Köylerine gittikçe yaklaşıyorlardı. Birden önlerine “Çavuşlu” yazısı
çıktı. Ertürk, sessizce arabayı durdurdu
yolun kıyısında. Anne ve çocuklar, sağ yanlarına bakınca ekmek fırınını
gördüler. Burada yapılan Trabzon ekmeğinin ünü, tüm ülkeye yayılmıştı. Onlar da
indiler arabadan. Hep birlikte fırına girdiler. İki tane büyük ekmek aldılar.
Özge
ve Eralp, ekmeğin kokusuna dayanamadıklarını söylediler. Özgün anne de onlara
katıldı. Ertürk baba, fırıncıya bir ekmek daha almak istediğini, ancak bunu
dilimlemesini istedi. Arabaya biner binmez baba eline gelen ilk dilimi ısırdı
iştahla, sonrasında da diğerleri aldı ekmeklerini. O denli lezzetliydi ki ekmek,
yanında katık gerektirmiyordu. Özge, babasına sordu: “Bu kadar çok ekmeği ne
yapacağız baba?” O: “Birini eve götüreceğiz, Bir diğerini bölüp komşulara dağıtacağız.
Üçüncü ekmek de neredeyse bitmek üzere…
Kıyı
boyunca sık sık yerleşim yerlerinden geçtiler. Öğleden sonra kıyıdan sağa doğru
saptılar. Dere boyunca epeyce gittiler. Sonra yol ikiye ayrıldı. Onlar; sola, güneydoğuya
doğru bir tepeye tırmandılar. Az sonra yol, küçük iniş ve çıkışlarla sürdü.
İkindi
olmadan geldiler dede-nine evine. İndiler arabadan heyecan dolu bir coşkuyla.
Önce koştular hep birlikte nine ve dedeye. Sarılıp öpüştüler. Birbirlerinin
kokularını içlerine çektiler. Dedeleri ağaçtan henüz toplanmış karayemiş
getirdi tabaklar içinde. Özge, bu meyveyi ilk kez görüyordu. Adını da nasıl
yeneceğini de bilmiyordu. Ninesine: “Bu meyvenin adı ne nineciğim?” diye sordu.
Ninesi: “Karayemiş… “ dedi. Annesini gözlemleyince kolayca anladı meyvenin
nasıl yenmesi gerektiğini.
Kısa
bir dinlenmeden sonra arabadaki eşyaları elbirliğiyle taşıdılar eve. Akşamın
nasıl olduğunu, zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar. Erkenden uyku meleğine
teslim ettiler kendilerini. Çünkü sabahleyin erken kalkıp doğanın tadına
varacaklardı.
Sabahleyin
erkenden uyandı Engin ailesi. Önce mıhlama ve diğer yöresel ürünlerle sıkı bir
kahvaltı yaptılar ıhlamur çayının eşliğinde. Ihlamurlar, dedesinin bahçesindeki
ağaçtan toplanmıştı. Sonrasında hepsi birlikte yakındaki bir koruluğa gittiler.
Kuş sesinden başka bir ses işitmek olanaksızdı. Her yan kır çiçekleriyle bezenmişti. Çiçeklere
basmamak için özen gösterdiler. Tam bu sırada çığlık gibi bir ses işitti Eralp.
Bakındı çevresine çocuk, göremedi çığlığı atanı. Daha önce böyle bir ses
işitmemişti hiç. Sessizce bekledi biraz. Çok geçmeden aynı güçlü çığlığı
yeniden işitti. Çığlığın geldiği yeri belirledi kendince. Onu gördü. Başının
üstü siyah tüylerle kaplıydı çığlığı atan kuşun. Kanatlarının omuz başına doğru
olan bölümü maviydi. Mavinin üstünde kara çizgiler göze çarpıyordu. Mavinin
ardı sıra kara bir kuşak içinde aklık vardı. Karnının üst kısımları açık
griydi. Sırta çıkıldığında gri az da olsa koyulaşmıştı. Kuyruğu ise karaydı.
Çok renkli bir kuştu önünde duran.
Eralp,
sordu kuşa: “Senin adın ne? Ben, seni ilk kez görüyorum. Benim adım Eralp, bu arazilerin
sahibi benim dedem.”
Kuş:
“Sizi tanıdığıma çok memnun oldum. Dedeniz tam bir kuş dostu ve doğa koruyucusudur.
Benim türüm, kestane kargası… Bu yörede bize “çiha”, bazı köylerde ise “çisa” derler.
Çok renkli olmamızdan ötürü bizim türümüze “alakarga” adını uygun görürler genellikle. Benim adım
ise Sert Ötüş...”
Konuşmayı
işiten Engin ailesinin diğer bireyleri de sessizce yaklaştılar Eralp’in
bulunduğu yere.
Sert
Ötüş, Eralp’in dedesini ve ninesini görünce çok sevindi. Kanatlarını birkaç kez
çırptı. Gagasını konduğu dala sağa sola sürttü sertçe. Sonrasında da bir bakış
attı dedeyle nineye. Sonrasında: “Hoş geldiniz ninem ve dedem!” dedi.
Çocuk:
“Niye böyle çığlığa benzer bir ötüşün var senin?” diye sordu.
Sert
Ötüş: “Korunun her yanına, burada olduğumu haber veriyorum. Dostlarım sevinsin
burada olduğum için, düşmanlarım da korksun diye böyle güçlü bir ötüşüm var.”
Özge,
yaklaştı kuşun konduğu ağaca doğru: “Neyle beslenirsin sen?”
Kuş:
“Ben yemek ayrımı yapmam. Önüme ne çıkarsa yerim: böcekler, omurgasızlar, ölmüş
hayvanların leşleri, larvalar, meyveler, kuruyemişler gibi birçok yiyecekle
beslenirim. Bundan da anlaşılıyor ki ben et de ot da yerim. Yani hepçilim.” diye
yanıtladı onu.
Anne:
“O zaman sana niye kestane kargası diyorlar o zaman?”
Kuş:
“Sonbahar gelip kestaneler olgunlaştığında benim kış hazırlıklarım başlar. Başta
kestane olmak üzere bulduğum meşe palamudu, fındık gibi kuru meyveleri toprağa
gömerim. Gömdüklerimin üstüne küçük bir taşa parçası koyarım gagamla, onları
kışın kolay bulayım diye. Siz de bilirsiniz ki kışın yiyecek bulmak epeyce
zordur tüm canlılar için. Bu nedenle kışın yiyeceğimizi toprak anaya emanet
ederiz. Anlayacağınız kışın tıpkı sizin gibi ben de kestaneyi çok severim.”
Baba:
“Sakladığın bütün kestaneleri ya da diğer meyveleri bulabiliyor musun kışın?”
diye sordu.
Kestane
kargası: “Hepsini bulamıyorum doğal olarak. İşaret olarak sakladığım meyvelerin
üzerine koyduğum taşları, bazı hayvanlar itişip kakışırken kaydırır yerinde.
Sonbaharda buralara otlamaya gelen inek, koyun, keçi gibi evcil hayvanlar
toynaklarıyla ezer benim küçük taşlarımı. Bazılarını bu meyvelerle beslenen
kuşlar ya da başka hayvanlar bulup yer.”
Baba:
“Bulamadıkların ne oluyor?”
Kuş:
“ Bulamadıklarım toprağa gömülü kalıyor. Bahar gelince de her birinden kestane ya
da meşe fidanları çıkıyor. Onlar büyüyüp ağaç oluyor. Sonrasında meyve verince
bu ağaçlar, ben de onları yiyorum sonraki kışlarda. Anlayacağınız yiyecek
kaynağım olan meyve ağaçlarını kendim yetiştiriyorum. Bunu insanlar bildiğinden
bana saygı gösterir. Çünkü onların büyük zorlukla yaptıkları meyve fidanı ve
çok değerli olan kestaneyi yetiştirme işinin ben yaparım onlar adına. Kestanenin
yalnıza meyvesi değil, kerestesi de çok değerli... Çok az kendini bilmez vardır
ki bizleri avlayarak öldürür. Bizleri avlayarak kestane ağaçlarının sonunu
getirdiklerini ne yazık ki bilmez bu kişiler. Biz hem doğanın hem de çiftçinin
dostuyuz.” dedi biraz da üzüntüsünü belli ederek.
Zaman
iyice geçmişti. Dede: “Haydin çocuklar davranın bakalım. Yapacağımız çok iş,
gezeceğimiz çok yer var.” diye seslendi. Enginler, tek tek vedalaştı Sert Ötüş’le.
Eralp:
“Seni çok özleyeceğiz. Verdiğin bilgilerle bizi aydınlattığın için çok sağ ol
sevgili arkadaşım. Sana tüm değerlerim üzerine söz veriyorum ki, sizi avlayanlarla
gücüm yettiğince savaşacağım. Sizin gibi hem bizlere hem de doğaya
sayılamayacak denli yararı olan bir kuşun soyunun var olması zorunlu. Bu nedenle
ağaçlarımıza da kestane kargalarına da sahip çıkmamız bizim insanlık görevimiz.
Hoşça kal arkadaşım. Çığlığın güçlü, kanatların hızlı, gagan keskin olsun.”
dedi. Der demez de gözyaşları oluk gibi akmaya başladı bir dosttan ayrılmanın
acısıyla. Onun üzülüp ağladığını gören annesi sarıldı oğluna, bağrına bastı
Eralp’ini.
Nine,
elindeki fındık değneğine dayanarak: “Üzülmeyin çocuklar… Biz dedenizle
yıllardır kestane kargalarını koruduk. Dizlerimizde gücümüz olduğu sürece de korumayı
sürdüreceğiz. Bu kuşların bize yaptığı yararlar saymakla bitmez. Tarlamızı
kazdığımızda zararlı böcekler çıkar ortaya. En zararlısı da danaburnu... Mısırımız,
fasulyemiz, salatalığımız, kabağımız birden kuruyuverir. Neden bilir misiniz?
Danaburnu, toprak altında yaşadığından gelir bu sebzelerin kökünü yer de ondan
kururlar. İşte, biz tarlamızı belleyip kazdığımızda yeraltında yaşayan
zararlıları ardımız sıra toplayıp yer çiha. Böylece ürünlerimiz bu güzel kuşun
sayesinde böceklerden kurtulur. Onların bizlere iyilikleri saymakla bitmez.” dedi.
Tüm
aile, ağaca doğru dönerek kestane kargasına el sallayıp öpücükler gönderdiler.
O da kanatlarını açıp başlarının üzerinde birkaç tur attı. Peş peşe öttü.
Çığlıkları her yanı inletti.
Engin
ailesi, eve dönerken dallara ve havaya baktılar, belki bir kestane kargası
görürüz diye. Tam eve ulaştıklarında kapının önündeki armut ağacında bir çiha
gördüler. Öttü uzun uzun sevinçle. Onu tanıdılar Sert Ötüş’tü.
Özge
ve ailesi. her kestane yediklerinde alakargaları düşünürler. Uslarına Sert Ötüş
gelir. Onu sevgi, saygı ve özlemle anarlar.
Adil
Hacıömeroğlu
13
Temmuz 2025
Değerli , Adil öğretmenim ,
YanıtlaSilÖykünüzü keyifle okudum .Doğa ve ruh arasında ayna…Kestane kargası, bir öykü anlatıcısı değil; bir duygu taşıyıcısıdır. Sessiz ve görünmez ama etkisi derin.
Bir yandan geçmişin gölgelerini taşır,
Diğer yandan şimdiyle bağlantı kurmamızı sağlar,
Ve kim bilir, belki de unutulmuş umutları yeniden hatırlatır.
Bu yüzden öykü, sembolik bir figür üzerinden doğayı, insan ruhunu ve hafızayı birbirine bağlayan incelikli bir köprü kurar.
Ruhunuza, yüreğinize sağlık👏👏Fulya Kırımoğlu
Değerli , Adil öğretmenim ,
YanıtlaSilÖykünüzü keyifle okudum .Doğa ve ruh arasında ayna…Kestane kargası, bir öykü anlatıcısı değil; bir duygu taşıyıcısıdır. Sessiz ve görünmez ama etkisi derin.
Bir yandan geçmişin gölgelerini taşır,
Diğer yandan şimdiyle bağlantı kurmamızı sağlar,
Ve kim bilir, belki de unutulmuş umutları yeniden hatırlatır.
Bu yüzden öykü, sembolik bir figür üzerinden doğayı, insan ruhunu ve hafızayı birbirine bağlayan incelikli bir köprü kurar.
Ruhunuza, yüreğinize sağlık👏👏