TRUMP- ERDOĞAN GÖRÜŞMESİ


Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, önce 23 Eylül 2025 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda konuştu. İki gün sonra da 25 Eylül günü ABD Başkanı Donald Trump ile görüştü. Görüşme başlamadan önce ABD Başkanı, Erdoğan’ı övdükçe övdü. Bu övgüler, olağan değil doğal olarak.

Erdoğan, ikide bir “Dostum Trump” diyor. Bu sesleniş biçimi, yalnızca ABD Başkanıyla ilgili değil. Nerdeyse yabancı devletlerin tüm yöneticileri için böyle bir dil kullanmakta. Devletlerarası ilişkiler, yöneticilerin kişisel dostlukları üzerinde değil, devlerin çıkarları temelinde kurulup yükselir.

Trump-Erdoğan görüşmesinde konuşulup anlaşılan konuların bazıları kamuoyuna sızdı. Ne yazık ki bunlar hiç de iç açıcı değil Türkiye’nin geleceği için. Öncelikle ABD’nin Ankara Büyükelçisi Thomas Barrack’ın liderlerin görüşmesinden önce yaptığı açıklama, gündeme bomba gibi düştü. Trump, Barrack’a: “Erdoğan’a meşruiyet kazandıralım” demiş. Bu sözden yola çıkarsak demek ki Türkiye’nin cumhurbaşkanı, ABD yönetimine göre meşru değilmiş. Ne yazık ki merkez ve yandaş medya bu konunun üstünde fazla durmadı. Bu sözü işitmezden geldiler nedense. Ülkemizin cumhurbaşkanımıza meşruiyet kazandıran ulusumuz mu, yoksa ABD mi? Trump, bu sözü elçisine söylerken kimden, neden cesaret alıyor?

Görüşmede konuşulduğuna göre ABD’den alınacak F 35’ler konusu çözüme kavuşmamış. Savaş uçağı yerine, THY’ye 225 tane yolcu uçağı satılacak. ABD açısında iyi ticaret bu, kârlı bir alışveriş…

Trump’la Erdoğan, yaptıkları görüşmede Türkiye’nin ABD’den sıvılaştırılmış gaz alacağı konusunda anlaşmış. Yani ülkemiz bundan böyle Rusya’dan doğalgaz alamayacak demek bu. ABD’nin bize satacağı gaz, Rus gazından üç kat daha pahalı. Bu da Türkiye’de enerji ederinin artması demek. Bunun her alandaki tüketilen mal ve hizmetlere yansıyacağı da çok açık.

Trump-Erdoğan konusunda konuşulup karar verilenlerden biri de nükleer enerji tesislerinin kurulması. Bilindiği gibi ülkemiz, bu konuda Rusya ile işbirliği yapmakta. Mersin Akkuyu’daki nükleer enerji tesisi yakında üretime başlayacak. Amaç, bu işbirliğini bitirmek… ABD, Türkiye’nin Rusya ile nükleer alandaki işbirliğinden son derece rahatsız… Bu işbirliğinin sonunda Türkiye’nin nükleer silah üretme olasılığı, hem ABD’nin hem de İsrail’in korkulu rüyası. Bu nedenle Washington ve Tel Aviv’in bu konuda önlem alması gerek kendilerince. Böyle de oldu şimdilik.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Trump-Erdoğan görüşmesinden sonra açıklamalarda bulundu. Ülkemizin büyük gururu olan Kaan uçağının motorunu, ABD’nin bize vermeyeceğini söyledi Fidan. ABD yönetimi, ülkemizin her alanda yükselmesini engellemek için çelme üstüne çelme atıyor. Ne yazık ki hem Erdoğan hem AKP sözcüleri hem de hükümet destekçisi medya, görüşmenin çok olumlu geçtiğini söylemekteler. Türkiye’nin çıkarına olan bir şey yok görüşmede, bu nasıl yararlı ve olumlu görüşme?

Trump, görüşmede kendi istekleri dayatıp kabul ettirdi Erdoğan’a. CAATSA yaptırımları kaldırılmadı. Gazze’de soykırım durmadı. Trump, Gazze’den söz etmezken İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etmeyeceğini söyledi. Bu ne demek? Şimdilik Gazze ilhak edilecek demek. Bu da anlayana…

Trump-Erdoğan görüşmesinde Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin bozulması amaçlanmış. Devlet Bahçeli’nin Türkiye, Rusya, Çin ittifakı önerisinin gerçekleşme olasılığının yok edildiği bir görüşme bu. Ülkemizi, ABD’ye daha bağımlı kılmak için olabilecek her şey, bu görüşmede olmuş.

Yıllardır başımıza ne gelmişse ABD eliyle gelmiş. ABD, ülkemizin baş düşmanı. Yıllardır Türk ulus devletini böleceğini söyleyen de Washington. Düşmanlığını açıkça dosta, düşmana duyuruyor dostunuz Trump’ın yönettiği emperyalist güç. Ey Erdoğan, önce ülkemizin dostunu ve düşmanını doğru seçmelisin. ABD’ye teslimiyet içinde olarak onun düşmanlığını dizginleyemezsin.

Günün sorusu şudur: Düşman seni niye över? Bekleyip görelim, turpun büyüğü daha heybede. Ancak Türk ulusunun sağduyusu, emperyalist oyunları bozar. Atalarımızın: "Kötü komşu insanı mal sahibi yapar." sözünü, Türkiye'yi yönetenlere anımsatmak isterim.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       29 Eylül 2025

 

 

 

 

ÇOCUKLAR VE İP

 

Öndeş ailesi, bu yıl yaz dinlencesini dede ve ninelerinin yaşadığı Amasya’da geçirmeye karar verdi. Baba Balkır, anne Begüm, çocukları Beril ve Berkin’le ata topraklarına gitmek için yola çıktılar.

Yolculukları uzun sürdü, ancak sıkıcı olmadı. Güzel ve mutlu bir yolculuk yaptılar. Yolda tarihsel, doğal ve kültürel değeri olan yerleri gezdiler. Buralarla ilgili çok bilgilendiler. Hele Anadolu’nun ilk uygarlığı sayılan Hititlerin merkezi, Çorum’daki Boğazköy’ü (Hattuşaş’ı) gezmeleri onlar için çok bilgilendirici ve aydınlatıcıydı. Yol boyunca Hititlerin yaşantılarını düşündüler. O çağın yaşam biçimini düşlediler kendilerince. Beril ve Berkin, annelerine de babalarına da peş peşe sorular sordular. Bazı soruların yanıtlarını uğradıkları yerlerde birlikte gezip görerek öğrendiler hep birlikte.

Amasya’ya yaklaştıkça heyecanları arttı. Çünkü çocuklar, uzun zamandır dede ve nineleriyle görüşmemişlerdi yüz yüze. Ayrıca dört yıl önce gittikleri köylerini, çok merak ediyorlardı. Dört yıl önce yaşları çok küçüktü. Bu nedenle gördükleri birçok şeyi anımsamıyorlardı. Bazı şeylerin de farkına varmamışlardı o zaman. Çünkü o dönemde ilgi alanları çok farlıydı.

Köylerine yaklaştılar. Burunlarına, çok uzaktan köylerinin kokusu geliyordu sanki. Hele ninesinin pişirdiği köy ekmeğinin kokusu vardı sanki her yanda. Dedesinin ağaçlardan yeni topladığı eriğin, armudun, elmanın kokusu sinmiş gibiydi havaya. Horozun ötüşü, tavukların gıdaklaması, koyunların melemesi, ineklerin derinden bağırması, atın kişnemesi kulaklarında capcanlı duruyordu. En çok merak ettikleri de bu yıl kaç kuzu ve buzağının doğduğuydu. Onlar için adlar düşündüler kendi aralarında. Köydeki arkadaşlarını düşlediler bir süre. Acaba yeni arkadaşları olacak mıydı bu kez? Yeni arkadaşlarla uyum sağlayabilecekler miydi birbirlerine?

Köylerine yaklaştıkça orayla ilgili sorular soruyorlardı anne ve babalarına. Henüz köylerine varmadan ön bilgiler edinmek isteğindeydiler. Bu onların gidecekleri yeri, daha iyi tanımalarına yardım edecekti. Komşularıyla ilgili ayrıntılı sorular sordular. Daha çok ilgilendikleri ise köylerindeki hayvanlar ve bitkilerdi. Bunların özelliklerini öğrenmek için can atıyorlardı. Özellikle Amasya’dan geçip giden Yeşilırmak’la ilgili sorular sordular. Yeşilırmak’ın Suşehri yakınlarından doğarak birçok il, ilçe ve köyleri geçerek, geçtiği her yerde yeni akarsularla birleşerek suyunun çoğalmasına şaşırdılar. Yeşilırmak, Amasya’nın içinden geçerek Taşova topraklarına bolluk ve verim getirdikten sonra Kelkit ırmağıyla birleştiğini öğrendiler. İyice güçlenen sularıyla kuzeye doğru akıp Çarşamba Ovasından denize döküldüğünü söyledi anneleri Begüm. Babası ise Çarşamba Ovasının Yeşilırmak sayesinde var olduğunu anlattı,

Balkır: “Çocuklar, Yeşilırmak ve onu besleyen akarsular birçok yerden geçer. Onların geçtiği yerlerin çoğu ağaçsız, çalısız, otsuz bozkırlar... Doğaldır ki buralarda toprak aşınımları var. Aşınımlar sonunda oluşan toprak, toz, diğer yer parçalarını yağmur, kar ya da sel suları sürükleyip akarsuların yataklarına getirir. Bu lığları, Yeşilırmak kilometrelerce uzağa taşıyıp Karadeniz’e sularıyla döker. Bu lığlar, kıyıda birikerek çok verimli bir ovayı oluşturur. İşte, Çarşamba Ovası böyle oluştuğu için ülkemizin en verimli topraklarından biridir.” diyerek açıkladı çocukların merak ettiği konuyu.

Begüm anne: “Bafra Ovası da Kızılırmak’ın lığlarıyla aynı biçimde oluşturduğu çok verimli bir toprağımız.” dedi.

Beril ve Berkin, aynı anda: “Çok sağ olun annem ve babam. Çok değerli bilgiler verdiniz bize.” dediler.

Söyleşiye daldıklarından köye nasıl vardıklarını anlamadılar. Annesi, arabanın düdüğünü öttürdü birkaç kez geldiklerini haber vermek için. Arabanın düdüğünü işiten Çolpan nine ile Odman dede neredeyse koşarak çıktılar kapının önüne. İkisinin de yüzü mutluluktan gülüyordu. Hem çocuklarını hem de torunlarını görmek için can atan bir durumları vardı. Arabanın yanına geldiler. Dört kapı birden açıldı. Her kapıdan yüzleri çiçek açan dört kişi çıktı. Nine ile dede, hangisine sarılacaklarını şaşırdılar kısa bir süre. Önce torunlarını bağırlarına bastılar. Uzun uzun öpüp kokladılar onları. Ardından çocuklarına sıra geldi. Onları da aynı sıcaklık ve içtenlikle kucakladılar. İkisini de öpüp kokladılar doyasıya.

Bahçedeki elma ağacının dibine oturdular. Bir süre hiçbiri konuşup bir şey söyleyemedi heyecandan. Az sonra dede ve nine suskunluğu bozdu. Teker teker hepsinin halini hatırını, yolculuklarının nasıl geçtiğini sordular. Ardından torunlarına sarıldılar fırsat buldukça. Onlar da Çolpan nine ve Odman dedenin sağlığını, nasıl olduklarını, neler yaptıklarını sorup öğrendiler. Az sonra Çolpan nine, yoldan geldikleri için aç olabileceklerini düşündüğünden hemen bakır siniyi elma ağacının gölgesine getirdi. Hepsi birden kalkıp ninelerine yardım etmek için aşlığa girdi. Aşlığı, yemek ve ekmek kokusu kaplamıştı. İki çocuğun burnu, bundan daha iyi kokuyu bugüne dek almamıştı sanki. Önce yemek ve ekmek kokusunu içlerine çekerek doymaya çalıştılar. Sofra çabucak kuruldu. Yemekler geldi. Açık ve temiz havada yenen bu yemeğin tadına doyum olmuyordu. İyice doydular. Ardında sofrayı birlikte kaldırdılar. Balkır, bulaşıkları yıkarken Begüm de durulayıp kuruttu onları.

Beril, dedesine: “Bu ağacın adı ne dede?” diye sordu.

Odman dede: “Bu, ilimizin dünyaca ünlü Amasya elması… Şimdi henüz olgunlaşmadı meyveleri.” diye yanıtladı onu.

Konuşmayı işiten Çolpan nine, kaşla göz arasında koşar adım giderek iki elma getirdi çocuklara. “Elmaları yıkadım. Altında oturduğumuz ağacın meyvesi bunlar. Isırıp yiyin, afiyet olsun.” dedi mutlulukla.

Çocuklar elmalarını yedikten sonra yerlerinden kalkıp çevreyi keşfe çıktılar. Evin önünde iki ağacın arasına gerilmiş çamaşır ipi, Berkin’in ilgisini çekti. “Nine, sizin çamaşır ipiniz, bizimkinden farklı niye?” diye sordu.

Nine: “Evet, doğru çocuğum ikisi çok farklı… Sizin balkonunuzdaki ip naylondan, bizimki kendirden. Kendir doğal bir ürün… Naylon ise kimyasal bir madde olduğu için hem sağlığa hem de doğaya zararlı. Bir dönem ülkemizde neredeyse her yerde yetiştirilirdi kendir, sonra yasaklandı bir süre nedense.” diyerek yanıtladı çocuğu.

Berkin’le Beril, yerlerinden kalkıp çamaşır ipini incelemeye başladılar. İpin doğal yumuşaklığını duyumsadılar parmaklarında. Oysa kendi balkonlarındaki naylon ip, aynı sıcaklığı ve yumuşaklığı duyumsatmıyordu onlara. Tam çamaşır ipini incelerken dedelerini yanlarına gelip konuşmaya başladı: “Kendir ya da diğer adıyla kenevir, atalarımız bunun tohumlarını Orta Asya’dan atların heybelerine koyarak getirdikleri lifli bir bitki… Bu toprakları sevdi getirilen tohumlar. Neredeyse yurdumuzun her yanında yetiştirilmeye başlandı. Hem lifleri hem de tohumları birçok alanda kullanılageldi yüzyıllar boyunca.” deyince Beril, sözün arasına girip sordu:

 “Hangi alanlarda kullanılıyor kendirin lifleri ve tohumları?”

Nine hemen: “Liflerinden ipler, halatlar yapılır. Bunlar çok dayanıklı ve sağlam olur. Genellikle bunlar evlerde üretilir. Ayrıca liflerinden iplik yaparak iç çamaşırı ve gömlek yapılır. Bu giysiler, insanlar için çok sağlıklıdır. Eskiden herkes kendirden yapılan gömlekler giyerdi. Bunlar evlerde dokunurdu. Az sonra size içeride bulunan keten bez yaptığım tezgâhımı gösteririm. Ne yazık ki son yıllarda bu dokuma tezgâhlarının neredeyse hepsi yok olup gitti.” dedi biraz da üzülerek.

Çocukalar: “Desene nine, senin dokuma tezgâhın tarihsel bir yapıt…” dediler heyecanla.

Nine: “Evet çocuklarım, müzelik oldu o artık.” dedi üzülerek.

Begüm anne, burada söze girdi: “Başka yararları var mı kendirin?” diye sordu.

Odman dede: “Olmaz mı kızım? Kâğıt sanayinde kullanılır. Kısa sürede, hızlı büyüdüğü için en ucuz ve dayanıklı kâğıt, kenevirden elde edilir. Tohumu çok yağlıdır. Bu nedenle ilaç, sabun ve yakıt yapımında kullanılır. Lifleri dayanıklı ve uzun ömürlüdür. Liflerinden çanta, ağ, çuval yapılır. Ayrıca birçok sanayi dalında hammadde olarak kullanılır.” dedi düşünceli düşünceli.

Balkır: “Peki, baba bu denli yararlı bir bitkinin üretimi niçin yasaklandı?” sorusunu sordu merakla.

Dede: “Oğlum, her şey de olduğu gibi kendiri de kötü amaçları için kullanan bir kısım insanlar çıktı ortaya. Dünyanın her yerinde var bu kötü niyetli kişilerden. ABD, ülkemize baskı yaparak bu güzelim, yararlı bitkinin yetiştirilmesini yasaklattı. Böylece birçok alanda kullanılan ve ucuza mal edilen bir bitkiden yoksun kaldı ne yazık ki ülkemiz uzun süre. Son yıllarda kontrollü olarak ekimi başlatıldı on dokuz ilimizde. Dileğim odur ki ülkemizin her yanına yayılır kendir yetiştiriciliği. Kısa sürede de bu ürünü işleyecek fabrikalar kurulur.” dedi gözleri uzaklara dalarak.

Begüm: “Çok kötü olmuş ülkemiz için kendirin yasaklanması. Böyle bir ürün yasaklanır mı hiç?” dedi iç geçirerek.

Balkır: “Yöneticilerimiz ne yapıp edip kendir yetiştiriciliğini yaygınlaştırmalı, zarardan dönmeli. Bu yararlı ürün yeniden sanayimize kazandırılmalı. Bir de doğal bir ürün olduğu için toprağa, suya, havaya zarar vermez. Çevremizi bu doğal ürünlerle koruyabiliriz.” dedi umutla.

Çocuklar, yerlerinden kalkıp ipi yeniden okşayıp sevdiler. Çolpan nine: “Haydin bakalım, hazırlanın kendirliğe gitmek için. Gidip yerinde görelim bu yararlı bitkiyi.” diye öneride bulundu. Hepsi birden ninenin bu önerisini benimseyip yerlerinden kalktılar. Yürüdüler kendirleri görmek için kırlara doğru.

Yolda kuşlardan, bitkilerden, kara hayvanlarından, böceklerden konuştular. Yararlı bir gün geçirmenin mutluluğu, erinciyle kol kola girdiler sevinçle. Çocuklar, kendirden ürünleri düşleyerek gülümsediler vardıkları tarladaki kendirlere. Kendirler de onlara çiçekleriyle “Hoş geldiniz” dediler.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       28 Eylül 2025

 

 

ATATÜRK’ÜN DOSTLARI KİMLERDİ?


Atatürk, Samsun’a çıkıp Türk halkıyla buluştuğu günden başlayarak dost ve düşman ayrımı konusunda sayısız açıklama yaptı. Savaşta en önemli şey, dostla düşmanı saptamaktır. Düşmanını iyi tanımazsan, amaçlarını bilmezsen; dostlarını da belirleyemezsin. Öncelikle düşmanı yenmek için sağlam dostlara ve ittifaklara gereksinim var.

Mustafa Kemal Paşa, kurtuluş yoluna çıktığı ilk günden başlayarak ulusumuzun baş düşmanının İngiltere olduğunu saptıyor. Dostu olarak da öncelikle İngiltere’nin, dünya emperyalist ve kapitalist sisteminin yıkmaya çalıştığı Sovyetler Birliği’ni, Bolşevikleri belirliyor. Önce dost-düşman ayrımını iyi yapıyor Atatürk. O, 15 Temmuz 1920’de Hâkimiyeti Milliye gazetesine yazdığı başyazıda, önce Kurtuluş Savaşı’nın amacını anlatıyor.

“İstiyoruz ki, bütün milletler gibi biz de bağımsız olalım. İstiyoruz ki, kendi evimizin sahibi, kendi cebimizin hâkimi, kendi hayat, kendi namusumuzun mesulü biz olalım. İstiyoruz ki, yeryüzünde zulüm kalmasın. Milletler arasında düşmanlıklar ortadan kalksın. Dünyaya hâkim olan kapitalizm illeti bir daha kalkmamak üzere uyusun… İşte, bugün içinde bulunduğumuz mücadelenin bizce yegâne manası! (Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi/Hâkimiyeti Milliye Yazıları, Kaynak Yayınları, s. 76” Burada iki amacı öne çıkarıyor Atatürk: Birincisi bağımsızlık, ikincisi ise dünyada zulmün ortadan kalkması için kapitalizmin yok olması.

Aynı yazının devamında: “Ve bütün dünya şu uğursuz emperyalizm zulmünden kurtulmadıkça bizim için hayat ve rahat ihtimali tasavvur edilemez.” demekte. Aslında bu tümce ile Atatürk, emperyalizmin sömürüp ezdiği, yok etmeye çalıştığı tüm ezilen uluslarla emperyalizme karşı ittifak kurmak gerektiğini açıklamakta.

Atatürk; birçok konuşmasında ve yazısında Bolşeviklerle ittifaktan söz etmekte. Ayrıca emperyalizme karşı olan tüm güçleri birleştirmeyi amaçlamakta. “Önce kendi kuvvetimize ehemmiyet veriyoruz. Fakat kendi kuvvetimize, düşmanlarımızın adedinin çokluğunu nazarı dikkate alarak kuvvet ilave etmek bir farzdır. Bu suretle bittabi Doğu’dan gelmesi muhtemel olan olumlu kuvvetlere iltifat edeceğiz. Ancak bu noktada iki yönü birbirinden ayırmak lazımdır. Biri Bolşevik olmak, diğeri Bolşeviklik Rusya’sıyla ittifak etmek. Biz Heyeti İcraiye, Bolşevik Rusya’sıyla ittifak etmekten bahsediyoruz. Yoksa Bolşevik olmaktan bahsetmiyoruz. (Atatürk’ün Kendi Kaleminden 7, Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, 1. Basım: Nisan 2028, s. 111)” Atatürk Bolşeviklerle ittifak yapmayı ne güzel açıklamış TBMM’deki konuşmasında.

Her zaman, her yerde dar kafalı ve sığ düşünceli insanlar vardır. Bu nedenle ülkesinin çıkarlarını koruyamaz bu tür kişiler, tersine emperyalizme hizmet ederler. Günümüzde de böylelerine sıkça rastlıyoruz. Devlet Bahçeli, ABD-İsrail’e karşı Türkiye, Rusya ve Çin ittifakı önerdi ülkemizin önünde duran zorlukları, tehlikeleri görerek. Hemen bu dar kafalı, sığ düşünceliler hortladı. “Efendim Rusya ve Çin’de demokrasi yokmuş, özgürlükler kısıtlıymış.” diyerek ABD ve İsrail safında olmanın yararlarını çok açık olmasa da anlatmaktalar ekranlarda. Sanki ABD’de demokrasi ve özgürlük var? Tarihi boyunca dünyada en çok insan kanı döken bir ülkede demokrasi ve özgürlük mü olur?

Atatürk, Batı’ya karşı savaş vererek Türkiye’yi kurdu. Bu savaşta yanında başta Sovyetler Birliği olmak üzere Doğu’nun ezilen ulusları vardı. Bu ittifak anlayışını Cumhuriyet döneminde de sürdürdü. Onun dostları: Lenin, Stalin, dönemin İran Şahı Rıza Pehlevi, Afganistan Kralı Emanullah Han, Hint ve Buhara Müslümanları, Gandi, Balkan ve Batı Asya’daki devletlerin yöneticileriydi. O, Balkan ve Sadabat paktlarını kurarak sınırlarımızı emperyalizme karşı güvence altına alarak bir yandan da komşu ülkelerle siyasal, askersel, ekonomik ilişkileri geliştirdi. Günümüzün bazı sözde Atatürkçülerinin bu dostlukları anlaması olanaksız. Hele ABD tapınmacılığında sınır tanımayan liberallerin böyle bir ittifak siyasetine açıkça cephe almaları çok olağan.

Sayın Bahçeli’nin TRÇ olarak simgeleştirdiği Batı emperyalizmine karşı kurulacak bir Doğu ittifakından başka çözüm yolu yok ülkemizin karşısında. İsrail ve ABD’yi durdurmanın yolu da bu. Bu ittifakın eksiği var, fazlası yok! Bu ittifaka, Avrasya’nın diğer ülkelerini de katmalı. Böylece emperyalizme karşı daha güçlü bir ittifak kurulmalı. Çünkü TRÇ İttifakı, ülkemizi Atlantik’le bir yol ayırımına götürmekte. Bunu Erdoğan’ın ABD ziyareti nedeniyle taktiksel bir açıklama olarak görmek, ABD emperyalizmin ve onun piyonu İsrail’in yanında yer almaktan başka bir şey değil.

TRÇ İttifakı tartışmalarına bakıp ülkemizdeki Amerikancıların, İsrail yanlılarının nasıl kendilerini belli ettiklerini görebiliriz. Bu ittifaka cepheden karşı çıkanların ABD severliği su götürmez bir gerçek. Onlar, Türkiye’nin ve dünyadaki ezilen ulusların yanında değil; emperyalizmin safındalar.

Atatürk, dünyada emperyalizmi, bir kurtuluş savaşı ile yenen ilk önder. Bunu da düşmanı iyi belirleyip dostlarını doğru seçerek başardı. Günümüzde de durum değişmemiştir. Tarih; Türk ulusuna dün Güneş Batmayan İngiliz emperyalizmini yıkma fırsatını vermişti, bugün ise ABD emperyalizminin kanlı ellerinden dünyayı kurtarma görevini koydu önüne. Bu görevi yerine getirerek ezilenlerin özgürlüğüne öncülük mü yapacağız, yoksa emperyalizme teslim olup ülkemizin göz göre göre yok olmasını mı bekleyeceğiz?

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               22 Eylül 2025

 

 

 

Oğluma Mektup 5

 

19 Eylül 2025 Cuma

Duygudaş Oğluma,

Yazın son günlerine yaklaştık. Güz, dört gün sonra başlayacak tüm güzelliğiyle. Doğal döngü tüm kurallarıyla sürmekte. Bu döngüyü değiştirmek olanaksız. Ancak insanoğlu, ne yazık ki bilinçsiz ve sorumsuzca doğayı kirletmeyi, doğal kaynakları açgözlülükle tüketmeyi, onun kurallarını bozmayı kendisi için bir beceri saymakta. Doğa ana, insanların bu acımasızlığını yine de bağışlamakta. Ona bolluk sunmakta kucağındaki büyük sofrasında. Bu bolluk, hem görsel ve duygusal anlamda hem de yiyip içme alanında…

Doğa ananın bağışlayıcılığından söz ettim yukarıda. Doğa ananın bu bağışlayıcılığı, büyüklüğünden… Demek ki bağışlayan büyüktür, bağışlamayan ise küçüklük yarışı içindedir bilerek ya da bilmeyerek. Uygarlık yaratan büyük toplumlar da tıpkı doğa ana gibi bağışlayıcıdır. Çünkü bağışlamak, büyüklüğün ünündendir. Bağışlama olmadığında kişisel ilişkiler gelişmez, toplumsal uzlaşma sağlanmaz.

Bağışlayıcı olmak, erdemli olmanın en önemli belirtisi… Erdemli kişi, bağışlar. Çünkü o, feodal düşünceden kendini soyutlayan, uygar düşünceyi benimseyen çağcıllık yolunda ilerleyendir. İnsanların hata yapmasını olağan karşılar. Kişilerin hatalarla öğrenebileceğini düşünür. Yaşamdan ders almak; yanlışları, yaşamın öğretmeni olarak görmek onun deneyimlerini oluşturur. Kişi, deneyimleriyle varsıllaşır. Bu varsıllık; ona yeni bir bilinç, farklı bakış açısı, hoşgörüye dayanan insan ilişkisi kazandırır. Burada insanın en büyük varsıllığının erdemli olmasıdır, diyebilirim.

Sevgili Oğulcuğum, sen bebekliğinden beri duygudaşsın. Duygudaşlık, senin en belirgin özelliğin oldu giderek. Arkadaşlarınla ilişkilerinde, kendini hep onların yerine koydun. Zaman zaman bana ve annene de “Sen, kendini arkadaşının yerine koyup ona göre düşün ve karar ver” derdin. Bu tümcen beni çok mutlandırırdı. Aslında bu sözünle hem bize hem de çevrendekilere duygudaşlık, erdem ve insanlık dersi veriyordun. Bu özelliğini yitirmemen en büyük dileğim.

“Küçükten kabahat, büyükten af” sözünü, çocukluğumda büyüklerimden sıkça işitirdim. Çocuğun doğasında vardır hata yapmak, çünkü öğrenecek. Kimi zaman bu hatalar, aşırıya kaçabilirdi. Yine de büyüklerimiz, bu aşırılıkları görmezden gelerek anlayışlı davranırlardı. Kimi zaman da yapılan yanlışları, uygun bir dille bize anlatıp bir daha bunları yapmamamızı söylerlerdi. Bu tatlı sert uyarılar hoşumuza giderdi. Böylece yaptığımız yanlış davranışları sorgulayıp onlardan ders çıkarırdık. Bunu sağlayan büyüklerimizin bağışlayıcılığıydı.

“Aman dileyene kılıç kalkmaz” sözü, bağışlayıcı olmanın güzelliğini, erdemini anlatan bir başka atasözümüz. “Kişi, mertliğine sığınan düşmanın canına kıymamalı” anlamında bir söz. Ne denli anlamlı, büyüklük göstermenin erdemini anlatan bir söz değil mi? Bununla anlamdaş olan “Eğilen baş kesilmez” atasözümüz de yüzyıllar öncesinden bize yol göstermekte. Karşındaki kişi, yanlışını kabullenip baş eğiyorsa sana; onu bağışlamak insanca, uygarca bir davranış.

Atacan’ım, herkese karşı bağışlayıcı ol! Bağışlayamayacağın durumlar, davranışlar, düşmanlıklar da vardır kuşkusuz. Bunları da iyi sorgulamalısın. Vicdan tartısında adalet duygunu yitirmeden iyi tartmalısın olanı biteni. Olay sıcakken vicdan tartısı, adaletli olmaz. Çünkü öfken, canlı ve coşkundur. Sağlıklı değerlendirme; öfkemiz yatıştığında, olayın sıcaklığı yok olduğunda, iğneyi kendimize batırma yürekliliğini gösterdiğimizde yapılabilir.

Kin tutmak, çağcıl ve uygar kişiye yakışmayan bir davranış. Çünkü kin, insanı içten içe yiyip bitirir. İnsanın en büyük düşmanıdır kin. Bu nedenle kişi, içindeki kinin yerine bağışlayıcılığı koymak zorundadır mutlu bir yaşam için.

Sana en önemli öğüdümdür oğlum; bağışlayıcı ol, kin tutma! Atatürk’ün dediği gibi fetihlerin en büyüğü, kişinin kendini fethetmesidir. Kendini fethetmek demek; kendini kinden, ucuz çekişmelerden, önyargılardan, anlamsız davranışlardan, kişisel hırslardan, duygusal tepkilerden kurtarmaktır.

İnsan kendini arındırmalı kötü düşünce ve davranışlardan. Arınma, olgunluğa giden yolun ilk adımı… Olgun kişi olmak, yaşa değil; bireyin kendi çabasına, isteğine, kendi bencilliğiyle yaptığı savaşıma bağlı. İçimizdeki şeytanı yenmeli ki; o şeytan, bizi sapa yollara götürmesin. O şeytan, bizi insanlık yolundan çıkarmasın.

Sevgili oğlum, seni ve yüreğindeki insanlık sevgini, vicdan tartını; davranışındaki erdemini, duygudaşlığını öpüyor; sağlıklı bir yaşam diliyorum.

Yaşama olumlu bak, o sana her türlü olanağı verir ve olağanüstü fırsatları karşına çıkarır. Sağlıcakla…

                                                               Baban

 

KURTTEKİNLER VE KARAMUK


Kurttekin ailesi güz esintilerinin insana esriklik veren güneşli bir gününde ata toprakları Akdağmadeni’nin Veziralanı Köyüne giderler. Baba Aydın Bey, eşi ve çocuklarına doğup büyüdüğü topraklarla ilgili bilgiler verir. Köyleri, denizden yaklaşık 1600 metre yüksekte olduğu için güz yeli, onları üşütür birazcık. Ancak ormanlarla kaplı tepelerin onlara sunduğu görsel toy, güz esintisinin soğuğuna üstün gelir. Çünkü ilk kez gördükleri ağaçlar, çalılar, hayvanlar onların ilgisini daha çok çeker.

Köyden kırlara doğru uzaklaşıp dağların eteklerinden yokuş yukarı yürüdükçe çam kokusunun ve güzelliğinin büyüsüne kapıldılar. Çam kokusunu daha çok solumak için çaba gösterdiler. Doğadaki sessizlik onların ilgisini çekti. Yalnızca kuşların ezgi dolu ötüşleriyle bazı memeli hayvanların seyrek bağrışları işitilmekteydi. Ne yazık ki çocuklar belli bir ezgiyle öten kuşların çoğunun adını bilmiyor, onları tanımıyorlardı bile. Bu nedenle babalarına soru üstüne soru soruyorlardı. O da bildiği kadar yanıtlamaya çalışıyordu onları. Aydın, bazı sorulara ise doğru yanıt veremiyordu. Çünkü köylerinde geçen kısa bir çocukluk dönemi vardı. Yaşamının çoğunu Mersin, İstanbul ve başka yerleşim yerlerinde geçirmişti.

Yürürken orman kıyısında bir çalı kümesi gördü Kurttekin ailesi. Üstünde karamsı meyveleri vardı. Meyveleri, farklı birkaç kuş yiyordu. Gagası sarı simsiyah bir kuş ilgilerini çekti. Çocukların anneleri Derya, eşi Aydın’a dönerek: “Kuşların yediği bu meyvenin adı ne? Bunu insanlar da yiyor mu?” diye sordu.

Aydın: “Bu meyvenin adı, karamuk… Meyveleri karaya yakın renkte olduğu için “kara” sözünden türetilmiş bir ad. İnsanlar bu meyveyi severek yer. Çünkü bu meyve, birçok derde devadır.”

Derya Hanım ve çocukları kuşları ürkütmeden yavaşça onların olmadığı uzak bir köşeye gittiler. Önce Aydın, birkaç meyveyi dalından koparıp ağzına atıp çiğnemeye başladı. Sonrasında yine meyve alarak önce eşinin, ardından da üç çocuğunun ağzına götürdü elini. Anne ve çocukları meyveleri yavaşça ve dikkatle çiğnemeye başladılar çekirdeklerini ayırarak. Tadını, iyice alıp duyumsamaya çalıştılar. Meyveyi sevecek oldular ki birden dört el birden uzandı dallara ve meyve koparmak için.

Derya: “Çok güzelmiş bu meyve.” dedi gülümseyerek.

Kurttekinler, bir yandan karamuk yerken diğer yandan da gözlerini ayırmıyorlardı kuşlardan.

İkiz kızlardan Duru Irmak sordu ilgisini çeken kuşa:

“Senin adın ne? Ben, seni ilk kez görüyorum. Bu arada benim adım Duru Irmak.”

Kuş: “Bana buralarda yaşayanlar ‘karatavuk’ der tüylerimin rengi nedeniyle. Ancak bana, arkadaşlarım ‘Zeytin’ diye seslenirler. Senin adın da çok güzelmiş, Duru Irmak. Ne yazık ki birçok ırmağımız duru değil. Bazılarının suyu kirlilikten görünmez durumda. Kimilerinin suyu bitmek üzere insanların yanlış kullanımı nedeniyle. Senin adınla anılacak ırmak çok az kaldı. Bunu üzülerek söylüyorum. Kimi zaman temiz su içmek için ırmakların kaynaklarına doğru uçarız ne yazık ki.”

Duru Irmak: “Tanıştığıma çok memnun oldum Zeytin. Irmaklarla ilgili anlattıklarına çok üzüldüm. Çünkü sular, tüm canlıların yaşam kaynağı. Su kirlenirse yaşam olur mu hiç?” dedi biraz da üzülerek.

Zeytin: “Evet, dediklerin doğru… Suları temiz tutmalı. Yaşam kaynağımız suyu gereksiz ve bilinçsiz kullanmamalı. Su kaynakları temiz tutulmalı. Buna özellikle insanlar çok dikkat etmeli.”

Konuşma sürerken bir dalın üzerine konmuş ve karamuk yiyen bir kuş, insanı büyüleyen bir ötüşle doğanın en güzel ezgisini söylemeye başladı. Aile, bu sese kulak kesildi. Kuşun söylediği ezgiye bayıldılar. Herkes soluğunu tutmuştu o an. Yalnızca Kurttekinler değil; çevrede bulunan kuşlar, böcekler, diğer hayvanlar da dikkat kesilmişlerdi bu güzel ezgiyi dinlemek için. Kuşun ötüşü bitince Berrak Nehir, büyük bir sevinçle bu güzel ezgiyle onlara mutluluk veren kuşa yaklaşarak:

“Ne güzel ötüyorsun. Bu denli güzel ezgiyi yaşamımda ilk kez duydum. Mutluluğumu anlatamam. Senin adın ne? Benimki Berrak Nehir…” dedi heyecanla.

Kuş, kanat çırparak bulunduğu yerden ayrılarak aileye yaklaştı. Konduğu dalda kanatlarını çırpıştırıp onları selamlayarak “Hoş geldiniz” demek için yine kısa bir ezgisel ötüşü işitildi. Aile mutlandı.

Kuş: “Bana bülbül derler. Arkadaşlarım bana Türkücü diye seslenirler. Güzel ötüşümüz nedeniyle insanlar, bizi yakalayıp kafesler kapatırlar, bu güzel doğadan ayırarak. Birçok kardeşim kafeste yaşamak zorunda kalıyor bu nedenle. Onlar, her gün kafeste ağlayıp inlerler ‘ah yurdum’ diyerek. Ne yazık ki bazı kişiler de bu inleyip ağlamadan zevk duyar. Kafesimiz altından yapılsa da bizim yurdumuz ormanlar, ağaçlar, kısacası doğa.”

Berrak Nehir: “Sizinle tanıştığım için çok mutlu oldum. Ancak güzel ötüşünüz yüzünden insanların sizi, doğadan koparıp kafese kapatmalarına çok üzüldüm Türkücü.”

Türkücü: “Sağol, insan kardeşim! Bazı insanlar, bilmezler ki bizim doğaya ne denli yararlı kuşlar olduğumuzu… Her canlı kendi yaşam alanında yaşamalı. Biz burada diğer hayvanlar, bitkiler, insanlar, toprak, hava ve su ile bir bütünüz. Bir parçamız yok olduğunda hepimiz zarar görüyoruz.” dedi boğuk, üzüntülü ve ağlamaklı bir sesle. Tam bu sırada bir keçi geldi karamukların yanına. Ön ayaklarını bitkiye yaslayarak yemeye başladı meyveleri. Yalnızca meyveleri değil, yaprakları da iştahla midesine indiriyordu.

Oden Ata, keçiyi ilk kez görüyordu doğada. Onun meyveleri ve yaprakları yemesini bir süre hayranlıkla izledi. Babasına,  bu hayvanın adını sordu.

O: “Keçi, bu hayvanın adı oğlum. Bunun sütü anne sütü kadar besleyicidir bebekler için. Sen bebekken sana da içirmiştik keçi sütünden güçlenesin diye. Keçinin peyniri de çok lezzetli ve besleyici. İstanbul’a dönerken alırız bu güzel peynirden kahvaltıda yemek için Oden Ata”

Oden Ata: “Sağol baba hem verdiğin bilgiler için hem de keçi peyniri alacağın için…”

Aydın: “Sen sağol oğulcuğum!”

Keçi, konuşmaları işitmişti. Birden yerinden doğruldu, karamuk yemeyi bıraktı. Oden Ata’ya dönerek kulaklarını oynattı. Sonra mutlu bir gülümsemeyle söze girdi:

“Senin adın çok değişik, güzel ve meraklı çocuk. Ata’yı işitmiştim de daha önce, Oden’i ilk kez duyuyorum. Bu sözcüğün anlamı ne?”

Oden Ata: “Oden, bazı ülkelerde Odin olarak da söylenir. Oden, eski zamanlarda İskandinavya’nın Türk kökenli Tanrı-kralıydı. Efsaneleri bugün de capcanlı anlatılır dünyanın kuzeyindeki topraklarda.”

Keçi: “Adının anlamı çok güzelmiş. Bir de Ata olunca anlam, yerli yerine oturmuş. Zaten Oden de Türklerin atası değil mi?” dedi gururlanarak.

Oden Ata: “Adımı beğenmene sevindim. Senin adın ne?”

Keçi: “Benim adım, Dik Kuyruk… Bu adı bana toprak ana verdi. Anam, ad verince karşı çıkmam olanaksız. Burada yaşayanların hepsi de kolayca benimsedi bu adı.”

Derya, söze girdi analık duygusuyla: “Ne güzel söyledin Dik Kuyruk. Toprak ana, tüm canlılara can veren anamız… O olmasaydı hiçbirimiz olmazdık değil mi?” dedi söylediklerinden mutluluk duyarak.

Toprak, hafifçe kımıldadı. Üstündeki otlar sağa sola sallandı. Ağaçlar, çalılar yel esmiş gibi dallarını oynattılar. Bu devinimden, dallarından birkaç sararmış yaprak uçuşarak düştü toprak ananın kucağına.

Toprak gülümseyerek: “Bana yaptığın övgüler için sağ ol. Her varlığın bir anası vardır. Benim de çok fazla yavrum var. Ben onları dünyaya getirip büyüttüm, tüm tehlikelerden korudum. Ancak onlar da benim yaşamam için büyük çaba gösteriyorlar.”

Aydın, söze girdi merakla: “Onlar, yani yavruların senin yaşaman için neler yapıyor?”

Toprak: “Deminden beri karamuk bitkisinin yanındasınız. Burada karatavuk, bülbül ve keçiyle konuştunuz. Bu yavrularım ve şu anda burada olmayan ayı ve bazı kuşlar, karamuğun meyvesiyle beslenir. Meyvelerin çekirdeklerini de yutarlar. Bu çekirdekleri dışkılarıyla her yana dağıtırlar. Bu çekirdekler baharda benim karnımda çimlenerek fidelere dönüşür. Böylece karamuk, yıllar boyunca yaşam alanı bulur kendine bağrımda. Bu hayvanlar, karamukla beslenirken bir yandan da onun çoğalmasını sağlar. Yani kendi yiyeceklerinin oluşmasına katkı yaparlar elbirliğiyle.”

Duru Irmak, söze girdi burada: “Bu hayvanların karamuğun tohumunu ekip çoğaltmasına, bir başka deyişle tarım yaptıklarını söylersek yanlış mı olur?” diye sordu.

Toprak: “Çok doğru söyledin. Onların da yaptığı bir nevi tarım…”

Uzaktan ayı koşarak geldi ve herkese hoş geldin dedikten sonra: “Değerli arkadaşlar, sevgili konuklarımız çok ivedi işlerim var. Yakında kış uykusuna yatacağımdan hızlı beslenmek zorundayım. Bu nedenle zamanımı iyi kullanmalıyım. Yeteri kadar beslenmezsem kış uykusunda sağlığım bozulabilir. İzninizi istiyorum, baharda görüşürüz. Hoşça kalın.” deyip ormanın derinliklerine doğru gitti.

Ayının arkasından Kurttekinler el sallayıp hep birlikte “Güle güle, iyi uykuların olsun ayı kardeş!” dediler mutlulukla. Keçi, bülbül, karatavuk ve diğer canlılar da ona “Uğurlar olsun!” dediler hep bir ağızdan.

Ayı gittikten sonra birazcık suskunluk oldu. Berrak Nehir, suskunluğu bozarak söze girdi birden: “Karamuk meyvesinin insan sağlığına yararı var mı?” sorusunu attı ortaya.

Karamuk dallarını salladı, meyvelerini ve yapraklarını kıpırdattı. Sonrasında derinden gelen sesi işitildi: “Benim meyvelerim birçok sayrılığa iyi gelir. Meyvelerimin tadı mayhoş, tatlı ekşimsidir. Genellikle kaynatılarak yendiği için antikor üretir. Antioksidandır. Bu nedenle kansere, şeker hastalığına, yangıya, soğuk algınlığına iyi gelir. Kan dolaşımını düzenleyerek tansiyonu dengeler. Kalbi koruyup bağışıklığı güçlendirir. Enfeksiyon ve bakterilere karşı savaşır. Neyse sözü uzatmayayım, bu kadar bilgi yeter sanırım.”

Duru Irmak: “Lütfen sürdürün sözlerinizi, merakla dinliyoruz sizi.” dedi heyecanla.

Karamuk, içine çekerek sürdürdü sözlerini: “Genç sürgünlerim ve polenlerim yemeklerde kullanılır. Bu da çok yarar sağlar yiyene. Ruslar, benim meyvelerimi pilavlarına katar. Anadolu’nun birçok yerinde meyvelerim, vişne ve üzüm hoşaflarına konur. Alyuvarlara destek olduğum için lösemiye yakalananlar, benim meyvelerimi yer. İdrar yolu sayrılıklarına iyi gelir meyvelerim. Köklerim ve gövde kabuklarımdan yapılan çayların tadına doyum olmaz. Birçok derde iyi gelir. Yapraklarım tat versin diye çorba ve bulgur pilavına katılır. Köklerimden boya yapılır. İplikler ve bezler benim köklerimin rengini taşır.” deyip yutkundu.

Oden Ata: “Siz ülkemizin daha çok hangi bölgelerinde yetişirsiniz?” diye sordu.

Karamuk: İç Anadolu başta olmak üzere Doğu Anadolu, İç Ege ve Karadeniz’in iç kısımlarında doğal ortamda yetişirim.” diye yanıtladı çocuğu.

Akşamın olması yakındı. Güneş dağların arasında boynunu büktü. Aydın Bey, eve dönme zamanının geldiğini söyledi eşine ve çocuklarına. Ancak hiçbirinin ayrılası yoktu bu güzel yerden. Ayrılmadan önce toprak anaya, karamuklara, keçilere ve kuşlara el salladılar. Onlara veda ettiler. Onlar da Kurttekinlere “Uğurlar olsun!” dediler. Yine gelmelerini istediler.

Zor da olsa ayrıldılar doğanın bağrından yolda içlerini derin bir ayrılık üzüntüsü kapladı. Hiç kimse konuşmuyor, yaşadıkları masalsı günü düşünüyordu. Sessizliği Aydın Bey’in güz sesi bozdu. “Haydin bakalım, hep birlikte söyleyelim de doğadaki bütün dostlarımız da işitsin yüreğimizin sesini. Hep birlikte “Arpa, Buğday Daneler” türküsünü söylemeye başladılar elleriyle tempo tutarak.

Köye yaklaştıklarında dillerinde “Çıt Çıt Çedene” türküsü vardı. Birden üzüntüleri dağıldı. Türkü bitip eve geldiklerinde çocuklar, halalarına “çedene’nin ne olduğunu sordu. O da “Kenevir tohumuna verilen ad” dedi.

Bazlamalar pişmiş, yemekler hazırlanmıştı çoktan. Hep birlikte bakır sininin çevresine oturdular. Artık kaşık ve çatalın sesi işitiliyordu yalnızca.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       26 Eylül 2025

 

 

 

 


TELİF HAKKININ KÖKENİ


Telif hakkı, günümüzde önemli bir tartışma konusu... Ne yazık ki düşünceye, üretime, emeğe, yaratıya, alınterine değer vermeyen ve başkalarının sırtından geçinmeyi alışkanlığa dönüştüren birçok kişi, telif hakkı denen kavramdan çok uzaklar.

Bir şeyi, ilk kez kendisi düşünmüş gibi kitaplarına alanlar, bir buluşu kendi yapmış gibi sahiplenenler tarih boyunca hep oldu. Bugün de bu kişiler var. Bazı anlı şanlı yazarlar, ozanlar, bilim adamları, sanatçılar ne yazık ki başkalarının düşünerek üretip yazdığı kitaplardan kaynak göstermeden bölümleri kendi kitaplarına almaktalar açıkça. Başkalarının ürettiği sanat yapıtlarına imzalarını atmaktalar haksızca. Burada anlatılan düşünceler, yaratılar ve buluşlar kendilerininmiş gibi sahiplenmekteler. Buna güzel Türkçemizde “aşırma” diyoruz. Ancak bu yapılanın açıkça düşünce hırsızlığı olduğunu burada söylemeliyim.

Bir aydın ve yazar için düşünce namusu çok önemli, ayırt edici bir nitelik. Düşünce namusu olmayan birinin aydın kimliği tartışmalıdır. Birinin emeğini çalarak, aşırarak kitap yazmak dürüst birinin yapacağı bir şey değil. Ne yazık ki son dönemlerde bu tür düşünce hırsızlarına sıkça rastlamaktayız.

Peki, telif hakkı nerede gündeme geldi ilk kez?

Telif hakkının, dolayısıyla üretip hak edenin hakkını teslim etmenin ilk olarak başladığı yer Arap ve İslam coğrafyası. Şam, Bağdat, Semerkant, Fas, Tunus, Kahire, Basra, Toledo, Rey medreselerindeki öğrenciler, Hazar Denizi ile Atlantik arasındaki ülkeleri gezerlerdi. Buralarda yeni düşünceleri, bilimdeki, gelişmeleri anlatırlardı. Bilgi, dergilerle değil; bu gezginlerin ağzından yayılırdı değişik yerlere. Ağızdan ağıza yayılan bu bilgiler bilim, kültür, sanat alanındaki yeni gelişmelerin yayılmasını kolaylaştırırdı. Bu koşullarda düşünce hırsızlığı çok kolaydı aslında. Buna karşın bu öğrenciler, bu anlattıkları yeni, özgün düşüncelerin kime ait olduğunu özellikle belirtirlerdi.

“Yahya bin İsa bana, Ebu Bekir el-Bağdadi’den, herkese açık bir toplantıda Şeyh Said bin Yakut’un açıkladığını duyduğunu anlattı… (Aktaran, Batı’yı Aydınlatan Doğu Güneşi, Sigrid Hunke, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Aralık 2008, s. 286)”  bu tür sözlerle düşüncenin kime ait olduğunu belirtirdi konuşmacılar.

“Araplar yabancı düşüncelerle kendi ağzını yakmaz. Başkasının kitabını dersinde temel metin olarak kullanmak isteyen, önce yazarın yazılı iznini almak zorundadır. Hiç kimse, ders verirken, öğretmenin yazılı onayı olmadan onun sözlü açıklamalarını bile nakledemez. Hiç kimse, İslamiyet’ten önce de adet olduğu gibi, bir şairin mısralarını, onun öğrencisi olarak bile söyleyemez, okuyamaz. Bunun için şairin mısralarını söyleme ve yayma izni almış olması gerekir. İşte düşünsel başarıya ve düşünsel mülkiyete böylesine derin bir saygı yerleşmiştir. (Aynı yapıt, s. 286)” Görüldüğü gibi fikri mülkiyet, yani telif hakkı yalnızca yazılı yapıtlarda değil, sözlü düşüncelerde de söz konusuydu.

“Her yazar telif hakkının koruma altında olmasından yararlanır. Yalnızca yazarın kendisi –ve ölümünden sonra mirasçıları- düşünsel yaratıcılığın ürünleri üzerinde tasarruf sahibidir. Bunları oğullarına ya da oğullarını dışlayarak yalnızca en iyi öğrencilerine bırakabilir. İzin ve onay konusunda çok cömert olan bir profesörle ilgili olarak öğrencileri ‘o, toprağı, duyulan şeylerin belgeleriyle, eğitimi de izin belgeleriyle donattı’ demişlerdi.

Okunan ve duyulan şeyleri yaymak için gerekli her izin, aynı zamanda öğrenciler için bir yetenek belgesi niteliğindedir. İzni alan, onunla birlikte, ders verme hakkını da alır. Böylece, Arap yüksekokullarının kurumlarıyla birlikte Batı üniversitelerine giren Arap ‘telif hakkı’ bir akademik unvan olan ‘lisans’ın da kaynağıdır. Ve ‘bakalorya’nın kaynağı da Arapların ‘başkasının otoritesi ile ders verme hakkı’ olabilir. (Aynı yapıt, s. 286)”

Yukarıda anlatılanlardan anlaşıldığı gibi Batı, “telif hakkı, lisan eğitimi, bakalorya” başta olmak üzere birçok çağdaş uygulamayı, Araplardan almış bulunmakta. Ne yazık ki kimi bilisizler, Araplar hakkında ileri geri konuşmayı gelenek durumuna getirdiler. Böyle yaparak ezilen bir halkın karşısında, emperyalizmin yanında yer almaktalar.

Sözlerimi, Sigrid Hunke’nin “Ama onlar (Yani Araplar-A.H.nin notu) Batı’ya yalnız boş kap vermediler; şarap, yani eğitim malzemesi de gönderdiler.” sözleriyle bitireyim. Bugün çağdaş eğitim denen batı eğitimin kökleri Arap topraklarında, tıpkı telif hakkının olduğu gibi.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                            25 Eylül 2025

GÜN ACISI


İçim sancıdıkça şaşar kalırım

Yüreğimdeki derdim bilmem nedendir

Hekim dinler, yazar şaşar kalırım

Bir çare ararım sormam nedendir

        Terlerim terlerim uykum alamam

        Geceler kâbustur rahat kalamam

        İçim erir gider, düşe dalamam

        Bir umar isterim acep nedendir

Gündüzüm karanlık dalar giderim

Uykusuz geceler zaman yederim

Türlü kuruntuyla işler ederim

Devasız derdime şüphe nedendir?

        Adil der ki umudunu yitirme

        Vesveseyi doruklara götürme

        Kendin yiyip yüreğini bitirme

        İyi düşün kütü düşün nedendir

                                Adil Hacıömeroğlu

                                24 Eylül 2025

 

 

 

 

 

YAŞAMIN KAYNAKLARI


Bir bahar sabahı, güneş ışınları her yanı yavaş yavaş aydınlatmaya başladı. Güneşin doğmasıyla sular, parıldadı. Deredeki balıklar, zıplayarak mutlulukla yol aldı suyun içinde. Deniz canlıları, suyun yüzeyine yaklaşarak ışınların verdiği sıcaklığı duyumsadı. Toprak, gülümsedi yavaşça. Toprak örtüsünün altına saklanan böcekler, kımıldayarak yüzeye çıktılar ürkeklikle. Her türden bitki, yapraklarıyla selamladı güneşi. Hava, soluklandı gülümseyerek. Kuşlar havada uçmaya başladı sevinçle. Hafif bir yel, havaya da toprağa da suya da ve onlarda yaşam bulan tüm canlılara da sabah serinliğini üfledi.

Çocuk, uçurtmasını salıverdi gökyüzüne. Yelin gücüyle uçurtma, ak bulutlara doğru yükseldi. Uçurtmanın elinden kaçıp gitmemesi için ipini bileğine bağladı. Yel, biraz hızlanınca çocuğun ayakları yerden kesilir gibi oldu. Havaya dönüp sordu: “Beni uçurtup bulutların üstüne çıkarmazsın değil mi?”

Hava: “İstersen seni uçurup alırım ak bulutların üstüne. Ancak inişin tehlikeli olur.” dedi.

Çocuk: “Sen, bana kötülük yapmazsın. Çünkü sen olmasan ben yaşayamam.” diyerek inledi.

Hava: “Haklısın, ben sana kötülük yapmam. Sen, benim gücümle bulutlara çıkarsın; ancak aşağıya düşmen yerçekimiyle olur. Bu da sana zarar verebilir.” diye iç geçirdi.

Çocuk: “Sen olmazsan yaşam olmaz.”

Hava, tam da ağzını açıp bir şey diyecekti ki diyemedi. Karşıdaki fabrikanın bacasından kapkara dumanlar çıkınca birden derinden öksürdü, boğulur gibi oldu. Sonrasında döndü çocuğa: “Görüyorsun değil mi? Doğaya yaşam veren ben, fabrikanın zehirle dolu dumanından neredeyse soluk alamayacaktım, soluk alamaz oldum bir an.”

Çocuk: “Evet fark ettim dumandan çok rahatsız olduğunuzu. Öksürüğünüzle esen yel birden çoğaldı.”

Aşağıdan deniz, hafifçe dalgalanıp kıyıda şıp şıp diye sesler çıkardı. Dalgalar; su yüzeyindeki karpuz kabuklarını, kâğıt parçalarını, plastik şişeleri, dal kırıklarını, araba lastiklerini, ambalaj kâğıtlarını ve çok fark edilemeyen küçük cisimleri kumsala doğru götürdü. Kumsalın rengi değişti birden.

Denizdeki sular dile gelip döndü çocuğa: “İnsanlar ellerine ne geçerse her şeyi, benim içime atıyorlar. Bir de akarsuların getirdiği çöpler var her gün. Ayrıca şehir kanalizasyonunu da salıveriyorlar derin yerlerime doğru. Bir de havayı boğulacak gibi yapan fabrika var ya, kimyasal maddelerle dolu atık sularını yandaki dereye boşaltıyor. Deredeki su, çok geçmeden bana kavuşuyor.” diyerek dert yandı. Fabrikanın yanından akan dere, sözünü kesti denizin.

Dere: “Ben akar giderim kendi halimde, büyük bir seviyle denize kavuşmak için. Ne yazık ki insanlar: ‘Akarsu, pislik tutmaz.’ diyerek ellerine ne geçerse atıyorlar akıp gittiğim yatağa. Ben de elimde olmadan bunları taşıyorum denize.” dedi, şaşkınlık dolu kızgınlıkla.

Çocuk, gözlüklerinin altından gözlerini şaşkınlıkla açarak: “Anlattıklarınız inanılır gibi değil. Bir insan yaşam kaynağımız olan suyu nasıl böyle bilinçsizce kirletir. Tüm canlıların evi ve yaşam alanı dünyaya bu kötülüğü, göz göre göre niye yapar birisi? Bu, büyük bir sorumsuzluk… İnsan kirletince suyun, derenin ne suçu var? Dere Kardeş, sen doğan gereği akıp gidiyorsun, üzülme bu duruma. Seni kirleten suçlular utansın!” diyerek sözlerini tamamladı.

Çocuk, denize dikkatle bakıp: “Senin kıyılara yakın yerlerinde değişik bir madde var, o ne?” diye sordu.

Deniz: “Ona, siz insanlar deniz salyası dersiniz. Benin sularımda yaşayan canlılara en çok zarar veren de bu. Bunun nedeni de insanların attığı çöpler. Kirlilik yüzünden oksijenim azalıyor ve bu salya oluşuyor sularımda.” diyerek yanıtladı onu.

Toprak kıpırdadı yerinden. Onun kıpırdamasıyla ağaçların yaprakları hışırdadı. Karıncalar, ağaç diplerine toplandı. Sinekler uçuştu. Ağaçlardaki kuş yuvalarındaki yavrular başlarını uzattı ne olduğunu görmek için. Yaşlı çınar ağacından kahverengi birkaç yaprak düştü yere yavaşça. Toprak gerinerek konuşmaya başladı:

“Dere Kardeş’in söyledikleri benim için de geçerli. Her gün onlarca çöp, zararlı atık atılıyor üstüme. Bunlar, beni de çocuklarımı da zehirlemekte.” Çocuğa dönerek sözlerini sürdürdü: “Şu görkemli meşe ağacının arkasındaki akasyaya iyice bak. Kurumaya başladı o. Oysa kuruduğunda bahar çiçekleri üstündeydi. Bilirsin onun çiçekleri çok güzel kokar. Niye bu duruma geldi bilir misin? İki hafta önce derenin, denizin, benim güzelliğimden ve havanın serinliğinden, temizliğinden yararlanmak isteyen birkaç aile geldi buraya. Hep birlikte çok eğlendiler. Acıkınca mangal yaktılar. Yiyip içtiler afiyetle. Yiyip içerken deyip güldüler. Akşam evlerine giderken mangaldaki ateşi söndürmeden akasyanın dibine döktüler. Dökülen yanmakta olan közler, içten içe yaktı güzelim ağacı, benim telli duvaklı yavrumu. Birkaç gün boyunca sönmedi dibindeki közler. O da birkaç hafta gece, gündüz demeden inledi can havliyle. Bir kişi onun feryadına, inlemesine kulak verip de gelip dibine su dökmedi, söndürmedi közleri. Dökse bu yetişkin akasya kurtulacaktı. İnsanların gözünün önünde yanıp kupkuru oldu. Akasya çiçeklerinin insanları esrik eden kokusu yerine is kokusu kapladı her yanı. Her yıl birkaç kez yaşar benim ağaç yavrularım bu durumu.” dedi otlarıyla gözyaşı dökerek.

Çocuk, akasyaya doğru yürüdü. Elini gövdesine değdirdi. Avucu ve parmak uçları kapkara oldu isten. Sarıldı ağacın yanık gövdesine gözyaşlarıyla. Bir süre sonra üzüntüsü artarak ayrıldı ağaçtan. Üstü başı batmıştı isten. Ağacın yanık kokusu üstüne sindi.

“Çok özür dilerim güzel akasyam, seni koruyamadık. İnsanlarımıza, ne yazık ki doğayı koruma bilinci veremedik bir türlü.” dedi derin bir üzüntüyle.

Toprak, söze girdi: “İnsanlar, ne yazık ki toprağı çöplük sanıyor. Çoluk çocuk ellerine ne geçerse atıyorlar üstüme. Kimi zaman boğulur gibi oluyorum. Havayla ilişkim kesiliyor. Ben hava almasam nasıl yaşarım? Üstümde, içimde yaşayan binlerce canlıyı nasıl besleyip büyütürüm? Onların varlığı, benim varlığıma bağlı. Bir de hava, güneş gerekli bana. Benim üstün çöplerle, zehirli atıklarla örtülürse ben nasıl buluşurum hava, su ve güneşle?”

Çocuk: “Halkısın, toprak ana, hem de çok… Ne yazık ki insanoğlu, havayı, suyu, toprağı kirleterek kendi yaşamının sonunu getirdiğinin farkında değil. Böyle bir bilinçsizlik, sorumsuzluk kabul edilebilir mi hiç?” dedi öfkeli bir üzüntüyle.

Çocuğun konuşması bitince havada bir devinim oldu. Serin bir yel gelip çocuğun tüm bedenini yalayıp geçti. Derenin üstünde avlanan kuşlar ötüşleriyle büyüleyici bir ezgiye başladı. Toprak, gülümsedi üstündeki tüm çiçekler ve yeşillikleriyle. Çocuk, üzgün bir biçimde umudunu da koruyarak oradan ayrılmadan önce güneşe, havaya, suya ve toprağa el sallayıp gülümsedi. Vedalaştı hepsiyle teker teker. Onlar da uğurladılar onu, tüm içtenlikleriyle.

Çocuk, dalgın dalgın yürüdü evine bozuk ve yer yer üstüne çöp yığılı kaldırımlardan. Yolda arkadaşıyla karşılaştı.  Onunla kol kola girdiler. Arkadaşının da üşüt başı kirlendi isten ve kömür karasından. Ona gördüklerini anlatarak evlerine doğru yürümeye başladılar. Doğa için birlikte ne yapabileceklerini konuştular kimi zaman durup kimi zaman da yürüyerek.

Akşam kızıllığı gökyüzünü kaplarken evine girdi çocuk, tüm umudunu koruyarak.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       24 Eylül 2025

Oğluma Mektup 4

 

                        18 Eylül 2025 Perşembe

        Oğluma,

Sevgili oğulcuğum, ilkokulda herkes, sana “Kitap Kurdu” diyordu. O günler bilmem usuna geliyor mu seyrek de olsa. Hatta sınıfındaki bir arkadaşın seninle yarışıyordu durmadan. Hem birinci sınıfta hem de ikinci sınıfta onu açık ara geçince çok üzülmüştü o arkadaşın.

Kitap okuman sana, ilkokulda bazı özellikler kazandırmıştı. Arkadaşlarının tümü, seni “Sınıfın Bilgesi” olarak görüyordu. Bazı zamanlar, ders çıkışında arkadaşların okulun geçeneğinde, bahçesinde çevreni alıp sana sorular sorardı. Sen de onların sorularını yanıtlardın. Onlara kitap okumalarını salık verirdin. “Karnımız acıktığında nasıl yemek yiyorsak, beynimiz acıktığında da kitap okumalıyız.” derdin onlara.

Kitap okumak senin yaşamının tam da bir parçası olmuşken korona salgını çıktı. Tüm Türkiye eve kapandı zorunlu olarak salgından korunmak için. Biz de evdeydik. Dersleriniz uzaktan yapılıyordu. Salgında, evde oturmak doğaldır ki herkesi tutsaklaştırmıştı. İşte, tam da bu sırada annenle okulunun rehberlik öğretmeni konuştular ve senin telefonla oyun oynamana izin verdiler, benim çok karşı çıkmama karşın. Böylece bir bağımlılığın karanlığında yittin. Kitaplardan uzaklaştın. Tadına doyum olmaz söyleşilerine, herkes gibi ben de özlem duymaktayım. İşte, telefon bağımlılığı senin yaşamının kırılma noktası.

Bugün Fakir Baykurt’un Eşekli Kütüphanecisi’ni okuyup bitirdim. Bu güzel kitabı okumakta epeyce geç kaldım sanırım. Daha önce Eşekli Kütüphaneci’nin öyküsünü duymuştum. Onunla ilgili bilgim vardı. Ancak onun öyküsünü, Fakir Baykurt’tan okumak başka bir tat, başka bir keyif…

Eşekli Kütüphaneci’nin adı, Mustafa Güzelgöz… Nevşehir’in peribacalarıyla ünlü ilçesi Ürgüp’ten… Onun yaşamı, örnek alınacak bir başarı öyküsü… Okullarda ders olarak okutulmalı Mustafa Güzelgöz’ün yaşamı.

Mustafa Güzelgöz, çok sevdiği, derin bir seviyle deli divane olduğu Hanife Hanım’la zor da olsa evlenir. Hanife’nin babası, kızını kendilerine göre daha yoksul gördüğü Mustafa’ya vermez. Bilmezdi ki Güzelgöz’ün içinde ne varsıllıklar var? Mustafa da Hanife’sini kaçırır. Mutlu bir yuva kurarlar. Güzelgöz’ün amacı, İstanbul’a gidip iş bularak yerleşmek. Bir gün onu mahalle gençleriyle ayaktopu oynarken görür ilçenin kaymakamı Fahri Çıvgın. O güne dek Ürgüp’ün ayaktopu takımı, çevre ilçelere hep yeniliyordu. Bu da Kaymakam Bey’i üzüyordu. Mustafa’nın iyi oynadığını, bu oyunu bildiğini anlayınca bu konuda ısrarcı olur ona. Bu sırada ilçe kitaplığındaki görevli bayan ayrılır işinden. Güzelgöz’ü kırk lira aylıkla kitaplık memuru yapar kaymakam. Böylece İstanbul’a gitmekten vazgeçer. Zaten onun içinde, oldum olası bir kitap tutkusu vardı.  

Kitaplığın başına gelince önce orayı düzenler. Kitapları kaydeder bir deftere. Belirlediğine göre kitaplıkta yazma, basma ve eski yazılı 2.300 kitap vardı. İyi korunmadığından nemlenen kitapları kuruttu büyük bir özenle güneşte. Onları da kitaplığa kazandırdı. Bir yandan da ayaktopu takımını çalıştırıyordu. Önce oyuncularına kitap okuttu. Oyuncular, karşı çıktı buna. O: “Gol önce kafadan, sonra ayaktan çıkar. Siz de golü önce kafanızdan, sonra ayağınızdan çıkaracaksınız. Onun için kitaplığa gelip kitap okumalısınız.” der, bu söz onları okumaya yönlendirir. Kısa sürede ayaktopu takımı, yapılan maçlarda çevre ilçeleri yener. Bu, kaymakamın ona daha çok yardım etmesini sağlar.

İlçede kitap özetleme ve yazı yarışmaları düzenledi. Bu yolla okumayı yaygınlaştırdı. Kitap sayısını artırmak için olağanüstü çaba gösterdi. Aylık dergiler ve günlük gazetelerin kitaplığa gelmesini sağladı. Kitaplığın adı, Tahsin Ağa. 1854 yılında Tahsin Ağa tarafından Ürgüp’ün Temenni Tepesi’nde yaptırılmış. Zamanın padişahı da ilk olarak 817 cilt kitap bağışladı buraya.

Kitap sevgisini, ana sevgisine benzetir Mustafa Güzelgöz. Kitap okumayı köylere de yaygınlaştırmaktır amacı. Bu amaçla kapatılan köylerdeki halkodalarını kitaplık yapmak için kolları sıvar. Ne yazık ki köy muhtarları bu konuda ona yardımcı olmadı. Güzelgöz, çözüm bulma ustası. Onun kitabında yenilip geri çekilmek yok. Köylere kitap götürme işinden vazgeçmedi. Bunu eşekle yapmaya karar verdi. 200 kitabın sığabileceği iki sandık yaptırdı marangoza eşeğin taşıması için. İki haftada bir sırayla köylere kitap götürmeye başladı. Önce yaptığı iş yadırgansa da sonradan alıştı köylüler kitap okumaya. Onun asıl amacı, genç kızlara ve kadınlara kitap okutmak. Bu yolla geriliği yok etmek yaşadığı topraklardan ve köylüyü aydınlatmak.

Eşekle kitap taşıma işi benimsendi. Farklı ilçelerin köylerine de kitap götürmeye başladı eşeğiyle. İş, halk tarafından benimsenince halkodalarını onarıp köylere kitaplıklar kurmaya başladı. Kitaplıklara, kadınların gelmesini sağladı kadınlar günü yaparak. Onların gelmesini sağlamak için kitaplıklara dikiş ve halı dokuma makineleri aldırdı yardımsever yerdeşlerine.

Sevgili Oğlum, bir insan önüne koyduğu bir amaca, tüm zorluklara karşın nasıl ulaşabileceğinin örneğidir Eşekli kütüphaneci. Sen ve yaştaşlarının örnek alacağı biri bu başarılı insan. Mustafa Güzelgöz’ün yaptıkları bu kadarla kalmadı. Olağanüstü işler yaptı. Onun ne gecesi ne de gündüzü vardı. Zamanının neredeyse tümünü çalışmaya, kitaba ayırmaktaydı.

Eşekli kitaplık, dünyada yalnız ülkemizde yaşama geçirildi. Bunu da yapan Mustafa Güzelgöz’dü. O, köylerdeki kitaplıklar için: “Köye kitaplık açmak, çöle çeşme götürmek gibidir.” diyerek konunun ne denli önemli olduğunu vurgulamaktaydı.

Güzelgöz, köylere yalnız kitap ve kitaplık götürmedi. Üzüm yetiştiriciliği yapan köylülere öncülük yaparak kooperatifler kurdu. Bu üzüm ve elma kooperatifleri, fabrikalar kurarak şarap üretmeye başladı. Meyveleri uzak kentlere pazarladı. Böylece köylünün kazancı oldukça arttı. Yanı sıra köylere hamam yaptırma işine girişti. “Temizlik, imandan gelir.” sözünü yaşama geçirdi böylece. Çalışmalarında Fatih Sultan Mehmet’in: “Bir şehir kurmanın olmazsa olmaz üç yapısı vardır: Kitaplık, kanalizasyon, hamam…” sözünü, yaşama geçiriyordu o bıkıp usanmadan ve yorulmak bilmeden.

ABD’de düzenlenen “Halkına Hizmet Eden Gönüllü Kahramanlar Yarışması”da birincilik ödülünü aldı. Bu birincilik, başta Ürgüp olmak üzere tüm Türkiye’de heyecan yarattı. Ürgüp’te tören yapıldı Ankara’dan Milli Eğitim Bakanı, bakanlık yöneticileri, çevre illerin valileri ve müdürleri geldiler. Konukları, Mustafa Bey ağırladı. Bu ödülü esin kaynağı olarak gören Ankara Üniversitesi, ilk kez Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinde ülkemizin ilk kütüphanecilik bölümünü açtı.

Benim Güzel Oğulcuğum, ülkemizde başarı olur da bunu kıskanmayan insan çıkmaz mı? Ayrıca güzellikleri yaymayı, halkı aydınlatmayı amaç edinen Eşekli Kütüphaneci olur da onu çekemeyen kötü kişiler bulunmaz mı toplumda?

İmzasız bir şikâyet dilekçesi yazıldı Ankara’ya. Bakanlık bu dilekçeyi ciddiye alıp müfettiş gönderdi Ürgüp’e. Savunması alındı Mustafa Bey’in. Müfettişin önyargılı olduğunu kolayca anladı o. Ne yazık ki onun bu soruşturmasında bürokrasiden, devletin üst yöneticilerinden kimse onun yanında yer almadı. Emekliliğini istedi. Bakanlık da kabul etti bunu. Emekli olduğunda içindeki en büyük dert neydi biliyor musun oğlum? Karacaören köyünde başladığı hamamı bitirememesiydi.

Eşekli Kütüphaneci, emekli olduğunda Ürgüp’teki merkez kütüphanesinde 22.000, köy kitaplıklarında 23.000 kitap vardı. Ürgüp’ün 22, Avanos’un 4, Nevşehir’in 3, Yeşilhisar’ın 3 olmak üzere toplamda 36 köye eşekle kitap ulaşıyordu. Bu arada eşek sayısının arttırıldığını söyleyeyim. Eşeklere at ve katır da eklendi zamanla.

Mustafa Güzelgöz emekli olduktan sonra eşekle kitap dağıtımı bitti. Merkezdeki kitaplığa kimseler uğramamaya başladı. Köylerdeki kitaplıkların çoğu ahıra dönüştürüldü. Köyler, öksüz kaldı, o olmadan.

Benin Biricik Oğlum, gördüğün gibi Ürgüp’teki aydınlanmayı, karanlık yendi. Başarılı, üretken, yaratıcı, özverili ve öncü bir kişi; ne yazık ki imzasız bir dilekçeyle alaşağı edildi. Bu, yalnızca Ürgüp’e değil; ülkemize de büyük zarar. Sen, sen ol; yaşamda gideceğin bir yol, ulaşacağın bir amaç, uğruna savaşım vereceğin bir ülkün olsun. Baykurt’un Eşekli Kütüphaneci’sini de en kısa zamanda okumanı dilerim.

Yaşamın boyunca kitaplarla dolu günlerin olsun gönlümün efendisi, gözümün nuru oğulcuğum. Sağlık melekleri hep üstünde uçuşsun.

                                                                       Baban